İ’lâ-yı Kelimetullah için HİCRET
Hicret, terim olarak, “Allah’a inanmayanların çoğunlukta olduğu veya rahat bir şekilde dini yaşamanın mümkün olmadığı bir yerden, Müslümanların ekseriyette bulunduğu veya dinî mükellefiyetlerin rahatça, herhangi bir engellemeye maruz kalmadan yapılabildiği bir diyara göç etmek” mânâsına gelir.
“İnsanoğlunun her hayırlı teşebbüsünde yoluna şeytan çıkar, değişik oyunlarla ona engel olmaya çalışır.” buyuran Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) devamla, şeytanın Müslüman olma, savaşa gitme ve hicret etme hususunda insanın yolunu kesmeye çalıştığını misal olarak anlatır. İnsan hicrete niyet edince şeytan yoluna çıkar ve
“Sen şimdi memleketini, yerini, göğünü terk ederek hicret mi ediyorsun? Hâlbuki göç eden adam tıpkı yuları kazığa bağlı, ancak ipin miktarınca hareket serbestîsi olan bir at gibidir.” der. Cihad ve hicret gibi zor şartlar altında şeytanı dinlemeyip inandıklarını uygulamaya koyulan kişinin alacağı mükâfatı Efendimiz şöyle ifade eder:
“Kim şeytana itaat etmez ve karar verdiği bu şeyleri yaparsa Allah’ın onu Cennet’e koyması bir haktır.” (Nesâî, cihad 19)
İslâmi literatürde önemli bir yeri olan hicret, terim olarak, “Allah’a inanmayanların çoğunlukta olduğu veya rahat bir şekilde dini yaşamanın mümkün olmadığı bir yerden, Müslümanların ekseriyette bulunduğu veya dinî mükellefiyetlerin rahatça, herhangi bir engellemeye maruz kalmadan yapılabildiği bir diyara göç etmek” mânâsına gelir. İnanılan değerleri diğer insanların hayatına taşımak için başka yerlere gitmek de hicretin anlamına dâhildir. Hicretin hadislerde ifadesini bulan bir de derûnî anlamı vardır ki, bu da, ‘Allah’ın yasak ettiklerinden yüz çevirip onları terk etmek’tir.
Yukarıda mânâsı verilen hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), şeytanın insanı yoldan çıkarmak için her türlü oyunu oynadığını anlatmış ve bu oyunlardan üçünü de misal olarak vermiştir. Şeytan, bu oyunlardan birini, hicret yolunda oynar. Bir kimse kendi yaşadığı yerde gerek dinî gerekse dünyevî açıdan sıkıntılar çekiyorsa, hayat ona yaşanmaz hâle getirilmişse ve bu kişinin, memleketinden ayrılıp başka yerlerde yaşama imkânı da varsa, onun hicret etmesi nispeten kolay olacaktır. Hicretin her çeşidi zordur, ama hadis-i şerifte, yaşadığı yerde bir sıkıntı ve derdi olmadığı halde sırf Allah rızası ve O’nun adının bütün insanlığa duyurulması, yani i’lâ-yı kelimetullah düşüncesiyle başka memleketlere yapılacak hicretlerden bahsediliyor olsa gerektir. Nitekim tarih boyunca bu mânâda muhacirler eksik olmadığı gibi günümüzde de aynı duyguyla dünyanın değişik yerlerine, büyük fedakârlıklar ortaya koyarak giden pek çok mefkure muhaciri vardır.
Bir Müslüman için en büyük örnek, peygamberler ve onların izinden gidenlerdir. Bütün peygamberlerin hayatında hicretin önemli bir yeri vardır. Bunu cahiliye putperestliğine bulaşmamış hakikî bir Hıristiyan olan Varaka b. Nevfel çok iyi ifade etmektedir. Efendimiz’e ilk vahiy geldiğinde Hz. Hatice Vâlidemiz, Efendimiz’le beraber Varaka’ya gitmişlerdi. Peygamberimiz gördüklerini anlatınca Varaka durumu şöyle yorumlamıştı:
‘Gördüğün, daha önce Hz. Musa’ya vahiy getiren Nâmus, yani Cebrâil’dir. Keşke ben, Senin dine davet edeceğin o günleri görebilsem de, kavminin Seni yurdundan çıkaracakları, hicret etmek zorunda kalacağın güne yetişip, o gün Sana destek verebilsem!’ Bunun üzerine Peygamberimiz,
‘Beni, yurdum Mekke’den çıkaracaklar mı?’ diye sormuş,
‘Evet, Senin tebliğ ettiğin hakikatleri insanlara anlatan herkes mutlaka düşmanlıklara maruz kalmıştır. Şayet o gün geldiğinde hayatta olursam, Sana gücümün yettiğince yardımcı olurum.’ cevabını almıştı.” (Buharî, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İman 252; Tirmizi, Menakıb 13) Evet, Varaka bütün peygamberlerin hayatında hicretin mühim bir yeri olduğunu daha risaletinin başlangıcında Efendimiz’e (s.a.s.) haber vermişti.
Peygamberler, bizzat kendi halkları tarafından memleketlerinden hicret etmeye mecbur bırakıldıkları gibi peygamberlik vazifesinin bir neticesi olarak, insanlara tebliğ için de hicretler tertip etmiş ve kıyamete kadar gelecek Müslümanlara örnek olmuşlardır.
Hicretiyle de Örnek Bir Peygamber: Hz. İbrahim
Peygamberlerin ayrılmaz vasıflarından biri de tebliğdir. Onlar, Allah’tan aldıkları emir ve yasakları insanlara ulaştırma ve yeryüzünde O’nun razı olacağı bir hayatın yaşanması adına azamî gayret sarfetmişlerdir. Nebiler babası Hz. İbrahim aleyhisselam Kur’ân-ı Kerim’de, “İbrâhim ve onunla beraber olanlarda, size güzel bir örnek vardır.” (Mümtehine sûresi, 60/4) beyanıyla Müslümanlara bir rehber olarak tanıtılır. Ömrünün önemli bir kısmı hicretle, farklı coğrafyalarda insanlara hak ve hakikati anlatmakla geçmiş bu “rehber insan”ı, seyahat imkânlarının bugünkü kadar kolay olmadığı bir devirde, birbirinden uzak diyarlarda görüyoruz. Bu mânâda Hz. İbrahim’in hayatında, Harran, Ürdün, Mısır, Filistin gibi bölgeler vardır. O, bu ülkelere geçimini sağlamak, yaşadığı yerdeki zulümden kaçmak için değil; Rabb’inin, tebliğini emrettiği dini anlatmak için gitmiştir. Nitekim o, kendi durumunu, “إِنِّي مُهَاجِرٌ إِلَى رَبِّي إِنَّهُ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ - Ben, Rabbimin emrettiği yere hicret edeceğim. O, azîz ve hakîmdir (mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (Ankebut sûresi, 29/26) şeklinde ifade etmekte ve insanı dünyaya bağlayan şeylerden kaçma, Rabb-i Rahim’in rızasının olduğu yerlere yönelmenin lüzumunu dile getirmektedir.
Bütün peygamberler bu hicret silsilesini devam ettirmişlerdir; hayatında hicret olmayan bir peygamber yok gibidir. En hayırlı olmada peygamberlerden sonraki mertebeyi ihraz eden Sahabe-i Kiram da bu konuda ulaşılması zor bir gayret ortaya koymuşlardır. Musab b. Umeyr’i, Efendimiz’in ashabından i’lâ-yı kelimetullah için hicret edenlerin başında görüyoruz.
Musab b. Umeyr ve Diğer Sahabîlerin Hicretleri
Hz. Mus’ab (r.a.), lüks içinde çok rahat bir hayat yaşarken, bunu bir tarafa bırakıp Müslüman olmuş, dolayısıyla da ilk hicretini küfürden imana yapmıştı. Bu “hicret kahramanı”, bi’setin beşinci yılında Habeşistan’a giden ilk kafile içindedir. O, Habeşistan’da bir müddet kaldıktan sonra küfür önderi bazı müşriklerin, Müslüman olduğuna dair gelen haberler üzerine Mekke’ye dönmüş ve daha fazla bilinen ikinci hicretine kadar da burada kalmıştı.
Peygamberimiz tebliğ vazifesini yerine getirmek için her imkanı değerlendiriyordu. Hac dönemi de en verimli dönemlerden biriydi. Medineli on iki kişiyle hac döneminde Mina’da bir biat yapılmıştı. Bu 1. Akabe Biatı’na katılan Medineli Müslümanlar, kendilerine dinî meselelerde yardımcı olması ve Medine’deki diğer insanlara İslâm’ı tebliğ etmesi için Allah Resûlü’nden (s.a.s.) bir muallim isteyince, o zamana kadar gelen ayetleri ve dinin hükümlerini bilen, Efendimiz’in nasıl tebliğ yaptığını da iyi kavrayan Mus’ab b. Umeyr (r.a.) bu iş için Medine’ye gitmişti. O, temsille desteklenen tebliğiyle Medine ileri gelenlerinin Müslüman olmasına vesile olmuş ve onları da yanına alarak bir sene sonraki 2. Akabe Biatı’na 75 kişiyle gelmişti. Evet bu 75 kişi, hizmet için Medine’ye hicret eden Hz. Musab’ın fevkalade gayreti vesilesiyle Müslüman olmuşlardı. Burada, Hz. Mus’ab’ın da içinde bulunduğu Habeşistan’a ilk hicret kafilesinin durumunu kısaca hatırlamakta fayda var:
Allah, Peygamber Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem), amcası Ebû Talip vasıtasıyla müşriklerin saldırılarından korumuş olsa bile, Allah’a inanıp Resûlü’ne bağlandıklarından dolayı, kabileleri tarafından akla-hayale gelmedik işkence ve zulümlere uğratılan Müslümanlar için Mekke’de kalma, dinlerini rahatça yaşama ve yayma imkânı kalmamıştı. Yeni bir yer, yeni bir sığınak bulmak gerekiyordu. Allah Resûlü (s.a.s.) Müslümanlara,
‘Habeşistan’a gitseniz… Orada bir melik var ki, onun yanında kimseye zulmedilmez. Orası güvenilir bir yer. Bu şekilde içinde bulunduğunuz bu sıkıntılı durumdan kurtulursunuz.’ buyurmuştu. Bu emir ve izni alan Müslümanlar, fitneden kurtulmak ve dinlerini daha rahat yaşayabilmek için Habeşistan’a hicret ettiler.[1] Habeşistan’a giden Müslümanlar rahat etmiş, dinî hürriyetlerini elde etmişlerdi; Müslüman oldukları için zulme uğramıyor, dinlerini rahatça yaşıyor ve insanlara anlatabiliyorlardı. Lakin Habeşistan, Mekke’ye çok uzaktı, ulaşım ve haberleşme oldukça zordu. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) Habeşistan’a gitmesi, vazifesi icabı mümkün değildi. Çünkü O, önce yakın çevresinden başlayarak insanları akıbetleri konusunda uyarmakla görevliydi. Bu vazifeyi îfâ adına çok yakındaki Taif’e gitmiş, ancak oranın halkı, Allah’ın Resûlü’nü kan-revan içinde bırakmıştı. Böylece Taif, hem Müslümanlara sığınak olma şerefini, hem de yeni bir medeniyetin inşa edileceği bir mekân olma imkânını kaybetmişti. Aynı zaman diliminde Medine’de bazı insanlar Müslüman olmuş ve derken Müslümanlık günden güne yayılır hale gelmiş.. böylece Medine ahalisi Efendimiz’e her konuda biat etmişti. Sırada göç için sadece Allah’ın emir ve izni kalmıştı. Bunlar da gerçekleşince Medine’ye hicret vukû buldu. Medine’ye hicretin akabinde Kureyşliler, muhacirlerin ailelerinin parçalanmasından meydana gelen özlemlerini istismar etmekten geri durmuyorlardı. Fakat her şeye rağmen dinin yaşadığı bir çevre oluşturma hedefine matuf olan hicret başarılmıştı. Medine artık Mekke gibi mukaddes bir belde olmuştu.
Mukaddes Beldelerden Ayrılmak
Mekke-Medine, Allah Resûlü’nün ifadesiyle, ibadet maksatlı ziyaret edilebilecek üç mescidden ikisini barındıran ve her köşesinden dinî hayatı canlı tutma adına hâtıra ve işaretlerin fışkırdığı mübarek beldelerdir. Kâbe her Müslüman’ın görmek için can attığı, Mescid-i Nebevî ve Ravza komşusu olmak için fedakârlıklara katlanılan yerlerdir. Ancak Mekke ve Medine’nin Efendimiz zamanındaki sahipleri olan sahabîler, bu mukaddes topraklardan ayrılıp başka yerlere göç etmişlerdir. Demek ki, onlara göre bu mukaddes beldelerde kalmaktan daha önemli şeyler vardı: Cihad ve Hicret. Peygamberimiz hayattayken kaç sahabî olduğuna dair farklı rivayetler vardır. Yüz, yüz otuz bin rakamları zikredilmektedir. Bunun yanında Medine’de medfun sahabîlerin sayısı on bin civarında tespit edilmiştir. Mekke ve yakın yerlerdekiler de düşünülürse bu sayı yirmi-otuz bini geçmez. Demek ki, geriye kalan sahabîler memleketlerini, inandıkları hakikatleri insanlara ulaştırmak için, dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. Onlar, “Mekke-Medine gibi, insanları büyüleyen güzel yurtlarından ayrılarak, Rûh-i Revan-ı Muhammedî, dünyanın dört bir yanında bir bayrak gibi dalgalansın diye gittiler; gittiler ve bir daha da geriye dönmediler. Mesela, bunlardan biri Ümm-ü Haram’dır. O, Efendimiz’den aldığı beşaretle, yaşlı haliyle çıktığı Kıbrıs seferinde şehit olmuş ve oraya gömülmüştür.”[2]
Büyük Medeniyetler Hicretle Kuruldu
Sosyologların tespitine göre, medeniyetlerin kuruluşunda hicretin önemli bir yeri vardır. Pek çok Müslüman ‘hicret’ deyince Hz. Peygamber’in (s.a.s.) buyruğu üzerine, bazı sahabîlerin Mekke’den Habeşistan’a ve Medine’ye göç etmesini anlamaktadır. Kur’ân’ın hicreti anlatırken kullandığı ifadeden, hicretin felsefî ve sosyal açıdan çok derin bir kavram olduğu anlaşılmaktadır. Tarihe dikkatle bakılınca, hicretin hiç de tarihin ve tarihçilerin göstermek istediği basit bir olay değil, tam tersine son derece muhteşem bir ilke olduğu; buna rağmen şimdiye kadar, kimsenin bu konuya bu ciddiyetiyle değinmediği görülecektir. Tarih boyunca hicret, medeniyetlerin doğuşunda başlıca muharrik olduğu halde, tarih felsefesiyle uğraşanlar bile bu konuya gereken önemi vermemişlerdir. Tarihte bildiğimiz yirmi yedi medeniyetin hepsi, bir hicretten sonra ortaya çıkmıştır. Bunun bir tek istisnası bile yoktur.[3]
İslâm medeniyetinin temelleri de böyle bir hicretle atılmıştır. Hicret, bazı Müslümanların, annelerini, babalarını, çocuklarını ve mallarını Mekke’de bırakarak Kureyş’in zulmünden kurtulmak için Medine’ye göçmelerinden ibaret basit bir hadise değildir. O, Medine’de yeni bir medeniyetin temellerinin atılması için yapılan büyük hareketin ilk adımıdır. Mekke halkı, Müslümanları ve Efendimiz’i eskiden beri güzel ahlakları ve doğruluklarıyla tanıyorlardı. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) peygamberliğini ve daha önce kendilerine hizmet eden kölelerin, kendileriyle eşit şartlarda olmasını kabullenemediler. Ancak Medine bu konuda temiz ve bâkir bir alandı ve orada yepyeni ve tertemiz bir başlangıç yapıldı.
Hicret Geçmişi Temizler
İnsan her zaman hata yapabilir ve yaptığı hatalardan da tövbe edip Allah karşısına tertemiz çıkabilir. Ancak insanlar umumiyetle bir kimseyi geçmişte yaptığı hatalarla değerlendirir ve kolayca da temize çıkarmazlar. Geçmişteki, beşer olmanın gereği bazı tavır, davranış ve hareketler müspet mânâda bir iş ortaya konulurken kişiyi, -daha doğrusu o kişinin muhataplarını- engeller. Bu anlamda peygamberler müstesnadır. Zira onlar içinde yaşadıkları topluluklar için hayatlarının her döneminde birer nümûne-i imtisal olmuş, örnek bir hayat ortaya koymuşlardır. Buna rağmen, Firavun, Hak ve hakikati tebliğe başladığı zaman Hz. Musa’ya (a.s.),
“ قَالَ أَلَمْ نُرَبِّكَ فِينَا وَلِيدًا وَلَبِثْتَ فِينَا مِنْ عُمُرِكَ سِنِينَ - A! Sen şu bebekken alıp yanımızda büyüttüğümüz çocuk değil misin? Sonra da bizim sarayımızda senelerce kalmış, ömrünün bir kısmını bizimle geçirmiştin?” (Şuara sûresi, 26/18) diyebilmiştir. Hayatını son derece dikkatli yaşayan bir peygamber için bile çocukluk ve gençlik dönemi böyle serrişte edilebiliyorsa, diğer insanların bundan uzak kalmaları düşünülemez. Binaenaleyh bir kimsenin kendi memleketinde hak ve hakikati anlatması zordur. Çünkü muhatapları onun çocukluğunu bilmektedirler ve çevrelerinden çıkan birini kabullenmeleri zordur.
Hicret eden insan, geçmişinin menfi yönlerine sünger çekebilir. Hicret sonrası yeni bir iklimde, yeni muhataplar bulunup tertemiz bir sayfa açılarak, insanlara yüce duygular, evrensel insanî değerler daha rahat anlatılabilir. Böylece hicret, yeni şartlara göre hizmet etme adına insana bir canlılık ve yenilenme duygusu verecektir.
Hicret son buldu mu?
Hz. Âişe’den (r.a.) rivayet edilen bir hadiste, Allah Resûlü (s.a.s.),
“Mekke fethinden sonra artık hicret yok; fakat cihad ve niyet vardır.” (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 45, Cihâd 1; Müslim, Hac 445) buyurmaktadır. Hadisin bazı rivayetlerinde “Mekke’den hicret yoktur.” kaydı vardır ki bu kayıt, Müslümanlara her türlü zararı veren Mekke ahalisi artık İslâm’la şereflendiğine göre oradan ayrılmaya gerek olmadığını ifade eder. Öyleyse bu hadis, “Mekke’nin fethinden sonra Mekke’den hicret yoktur.” şeklinde anlaşılmalıdır. Hadiste cihad ve niyetin bâki olduğu ifade edildiğine göre bundan sonraki hicretler, “cihad” yani “i’lâ-yı kelimetullah” boyutlu olacaktır. Hicretin sona ermediğini gösteren başka hususlar da vardır.
Nitekim bir hadiste, “Tövbeler kabul edildiği müddetçe hicret sona ermez. Tövbeler ise güneş battığı yerden doğacağı ana kadar devam eder.” (Ebû Dâvûd, Cihâd 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/99) buyurulmuştur. Hicretin bitmediğini net bir şekilde ifade eden bu hadisin yanında, “Asıl muhacir, Allah’ın yasak ettiklerini terk edip, helallerine yönelendir” nurlu beyanı ve kıyamete kadar insanlara rehber olacak Kur’ân-ı Kerîm’de “iman-hicret-cihad” üçlüsünün pek çok ayette beraber zikredilmesi gibi hususlar da dikkati çekmektedir. Müslümanlar, tarih boyunca hicret ruhunu cihad anlayışı ile bütünleştirmiş, öncü dervişler ordulardan çok önce farklı yerlere gitmiş ve kale fethinden ziyade kalb fetihlerine öncelik vermişlerdir.
Hicretin Önündeki Engeller
Mükâfatı çok büyük olan hicret aslında hiç de kolay değildir. Zira mükâfat, çekilen meşakkatle orantılı olur. Abdullah ibn Abbas’ın (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:
اَلهِجْرَةُ هِجْرَتاَنِ هِجْرَةُ الحْاَضِرِ وَهِجْرَةُ الْباَدِي، فَأَمَّا الْبَادِي فَيُجِيبُ إِذَا دُعِيَ وَيُطِيعُ إِذَا أُمِرَ، وَأَمَّا الْحَاضِرُ فَهُوَ أَعْظَمُهُمَا بَلِيَّةً وَأَعْظَمُهُمَا أَجْرًا
“Hicret, yerleşik hayat yaşayan şehirlinin hicreti ve göçebenin hicreti olmak üzere iki çeşittir. Göçebe, bir yere çağrıldığında rahatlıkla gitme, kendisine bir şey emredildiğinde kolaylıkla itaat etme imkânına sahiptir. Yerleşik hayat yaşayan kimseye gelince, onun bu konudaki imtihanı daha çetin ve mükâfatı da daha büyüktür.” (Nesai, Biat 13)
Hicret yolunda kişinin sahip olduğu mal mülk ciddî bir engeldir. Zira o, bunları bırakıp gidecektir. Oysaki mal sevgisi insanın fıtratında vardır. Uğrunda hicret edilen değerlere tam bir inanç ve güven olmazsa, sahip olunanlar bırakılıp gidilemez. Bundan dolayı, hadiste de ifade edildiği gibi yerleşik hayatı olan kişinin hicreti hem zor hem de mükâfatı büyüktür. Zira o, göçebe olana göre daha çok şeyi terk ediyor ve onlardan hicret ediyor konumundadır. Kendilerinden her zaman hicret etme fedakârlığı beklenen kimselerin ev-bark sahibi olmamaları bundan dolayı övülmüştür.[4] Sahip olunan şeylerin, aynı zamanda insana sahip olabileceği unutulmamalıdır. Sahip olunanlar çoksa imtihanı kazanmak daha zor olacaktır. Bununla beraber gerektiğinde her şeyi bırakıp gidebileceklerin sahip oldukları da sorgulanmamalıdır.
Her birisi iman, hizmet düşüncesi ve kolektif şuurla alınan kararlara itimatla çözülebilecek başka engelleri de vardır hicretin. Tecrübesizlik, yani kişinin kendini yetersiz görmesi bir handikaptır. Bir istişare neticesi alınan karara itimat etme ve halis niyetle bu aşılabilir. Daha iyisini arama noktasında kendini yetersiz görme güzel olsa bile bazen şeytanın sağdan yaklaşması ve yapılacak işlerin önüne engel olması şeklinde de tezahür edebilmektedir.
Bir başka mani aile sevgisi ve şefkattir. Bunlar güzel duygulardır. Ancak yapılacak işler bütün insanlığı ilgilendirdiğinden bunlara takılıp kalınmamalıdır. Memlekete bağımlılığın yanında gidilecek yerlerde karşılaşılabilecek sürprizler de bir engel olmaktan çıkarılmalıdır. Zira insan kendi memleketinde bir düzen tutturmuş, kendi hayatını düzene sokmuştur. Bilinmeyen bir ülkede aynı şekilde devam etmesinin zor olacağını şeytan, insanın önüne bir engel olarak çıkarabilir.
Hicret Sonrası Dikkat Edilecek Hususlar
Her şeye rağmen hicret edenlerin kazanma zemininde kayıplar yaşamamaları için dikkat etmeleri gereken bazı hususlar vardır. Yüce idealler uğruna hicret eden bir kimse, aynı zamanda kendini koruma konusunda da önemli bir dinamiğe sahiptir. Zira o, niçin hicret ettiğini unutmazsa hep canlı kalacak ve yol yorgunluğu yaşamayacaktır. Hicret edip başka yere gittikten sonra kendini muhafaza edemeyen insanlar da -az da olsa- vardır. Mesela, Ubeydullah ibn Cahş bunlardan biridir. Ubeydullah, Efendimiz’in halasının oğludur ve Habeşistan’a ilk hicret edenlerdendir. Orada Müslümanlarla irtibatı kesmiş, kendini içkiye vermiştir. Merkezle irtibatı kalmayınca da, çevrenin tesirine karşı koyamayarak dinini terk etmiştir. Hâlbuki o, dinini korumak için hicret etmişti. Hicret edenler menfi bir örnek olarak Ubeydullah ibn Cahş’ı da bilmelidirler ki, korunabilsinler.[5]
Diğer taraftan hicret eden insan, gittiği yeri kendi memleketi gibi sevmeli ve oranın fizikî ve coğrafî şartlarına bir an önce kendini hazırlamalıdır. Tabiî ki yer değiştirmenin getirdiği bazı sıkıntılar olacaktır. Bunlar çok büyütülmemeli ve bir an önce bunlara yönelik çözüm yolları aranmalıdır.. Bu konuda en büyük örnek yine Efendimiz’dir (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ). Nitekim Efendimiz Medine’ye geldiğinde muhacirler buranın havasına alışamamış hatta ciddi rahatsızlık geçirenler olmuştu. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.),
“Allah’ım! Bize, en az Mekke’yi sevdirdiğin kadar hatta daha fazlasıyla Medine’yi de sevdir. Bu beldeyi sıhhat yurdu, ölçü ve tartılarına bereket ihsan eyle.” (Buharî, Fezailu’l-Medine 11; Müslim, Hac 480) şeklinde dua etmişti. Bu dua kabul edilmiş, rahatsızlıklar iyileştiği gibi Medine kıyamete kadar Müslümanlar tarafından sevilen/sevilecek bir şehir olmuştur. Bugün de gidilen yerlerde imkân ve şartlar elverişsiz hatta çok çetin olabilir. Ancak hicretin mükâfatı düşünülerek bunlara katlanılmalı ve şartları daha iyiye çevirme adına yapılacaklar düşünülmelidir.
Özel durumlar ve bir istişare neticesi olmadıkça dönmeyi düşünmeden hicret edilmelidir. Sahabe, hicretten önceki memleketine bir şekilde gidince orada vefat edecekleri ve hicret sevabından mahrum kalacakları endişesini taşımıştır. Sa’d b. Havle (r.a.) Veda Haccı sırasında Mekke’de vefat etmiş ve sahabe-i kiram buna çok üzülmüştü. Sa’d b. Ebî Vakkas (r.a.) da aynı süreçte rahatsızlanmış ve tam hicret etmiş sayılamayacağı, hicret sevabını alamayacağı endişesine kapılmıştı. Durumunu Efendimiz’e bildirince de şu müjdeyi almıştı:
“Daha çok yaşayacaksın. Çok kimse senin elinle fayda görürken, pek çok kişi de senin vasıtanla cezalandırılacaktır.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/176) Bu müjde onu rahatlatıp sevindirmişti. Zira o, hicretinin mükâfâtını alamama endişesinden kurtulmuştu.
İ’lâ-yı kelimetullah için göç eden biri, şayet gittiği yer dünyevî açıdan cazip ise buna kapılmamalı ve asıl hedefini unutmamalıdır ki, hicret etrafında Allah rızası kendisine müyesser olabilsin. Bu hususta en çok, arkadaşlarla irtibatı koparmamaya dikkat edilmelidir. İnsan, uzun süre yalnız kalmamalı, yalnız kalması gerektiği zamanlarda da manevî beslenmesini iyi yapmalıdır. Zira, yalnız kalan, aslında yalnız değil, şeytanla baş başadır; her ne kadar onu görmese de… Bu konuda yukarıda sadece işaret edilip geçilen Ubeydullah b. Cahş’ın ibret dolu durumu dikkate alınmalıdır.
Her şeyin bir usûlü vardır. Gidilen yerlerde gerek oranın yerleşik kanunları gerekse insanların hayatı algılamaları adına ciddi bilgi alınmalı ve usûl hatasına düşülmemelidir. Çünkü usûl olmadan bir vusûl, yani düşünülene muvaffak olmak mümkün olmayacaktır.
Hâsılı, Peygamberlerle başlayıp yeni medeniyetlerin kurulmasında en temel rolü oynayan, insana tertemiz bir gelecek vaat eden hicret; dünyada din, insanlık ve evrensel insanî değerler adına yapılacak şeyler olduğu müddetçe yaşamaya devam edecektir. Hicret devamlı olduğuna göre muhacir adaylarının, hem dünya hem de ahirette büyük mükâfatı olan “mukaddes göç”e yeterli donanımla hazır olmaları hayati önem taşımaktadır.
[1] İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 3/85.
[2] M. Fethullah Gülen, Prizma 3/38.
[3] Ali Şeriati, İslâm Sosyolojisi Üzerine, s. 50-51.
[4] Bir peygamber sefere çıkarken, kendisini takip edeceklerde bulunmaması gereken hususları anlatıyor. Bunlardan birisi de “inşasına başladığı, henüz tavanını tamamlamadığı bir ev”dir. Zira o ev, kendisine ciddi bir ayak bağı olacak, aklı hep evinin eksikliklerinde olacaktır. (Bkz.: Buharî, Humus 8)
[5] İbn Abdi’l-Berr, İstîâb 3/877, 4/1844; İbn Hacer, İsâbe 7/575.