Bütüncül ve Parçacı Yaklaşımlar Arasında Sünnet-i Nebeviyye





Author: Prof.Dr. Vehbe ZUHAYLİ - min read. - Post Date: 11/28/2022
Clap

Sözün özü şudur; sünnet-i mutahharanın, delil, hüccet ve müstakil bir teşri kaynağı olması meselesi, dînî bir zarurettir ve bunu böyle kabul etmeyenler ancak dinin ruhunu kavrayamamış tali’sizlerdir.

Giriş

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd ü senâlar, bütün peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem), O’nun aile ve dava arkadaşlarına ve kıyamete kadar sadakat içinde yolunun yolcusu olanlara salât u selâm olsun.

Sünnet-i Nebeviye, Kur’ân-ı Kerîm’in prensip, hüküm ve kanunlarını detaylı bir şekilde beyan etme; mücmel âyetleri izah ve tafsil etme; mutlak ve kapsayıcı olan hükümlerini bazı kayıtlarla takyit ve sınırlama; umumî olan hükümlerini tahsîs; İslâm hukukunun içerik ve kapsama alanı ile ilgili gerek teorik, gerekse tatbik açısından engin ve zengin veriler sunma gibi fonksiyonlara sahip Kur’ân-ı Kerîm’den sonra İslâm hukukunun ekseni mesabesinde bir unsur olması ve “O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor. O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm: 3-4) âyetinin anlamı gereğince mânâ itibariyle Cenâb-ı Hakk’ın yüce dergâhından indirilmiş bir vahiy olmasına rağmen, içteki ve dıştaki İslâm düşmanları, Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevîliği karşısında aciz kalıp onun hakkında insanların kalb ve kafalarında şüphe uyandırmaktan ümitlerini kesince nazarlarını Sünnet-i Seniyyeye çevirmiş; bir kısmı tamamını inkâr ederek, bir kısmı da küllî bakış açısından mahrum parçacı bir yaklaşımla ele alarak onu tamamen devre dışı bırakmak istemişlerdir.

Ne var ki, bir kısım hevâ ve heveslerin mahkûmu, İslâm hukuk ve yapısına kasteden bazı canilerin mantık ve düşüncesinin zebûnu olan bu hak duygusundan yoksun iftiracı, maksatlı ve hakikatten uzak kimseler, geçmişte olduğu gibi bugün de ya Sünnet’in sübûtu ya da onu kabul etmek ve Müslümanların pratik hayatını İslâm hukuk sisteminin ışıktan tayfları altında inşa etmeyi kabul etmekle beraber onun anlam ve medlûlü etrafında çeşitli şüpheler uyandırmak suretiyle, şer’î ve mantıkî dayanağı olmayan sudan bahanelerle onunla amel etmenin zaruret ve önemini azaltma yolunda ellerinden geleni artlarına koymamışlardır. Hakikatte İslâm hukukuna kasteden bu caniler, bugün Pakistan ve Hindistan’da “Kur’âncılar” (Mealciler) veya bir kısım şeytânî duygu ve isteklerle şer’î hükümleri iptal etmeye kalkışan ve kendilerini tecdit ehli (yenilikçi) zannedenler gibidir. Bunları bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in sarih âyetleri ve nübüvvetin getirdikleri alıp bir kenara atmaktadır. İşin doğrusu bunlar ya iftiracı bir topluluk, ya beyinsizler takımı, ya ilimden nasibi olmayan cahiller, yahut birtakım bidatçi ve şüpheli eğilim sahiplerinden başkaları değildir.

Ben de konumum itibariyle, iman, akide, ibadet, ahlâk, muamelat, aile hukuku gibi çeşitli alanlarda, sünnet-i nebeviye vasıtasıyla sabit olmuş hüküm ve kanunların bulunduğunu çok açık ve net bir biçimde ispat etmek suretiyle, Sünnet-i Nebeviye’ye dil uzatan ve onun aleyhine yazı yazanların yanlı ve yanlış görüşlerini ortaya dökme hususunda –âcizane– bir katkıda bulunmak istedim. Bu meyanda ele almak istediğim konuları şu şekilde sıralayabilirim:

 

Kısaca Sünnet-i Nebeviye’nin Delil Oluşu

Sübût bulmuş Sünnet-i Nebeviye’nin kapsama alanı (içerdiği konular).

Sünnet-i Nebeviye’nin İslâm hukuku üzerindeki etkisi.

Hak ve hakîkati apaçık beyan eden ve doğru yolu gösteren Allah’tır. (celle celâlühü)

 

Sünnet-i Nebeviye’nin Delil Oluşu

Sünnet-i Nebeviye’de usulüne göre sabit olmuş her şey, kesinlikle, umumî olarak, hukukun bütün alanlarında muteber bir delildir. O, bu konuda varit olan birçok delil ve bürhan sebebiyle, Kur’ân-ı Kerîm’den hemen sonra İslâm hukukunun ikinci kaynağıdır. Bu delillerin en önemlileri sekiz tanedir.[1]

 

Âyet-i Kerîmeler: Kur’ân-ı Kerîm’de Sünnet ile amel etmeye irşat ve teşvik eden, hattâ açık emirlerle onunla amel etmeyi farz kılan birçok âyet-i kerîme vardır, bunlardan bazıları şunlardır:

Ey iman edenler! (Bütün emir ve yasaklarında) Allah’a (celle celâlühü) itaat edin, Rasûle itaat edin… (Nisâ: 59)

Allah (celle celâlühü) ve Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bir meselede hükmünü verdiği zaman mümin bir erkek veya mümin bir kadının kendileri ile alâkalı o meselede başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur. Kim Allah (celle celâlühü) ve Rasûlüne (sallallahü aleyhi ve sellem) isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş demektir. (Ahzâb: 36)

Rasûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sizi çağırmasını ve sizin için duasını, birbirinizi davet etmeniz ve birbirinize duanızla bir tutmayın; O’nu (sallallahü aleyhi ve sellem) aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi de çağırmayın; birbirinize seslendiğiniz gibi O’na (sallallahü aleyhi ve sellem) seslenmeyin. Elbette Allah (celle celâlühü), toplantı anında içinizden birbirlerini siper edinerek sıvışıp gidenleri biliyor. Allah Rasûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) emrine muhalefet edenler, başlarına bir belanın veya pek acı bir azabın gelmesinden korkup çekinsinler. (Nur: 63)

Vücûba (farziyet), muhalefet ve isyan edenleri uyarmaya, azapla şiddetli bir şekilde sakındırmaya delâlet eden emir hakkında varit olan bu örnekler, Resûlüllah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) kavlî, fiilî ve takrîrî sünnetlerinde itaat ve inkıyadın kesin bir şekilde farz olduğuna delâlet etmektedir. Aksi takdirde, nübüvvetin anlamını yitireceği ve O’nun (sallallahü aleyhi ve sellem) öğretilerini inkâr eden kişinin kâfir, sapıklığa düşmüş ve nübüvvetin mutedil ve müstakim çizgisinden uzaklaşarak onun gereklerini yerine getirmeyen serazatlar takımından olacağı beyan edilmektedir.

 

Sünnet-i Şerife’nin bizzat kendisi: Bizzat Sünnet-i Serîfe, kendisine saygı ve ihtiramın farz olduğunu ve bunun da Rasûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) risaletinin tebliğ ve ilânının bir parçasını teşkil ettiğini ispat etmektedir. Zîrâ Peygamber Efendimiz, hem kendisini, hem de başkasını gösteren bir güneş gibi, sahih hadîs-i şerîflerinde, güneş kadar açık ifadelerle, Kur’ân-ı Kerîm’in mazmun ve muhtevasını vurgulamaktadır. O hadîslerden birkaç tanesi şunlardır:

Dikkat edin! Bana Kur’ân ve onun bir benzeri (misli) verilmiştir. Ve yine dikkat edin! Karnı tıka basa dolu bir adamın, koltuğuna kurulmuş oturduğu yerden ahkâm keserek “Siz Kur’ân’a bakın ve onunla yetinin; onda gördüğünüz helâlı helâl; haramı da haram sayın ve ötesine geçmeyin” demesi pek yakındır. Ancak şunu unutmayın ki, Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) haram kıldığı şey, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın haram kıldığı gibidir.[2]

Size iki şey bıraktım, onlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlet ve sapkınlığa düşmezsiniz: Yüce Allah’ın (celle celâlühü) Kitabı ve O’nun (celle celâlühü) Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet’i.[3]

Size Cenâb-ı Hakk’a karşı saygılı olup takva dairesinde yaşamanızı, başınızdaki Habeşistanlı bir köle dahi olsa dinleyip itaat etmenizi tavsiye ediyorum; zîrâ benden sonra yaşayanlar birçok anlaşmazlık ve ihtilaflar göreceklerdir. Bu sebeple, benim Sünnet’ime uyunuz, hak ve hidayet üzere devam eden raşit halifelerin yol ve yönteminden ayrılmayınız. Bunlara azı dişlerinizle sımsıkı sarılınız ve sakın ola, Kur’ân ve Sünnet’te aslı-esası olmayan şeylere yaklaşmayasınız; çünkü aslı-esası olmayan her şey bidattir ve her bidat de bir dalâlettir.[4]

İşte bütün bu hadîs-i şerîfler, Sünnet’in tamamını veya bir kısmını bırakıp serazat yaşamayı yasaklayan kesin direktiflerdir; çünkü İslâm hukuku veya hükümleri asla parçalanamaz.

 

Sünnet’e olan ihtiyaç: Cenâb-ı Hak, “Biz bu kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik.” (En’âm: 6/38) ve “İşte bu, bütün insanlara yöneltilen bir açıklamadır, haramlardan korunacak muttakiler için bir hidayet ve öğüttür” (Âl-i İmrân: 3/138) buyurmaktadır. Ancak bununla, genel prensip ve hükümlerin, cüzî değil küllî temel kaidelerin açıklanmasını kast etmiştir. Bunun delili de realitedir; zîrâ yüzlerce cüzî hüküm vardır ki bunlar ancak Sünnet aracılığıyla öğrenilebilmiştir. Sünnet ise ayıklama, seçme ve parçalama kabul etmeyen genel, mutlak, kapsamlı ve şümullü bir lafızdır. Namaz, oruç, zekât, hac vb. ibadetler; muamelât, suç ve cezalar; evlenme, boşanma, miras, vasiyet, vakıf vb. aile hukuku ile ilgili hükümlerin detaylarını Sünnet’in açıklaması buna örnek verilebilir. Çünkü Müslümanlar, bu hükümleri, ancak sünnet sayesinde öğrenebilmişlerdir. Sünnet, İslâm hukukunun içerdiği bütün konu ve alanları kapsamaktadır ve kesinlikle ayıklama, seçme ve parçalama kabul etmez.

Hakikatin ifadesi olan İmam Evzaî’nin (r) şu sözü bu konuyu yeteri kadar açıklamaktadır: “Kitab’ın Sünnet’e olan ihtiyacı, Sünnet’in Kitab’a olan ihtiyacından daha fazladır; çünkü Sünnet, Kitab’ın maksat ve muradını açıklar.”

Ancak, gün ortasındaki bir güneş gibi hakikati; yani Sünnet’i açık beyan gördüğümüz hâlde, birilerinin kalkıp onu inkâr etmesi veya abluka altına alması veya eda ettiği fonksiyonu durdurması veyahut sayılı birkaç hükümle sınırlı görmesi ne kadar üzücü bir hâdisedir!

Bu konuda Şeyh Muhammed el-Hudarî (rahmetullah aleyh) şöyle demektedir: “Özetle ifade etmek gerekirse, Sünnet’in delil ve hüccet olma hususu, Müslümanların ittifakla (icma) kabul ettiği dinin “zaruriyyat” kısmındandır ve Kur’ân-ı Kerîm de bunu ifade etmektedir.”[5]

Şevkânî (rahmetullah aleyh) ise konuya şu sözleriyle açıklık getirmektedir: “Sözün özü şudur; sünnet-i mutahharanın, delil, hüccet ve müstakil bir teşri kaynağı olması meselesi, dînî bir zarurettir ve bunu böyle kabul etmeyenler ancak dinin ruhunu kavrayamamış tali’sizlerdir.”[6]

İşte hiç kimsenin ününü, namını ve ilmî mertebesini inkâr edemeyeceği ilk dönem ve günümüz âlimlerinin konu hakkındaki görüşleri böyledir.

Sünnet vahiydir veya vahiy hükmündedir: Resulüllah Efendimiz’den (sallallahü aleyhi ve sellem) sâdır olan şeyler iki kısımdır, biri, Cenâb-ı Hak’tan aldığı şer’î hükümleri insanlara tebliğ ve ilan; diğeri ise talim ve irşattır.

Şer’î hükümlerin tebliğ ve ilanı kesinlikle vahiydir. Hanefîler, bunu, “vahy-i zâhir” (açık vahiy) olarak adlandırmaktadırlar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu görevinde hata ve unutmadan masum ve mahfuzdur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ya bizzat bunun vahiy olduğunu açıkça ifade eder ya da bu konuda bir beyanda bulunmayıp susar.

Birincisi: Kur’ân’dır ki o kendisi ile ibadet edilen, en kısa suresinin bir benzerini getirmekle bütün ins ve cinne meydan okunan vahy-i metlüvv’dür, mucizedir.

Ve yine vahy-i gayr-i metlüvv olan ve “Yüce Allah (celle celâlühü) buyurdu.” diye başlayan kudsî hadis[7] de bu kısımdandır.

İkincisi: Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) mübarek ağzından sâdır olan, ancak az önceki ifadelerden herhangi birisi ile başlamayan normal hadîstir. Bu da yukarıda geçen âyetlerin anlamı gereğince yine vahiydir. “O kendi hevâ ve hevesiyle konuşmuyor. O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm: 53/3-4). “Ben ancak ve ancak bana vahyedilene uyarım” (Yunus: 10 / 15)

Efendimiz’den (sallallahü aleyhi ve sellem) talim ve irşat maksatlı sâdır olan şeylere gelince, eğer Cenâb-ı Hak onları kabul ve muvafakat ederse onlar da vahiy mesabesinde veya hükmündedir. Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem), hakkında vahiy indirilmeyen konulardaki kendi içtihadı vasıtasıyla verdiği hükümler bu kısımdandır. Hanefîler bu çeşit vahyi, “vahy-i bâtın” olarak adlandırmışlardır. Ancak Yüce Allah’ın (celle celâlühü) takrir etmedikleri, Sünnet’ten değildir.

Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) ismeti: Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), diğer bütün peygamberler gibi, büyük ve küçük günah işlemekten masumdur. Cenâb-ı Hak’tan aldığı hükümleri insanlığa tebliğ ve ilan vazifesinde yalan, hata ve nisyandan; peygamberliğinden önce ve sonra küfürden masum ve mahfuzdur.

Bütün ehl-i din ve şeriat, peygamberlerin, tebliğ ve ilan vazifesini ihlâl edecek her türlü noksanlıklara karşı, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâlühü) ismet ve hıfzıyla masum ve mahfuz olmasının farz oluşu konusunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk’ın onlar vasıtasıyla meydana getirdiği mucizelerin anlamının bir gereğidir; eğer böyle bir şey caiz ve mümkün olsaydı mucizelerin bir anlam ve fonksiyonu kalmazdı, bu ise muhal ve imkânsızdır.

Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmaktadır: “Ey Rasûl! Yüce Rabbin katından sana indirileni tebliğ ve ilan et, eğer yapmazsan onun risalet vazifesini yerine getirmemiş olursun. Allah (celle celâlühü) seni bütün insanlığa karşı koruyacaktır.” (Maide: 5/67).

Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ise bu konuya şu sözleriyle tavzih etmiştir: “Yüce Allah’ın (celle celâlühü) yapmanızı emrettiği her şeyi, ben de emrettim; O’nun (celle celâlühü) yapmanızı yasakladığı her şeyi ben de yasakladım.[8]

 

Asr-ı Saadet’te Sünnet’e bağlılık: Efendimiz’in ilk muhatabı olma pâyesine mazhar olan sahabe efendilerimiz, en ufak meselelerde dahi ihmal veya terk etmeksizin, seçme veya parçalama yapmadan Sünnet-i Nebeviye’nin bütününe bağlı kalmış ve Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) kavlî, fiilî ve takrîrî bütün emir ve yasaklarına karşı tam itaat ve inkıyat içinde olmuşlardır. Eğer kendileri bir konuda içtihat ederlerse, bunu Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) onayına sunarlar, o da bunu onaylarsa (ikrar) artık bu hüküm Cenâb-ı Hak tarafından onaylanmış demektir. Zîrâ çağ, vahiy çağı olduğu için, Cenâb-ı Hak (celle celâlühü), Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) içtihad hatasını onaylayıp o hata üzerine kalmasına müsaade etmez ki bu yanlış bütün ümmete de sirayet etsin. Bütün bu emir, yasak ve ikrarların her biri için, herkes tarafından bilinen birçok örnek vardır ve bu konudaki rivayetler sabit, çok açık ve nettir.

 

İcma: İlk ve sonraki nesillerinden (selef ve haleften) bütün sahabe efendilerimiz (ra), gerek Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hayattayken gerekse ahiret yurduna intikal ettikten sonra, sünnete uymanın zaruret ve farziyeti konusunda ittifak etmişlerdir. Daha önce de geçtiği üzere, Efendimiz hayattayken O’nun (sallallahü aleyhi ve sellem) vermiş olduğu bütün hükümleri uyguladıkları, emir ve yasaklarını özenle yerine getirdikleri gibi; Muaz b. Cebel’in (ra) “Eğer aradığın konunun hükmünü Kur’ân’da bulamazsan ne yaparsın?” “Allah Resulü’nün Sünnet’ine göre hüküm veririm.”[9] meşhur hadîsinin anlamı gereğince, Kur’ân-ı Kerîm’de varid olan bir hüküm ile Resûlullah Efendimiz’den (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen bir hükme uymanın zaruret ve farziyeti arasında bir fark gözetmiyorlardı. Raşit halifeler de Kur’ân’da bir konunun hükmünü bulamadıkları zaman aynı yönteme başvurdukları bilinmektedir. Sahabe neslinden sonraki bütün İslâm mezhep ve ekollerinin imam ve âlimleri de bu konuda böyle davranmışlardır.

 

Akıl: Cenâb-ı Hak, Yüce Peygamberine risalet ve elçiliğini tebliğ ve ilân etmesini ve O’nun vahyine ittiba etmesini emretmiştir. Bu tebliğ ve ilan vazifesi de Kur’ân-ı Kerîm’i okutmak ve mânâ ve muhtevasını beyan etmek suretiyle gerçekleşmiştir. Yüce Peygamberimiz’in, hata, unutma ve günaha girme gibi konularda Cenâb-ı Hakk’ın ismet ve hıfz dairesinde olduğunun delillerini daha önce ele almıştık. Buna göre İslâm hukuku Kur’ân ve Peygamberimiz’in sözleri, fiilleri ve takrirlerinden oluşmaktadır.

Allâme Muhammed Takiyy el-Hakim şöyle der: Bu, sünnetin delil ve hüccet oluşu hakkındaki en sağlam delillerinden biridir. Ve bunu inkâr etmek, akıl ve mantık açısından nübüvveti inkâr etmekle eş değerdir.[10]

Muhammed el-Gazali ise bu konuda şöyle demektedir: Sünnet, Kur’ân’la beraber İslâm’ın temel ve direğidir, o Kur’ân’ın ebedî ışığının uzantısı ve mânâsının tefsiri, hedef ve tavsiyelerini gerçekleştiren gaye ölçüsünde bir vesiledir. Sünnetsiz bir fıkıh düşünülemeyeceği gibi, fıkıhsız bir Sünnet de düşünülemez; dinî hükümler de diğerlerinden kopuk şekilde tek bir hadîsten alınmaz, bilakis konu hakkındaki tüm hadisler bir araya getirilir ve toplanan hadîsler Kur’ân’ın yanıltmaz rehberliği ve sonsuz ışığı altında mukayese edilir. İşte Kur’ân, hadîslerin amel ettiği ana çerçevedir. Hadîsler, Kur’ân’ın çizdiği çerçevenin dışına çıkamaz. Sahih hadîslerdeki hükümler, Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından ilâhî teyit ve rabbanî beyan vasıtasıyla Kur’ân’dan çıkarılmış ve ondan alınmıştır. Sünnet, Kur’ân mesajının nebevî beyan ve açıklaması, Cenâb-ı Hakk’ın Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân’ın özetle ele aldığı konuları detaylı bir şekilde izah etmesi için bir aydınlatma ve yol göstermesidir.

 

Sünnet-i Nebeviye’nin İhtiva Ettiği Konular

Sünnet-i Nebeviye’nin tafsîlî hükümlerde kapsadığı alan, Kur’ân’ın kapsadığı alandan daha geniştir; gayb ve şehadet âlemleri hakkındaki inançla ilgili konular, Cennet, Cehennem, sırat, mizan, hesap ve sual, kader ve kadere imanla ilgili mevzuların açıklanması, kaderciliğin yerilmesi gibi insanın dünya ve ahirette muhtaç olduğu her şeyi içerdiği gibi, iman ve İslâm’ın rükünlerini, ilim ve ilim âdâbını, astronomi bilimlerini, Kur’ân’ın tilâvet ve tefsirini, sûrelerin faziletlerini, peygamberlik müessesesini, ölüm öncesi ve sonrası hâdiseleri, ilâhî vahyin aydınlık tayfları altında gayb ve gelecekte olacak hâdiselerin haber verilmesi gibi konuları da ihtiva eder.

Yine bazı peygamberlerin, sahabelerin ve sonraki kuşaktan gelen bir kısım zatların, kutsal mekân ve zaman dilimlerinin faziletlerini, tıp ve tedaviyi ve peygamber tavsiyesi nebevî ilaçları, dua ve rukye gibi konuları da içine almaktadır.

İslâm’da savaş, barış ve anlaşmalar hukuku; temizlik ve insan fıtratının özellikleri; namaz, oruç, hac, zekât, sadaka, yeminler, kefaretler, adaklar, yasaklar ve mubahlar, avlanma, kurban, helâl ve haram yiyecekler, Cuma, cemaat, bayram, yağmur ve korku namazları gibi özel namaz çeşitleri vb. hususlardan oluşan ibadetler fıkhı da Sünnet’in kapsama alanındadır.

Aynı şekilde alışveriş, kiralama, şirket, rehin (teminat), hibe, borç, selem satışı ve şuf’a, nişan, evlilik, boşanma, hul’ (kadının kocasına para ödeyerek boşanması), çocuk bakımı (dadılık), zıhar, lian, vakıf, vasiyet, miras gibi muamelatla ilgili konuları da ihtiva eder.

Cinayetler, had cezaları, kısas, diyet, kasâme, tazir cezaları, yargı ve yargılama âdâbı, şahitlik, yemin, ikrar ve karine gibi ispat yolları, halifelik ve emirlik, dünyanın (dünyaya bakan tarafının) yerilmesi, şefkat, rahmet, gazap, riya, yardımlaşma, cömertlik, cimrilik, dua ve zikirler, yeme-içme, giyinme, takı, koku sürme âdâbı, resim, nakış, zenginlik, fakirlik, kendini beğenme, kin, nefret ve kıskançlık gibi âdâp ve ahlâka ait genel kuralları da ele alır.

İşte Sünnet’in ele alıp incelediği konu çerçevesi bu kadar geniş bir alana yayılmıştır. Bu ve buna benzer konular “fıkh-ı ekber” ismi altına toplanmıştır.

Bu kadar yoğun miktardaki hükümlerin tafsilatı ancak sünnet vasıtasıyla öğrenilmiştir. Bütün bu gerçeklere rağmen, Sünnet’i inkâr edenler veya etrafında şüphe uyandırmaya çalışanlar veya ondan uzaklaşanlar, bunu ancak ve ancak katmerli cehalet, dalâlet ve İslâm’dan uzak olma bataklığına saplandıkları için yapmaktadırlar.

Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet’inden elde edilen bunca hükümler, seleften halefe nesiller boyu kuşaktan kuşağa aktarılmış ve İslâm’ın saf, arı ve duru metodu üzerine inşa ettikleri hayat dokularının temel ve ayrılmaz bir parçası olmuştur.

 

Sünnet-i Nebeviye’nin İslâm Hukuku Üzerindeki Tesiri

Kur’ân ve Sünnet arasında sağlam ve kopmaz bir bağ olduğunu; Kur’ân’daki birçok hukukî prensip, ibadet, muamelat ve diğer konulara ait hükümlerin genel ve küllî bir şekilde yer aldığını gördük.

Meselâ namaz kılma, oruç tutma, zekât verme, hacca gitme emirleri genel olarak anlatılmış, Sünnet ise farzını, vacibini, müstehabbını, bunların nasıl eda edileceğini, vaktini, zamanını ve mekânını beyan etmiştir. İnsanlar arasında vâki olan muamelatla alâkalı işlerin rükünlerini, şartlarını, sahihini, bâtılını, fasidini, ibadet ve muamelat kurallarına muhalefet edenlerin cezalarını yine Sünnet belirlemiştir.

Faiz ve insanların mallarını bâtıl yol ve yöntemlerle yemek, Kur’ân’da haram kılınmıştır; Sünnet ise hangi işlemlerin faiz dairesine girdiğini açıklamıştır; çünkü her fazlalık haram değildir. Yine Sünnet, çalma, gasp etme, yağmalama gibi bâtıl yol ve yöntemlerin neler olduğunu; ayrıca hâsıl olan zararı giderme (temin) usullerini ve akdi bozan tehlikelerin neler olduğunu açıklığa kavuşturmuştur. Meselâ “Yanında olmayan şeyi satma.”[11] buyurmuş ve “Alışveriş ancak karşılıklı rıza ile gerçekleşir.”[12] hadîsinde karşılıklı rızayı şart koşmuştur.

Ayrıca Sünnet, Kur’ân’da olmayan yeni hükümler de getirmiştir; akitlerde muhayyerlik, satış hususunda ortak ve komşunun şuf’a hakkının (alım önceliği) yasallığı gibi.

Muhayyerlik konusuna örnek: Alışverişte bulunanların karşılıklı rızalarının gerçekleşmesi için “meclis muhayyerliği” konusunda varit olan hadiste şöyle buyrulmuştur: “Alışveriş yapanlar birbirlerinden ayrılmadıkça veya biri diğerine ‘muhayyersin’ derse (akdi bozmakta) muhayyerdirler[13]

Malda kusur bulunması durumundaki muhayyerlik: Bu konuda da şu hadîs varit olmuştur: “Alış-veriş yaptığın zaman ‘Kandırma ve aldatma yoktur ve üç gün içinde alıp almama konusunda muhayyerim’ de.”[14]

Malda kusur bulunması durumundaki muhayyerliğe başka bir örnek:Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir; bir Müslüman Müslüman kardeşiyle alış-veriş yapıp bir mal sattığında sattığı malda bir kusur varsa bunu mutlaka beyan etmesi gerekir. Aksi takdirde haram işlemiş olur.”[15] Diğer muhayyerlik konuları da böyledir ve sayıları on yedi adettir.

Ortak veya komşuya herhangi bir zararın gelmesini engelleyen şuf’a sistemine gelince, ortak veya komşu, ortak veya komşunun yabancıya sattığını satın alarak mülkiyetine geçirme hakkına sahiptir. Ortak veya ortağın olmaması durumunda komşunun bu hakkı ile ilgili birçok hadis-i şerif vardır. Cabir b. Abdullah’tan (ra) rivayet edilen hadis bunlardan bir tanesidir. “Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), taksim edilmedikçe her malda (akar) şuf’a hakkı bulunduğuna hükmetmiştir, ancak araya sınırlar konup yollar tayin edilince şuf’a hakkı kalkar.”[16] Semüre b. Cündep hadîsi de buna örnektir: “Evin komşusu, eve bir başkasından daha çok hak sahibidir.[17]

Saldırganı defetme hususunda varit olan hadîsler de bu konuya ışık tutmaktadır: “Dinini muhafaza yolunda öldürülen şehittir; kanını muhafaza yolunda öldürülen şehittir; malını muhafaza yolunda öldürülen şehittir; ailesini muhafaza yolunda öldürülen yine şehittir.”[18]

Yarışma ve bahis, istismar akitlerinin (müzaraa; yani ziraî ortaklık ve musakat gibi) meşruiyeti (yasallığı), vekâlet, şirket, hacr, hisse, ikrah ve istihkak vb hakkında varit olan hadîsler ve yine cinayet ve ceza hükümleri, aile hükümleri, miras, vasiyet ve vakıf sistemi hakkında varit olan bu hadîsler muamelatla ilgili yüzlerce hükümden sadece bir kaçıdır.

İşte bütün bu hükümleri, Sünnet-i Nebeviye dışında hangi yolla öğrenebiliriz? Bizler bu hususları ancak onlarca ciltlik sahih hadisleri şerh eden kitaplardan öğrendik.

Acaba Sünnet düşmanları, şu yüce ve kesin beyan karşısında yanlışlıklarının farkına varıp gaflet uykusundan uyanırlar mı; yoksa cehalet, dalâlet ve çarpıklıkları içinde yaşamaya devam mı ederler?

Elbette bunda, içinde bir kalp taşıyan veya zihnini derleyip toplayarak can kulağıyla dinleyen kimseler için alacak bir ders vardır.” (Kâf: 50/35)

 

* Bu metin, 10-11 Ekim 2010 tarihlerinde Yeni Ümit Dergisinin İstanbul’da düzenlediği Peygamber Yolu Sempozyumu’nda merhum Prof.Dr. Vehbe Zuhayli tarafından sunulmuştur. Yeni Ümit Dergisinin Nisan-2011 tarihli 92. sayısında yayınlanmıştır.

 

[1] Mevsuatü’l-Fıkhi’l-İslâmi el-Muasır, Vehbe ez-Zuhaylî: s: 68-90.

[2] Ebu Davut, Tirmizî ve Hâkim Mikdam b. Ma’dikerib’ten (ra) rivayet etmiştir. (Camiu’l-Usul: 1/190 ve sonrası).

[3] Malik b. Enes “Muvatta”da “belağ” olarak rivayet etmiştir. Bu mânâda birçok hadis vardır, bkz: Camiu’l-Usul, İbn el-Esir: 1/196-190.

[4] Ebu Davut –metindeki hadisin lafzı da ona aittir– ve Tirmizî Irbaz b. Sariye (ra) hadisinden rivayet etmiştir. (Camiu’l-Usul: 1/187-189).

[5] Usulü’l-Fıkh, sf: 334.

[6] İrşadü’l-Fuhûl, sf: 33.

[7] Kutsî hadis, Rasûlullah’ın (sas) Cebrail (as) vasıtasıyla veya doğrudan vahiy yoluyla Cenâb-ı Hak’tan rivayet ettiği ve dilediği sözlerle ifade etme yetkisi olan, yani söz ve lafız kendisine, ancak mânâ ve muhteva Cenâb-ı Hakk’a ait olan hadislere denir ve “Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu” diye başlar.

[8] İmam Şafiî’nin (r) er-Risale’sinde rivayet ettiği sahih bir hadistir.

[9] İbn Abdulber, Ebu Davut ve Tirmizî Muaz’dan (ra) rivayet etmişlerdir. (Nasbu’r-Raye: 3/63).

[10] el-Usulü’l-Âmme li’l-Fikhi’l-Mukarin, sf: 128.

[11] Ahmet ve “Sünen” sahipleri, Abdullah b. Ömer’den rivayet etmiştir. Hasen ve sahih bir hadistir.

[12] Beyhakî ve İbn-i Mace, Ebu Said el-Hudri’den rivayet etmiş ve İbn-i Hibban da sahih olduğunu belirtmiştir.

[13] İmam Malik Muvatta’ında rivayet emiştir. Ayrıca bu hadisi Buharî ve Müslim de rivayet etmiştir.

[14] Buharî, Müslim, Ebu Davut, Nesaî, İmam Malik, Beyhakî ve Hâkim İbn-i Ömer’den rivayet etmişlerdir.

[15] Ahmed, İbn-i Mace, Darakutnî, Hâkim ve Tabaranî Ukbe b. Âmir’den rivayet etmiştir.

[16] Ahmet, Buharî, Ebu Davut ve İbn-i Mace rivayet etmiştir. İbn-i Mace hadis için sahih demiştir.

[17] Ahmet, Ebu Davut ve Tirmizî rivayet etmiştir. Tirmizî hadis için sahih demiştir.

[18] Dört “Sünen” sahibi Said b. Zeyd’den rivayet etmiştir. İmam Tirmizî hadis için “sahihtir” demiştir.

Author: Prof.Dr. Vehbe ZUHAYLİ - min read. - Post Date: 11/28/2022