Kur’ân-ı Kerîm’i Özetleyen Bir Âyet





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 11/20/2022
Clap

Allah'a iman; insanın çeşitli kuvvetlere, çeşitli varlıklara ve çeşitli değerlere kulluktan kurtulması ve yalnız Allah'a ibadete yönelmesi demektir. Bu da; anarşiden nizama, çıkmazdan belli hedefe yöneliştir.

Kur'ân-ı Hakîm çok okunması gereken bir kitaptır. Fakat insanların çoğu, zaman ayıramadıklarından, bazı mazeretlerinden veya ihmallerinden ötürü onu layık olduğu şekilde okuyamazlar. Kur'ân'ın sahibi Yüce Allah'ın (celle celâluhu), böyle durumlarda olan kullarına lütufta bulunarak, Kur'ân'ın esas maksatlarını bir kısa sûrede, hattâ bazen bir âyette özetlemeyi dilemiştir. Bu âyetler içinde en barizlerinden biri de Bakara Sûresi'nin 177. âyetidir. Makalemizde bu âyeti izaha çalışacağız. M. Hamdi Yazır'ın ifadesiyle, bu âyet-i kerîme açıkça veya delalet yoluyla, insanlığın bütün üstün vasıflarını içinde toplamıştır. Buna işaretle Peygamber Efendimiz'in  "men amile bihazihi'l-âyeti fe kad istekmele'l-iman" (Her kim bu âyet ile amel ederse, imanını kemale erdirmiş olur." buyurduğu rivâyet edilmiştir.[1]

 

لَيْسَ الْبِرَّ أَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَالْمَلاَئِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّائِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ

Meali:

"İyilik (birr), yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir.

Asıl iyilik; Allah'a, Âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden,

Sevdiği malını Allah'ı hoşnud etmek için

Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren,

Namazı hakkıyla ifa edip zekâtı veren,

Sözleştiği zaman sözlerinde duran,

Hele hele sıkıntı ve hastalık hâllerinde,

Savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır.

İşte onlardır imanlarında samimi olanlar

..ve işte onlardır Allah'ı sayıp günahlardan korunan takvâlılar!"

 

Ehl-i Kitap'ın, kıblenin Beytü'l-Makdis'ten Kâbe'ye değiştirilmesini dedikodu edip bu hususta ileri gitmeleri, Yahudi ve Hristiyanlardan her birinin kendi kıblelerine yönelmenin daha hayırlı olduğunu iddiada ısrar etmeleri üzerine bu âyet nazil olmuştur.[2] Bunun için gerek onlara, gerek bu vesile ile bütün insanlara "İyilik (ve hayır), yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir." buyrulmuştur. Kıble meselesinin, hattâ Kâbe'ye bile yönelmenin önemi, zâtındaki bir özellikten değildir. Allah görünüşlere değil, hakikatlere önem verir. Asıl mühim olan, iman ve onun neticesi olan iyiliklerdir. "Birr", kulu Rabbine yaklaştıran her türlü iyilik ve hayır mânâsına gelen çok kapsamlı bir kavramdır. Kıblenin Kâbe yapılması ile mezkûr Ehl-i Kitap'ın tutumuna benzer bir tutuma girebilecek, "İşte asıl kıbleye ulaştık." diye düşünebilecek olan, yalnız görünüşlere takılıp kalan Müslümanların dikkatini asıl fazilete çekmektedir.[3]

Bütün iyiliklerin kaynağı Allah'a imandır. Allah'a iman; insanın çeşitli kuvvetlere, çeşitli varlıklara ve çeşitli değerlere kulluktan kurtulması ve yalnız Allah'a ibadete yönelmesi demektir. Bu da; anarşiden nizama, çıkmazdan belli hedefe yöneliştir. Âhiret'e iman, insanların dünyada yaptıkları bütün işlerin karşılığını verecek olan mutlak İlâhî adalete inanma ve dünyadaki hayatın ölçüsüz ve gayesiz bir kargaşa olmadığına, iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağına inanmadır. Kitaplara ve peygamberlere iman, bütün resûllere ve risaletlere, beşeriyetin aynı tek aileden geldiğine, aynı Yaratıcı'nın kulları olduğuna, O'nun (celle celâluhu) insanlar için vaz' ettiği tek dinin İslâm olduğuna imandır. Bütün peygamberlerin hepsine varis olma şuuru, mü'min açısından büyük kıymet ifade eder.[4]

Allah'a (celle celâluhu) inanan O'ndan başkasının önünde eğilmez, bütün kalbiyle yalnız O'na ibadet eder. Bu iman kalbinde kökleşen insan, Allah'ın (celle celâluhu), insan türüne verdiği şerefli makama yükselir, zilletten kurtulur, hayatın bütün alanlarında Allah'tan (celle celâluhu) gelen hidâyet üzere hareket eder.

Âhiret'e iman ölümden sonra dirilmeyi ve ondan sonra vaki olacak hesaba çekilmeyi, nasların ayrıntılı olarak açıkladığı mükâfat veya azabı tasdik etmeyi ihtiva eder. Âhiret'e iman, insanda iyilikleri sevme, başkalarına güzel davranışlarda bulunma, kötülüklerden ve günahlardan kaçınma duygularını geliştirir.[5]

Melekler nuranî, lâtif cisimler olup çeşitli güzel şekillere girebilirler. Nurdan yaratılan melekler, Allah'a (celle celâluhu) asla isyan etmeyen, hep O'nun emirlerini icra eden görevlilerdir. Gerçek iman ile irtibatlandırılmaları, Allah'ın (celle celâluhu) vahyini peygamberlere ulaştırma görevlerinden ötürüdür. Bu elçilikleri Kur'ân'da ve hadîslerde bildirilmiştir. Onlara böyle iman etmeyen vahye, peygamberlere ve Âhiret'e de iman etmemiş olur.

Bu âyette "kitap" Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü daha önceki kitapların da teminatı odur. Onların muteberliğinin ölçüsü Kur'ân'a muvafık olmalarıdır. Kur'ân'a aykırı olan taraflarının, tahrif edildiğine hükmedilir. Kur'ân'a iman, Allah katından insanlığa elçi olarak görevlendirilen peygamberlere ve gönderilen bütün kitaplara inanmayı gerektirir.

Nebilere iman, Allah'ın insanlara gönderdiği hidâyeti ulaştırmak için seçtiği doğru, emin ve seçkin görevlilerine inanmak demektir. Bu nebilerin Kur'ân âyetleri ve hadîs-i şerîflerle sabit olmaları gerekir. Onlardan herhangi birinin peygamberliğini inkâr eden, iman yolundan çıkmış olur.

Razi, imanın beş şeye tahsis edilmesini şöyle izah eder: Çünkü tasdik edilmesi gereken her şey, bu beş şeyin muhtevasına dâhildir. Böylece Allah'a iman etmenin içinde O'nun (celle celâluhu) birliğini, adaletini ve hikmetini bilmek, ahiret gününe iman etmenin içinde de mükâfat, ceza, kıyamet ve bununla alâkalı bütün şeyleri bilmek gibi hükümler girmiştir. Meleklere iman mefhumuna da, biz insanlara ulaştırması maksadıyla Hz. Peygamber'e risaleti ulaştırmalarıyla alâkalı şeyler ile meleklerin durumu hakkında bilinmesi gerekli olan şeyler girmektedir. Kitaplara iman mefhumuna da Kur'ân ve Allah'ın (celle celâluhu) peygamberlerine indirdiği şeylerin tamamı dâhildir. Peygamberlere iman mefhumuna ise, onların peygamber oluşlarına ve şeriatlarının doğruluğuna iman etme hususları dâhildir. Böylece iman edilmesi gerekli olanlardan hiçbir şey geriye kalmamış, aksine hepsinin bu âyetin muhtevasına dâhil olduğu ortaya çıkmış olur.[6]

İnsanın yüzünü şu veya bu tarafa çevirmesinde zorluk yoktur. Ama asıl zor ve önemli olan iman, takva, itaat, doğruluk, ihsan gibi gayret isteyen kapsamlı "birr" yani iyilik kavramını gerçekleştirmektir.[7]

İman esaslarından sonra Cenab-ı Allah başlıca salih amellere, yani iyiliklere yer vererek önce muhtaçların yardımına koşmayı zikreder.

وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ’de mümkün olan üç mânâ vardır:[8]

1- Zamir mala raci olarak; sevdiği, değerli servetini verme. Çünkü böylesine infak, müminin imanının pek kuvvetli olduğuna, yüksek bir vicdan taşıdığına delalet eder ve onun derecesini yükseltir. Zîrâ şu hadîs-i şerîfte de vurgulandığı üzere, kendisi de kritik bir durumda iken verebilme çok önemlidir.

Bir kişi Peygamberimiz'e (aleyhissalatüvesselâm): "Sevabı en çok olan sadaka hangisidir?" diye sorunca Efendimiz: "Sen sağlıklı, mala düşkün iken, işini geliştirme ile kaybetme tehlikesi arasında bir durumda iken verdiğin sadakadır. Sakın verme işini can boğaza geldiği vakte bırakma. O vakit 'Falana şu kadar, falana şu kadar.' demenin mânâsı yok. Zaten malın onlara miras kalmıştır."[9]

2- Zamir Allah'a râci olarak; "sırf Allah'ı sevdiği için, O'nun rızasına ulaşmak için" vermek.

3- Zamir "ita" yani vermeye raci olarak; vererek, başkasını mutlu ederek, başkasını yaşatarak mutlu olmak için verir. Bu üç mânâ da, her biri ötekine ulaştıran bir özellik taşırlar. Allah'ı sevdiği için veren, kıymetli servetini de verir ve bunun güzel neticelerini gördükçe de mutluluğu artar. Muhtaç olan akrabanın öncelik hakkı vardır. Zîrâ hadîste geldiği üzere ona vermekte infak sevabından başka bir de sıla-i rahim görevini yerine getirme sevabı vardır.[10]

Büluğ çağına varmadan babası vefat eden çocuğa yetim denir. Yetim fakir ise ihtiyacını giderecek kazancı olmadığından infak mahalli olarak ön sıralarda yer alır.[11]

"Miskin" ya malı olmayan veya biraz malı olmakla beraber ihtiyacını karşılayamayan kimsedir. Hz. Peygamber : "Miskin, insanlara el açıp bir iki hurma ya da bir iki lokma ile gönderilen kimse değildir." buyurduğunda, yanındakiler "Peki kimdir?" diye sorunca O: "Muhtaç olduğu şeyleri bulamayan, hâlini gizlediği için kendisine yardım verilmeyen ve insanlardan bir şey istemeyen kimsedir."[12] demiştir.

"İbnu's-sebîl", gurbette parasız kalmış veya misafir demektir.[13]

Garip kimse, vatanına kavuşuncaya kadar desteklenmelidir. Bu âyet, müslümanların, ülkeleri farklı da olsa bir aile teşkil ettiklerini dolayısıyla şefkat ve yardımlaşmanın gereğini yapmalarını hatırlatmaktadır.[14]

Âyet-i kerîmedeki "Sâil", isteyen demek olup, onun bu durumu, yardıma muhtaç olduğunu gösterir. Çünkü ekser durumda isteme, ihtiyacın alâmetidir.

"Rıkab" "rekaba"nın çoğuludur. Bu da aslında "boyun" demek olup mecazen bütün vücuda denir. Tıpkı "göz" mânâsındaki "ayn"ın casus anlamında kullanılması gibi. Boynu bağlı olan esir ve köleler hakkında da bu kelime kullanılmıştır. Düşmana esir düşmüş vatandaşları fidye karşılığında kurtarmak veya köleleri sahibinden satın alıp hürriyetlerine kavuşturmak için harcamayı ifade eder. Burada zikredilen bu altı sınıf, hasr için değildir, bunların dışında da harcama gereken çok yerler olabilir. Burada misal kabilinden en bariz örnekler verilmiştir.

Bundan sonra sıra, belli başlı ibadetlere gelir. Bunlar imanın kuvvetinin ve ahlâkın güzelliğinin göstergesi olan özelliklerdir. "Namazı ikame": Allah'ın emrettiği şer'i vasfıyla rükünlerine, sünnetlerine, huşu şartına uygun olarak vakitlerinde, hülâsa; gereği gibi namazı eda etme demektir. Burada "zekât"tan maksat farz zekât olup, Sünnet-i Seniyyed'e ayrıntıları bildirilen mâlî ibadettir. Bu da

"Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan görevlilere, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur."[15] mealindeki âyette belirtilen ibadettir. İnfak emrinden sonra zekât getirilmesi gösterir ki, ihtiyaç zaman ve mekânlarına göre, malda zekât dışında da ödenmesi gereken bir hak vardır.[16] Sadece zekât vermekle, âyetin başındaki "birr" mertebesine ulaşılamaz. Zenginler toplumdaki başlıca ihtiyaçları ve dertleri dindirmeye çalışmakla, takva ve birr sıfatına sahip olurlar.[17]

Müteakiben çok önemli bir sıfat vurgulanır: "Sözleştiği zaman sözlerinde duranlar" Burada el-mûfûne şeklinde ism-i fail kullanılması, sözünde durma işinde sürekli olmalarına, bu özelliği her defasında sürdürme vasfına delâlet eder.

Sözünde durma, müminlerin imanlarının her türlü gereğini yerine getirme için, Allah'ın dinindeki bütün hükümlere bağlı olmayı ifade eder. Ayrıca başka insanlarla yapmış oldukları -helâli haram, haramı helâl kılmayan- her çeşit sözleşmeleri de kapsar. Onlar verdikleri sözü yerine getirir, yeminlerini tutar, söyledikleri zaman hep doğru söyler, kendilerine emanet edilen şeyleri korurlar.[18] "İzâ âhedû" kaydı ise, verdikleri sözü tam zamanında, hiç geciktirmeksizin îfa etmeye delalet eder.

"Vessâbirîne" buyurularak itba yerine kat' üslubu tercih edilmesi şunu ifade eder: Onlar, sayılan bu vasıflarının üstünde, bir de pek mühim bir haslet olan sabır meziyetiyle donanmışlardır. Şiddetli imtihanlara, hastalıklara, yokluklara sabır, hele Allah yolunda, dini, Müslümanları ve vatanı koruma uğrunda savaştaki kayıplara, yaralara, sakatlıklara sabır elbette çok mühimdir. Çünkü sabır, halkın elinde olanlardan istiğna, kaçınılması mümkün olmayan hâllerde teslimiyet, dinini, Müslüman kardeşlerini, vatanını, namusunu ve malını, bütün bu değerleri koruma için ileri atılma gibi hasletlerin esasıdır.

Yoksa sabır, zalim kuvvete boyun eğme, zulmü önleme için gayret göstermeme pasifliği değildir. Sabır, güzel akıbeti ümit ederek cihad edip güçlüklere galip gelmeye çalışmadır. Âyet-i kerîme, sabrın mertebelerini de sıralamıştır:

1-Yoksulluğa

2-Hastalıklara

3-Savaş zorluklarına sabır. Yoksulluğa sabırdan daha zor olanı hastalıklara sabırdır. Savaş hâli, ölüm, yaralanma, sakatlık ise hastalıktan da daha zordur.

Âyet-i kerîme, baştan beri sıralanan meziyetleri kendilerinde toplayanlar hakkındaki sözü أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ hükmü ile bitirmektedir. "Onlar" zamiri, yaşayışları sözlerini doğrulayan, yaşayışları ile inandıkları güzellikleri tasdik ederek Allah'ın rızasına erenlerin ancak bu müminler olduğunu bildirir. Müttaki, "korunma, sakınma" mânâsına olan ittika'dan ism-i fail olup din dilinde "Allah'ın istemediği her çeşit kötülükten kendini koruyan, O'nun (celle celâluhu) emir ve yasaklarına uyan, böylece ahiret azabından korunan" kimse demektir. "Ulâike" uzaktakiler için kullanılan işaret zamiridir. Mecazen o müttakilerin yüksek rütbelerine işaret eder. Çünkü uzakta bulunanlara bakan kimse, ancak kametçe en uzun olanlarını ilk anda fark eder. Böylece onların ahd-i zihnî ile bilinmelerinden ahd-i haricî ile bilinmelerine bir kapı açılır. Ahd-i haricîden onların imtiyazına intikal edilir ve nev-i beşer içinde onların parlamalarına bakılır. Sanki başını kaldırıp gözlerini açan herkese ancak bunlar görünecektir.[19]

İsm-i işaretin tekrarı, onların yüksek makamlarına dikkat çekmek içindir. "Hüm" fasl zamiri olarak, tahsis anlamını tekit eder, müttaki sıfatının ancak onların hakkı olduğunu vurgular. Bu sadakat ve takva makamı, hem dünya, hem de ebedî hayat mutluluğudur.

 

[1] İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, 7/152, Hadis no:34219; Hak Dini Kur'an Dili ve Nesefi, Medarik, bu âyetin tefsirinde.

[2] İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, 1/296.

[3] Seyyid Tantavi, Tefsiru'l-Vasit.

[4] Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an.

[5] Tantavi, Tefsiru'l-Vasit.

[6] Fahruddin Razi, Mefatihu'l-ğayb(Tefsir-i Kebir) trc. Suat Yıldırım ve ark., Akçağ Yay., Ankara, 1989,c.4, s.267-268.

[7] Şa'ravi, Tefsiru'ş-Şa'ravi.

[8] Fahruddin Razi, Mefatihu'l-ğayb(Tefsir-i Kebir) c.4, s.268-269.

[9] Müslim, Zekat 93; Buhari, Zekat 11.

[10] Tirmizî, Zekat 26; Nesai, Zekat 22; İbn Mace, Zekat 28.

[11] Zemahşeri, Keşşaf; Tantavi, Tefsiru'l-Vasit.

[12] Buhari, Zekat 53; Müslim, Zekat 101.

[13] Zemahşeri, Keşşaf.

[14] Seyyid Tantavi, Tefsiru'l-Vasit.

[15] Tevbe 9/60.

[16] Zemahşeri, Keşşaf

[17] Seyyid Tantavi, Tefsiru'l-Vasit 18. A.y.

[18] Fahruddin Razi, Mefatihu'l-ğayb (Tefsir-i Kebir) trc., c.4, s.276.

[19] Bediüzzaman Said Nursi, İşaratu'l-İ'caz, trc. Şadi Eren, İstanbul, Şahdamar yay., 2011, s.109. Ahd-i zihni, bir şeyin zihinde malum olmasıdır. Muhatabımıza "Üstad geldi mi?" derken, onun zihninde malum olan kimseyi kastederiz. Ahd-i harici ise, bir şeyin haricen malum olması, başkalarınca da bilinmesidir. Bu da "Üstad" denildiğinde artık herkes tarafından belli bir kimsenin anlaşılmasıyla gerçekleşir (A.y).

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 11/20/2022