Ubûdiyetin Ruhu: Dua ve Sırları
Cenâb-ı Hak karşısında acz ve fakrını hissetmek, duanın esasıdır. Fıtrattaki acz ve fakr duygularının harekete geçirilmesi duanın gayesi olduğu gibi, insanı duaya sevk eden de acz ve fakrdır.
Kudreti sonsuz Yüce Yaratıcı’ya iman ve teslimiyetle, kulluk şuuru içinde, acz ve zaafını hissederek, fakr ve ihtiyaçlarını arz etmeye dua denilir. Dua hakkında söylenen sözler incelendiğinde iman, kulluk, acz ve fakr hususlarının açık ve zımnî her dua tanımında bulunduğu görülür. Dua, imanın neticesidir. Duanın yerine getirilişi ibadettir. Duanın kaynağı insandaki acz ve zaaf halidir. Fakr ve ihtiyaçlar ise duanın söze ve fiile dökülüp ifade edilişine vesile olur.
Birçok İslâm mütefekkiri gibi Bediüzzaman Hazretleri de dua üzerinde önemle durmuş, duayı yalnızca irade sahibi varlıkların sesli yakarışı şeklinde değil kâinattaki bütün varlıkların ortak lisanı olarak görmüştür. Bediüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hakk’a ulaştıran en güvenilir yol, “acz, fakr, şefkat ve tefekkür yoludur.” Dua konusunu da bu dört esas çerçevesinde ele almış, bazı mutasavvıfların “aşk”a dayalı yol ve dualarına karşılık “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yolunu tercih edişini, “Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tariklerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kâsır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikidir.” sözleriyle dile getirir. Zira aczin insanı, kulluk yoluyla “mahbubiyete” ulaştırması, “fakr”ın da Rahmân ismine kavuşturması aşk yolundan daha kolay ve daha tehlikesizdir. (26. Söz, Zeyl)
Cenâb-ı Hak karşısında acz ve fakrını hissetmek, duanın esasıdır. Fıtrattaki acz ve fakr duygularının harekete geçirilmesi duanın gayesi olduğu gibi, insanı duaya sevk eden de acz ve fakrdır. Bediüzzaman Hazretleri’ne göre duanın ilk ve en önemli delili, Cenâb-ı Hakk’a imandır. Dua, hem imana ulaştıran bir vesile hem de imanın sonucudur. Duanın ikinci delili insanın fıtraten âciz ve muhtaç olmasıdır. Üçüncü delili ise, Cenâb-ı Hakk’ın hitabı ve “Dua edin!” emridir. Duanın ibadet olması Kur’ân-ı Kerim’in emri olması cihetiyledir. Emirler kayıtlanmadıkları sürece vücup ifade ettiklerinden dolayı bütün inananlara dua etmek vaciptir. O, bu hususu şöyle dile getirir:
“İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi, ‘De ki: Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?’ (Furkân sûresi, 25/77) ferman ediyor. Hem ‘Bana dua edin ki size karşılık vereyim.’ (Mü’min sûresi, 40/60) emrediyor.” (23. Söz, 1. Mebhas)
Dua, ubûdiyetin en büyük sırrıdır. İnsan, acz ve fakrını dua ile Rabbine arz eder. Bu yönüyle dua hadis-i şerifte buyrulduğu gibi “ibadetin özüdür.” (Tirmizî, “Dua”, 1) Bediüzzaman Hazretleri, “Dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile O’na iltica etmeli, rubûbiyetine karışmamalı.” (23. Söz, 1. Mebhas) diyerek duanın, kulluk sırrı olduğunu ifade eder. Bir başka yerde “Dua bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir. Belki ubûdiyetin ruhu hükmündedir.” diyerek, duanın ibadetin özü olduğunu bildiren hadise işarette bulunur. (24. Mektup, 1. Zeyl) Ruh bulunmadığında yalnızca cansız ceset kaldığı gibi ibadetleri tam bir teslimiyet, acz ve fakr duygusu içinde Cenâb-ı Allah’a arz etme düşüncesi bulunmadığı zaman ibadetten geriye yalnızca şekil kalacaktır. Nitekim ünlü hekim Alexis Carrel, “Dua, durumunu arzetme ve isteklerini sıralamanın çok üstünde, yücelere varan bir şeydir. İnsan, duayla her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah’a O’nu sevdiğini, O’nun nimetlerine şükrettiğini ve O’nun iradesi doğrultusunda her zaman hareket etmeye hazır olduğunu gösterir.” (Dua, 1999, s.36) diyerek, duanın ubûdiyet yönüne dikkat çekmiştir.
İmanın Vesile ve Neticesi Duadır
Dua, insana samimi ve katışıksız tevhid inancı kazandırır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder.” (23. Söz, 5. Nokta) Aslında dualarımızla biz, beşerî isteklerimizin gerçekleştirilmesinden daha çok, Rabbimize kulluğumuzu arz eder, O’na olan saygımızı, güvenimizi ve O’nun gücünün her şeye yettiğini itiraf eder; son noktayı bazen bir sükûtla, bazen de “esbâba tevessül mülâhazası mahfuz” her şeyi O’ndan bekleme durumunda bulunduğumuzu vurgulama adına, “Ne hâlimiz varsa hepsi de Sana ayân/ Dua, kapı kullarından miskince bir beyan..” mânâsına hâl-i pür-melâlimizi dile getiririz. İnanan bir insan ellerini açıp yakarışa geçince, kendisini gören, soluklarını duyan, içinden geçenleri bilen ve iniltilerini değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hâkim, istediğini istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten birinin var olduğunu düşünür; O’nun merhameti, iradesi, meşieti sayesinde her şeyin üstesinden gelebileceği inancıyla gerilir ve en karanlık anlarında bile sürekli huzur yudumlar, itminan soluklar ve ümitle oturur-kalkar. Bu çerçevede günde birkaç defa O’na yönelmek, kalbin gözü-kulağıyla fizik ötesi şeyleri görüp işitmeye çalışmak o kadar derin ve anlamlıdır ki, bir kere bu mazhariyeti duyup tadan birinin, bir daha da o kapıdan ayrılması düşünülemez. (Gülen, 2000, s.251, 255)
Dua, aynı zamanda gerçek tevhid inancının bir neticesidir. Dua konusuna tahsis ettiği 24. Mektub’un birinci Zeyl’inde Bediüzzaman şöyle yazar: “Dua ubûdiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duasıyla gösteriyor ki: ‘Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılaı var ve bilir. En uzak maksutlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyleyse, bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de O’ndan bekliyorum, O’ndan istiyorum.’ İşte, duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve sâfiliğine bak, ‘De ki: Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?’ (Furkân sûresi, 25/77) sırrını anla ve ‘Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size karşılık vereyim.’(Mü’min sûresi, 40/60) fermanını dinle.” Yine aynı bahiste dua ile elde edilen sonuçları “latîf, leziz ve hazır bir meyveye” benzeterek “Dua eden adam bilir ki, Birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. O’nun kudret eli her şeye yetişir.” diyerek Cenâb-ı Hakk’ın onun bütün hallerini bildiği gibi, keremiyle bütün ihtiyaçlarını da yerine getireceğini vurgular. Böylece insan, kendini Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda tasavvur ederek, tam bir teslimiyet ve gönül rahatlığıyla O’na tevekkül eder.
Bediüzzaman, yağmur namazında yapılan duanın imanın hakikatini, çocukların dahi anlamasına vesile olduğunu söyler ve şöyle der: “Yağmur namazının zâhir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse O’na yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur. (Risale-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lâhikası, II, 1688-9)
İnanan insanın esas vazifesi duadır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır.” Dua fıtratın gereğidir. İnsan fıtratı ilim, dua ve ubûdiyet ile tekemmül eder. Bediüzzaman, mahiyet ve istidat itibarıyla her şeyi ilme bağlar; gerçek ilimlerin kaynağının da Allah’ı bilmek ve O’na iman etmek olduğunu söyler. İnsan, yaratılış gayesi olan iman hakikatine ise dua ile ulaşır. Kimin merhametiyle böyle hikmetli idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle şefkatle terbiye ediliyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nezaket ve ihtimamla besleniyor ve idare ediliyorum? sorularının cevapları, insanı esas vazifesi olan imana ulaştırır. İnsan, binde birisini dahi yerine getirmekten âciz kaldığı ihtiyaçlarını, bütün ihtiyaçları yerine getiren Zât’tan acz ve fakr lisanıyla yalvararak ister. İnsanın esas vazifesi, “Aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır. Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.” (23. Söz, 4. Nokta)
Dua, insanı iman hakikatine ulaştırdığı gibi duaların kabulü ve kabul keyfiyeti de Cenâb-ı Hakk’ın varlığının delillerindendir. Tohumların ve benzeri maddelerin istidatlarıyla, hayvanların fıtrî ihtiyaçlarıyla ve zorda kalanların ıztırar lisanıyla yaptıkları duaların kabul edilmesi O’nun varlığının delilerindendir. Bediüzzaman, “İşte, bu nihayetsiz duaların bilmüşahede kabul ve icabeti, her biri vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu, büyük bir mikyasta, bilbedâhe, bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerîm ve Mücîbe delâlet eder ve baktırır.” diyerek, duanın kabulünün tevhid delillerinden olduğunu ifade eder. (33. Söz, 4. Pencere)
Ubûdiyetin Ruhu Duadır
Bir hadislerinde Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah, kendisinden bir şey istenilmesini sever. İbadetin en faziletlisi, insanın (dua edip de duasının neticesinde) sıkıntıdan kurtuluşu beklemesidir.” (Taberânî, II, 795); yine başka bir hadislerinde: “Dua ibadettir.” buyurmuş ve sonra, “Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin ki size karşılık vereyim.’ Zira bana ibadet, yani dua etmeyi kibirlerine yediremeyenler, zelil ve rezil olarak Cehennem’e gireceklerdir.”(Mü’min sûresi, 40/60) âyetini okumuştur. (Tirmizî, “Dua”, 1)
Duanın ubûdiyet olması, hadis-i şerifte işaret buyurulduğu gibi Cenâb-ı Hakk’ın emri olmasından dolayıdır. Dünyevi, uhrevi birçok fayda ve hikmetlerinin yanı sıra dua, edası bizatihi sevap kazandıran bir ibadettir. Zira Cenâb-ı Hak, kullarına kendisine dua etmelerini emretmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri, duanın ibadet oluşunu, 23. Söz’ün Birinci Mebhas’ında şöyle delillendirir: “Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki, güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, ‘küsuf ve husuf namazları’ denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i ilâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder.”
Dua, ibadet olduğu için istenilen maksatlar, bazen aynıyla yerine getirilmediği gibi bazen de insana sebepler üstü bir keyfiyette lütuflar ihsan edilebilir. duada Rabbimiz’den istediğimiz şeylerle O’nun veriş keyfiyeti arasında sebep-sonuç mülâhazasına göre bir münasebet yoktur. Müsebbibü’l-Esbab ve Kâdiu’l-Hâcât olan Cenâb-ı Allah, O’ndan güven ve itimat ederek istenildiğinde, sebeplerle tartıldığında bizim istek ve yakarışlarımızla ortaya çıkması imkânsız neticeleri, hatta bazen herhangi bir sebebe iktiran ettirmeksizin verdiği görülür. (Gülen, 2002, s.131) Bediüzzaman, bazen olması sebepler dairesinde kesin gibi gözüken bazen de olması imkânsız şeyler için dua edilmesinin sırrını izah ederken duanın ibadet olduğunu söyler ve “Abd, kendi aczini ve fakrını dua ile ilân eder. Zâhirî maksatlar ise, o duanın ve o ibadet-i duaiyenin vakitleridir; hakikî faydaları değil. İbadetin faydası âhirete bakar. Dünyevî maksatlar hâsıl olmazsa, O dua kabul olmadı.’ denilmez. Belki Daha duanın vakti bitmedi.’ denilir.” diyerek, dünyevi maksatların duada esas alınmaması gerektiğini vurgular. (24. Mektup, 1. Zeyl) Duanın dünyevi fayda ve maksatlarının duaya vakit olduğunu, duanın tam karşılığının âhirette verileceğini ifade eder: “Dua bir ibadettir. İbadetin semeresi âhirette görülür. Dünyevî maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, dua ibadeti için birer vakittirler. duaların semeresi değillerdir.” Bediüzzaman’a göre, “Zâlimlerin tasallutu ve belâların nüzulü, bazı hususî dualara vakittir. Bu vakitler bâki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır.” Duanın dünyevi maksatları ise duaların neticesi değil, mukaddimesidir. (Külliyat, Mesnevî-i Nuriye, II, 1359)
Bediüzzaman Hazretleri, yağmur dualarının bazen kabul edilmemesinin hikmetini izah ederken “Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir. İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlâhîdir, faydası uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.” der. (Külliyat, Emirdağ Lâhikası, II, 1688)
Acze Karşı İstinat Noktası Duadır
İnsan, fıtraten zayıf ve âcizdir. İnsanın zayıflığına birçok yazar dikkat çekmiştir. Fransızların ünlü yazarlarından Montaigne, “Ne kadar bilge olmak istesek de sonuçta insanız. İnsandan daha dayanıksız, daha sefil ve daha hiç ne var ki?” diyerek, insandaki zayıflık halinin fıtriliğini vurgular. (Sponville, s.183) İnsanın kendi güçsüzlüğünü ve zaafını bilmesi büyük bir erdemdir. Kibirlenme ise bilgisizlikten kaynaklanır. Kendini bilen, alçakgönüllü ve mütevazıdır. Yaratıcısına karşı kibirlenen insan ise ya O’nu bilmiyordur ya da kendini. (Sponville, s.184)
Bediüzzaman, insanın benlik ve iktidarının gerçekte yaratıcı hiçbir gücü bulunmadığını, her şeyin “acz, ihtiyaç, samimî istemek ve fiilî dua”ya dayandığını söyler. Ona göre dış âlemde tabiat fikri insanların sapmalarına nasıl sebebiyet veriyorsa iç âlemde de “ben/ene” duygusunun bütün sapmaların menşei olduğunu şöyle ifade eder: “Zaten ben, nasıl tabiatı icat itibarıyla inkâr ediyorum ve Risale-i Nur bunu kat’î ispat etmiş. Öyle de, beşeri gurura, enaniyete, firavunluğa sevk eden iktidarı da tabiat gibi inkâr ediyorum.” der. Konunun devamında, Kur’ân’ın feyzi ve Risale-i Nur’un delilleriyle evvelâ kendi nefsinde, sonra da herkesteki benlik ve iktidarın Cenâb- Hakk’ın icat, ihsan ve tevfikinin yalnızca bir perdesi olduklarını aynelyakîn gibi kesin olarak bildiğini söyler. (a.g.e., Emirdağ Lâhikası, II, 1874) Böylece insan tabiatında asıl olanın acz ve zaaf olduğunu belirten Bediüzzaman, “Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır.” (a.g.e., Mesnevî-i Nuriye, II, 1320) diyerek, dua ve yakarışın kaynağının da bu sürekli ve değişmez acz hali olduğunu vurgular.
İnsandaki bu zayıflık hali Yaratıcı’nın karşısında hissedildiğinde bir mânâ ifade eder. Aksi halde ümitsizlik, ye’s ve kederin kaynağıdır. Bu sebeple acz, başkalarına halini şikâyete değil duaya vesile olmalıdır. Bu takdirde acz, büyük bir güç olur. Bediüzzaman, insanın acz ve zayıflığındaki bu gücü anlatmak için nazlı bir çocuk örneğini verir. Çocuğun “zaafında büyük bir kuvvet, aczinde büyük bir kudret vardır. Eğer zaafını anlayıp dua etse, aczini bilip istimdat etse, metalibine öyle muvaffak olur ve makasıdı ona öyle musahhar olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle, aşr-ı mişarına (yüzde birine) muvaffak olamaz.” Çocuk ağladığı zaman istediği kendisine hemen verilir. Kendisinden çok daha kuvvetli anne-babası ise çocuk ağladığı zaman âdeta onun emrine girerler. Çocuk, kendi kuvvetiyle elde edemeyeceği birçok şeyi ağlamasıyla kolaylıkla elde eder. “Demek ki, saltanat-ı insaniyet, celp ve gasp etmekle ve galip olmakla değildir. Belki insana bu derece musahhariyetin sebebi, şefkat ve rahmet ve hikmet-i Hâlık’tır ki, eşyayı insana musahhar etmiş. Bir gözsüz akrep ve bir ayaksız yılan gibi haşerata mağlup olan insana, bir kurttan ipeği giydiren ve bir böcekten balı yediren, zaafının semeresi olan teshir-i rabbânîdir. Yoksa netice-i iktidarı değildir.” (Külliyat, Mesnevî-i Nuriye, II, 1386)
Bediüzzaman, 23. Söz’ün Birinci Mebhası’nda duanın insana kazandırdığı kuvveti açıklarken, “İnsan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra duadır.” der. Dua ise ubûdiyetin esasıdır. Nasıl ki bir çocuk, eli yetişmediği meramını ya da arzusunu elde etmek için acz lisanıyla ya ağlayarak fiilî ya da isteyerek kavlî bir dua etse maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîm’in dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmesi gerekir ki fıtratındaki eksiklikleri kuvvete çevirebilsin.
Acz ve zaaf, Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının tecelli etmelerine sebep oldukları için insanı güçlü kılar ve insanın sürekli ibadet halinde olmasını temin eder: “Cenâb-ı Hak insana hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir zaaf vermiş, tâ ki daimî bir surette dergâh-ı ilâhiyeye iltica edip niyaz etsin, dua etsin.” (25. Lem’a, 12. Deva) İnsanın fıtratındaki acz ve fakr, O’nun rahmet hazinelerine açılan iki küçük pencere gibidirler. Bu pencereler vasıtasıyla Hak Teâla’nın isim ve sıfatlarının insan üzerinde tecelli edişi hakkında Bediüzzaman, “Gecede zulümat nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ, pek çok evsâf-ı ilâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor.” der. (33. Söz, 31. Pencere)
Acz ve zaaf, duanın makbul ve tesirli olması için en önemli vesilelerdir. Bu sebeple hastaların, elden ayaktan düşmüş ihtiyarların ve çaresizlerin dualarının makbul olduğu bildirilmiştir. Oruçlunun duasının kabul edilmesinin bir sebebi de oruç esnasında açlığın getirdiği acz ve zaaftır. Bediüzzaman Hazretleri, “Bu Ramazan-ı Şerifte acz ve zaafı ve fakr ve ihtiyacı tam hissedip Cenâb-ı Hakk’a iltica etmek, bu surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerif’te şimdi okuduğum münâcâtların okunmasına bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zaten musibetler, dergâh-ı ilâhîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve duada ve münâcâtta şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor.” diyerek Ramazan’da yapılan duaların kabul edilmesinin sebebini izah eder. İçinde yaşadıkları ortamda mânâsını tam hissederek tesbih ve zikirleri yaptıkları için sahabe-i kiram efendilerimizin ibadet ve dualarına yetişilemediğini ifade eder. (Külliyat, Barla Lâhikası, II, 1525)
Fakra Karşı İstimdat Noktası Duadır
İnsanın birçok şeye ihtiyacı vardır. İhtiyaçlar insanın hayallerinin ulaştığı yere kadar uzanır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “İnsan, mahiyetinin câmiiyeti itibarıyla, sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâsından müteellim oluyor. Ve nasıl ki hurdebinî bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de, hadsiz ebedî Cennet’i dahi müştakane sever.” Kâinatla bu derece alâkalı olan insanın “Mâbudu, Rabbi, melcei, halâskârı, maksudu öyle bir Zât olabilir ki, umum kâinat O’nun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyârat dahi taht-ı emrindedir.” Müminler için makbul bir dua olduğu hadis-i şerifte bildirilen (Taberânî, II, 838) Hazret-i Yunus’un (aleyhisselâm), balığın karnında yaptığı, “(Sonra karanlıklar içinde şöyle yakarmıştı:) Ya Rabbî! Sensin yegâne İlâh, Senden başka yoktur ilâh. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ sûresi, 21/87) dua ve münâcâtı, sebeplerin sukût ettiği yerde, onları da yaratan Cenâb-ı Hakk’a hâlis teveccühten dolayı kabul görmüştür. O halde biz de “aynelyakin anlamalıyız ki, gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-yı nefsin zararlarını def edecek yalnız o Zât olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlık-ı Semâvat ve Arz’dan başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi bilecek. Ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından kurtaracak -hâşâ- Zât-ı Vâcibü’l-Vücud’dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette, O’nun izin ve iradesi olmadan imdat edemez ve halâskâr olamaz.” (1. Lem’a)
İnsanın ihtiyaçlarını yalnızca Cenâb-ı Allah karşılayabileceği gibi, elem ve kederlerini da yine O giderir. Zira insan ruhu, “Hadsiz hâcâta müptelâ, nihayetsiz âdânın hücumuna hedeftir.” Allah’a iman, ona “bütün hâcâtını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını açar ve bütün âdâsının şerrinden emin edecek bir Kudret-i Mutlaka’nın sahibi olan kendi Mâbudunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, mâliki kim olduğunu irâe eder.” Böylece insan ruhu kuvvetli bir dayanak ve medet isteme mercii bularak “kalbi, vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtularak”, bitip tükenmeyen bir ferah ve sürekli bir sevinç kazanır. (20. Mektup, 1. Makam) İnsanın bütün ihtiyaçlarını karşılayıp onu sürekli mutlu edebilecek yalnızca Allah Teâlâ’dır. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah’tan kusurlarınızı örtmesini, korkularınızdan emin kılmasını isteyin.” (Taberânî, II, 787) buyurmuştur. Bu sebeple Bediüzzaman tam bir teslimiyet içinde şöyle seslenir: “Hiçbir şeyi dualarıma, taleplerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kadir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâl’e dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, her şeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır. Ve keza, kalbime vâki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kâdir olan Zât-ı Akdes’den başka kimseye ibadet etmiyorum.” (Külliyat, Mesnevî-i Nuriye, II, 1322)
Acz ve fakrın duanın iki önemli esası olduğunu sürekli vurgulayan Bediüzzaman Hazretleri, “Ey Said! Gurur ve enaniyeti bırak. Dergâh-ı ulûhiyetinde, acz ve zaafını, fakr ve fâkatını istimdat ve lisan-ı tazarru ve ubûdiyetle ve duayla ilân et.” (a.g.e., 1386) diyerek, duada acz ve fakrın kulluk şuurunun yerleşmesinde ne derece önemli olduğuna dikkat çekmiş ve dualarında şöyle yakarmıştır: “Yâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetim, hâcetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem, fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re’sülmâlim, emellerimdir. Şefîim, Habîbin (aleyhissalâtü vesselâm) ve rahmetindir. Affeyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! Âmin.” (a.g.e., II, 1320)
Sonuç
Yalnızlık, çaresizlik, sıkıntı, ümitsizlik ve gelecek korkusu gibi çağımız insanının problemlerinin aşılması insan fıtratının tanınmasıyla mümkündür. Yaratılışın tesadüflere havale edilmesi, insanın başıboş ve gayesiz tasavvur edilmesi sonucunda ortaya çıkan psikolojik ve vicdani problemleri aşmanın yegâne yolu insanın tanınmasıdır. Dahilerin, dünya nimetlerinden en üst seviyede istifade eden mal ve makam sahiplerinin iç sıkıntıları ve buhranlarını aşamadıkları, hatta bu kabîl problemlerle en fazla onların karşılaştığı müşahede edilmektedir. Halbuki insanın Cenâb-ı Hakk’a kul olduğunu kabul ederek, tam bir iman ile O’na teslim olması durumunda geçmiş, şimdi ve gelecek anlam kazanmakta ve aydınlanmaktadır. Bunun sonucunda gelecek endişesi ve şimdiki halin sıkıntılarından kurtulan insan, tam bir hürriyet kazanarak hayatın anlamını idrak etmesi mümkün olmaktadır.
Hak Teâlâ’ya teslimiyetin ve kulluğun en halis şekillerinden birisi duadır. Dua, sebeplerin bitip de insanın çaresiz kaldığı durumlarda bile her şeyi Allah’tan bekleme ve O’na sığınma duygusuyla insanı çaresizlikten kurtarmakta, ona önünde daima açık bir kapı bulunduğunu hatırlatmaktadır. Mevlanâ Câmi’nin, “Bir’i iste, başkaları istenmeye değmiyor; Bir’i çağır başkaları imdada gelmiyor.” (17. Söz, 2. Makam) sözleriyle ifade ettiği her duayı duyan, her ihtiyaca cevap veren bir Rabb-i Rahimimiz bulunduğu gerçeğine inanmak, her dönemde insan oğlunun en büyük dayanağı ve ümit kaynağıdır.
Ubûdiyetin her an hissedilmesi ve hayatın kulluk şuuruyla tanzim edilmesi, böylece hayatın anlam kazanması ancak dua ile mümkündür. İnsan, kendi fıtratını ve hayatın anlamını pratik olarak yalnızca dua ile keşfedebilir. Nitekim ünlü hekim Alexis Carrel, “Dua ortamında insan kendini olduğu gibi görür, kendine gelir. Hırsını, hatalarını, eğri düşüncelerini, kibir ve gururunu belirleyerek ahlâkî görevlerini yerine getirmeye hazır bir duruma ulaşır.” (s. 45) diyerek duanın ahlâkın güzelleştirilmesindeki önemini vurgulamıştır. Ahlâk, dua ile tekâmül eder. Bediüzzaman bu hususu, “Dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.” (26. Söz, 2. Mebhas) ifadeleriyle belirtir. İnsanın cüz’î iradesinin yaratıcılık gücü yoktur. Matüridîlere göre insan iradesi yalnızca hayra ya da şerre meyledebilir. İnsanın hayra meyletmesinde duanın ciddî tesiri vardır. Bu meyelanın ortaya çıkmasında da Cenâb-ı Hakk’ın irade ve kudretinin aslî rolü çok önemlidir.
Bediüzzaman Hazretleri, dua ve ibadetlerin yerine getirilmesinde aşk yerine acz ve fakrı hareket noktası almıştır. Zira o, Cenâb-ı Hakk’a olan ihtiyaçların hissedilmesinin insanı kademe kademe Hak Teâlâ’nın esma ve sıfatlarına ulaştıracağını, acz ve fakrın şuurunda olarak yapılan dua ve ibadetlerin aşkı da içine alan bir yol olduğunu vurgulamıştır. “İnsanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler envâ-ı hâcât ile bin bir esmâ-i ilâhiyeye, her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır.” sözleriyle bu gerçeği ifade eder. Yani ihtiyaçlar insanı iştiyaka, katmerli iştiyak muhabbete, katmerli muhabbet ise aşka götürür. O, bu gerçeği bir başka yerde şöyle açıklar: “Bazen insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacât noktasında esmâya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever. Meselâ, sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlûkata karşı âcizâne istimdat ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zâtın “in’âm edici” unvanı ve “kerîm” ismi ne kadar senin hoşuna gider; ne kadar o zâtı o ünvanla seversin. Öyle de, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ve Rahîm isimlerini düşün ki, sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mümin âbâ ve ecdadını ve akraba ve ahbabını dünyada nimetlerin envâıyla ve Cennet’te envâ-ı lezâizle ve saadet-i ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mesut ettiği cihette o Rahmân ismi ve Rahîm ünvanı ne kadar sevilmeye lâyıktırlar; ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin.” (32. Söz, 3. Mevkıf, 2. Mebhas)
Bediüzzaman Hazretleri’nin 32. Söz’ün sonundaki şu münâcâtı onun dua konusundaki fikirlerinin özeti gibidir:
“Yâ Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zâtın sarayca menus sadâsıyla çalar, tâ ona açılsın. Öyle de, bîçare ben dahi, Senin dergâh-ı rahmetini, mahbup abdin olan Üveys el-Karânî’nin nidâsıyla ve münâcâtıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç:
إِلٰـهِـي أَنْـتَ رَبِّـي وَأَنَـا الْعَبْدُ وَأَنْتَ الْخالِقُ وَأَنَا الْمَخْلُوقُ
وَأَنْتَ الرَّزَّاقُ وَأَنَا الْمَرْزُوقُ وَأَنْتَ الْمَالِكُ وَأَنَا الْمَمْلُوكُ
وَأَنْتَ الْعَزِيـزُ وَأَنَـا الـذَّلِـيـلُ وَأَنْـتَ الْـغَـنِـيُّ وَأَنَـا الْفَقِيرُ
“Allahım! Sen benim Rabbimsin, ben ise Senin kulun! Yaratan Sensin, yaratılan benim. Rızık veren Sensin, rızıklandırılan benim. Mülk sahibi Sensin, kul ve köle benim. Aziz Sensin, zelil benim. Zengin Sensin, fakir benim. (Mecmûatü’l-Ahzâb, Evrâd-ı Şâzelî, s.323-324)
Kaynaklar
– Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, I-II, Nesil yayınları, İstanbul 2001.
– Carrel, Alexis, Dua, (çev. Ali Erçetin), İstanbul 1999.
– Gülen, M. Fethullah, “Dua”, Işığın Göründüğü Ufuk’un içinde, s. 251-257, İstanbul 2000.
– Gülen, Kırık Testi, İstanbul 2002.
– Gülen, “Dua Zamanı”, Örnekleri Kendinden Bir Hareket’in içinde, s. 132-155, İstanbul 2004.
– Gümüşhanevî, Ahmed Ziyaüddîn, Mecmûatü’l-Ahzâb, Evrâd-ı Şâzelî cildi.
– Huxley, Aldous, Kalıcı Felsefe, (çev. Latif Boyacı), İstanbul 2003.
– Sponville, Andre Comte, Büyük Erdemler Risalesi, (çev. Işık Ergüden), İstanbul 2004.
– Taberânî, Kitâbu’d-Dua, I-III, Beyrut 1987.