Dinin Gurbet Yıllarında Sünnet'e Sarılmanın Mükâfatı
Sünnet, hükme ve amele esas teşkil etsin etmesin, yaptıkları veya kaçındıklarıyla, Allah Resûlü'nün hayat tarzı ve yaşantısının bütünü olarak değerlendirilir.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:
اَلْمُتَمَسِّكُ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى لَهُ اَجْرُ شَهِيدٍ
"Ümmetimin fesada düştüğü bir zamanda, sünnetime sımsıkı sarılan şehit sevabı kazanır."[1]
Hadîs-i şerîfte sünnete temessük edenler; "şehid sevabı", bazı rivayetlerde ise, "yüz şehid sevabı" gibi bir ecirle müjdelenmektedirler. İlk bakışta böyle bir müjdenin büyüklüğünün hikmeti kavranamayabilir. Ancak şu iki durumun dikkate alınması, bu hususun izahı noktasında yeterli olacaktır:
- Sünnetin genel anlamı/kapsamı,
- Temessükün zamanı.
Birinci husus: Sünnet denilince umumiyetle ibadetlere tâbi nafileler ve Peygamberimiz'in yeme-içme, uyuma şekli, giyinme ve temizlenme tarzı gibi hususlardaki nebevî âdetleri akla gelmektedir. Sünnet sadece bu kısımlarından ibaret görülünce de verilen mesajın anlaşılması biraz güçleşmektedir. Bunun için biz hadîsle vurgulanmak istenen hususun daha iyi anlaşılması için sünnetin kelime ve genel anlamı üzerinde durulmasında fayda görmekteyiz.
Sünnet lügatte 'gidişat –iyi ya da kötü olarak– takip edilen yol' demektir. Nitekim bu mânâyı ifade eden bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: "Kim, İslâm'da güzel bir yol/çığır açarsa (men senne fi'l-İslâmi sünneten haseneten..), bu işin ecri ve daha sonra o yolda yürüyenlerin ecirleri -yapanlardan bir şey eksiltilmemek üzere- onundur. Kim de İslâm'da kötü bir yol/çığır açarsa (men senne fi'l-İslâmi sünneten seyyieten), onun ve o yolda gidenlerin vebali, yapanlardan eksiltilmemek üzere onun sırtına yüklenecektir." (Müslim, Zekât 69; İbn Mace, Mukaddime 203) Çoğulu sünen olan sünnetin, bu mânâsıyla Kur'ân'da da yer aldığını görmekteyiz. Bu çerçevede bir âyette ise şöyle buyrulur: "Allah size helâl ve haramı açıkça bildirmek, sizden öncekilerin yollarını (sünenellezîne min kablikum..) size göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. O, alîm ve hakîm'dir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir)." (Nisa sûresi, 4/26)
Sünnet terimi, İslâmî literatürde özel anlamı itibariyle Hz. Peygamber'in (aleyhisselam) sözleri, fiilleri ve takrirleri olarak tanımlanır. Ancak sünnet kavramı geniş bir açıdan da ele alınmıştır. Buna göre sünnet, hükme ve amele esas teşkil etsin etmesin, -yaptıkları veya kaçındıklarıyla, Allah Resûlü'nün hayat tarzı ve yaşantısının bütünü olur. Meselâ büyük usûlcü Şatıbî, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) uygulamalarına da -bunlar Kur'ân'da emredilmiş olmuş olsa bile- sünnet denildiğini belirtir.[2]
Bu konuyu daha açık ifadelerle ele alan diğer bir mühim şahsiyet ise Bediüzzaman'dır. O, Lem'alar adlı eserinde 'Sünnetin mertebeleri vardır.' diyerek, bunları ferâiz (vacibat), nevafil ve adâb olarak üçe ayırıyor.[3] Bu tarife göre, sünnet, Resûl-i Ekrem'in (s.a.s.), yaptığı veya yapılmasını emir buyurduğu veya izin verdiği hususların tamamını ifade ediyor. Dolayısıyla burada farz da, vacib de, müstehab da sünnetin kapsamına girmiş oluyor.
Şu hâlde sünnet, genel anlamı itibariyle Peygamber Efendimiz'in takip ettiği yoldur. Daha açık bir ifadeyle sünnet, Allah Resûlü'nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) dini -farzları, nafileleri ve adabıyla- yaşayış biçimi ve onu uygulayış tarzıdır. Dolayısıyla bu hadîste temas edilen "sünnete temessük" hususunu, 'Peygamberimiz'in farzlardan âdâplara kadar yaşayıp yaşatmaya çalıştığı dine sahip çıkmak' anlamında ele almak daha muvafık olacaktır.
Şüphe yok ki, doğrudan Allah tarafından terbiye edilip hayra yönlendirilen Resûlullah (s.a.s.), farzı, vacibi, müstehabı ve âdâbı da dâhil hayatı bütün üniteleriyle insanlığa talim etmek üzere bir rahmet olarak gönderilmiştir. Mesele bu açıdan düşünüldüğü zaman görülecektir ki, onun yolu öyle bir yoldur ki, binlerce dimağın bir araya gelmesiyle bulunacak bütün yollar ve o yolların düstur ve prensipleri, onun en küçük meselesi yanında sönük kalacaktır.
Tabiatıyla, böyle bir yolun işler hâlde tutulması için gösterilecek olan gayretler de o nispette kutsi ve mübarek olacaktır. Ve yine o nispette de ecri farklı olacaktır.
Sünnet'e Sahip Çıkmanın Zamanı
Bu nokta, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) sünnetine/yoluna sahip çıkmanın zaman dilimiyle ilgilidir. Hadîste dünyanın fesada yenik düştüğü bir döneme dikkat çekilmektedir. Dinin esaslarına ilişilip dindarın istihzaya alındığı, dinî hayat adına pek çok şeyin aslî çizgisinden çıktığı, salahın kaybolduğu bir zamandan haber verilmektedir. İşte bu süreçte ortaya konacak gayretlerin apayrı bir kıymeti olacaktır. Biz Hak katında bu işin ne kadar mühim bir anlam ifade ettiğini ve nasıl eşsiz bir hizmet olduğunu Peygamberimiz'in bu mübarek sözünden anlamış olmaktayız.
Şehitlik, Allah yolunda yapılan cihad için verilen özel bir mükâfattır. Bu hadîste, sünnete sımsıkı sarılanların da şehit sevabına mazhar olacaklarının bildirilmesi, bize bu dönemde cihadın temsil şeklinin nasıl olması gerektiğini öğretmiş olmaktadır ki bu da, Resûlullah'ın sünnetine (dini yaşama ve yaşatma usûlüne) sarılmaktır.
İnanan insanların şehit sevabına nâil olacaklarını haber veren bu hadîs-i şerîfte 'ümmetimin fesadı zamanında…' ifadesiyle, içtimaî boyutta bir bozulmanın vukû bulacağına dikkat çekilmiştir. Asrımızdaki gerek itikadî, gerekse amelî ve ahlâkî yozlaşma bunun açık bir delilidir. Bu fesadın etkisiyle nice dimağlar yaralı ve nice vicdanlar karanlık hâle gelmiştir.
Bu rivayeti destekleyen diğer haberlerde ise, bu bozguna karşı direnip sebat etmenin zorluğuna vurguda bulunulmuştur. Meselâ şu hadîs-i şerîfte onların durumu şöyle ifade olunmuştur:
"O gün dinine temessük edenin (ona sarılıp yaşamaya çalışanın) durumu, elinde ateş parçası tutan kişinin hâli gibidir."[4] Evet, bu dönemde din bütünüyle hafife alınır olmuş ve dinin mukaddes saydığı mefhumlar hakarete maruz bırakılmıştır. İslâm çarkının tümüyle bozulmaya çalışıldığı böyle bir süreçte dine ait herhangi bir meseleyi ihya etmek için gayret edenler şehit sevabı kazanacaklardır. Çünkü onlar herkesin dinden elini çektiği veya çektirildiği bir zaman diliminde zor bir işe talip olmuşlardır.
Bu hadîste bir şeye 'sıkı sıkıya bağlanmak' mânâsına gelen 'temessük' kelimesinin kullanılması da dikkat çekicidir. Nitekim Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir başka hadîslerinde bu kelimenin anlamını açıklayıcı mahiyette "..Ona (sünnetime) azı dişlerinizle tutunup sarıldığınız gibi sımsıkı sarılınız."[5] buyurmuştur.
Onların bulundukları toplum içindeki durumlarına ve kendilerini bekleyen göreve ise bir başka hadîs-i şerîfte dikkat çekilerek hem İbn Hanbel'in Müsned'inde, hem de Tirmizî'nin Sünen'inde bu hususa yer verilir. Müsned'deki rivayet şöyledir:
"Nebi (s.a.s.) şöyle buyurdu: 'İslâm garîb olarak (dilinden ve hâlinden anlamayanların içinde gurbetteki bir garip gibi) başladı. Sonra yine bir gurbet yaşayacaktır. O gariplere (gurbeti yaşayanlara) selâm olsun.' Ona, 'Garip olanlar kimlerdir ya Resûlallah?' denildiğinde, şöyle buyurdu: Onlar, insanların ifsad ettiklerini ıslaha çalışanlardır."[6]
Tirmizî'nin rivayetinde 'İslâm..' yerine 'din (garip olarak başladı)..' ifadesi vardır. Sonu ise şöyledir: "Benden sonra sünnetimi (yolumu) ifsad eden insanların ifsatlarını ıslaha çalışırlar.."[7] Bu cümlede öncelikli olarak, zamanın âhir diliminde Hz. Peygamber'in hayata anlam ve değer veren hayatının gerek ferdî gerekse içtimaî alandan çekilmesiyle, insanlığın bir çürümeye ve bozulmaya maruz kalacağı bildirilmektedir. Cümlenin devamında ise, bulundukları toplum içerisinde gurbet yaşayan, ama taşıdıkları kulluk felsefesi ve sorumluluk şuuruyla bu yıkılışları yeniden imar için çaba sarf edecek olan insanlardan bahsedilmektedir. Bir diğer ifadeyle, yıkılan bir toplum dünyasını, yitirilen nesilleri yeniden aslına ve özüne döndürmeyi gaye-i hayal edinmiş kudsî gariplerden söz edilmektedir.
Netice olarak denilebilir ki, bu hadîs-i şerîf bize bid'atlerin ve dalaletlerin dinin yerini alarak insan hayatını istilâ ettiği bir zaman diliminde, Hz. Peygamber'in (aleyhissalatü vesselam) yolunu yol bilip onu yaşamaya ve yaşatmaya çalışan hizmet erlerinin şehit sevabı alabileceklerinin müjdesini vermektedir. Öyleyse bize düşen bu kutlu beyanın vaadine bilfiil mazhar olmaya çalışmaktır.
[1] Taberanî, el-Mucemu'l-Evsat, 5/315; Münavî, Feyzu'l-Kadir, 6/261. Bu zaman diliminde sünnete sarılanlara yüz şehid sevabının verileceğini bildiren bir rivayet de söz konusudur. Bkz. Ebu Bekr el-Beyhakî, Kitabu'z-Zuhdi'l-Kebîr, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut 1995, 2/118.
[2] Bkz. Şatıbî, el-Muvafakat, (çev.: M. Erdoğan), İz yay., İst. 1993, 4/1-2.
[3] Bkz. 11. Lem'a, 6. Nükte.
[4] İbn Hanbel, Müsned, 2/390. Az bir farkla hadis külliyatında yer alan diğer rivayetler için bkz. Tirmizî, Fiten 73; Ebu Davud, Melahim 17.
[5] Ebu Davud, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 16; İbn Mace, Mukaddime 6; İbn Hanbel, Müsned, 4/126.
[6] İbn Hanbel, 473.
[7] Tirmizî, İman 13.
* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Nisan, 2009; 84. sayı)