Dualarımıza Cevap Verilmiyor mu?
Cevap vermek ayrı, kabul etmek ayrıdır. Her duaya cevap verilir, fakat her duayı kabul etmek, istenen şeyi aynen vermek Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tâbidir.
Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mehbas, Beşinci Nokta
İman, duayı bir vesile‑i kat’iye olarak iktiza ettiği.. ve fıtrat‑ı insaniye, onu şiddetle istediği gibi; Cenâb‑ı Hak dahi “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” mealinde: قُلْ مَا يَعْبَؤُۨا بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَۤاؤُۨكُمْ ferman[1] ediyor. Hem اُدْعُونِۤي أَسْتَجِبْ لَكُمْ emrediyor.[2]
Eğer desen: “Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Hâlbuki âyet umumîdir; her duaya cevap var ifade ediyor.”
Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn‑ı matlubu vermek, Cenâb‑ı Hakk’ın hikmetine tâbidir.
Meselâ; Hasta bir çocuk çağırır: “Yâ Hekim! Bana bak.”
Hekim: “Lebbeyk” der. “Ne istersin?” cevap verir.
Çocuk: “Şu ilâcı ver bana” der.
Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte Cenâb‑ı Hak; Hakîm‑i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâ-perestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet‑i rabbâniyenin iktizasıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.
Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise; semerâtı, uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise; o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ: Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabûle lâyık olmaz.
Nasıl ki güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibadet‑i mahsusanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla[3] bir azamet‑i ilâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb‑ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz –açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesabıyla muayyen olan– ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir.
Aynı onun gibi; yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkât‑ı mahsusalarıdır ki; insan o vakitlerde aczini anlar, dua ile niyaz ile Kadîr‑i Mutlak’ın dergâhına iltica eder.
Eğer dua çok edildiği hâlde, beliyyeler def’olunmazsa, denilmeyecek ki: “Dua kabûl olmadı.” Belki denilecek ki: “Duanın vakti, kaza olmadı.” Eğer Cenâb‑ı Hak fazl ve keremiyle belâyı ref’etse –nurun alâ nur– o vakit dua vakti biter, kaza olur.
Demek dua, bir sırr‑ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı.[4] Yalnız aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli. Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini itham etmemeli.
Evet hakikat‑i hâlde âyât‑ı beyyinâtın beyânıyla sabit olan; bütün mevcudât, her birisi birer mahsus tesbih ve birer husûsî ibadet, birer has secde ettikleri gibi;[5] bütün kâinattan dergâh‑ı ilâhîye giden, bir duadır.
Ya istidat lisanıyladır; bütün nebâtatın duaları gibi ki, her biri lisân‑ı istidadıyla Feyyaz‑ı Mutlak’tan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet‑i münkeşife istiyorlar.
Veya ihtiyac‑ı fıtrî lisanıyladır; bütün zîhayatın, iktidarları dahilinde olmayan hâcât‑ı zarûriyeleri için dualarıdır ki, her birisi o ihtiyac‑ı fıtrî lisanıyla Cevâd‑ı Mutlak’tan idâme‑i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar.
Veya lisân‑ı ızdırarıyla bir duadır ki; muztar kalan her bir zîruh; kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmi‑i meçhulüne iltica eder, belki Rabb‑i Rahîm’ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa daima makbuldür.
Dördüncü nevi ki; en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır; Biri, fiilî ve hâlî; diğeri, kalbî ve kalîdir.
Meselâ esbaba teşebbüs, bir dua‑yı fiilîdir. Esbâbın içtimaı; müsebbebi îcad etmek için değil, belki lisân‑ı hâl ile müsebbebi Cenâb‑ı Hak’tan istemek için bir vaziyet‑i marziye almaktır. Hatta çift sürmek, hazine‑i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua‑yı fiilî, Cevâd‑ı Mutlak’ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan, kabûle mazhariyeti ekseriyet‑i mutlakadır.
İkinci kısım; lisan ile, kalb ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metâlibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki; birisi var, onun hâtırât‑ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.
İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine‑i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, âlâ‑yı illiyyîn‑i insaniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al. Bir abd‑i küllî ve bir vekil‑i umumî gibi وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ de[6], kâinatın güzel bir takvimi ol.
Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mehbas, Beşinci Nokta (Günümüz Türkçesi ile)
İman, duayı kesin bir vesile olarak gerektirdiği gibi, insanın fıtratı da onu şiddetle ister. Cenâb-ı Hak da, “Duanız olmazsa ne kıymetiniz var?” mealinde, قُلْ مَا يَعْبَؤُۨا بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَۤاؤُۨكُمْ buyuruyor ve اُدْعُونِۤي أَسْتَجِبْ لَكُمْ diye emrediyor.
Eğer dersen ki: Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki ayet umumidir, her duaya cevap verildiğini bildiriyor. Bunun izahı nedir?
Cevap: Cevap vermek ayrı, kabul etmek ayrıdır. Her duaya cevap verilir, fakat her duayı kabul etmek, istenen şeyi aynen vermek Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tâbidir.
Mesela, hasta bir çocuk doktoru çağırır. Doktor,
“Buyur!” der, “Ne istiyorsun?” Çocuk,
“Şu ilacı ver bana.” der. Doktor ise ya aynen çocuğun istediğini ya da faydası için ondan daha iyisini verir. Belki de ilacın zararlı olduğunu bilir, hiç vermez.
İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, her yerde hazır ve nâzır olduğundan kulun duasına cevap verir. Yalnızlık, korku ve kimsesizlik dehşetini, her yerde hazır bulunuşu ve her şeye cevap vermesiyle dostane bir hale çevirir. Fakat insanın arzu ve heveslerinin zorlamasıyla istediklerini değil, hikmetinin gerektirdiği gibi, ya onun dilediğini aynen ya da daha iyisini verir veyahut hiç vermez.
Hem dua bir kulluktur. Kulluğun neticeleri ahirete aittir. Dünyevî maksatlar ise o tür dua ve ibadetin vaktidir, gayesi değil. Mesela, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk o ibadetin vaktidir.
Yoksa o ibadet ve dua, yağmurun yağması için değildir. Eğer sırf bu niyetle yapılsa, o dua ve ibadet hâlis sayılmayacağından kabule lâyık olmaz.
Mesela, günbatımı akşam namazının vaktidir. Güneş ve ay tutulmaları da “küsuf ve husuf namazları” denilen iki hususi ibadetin vaktidir. Yani gece ve gündüzün nuranî ayetlerinin perdelenmesi Zât’ının büyüklüğünü ilana vesile olduğundan, Cenâb-ı Hak kullarını o vakitte ibadete davet eder. Yoksa o namaz -vakti ve ne kadar devam edeceği gökbilimcilerin hesabıyla zaten belli olan- ay ve güneş tutulmalarının sona ermesi için değildir.
Aynen bunun gibi, yağmursuzluk da yağmur namazının vaktidir. Belâ ve sıkıntıların hücumu ve zararlı şeylerin insana musallat olması ise bazı duaların hususi vaktidir ki, insan o vakitlerde aczini anlar, dua ve niyaz ile Kadir-i Mutlak’ın dergâhına sığınır.
Eğer çok dua edildiği halde belâlar ortadan kalkmazsa, “Dua kabul olmadı.” değil, “Duanın vakti sona ermedi.” denmelidir. Cenâb-ı Hak lütuf ve keremiyle belâyı kaldırırsa -ki nur üstüne nur olur- duanın vakti biter, ilahî takdir yerine gelir.
Demek, dua bir kulluk sırrıdır. Kulluk ise hâlis bir şekilde, sadece Allah için olmalı. İnsan yalnız aczini ortaya koyup dua ile O’na sığınmalı, O’nun rubûbiyetine karışmamalı. İdareyi O’na bırakmalı, O’nun hikmetine güvenmeli, rahmetini itham etmemeli...
Evet, Kur’an ayetlerinin apaçık beyanıyla sabit olan, hakikatte her varlığın kendine has birer tesbihi, birer hususi ibadeti, secdesi bulunduğu gibi; bunlar bütün kâinattan Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına giden birer duadır. Bu dualar:
- Ya kabiliyet diliyledir; bütün bitkilerin duaları gibi. Her biri kendi kabiliyetinin lisanıyla mutlak feyz, bereket ve bolluk sahibi Cenâb-ı Hak’tan bir suret talep eder ve O’nun isimlerinin tecellisine açıkça mazhar olmak ister.
- Ya fıtrî ihtiyaç diliyledir; bütün canlıların, güçlerinin yetmediği zaruri ihtiyaçları için dualarıdır... Her bir canlı o fıtrî ihtiyacın lisanıyla mutlak cömertlik sahibi, çok ihsan eden Yaratıcısından hayatını devam ettirmek için bir tür rızık hükmünde bazı şeyler ister.
- Veya çaresizlik diliyle bir duadır ki, çaresiz kalan her bir canlı, kesin bir iltica ile dua eder, bilmediği bir koruyucuya sığınır, belki Rabb-i Rahîm’ine yönelir. Bu üç çeşit dua, bir mâni olmazsa daima makbuldür.
- Dördüncü çeşit -ki en meşhurudur- bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiil ve hâl ile, diğeri kalb ve söz iledir.
Mesela sebeplere uymak, fiilî bir duadır. Sebeplerin bir araya gelmesi, neticeyi meydana getirmek için değil, hal diliyle neticeyi Cenâb-ı Hak’tan istemek için, O’nun razı olacağı bir vaziyet almaktır. Mesela çift sürmek, rahmet hazinesinin kapısını çalmaktır. Bu tür fiilî dua, mutlak cömertlik ve bol ihsan sahibi Cenâb-ı Hakk’ın isim ve unvanlarına baktığından büyük çoğunlukla kabul edilir.
İkinci kısım ise dille, kalbden dua etmektir. Elinin yetişmediği bir kısım arzuları istemektir. Bunun en mühim tarafı, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur: Dua eden insan anlar ki, kalbinden geçenleri işiten, her şeye eli yetişen, her bir arzusunu yerine getirebilecek, acizliğine merhamet gösterecek ve fakrından dolayı ona yardım edecek biri var.
İşte ey aciz ve fakir insan! Dua gibi, rahmet hazinesinin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin kaynağı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, insanlığın en yüksek makamına çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duanın içine al! Bütün âlemi temsil eden bir kul ve umumi bir vekil gibi وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ de, kâinatın güzel bir takvimi[7] ol!
[1] “(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan sûresi, 25/77)
[2] “Bana dua edin, size cevap vereyim.” (Mü’min sûresi, 40/60)
[3] Bkz.: “Biz gece ve gündüzü kudretimizi gösteren iki delil kıldık. Gece delili ay’ı sildik, gündüz delili güneş’i aydınlatıcı yaptık.” (İsrâ sûresi, 17/12).
[4] Kulluğun sırf Allah için yapılacağını belirten âyet‑i kerîmelerden bir kısmı için bkz.: Fâtiha sûresi, 1/5; Nisâ sûresi, 4/146; En’âm sûresi, 6/162; A’râf sûresi, 7/29; ...
[5] Varlığın tesbih, secde ve ibadetlerine dair âyet‑i kerîmelerden bir kısmı için bkz.: Nahl sûresi, 16/49; İsrâ sûresi, 17/44; Meryem sûresi, 19/93; Hac sûresi, 22/18; ...
[6] “Yalnız senden medet umarız.” (Fâtiha sûresi, 1/5).
[7] Ahsen-i takvim: İnsanın yaratılışının en güzel surette olması. Bkz. Tîn sûresi, 95/4.