Rabbin Hükmü: Yalnız Allah'a Kulluk ve Anne-Babaya İyilik
Bir kimsenin, “Falancaya öf deme!” sözü, onu az ya da çok olsun, dokunabilecek her türlü eziyetten korumak için getirilmiş olan bir darb-ı meseldir.
En Önemli Görevler
وَقَضٰى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُوا اِلَّا اِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَرٖيمًا ۞ وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانٖى صَغٖيرًا ۞ رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا فٖى نُفُوسِكُمْ اِنْ تَكُونُوا صَالِحٖينَ فَاِنَّهُ كَانَ لِلْاَوَّابٖينَ غَفُورًا
“Rabbin, ‘Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya iyi muamele edin’ diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa ererse onlara ‘öf!’ (bile) deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel söz söyle. Onlara acıyarak tevazu kanadını indir ve ‘Ya Rabbi, onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, sen de onlara merhamet eyle’ de! Rabbiniz sizin içlerinizdekini en iyi bilendir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, şüphesiz ki, Allah da daima kendine dönenleri cidden bağışlayıcıdır.” (İsra sûresi, 17/23-25)
Bil ki Allah Teâlâ, bir önceki ayette, iman hususunda en büyük rükün olan şeyi zikredince, bunun peşinden de imanın alâmetlerinden olan şeyi ve onun şartlarını zikretmiştir ki bunlar birkaç çeşittir:
Allah’ı Bir Tanıma
Birinci Çeşit: İnsanın, Allah’a ibâdetle meşgul olması ve Allah’tan başkasına ibadetten alabildiğince sakınması ki, işte Cenâb-ı Hakk’ın, وَقَضٰى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُوا اِلَّا اِيَّاهُ “Rabbin, ‘Kendinden başkasına kulluk etmeyin...’ diye hükmetti” ayetinden murad edilen de budur. Bu hususta iki bahis vardır:
Kıraat Konusunda Hassasiyet
Birinci Bahis: Kadâ kelimesinin manası, neshi kabul etmeyen kesin ve katî hüküm demektir. Bunun delili şudur. Bizden birisi, bir başkasına bir şey emrettiğinde, “O ona hükmetti” denilemez. Ama ona kesin bir emirle emredip, bunu ona katî olarak hükmettiğinde, işte o zaman “Kadâ aleyhi” (ona hükmetti) denilir. Kadâ kelimesi, aslında Arapçada, bir şeyi tamamlamak ve bitirmek manasıyla alâkalıdır. Meymûn ibn Mehrân, İbn Abbas’ın bu ayet hakkında şöyle dediğini rivayet etmiştir:
وَ وَصَّى رَبُّكَ “Aslında bu ifade “Rabbin tavsiye etti...” şeklindeydi; derken iki vâv’dan birisi sâd ile birleşti de, وَقَضٰى رَبُّكَ şeklinde okundu. (O sözüne devamla şöyle dedi): Bu iş şayet, Allah’ın kaza ve hükmüne dayansaydı, hiç kimse asla Allah’a isyan edemezdi. Çünkü Allah’ın kazasının aksinin meydana gelmesi imkânsızdır.” Bunu İbn Abbas’tan, Dahhâk ve Saîd ibn Cübeyr de rivayet etmiştir ki, bu aynı zamanda İbn Mes’ûd ve Hz. Ali’nin de kıraatidir.
Bil ki bu, doğruluktan çok uzaktır; çünkü bu, Kur’ân’a tahrif ve tağyir arız olması kapısını açar. Eğer biz bunu caiz görürsek, Kur’ân’a güven diye bir şey kalmaz ve bu, Kur’ân’ı hüccet olmaktan çıkarır ki, bunun, din hususunda büyük bir yaralama olduğunda şüphe yoktur.
İkinci Bahis: Biz bu ayetin, Allah’a ibadet etmenin farz olduğuna ve Allah’tan başkasına kulluktan men ettiğine delâlet ettiğini söylüyoruz ki, bu doğrudur. Çünkü ibâdet, sonsuz tazimi içeren bir sözdür. Sonsuz tazim ise, ancak, kendisinden sonsuz nimetlerin sudur ettiği kimseye uygun düşer. Sonsuz nimetler vermek ise, mahlukatı var etmek, onlara hayat, kudret, şehvet ve akıl vermekten ibarettir. Bütün bunları verenin ise, başkası değil, Allah Teâlâ olduğu delillerle sabittir. Bütün nimetleri veren başkası değil de Allah olunca, ibadete müstahak olan da, hiç şüphesiz başkası değil, Allah olmuş olur. Böylece, aklî delil ile de, Cenâb-ı Hakk’ın, “Rabbin. ‘Kendinden başkasına kulluk etmeyin...’ diye hükmetti” buyruğunun yerinde olduğu kesinleşir.
Ana-Baba Hakkı
Cenâb-ı Hak, “...Ana ve babaya iyi muamele edin! diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa eterlerse, onlara “öf!” (bile) deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel söz söyle. Onlara acıyarak tevazu kanadını indir ve, ‘Yâ Rabbî, onlar beni çocukken nastl terbiye ettilerse, sen de onlara merhamet eyle’ de! Rabbiniz sizin içlerinizdekini en iyi bilendir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, şüphesiz ki, Allah da daima kendine dönenleri cidden bağışlayıcıdır” buyurmuştur.
Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır.
Birinci Mesele: Sıralamadaki Hikmet
Bil ki Allah Teâlâ, önce kendisine ibadet etmeyi emretmiş, peşinden de ana-babaya itaati emretmiştir. Kendisine ibadet etmeyi emretmesiyle ana-babaya itaati emretmesi arasındaki münasebeti birkaç yönden izah edebiliriz:
Birinci Vecih: İnsanın var olmasının gerçek sebebi, Allah Teâlâ’nın onu yaratıp var etmesidir. Var oluşunun zahirî sebebi ise, onun anne-babasıdır. Böylece Cenâb-ı Hak, ilk önce pekçok sebebe tazim edilip saygı duyulmasını, bunun peşinden de zahirî sebebe tazim edilmesini emretmiştir.
İkinci Vecih: Mevcûd, var olan, ya kadîmdir, ya da muhdes. Binâenaleyh, insanın, kadîm ilâh ile olan muamelesinin tazîm ve kulluk ile; muhdes ile olan muamelesinin de, ona karşı şefkatini ortaya koyarak tezahür etmesi gerekir ki, Hz. Peygamber (s.a.s)’in,
اَلتَّعْظِيمُ لِاَمْرِ اللهِ وَ الشَّفَقَةُ عَلَى خَلْقِ اللهِ “Allah’ın emrine saygı duymak, mahlûkata karşı da şefkat göstermek” şeklindeki hadisinden kastedilen de budur. Kendilerine en fazla şefkat duyulması gereken mahluk ise, ana-babadır. Çünkü onların, o insana karşı in’âm ve lütufları son derece fazladır. O halde, “Rabbin, ‘Kendinden başkasına kulluk etmeyin...’ diye hükmetti” buyruğu, Allah’ın emrine itaat edip tazîm göstermeye; “Ana ve babaya iyi muamele edin” buyruğu da, Allah’ın mahlûkatına şefkatli davranmaya bir işarettir.
Ebeveynin Evlat Üzerindeki Hakkı
Üçüncü Vecih: Nimet verene şükretmekle meşgul olmak vâcibtir. Gerçek nimet veren ise Allah Teâlâ’dır. İnsanlardan birisi de sana in’âmda bulunmuş olabilir. O halde ona da teşekkürde bulunmak gereklidir. Çünkü Hz. Peygamber,
مَنْ لَمْ يَشْكُرِ النَّاسَ لَمْ يَشْكُرِ اللهَ “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez”[1] buyurmuştur. Halbuki insan üzerinde, ana-babanınki kadar hiç kimsenin bir nimet ve iyiliği bulunmamaktadır. Bunu da birkaç bakımdan izah edebiliriz:
1) Çocuk, ana-babanın bir parçasıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)
فَاطِمَةُ بِضْعَةٌ مِنِّى “Fatıma benden bir parçadır”[2] buyurmuştur.
2) Ana-baba çocuğuna, alabildiğince şefkat duyar ve onların, çocuklarına her türlü iyiliği yapmadaki çaba ve gayretleri tabii bir haldir. Yine onların, çocuklarına herhangi bir zarar vermekten kaçınmaları da tabii bir haldir. Binâenaleyh, her ne zaman, ona hayır ulaştırmaya vesile olan sebepler çok ve bol; engeller de o nispette bertaraf edilmiş olursa, hiç şüphesiz, o çocuğa sayısız iyi ve güzel şeyler ulaşmış olur. Dolayısıyla, ana babanın, çocukları üzerindeki lütuf ve ihsanlarının, insanlardan başkasına ulaşan nimetlerden çok çok fazla olması gerekir.
3) İnsan, son derece zayıf ve son derece aciz olduğu o çocukluk devresinde, ana-babanın in’am ve iyilikleriyle kuşatılmıştır. Binâenaleyh o vakitte, ana-babanın muhtelif nimet ve lütufları o çocuğa ulaşmıştır. Yine, o çocuğun o vakitteki acıma duygusu ana-babaya ulaşmakta, vasıl olmaktadır. Binâenaleyh, bu tarz üzere yapılan lütuf, in’âm ve ihsanın değerinin çok büyük olacağı malûmdur.
4) Bir kimsenin bir başkasına yapacağı iyilik, bazan, o kimseden göreceği iyilik münasebetiyle olabilir. Bu maksada, bazan başka gayeler de karışabilir. Halbuki çocuğa iyilik yapmak, sadece bu maksattan dolayı (o da bana baksın diye...) olmaz. Binaenaleyh, bu hususta yapılan iyilik (karşılık gözetilmeksizin yapıldığı için), daha tam ve daha mükemmel olur. Böylece, hiç kimsenin, insan üzerinde, ana-babası kadar hakkının, nimetinin ve iyiliklerinin bulunmadığı kesinlik kazanmış olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak sözüne, yaratanın nimetine şükretmeyi emretmekle başlamıştır ki, bu O’nun, “Rabbin, ‘Kendinden başkasına kulluk etmeyin...’ diye hükmetti” buyruğudur. Daha sonra bunun peşinden de, ana-babanın iyiliklerine teşekkürde bulunmayı getirmiştir ki, bu da O’nun, “Ana ve babaya iyi muamele edin” ayetidir. Bunun sebebi, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, yaratan ilâhın in’âm ve lütfundan sonra, nimetlerin en büyüğünün, ana-babanın yaptığı iyilikler olmasıdır.
Dünyaya Gelme Önemli midir?
İmdi, eğer denilirse ki, “Ana-baba, ancak kendi şehevî-nefsî hazlarını tatmin etmek için bunu yapmışlar ve arzulamışlardır. Bunun neticesi olarak da, çocuk bu dünyaya gelmiş ve böylece, korkular ve âfetler âleminde var olmuş olur. Binâenaleyh, ana-babanın çocuğu üzerinde hangi in’âm ve lütfu vardır ki?!”Anlatıldığına göre, hikmetle (nüktedanlığı ile) meşhur olan birisi, babasını dövüyor ve:
“Beni bu kevn-u fesad (oluş ve bozulma) âlemine getiren; beni ölüme, fakirliğe, körlüğe ve kötürümlüğe maruz kılan budur” diyordu!
Ebu’l-Alâ el-Ma’arrî’ye;
“Kabrinin üzerine ne yazalım?” diye sorulduğunda o,
“Onun üzerine şunu yazın:
هَذَا مَا جَنَاهُ اَبِى عَلَىَّ وَ مَا جَنَيْتُ عَلَى اَحَدٍ “Bu, babamın benim aleyhimde irtikâb ettiği cinayettir! Fakat ben, o cinayeti hiç kimse hakkında işlemedim.”
Yine o, evlenmeme ve çoluk-çocuğu terk etme hususunda da şöyle demiştir:
وَ تَرَكْتُ اَوْلَادِى وَ هُمْ فِى نِعْمَةِ الْعَدَمِ الَّتِى سَبَقَتْ نَعِيمَ الْعَاجِلِ
وَ لَوْ اَنَّهُمْ وُلِدُوا لَعَانَوْا شِدَّةً تَرْمِى بِهِمْ فِى مُوبِقَاتِ الْآجِلِ
“Çocuklarımı ben, bu geçici dünyanın nimetinden önce bulunan “yokluk (el-ademu)” nimeti içinde oldukları halde bırakıverdim. Şayet onlar doğsalardı, onları gelecek (ahiret) hayatının helak edici sıkıntıları içine atacak olan nice meşakkatlere katlanmak zorunda kalacaklardı?
İskender’e şöyle sorulmuştu:
“Hocanın mı senin üzerindeki iyiliği büyüktür, yoksa babanınki mi?” Bunun üzerine o:
“Hocamın iyiliği daha büyüktür. Çünkü hocam, beni okutup yetiştirirken, çeşitli sıkıntı ve zorluklara katlanmıştır; beni ilmin nurlu diyarlarında dolaştırmıştır. Babama gelince o, cima lezzetini duymayı arzulamış ve bu sebeple de beni, çeşitli kevn-ü fesad alemine getirmiştir” demiştir.
“Babaların en hayırlısı seni yetiştirendir” ifadesi, yaygın olan ve herkesçe bilinen cümlelerdendir.”
Evet, işte böyle denilecek olursa buna şu şekilde cevap veririz:
Farzedelim ki onlar, işin başında cima lezzetini arzulamışlardır. Ancak ne var ki, çocuklarının varlık âlemine girmesinden itibaren ileri yaşlara ulaşıncaya kadar, onların her türlü hayrı o çocuklarına ulaştırıp her türlü belâyı da onlardan savuşturma hususunda gösterdikleri itina ve gayretleri, tahayyül edilebilecek her türlü hayır ve iyiliklerden daha büyük değil midir? Böylece bu şüpheler sakıt olmuş oldu. Allah en iyisini bilendir.
İkinci Mesele: Ebeveyne İhsan Emri
Cenâb-ı Hak,
وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا “Ana ve babaya iyi muamele edin” buyurmuştur. Dilciler şöyle demişlerdir:
Ayetin takdirî manası, (اَنْ تُحْسِنُوا) “Senin Rabbin Allah’tan başkasına ibadet etmemenize ve ana-babanıza da iyilikte bulunmanıza hükmetti” şeklindedir. Veyahut da, ayetin takdirinin şöyle olduğu söylenebilir:
“Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenize hükmetti. Ana-babanıza da iyilik edin (وَ اَحْسِنُوا).
Keşşaf sahibi şöyle der: “ بِالْوَالِدَيْنِ kelimesinin başındaki bâ harf-i cerri’nin ihsânen lafzına taalluk etmesi caiz değildir. Çünkü, masdarın mef’ûlü, kendisinden önce bulunamaz.” Keşşaf, masdarın mefûlünün kendisinden önce bulunmasının caiz olmayacağına dair delil de zıkretmemiştir.
Vahidî ise, el-Basît adlı eserinde şöyle der:
“Bu kelimenin başındaki bâ harf-i cerri, kendisinden sonra gelen “ihsanen” lafzına taalluk eder, ama ondan önce gelmiştir. Bu, senin tıpkı, “Bi Zeydin femrur” (Zeyd’e uğra) demen gibidir,” Ben derim ki: Vahidî’nin getirdiği bu misal, uygun değildir. Çünkü istenen, masdarın mefûlünün kendisinden önce bulunup bulunmadığıdır. Halbuki bahsedilen misâl böyle değildir.
Üçüncü Mesele
Kaffâl şöyle der:
اَحْسَنَ fiili, bazan bâ, bazan da ilâ harf-i cerriyle müteaddî olur. اَسَاءَ de böyledir. Nitekim Arapçada, “Ahsentu bihî, ileyhi; Ese’tu bihî, ileyhi” (Ona iyilik yaptım; ona kötü davrandım) denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, وَقَدْ اَحْسَنَ بٖى (Yusuf: 12/100) buyurmuştur. Şair de,
أَسِيئِى بِنَا اَوْ اَحْسِنِى لَا مَلُومَةَ لَدَيْنَا وَ لَا مَقْلِيَّةَ اِنْ تَقَلَّتِ
“Ey sevgili, bize ister kötü davran isterse iyi. Sevgili darılıp gücense bile, bizde ne gücenme var, ne de darılma” demiştir.
Gayeyi Gerçekleştiren Lafzî Unsurlar
Ben derim ki: Ayetin lafzı, her biri ebeveyne alabildiğince iyilik etmeyi gerektiren pek çok kaydı kapsamaktadır:
- Allah Teâlâ önceki ayette, “Kim de mü’min olarak âhireti diler, onun için bir gayretle çalışırsa, işte onların çalışmaları makbul olur”[3] buyurmuş, bunun peşinden de, sayesinde, ahiret mutluluklarının elde edileceği amelleri kapsayan bu ayeti getirmiş, ana-babaya İtaat edip iyilikte bulunmayı da bu amellerden birisi olarak zikretmiştir ki, işte bu zikrediş, bu tâatin (ana-babaya itaatin), âhiret mutluluklarını kazandıran temel ve aslî taatlerden olduğuna delâlet eder.
- Allah Teâlâ önce tevhidi; ikinci olarak, kendisine itaati; üçüncü olarak da ana-babaya itaati emretmiştir ki, bu, ana-babaya itaatin ne denli büyük ve önemli olduğu hususunda yüce bir mertebe ve ileri bir ifadedir.
- Allahu Teâlâ, وَ اِحْسَانًا بِالْوَالِدَيْنِ dememiş, tam aksine وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًا buyurmuştur. Binâenaleyh, “ana-baba” ifadesinin önce zikredilmesi, onlara alabildiğince itinâ göstermek gerektiğine delâlet eder.
- Cenâb-ı Hak, nekire olarak اِحْسَانًا buyurmuştur. Bir şeyi nekire, belirsiz getirmek, o şeyin yüceliğine (tefhîm ve tazîm) delâlet eder. Buna göre ayetin manası. “Rabbin, ana-babanıza, büyük ve mükemmel bir şekilde iyilikte bulunmanızı emretti” şeklinde olur. Bu böyledir; zira, onların sana karşı olan lütuf ve iyilikleri, hadsiz bir dereceye varınca, senin de onlara yapacak olduğun lütuf ve ihsanının bu şekilde olması gerekir. Sonra, her ne olursa olsun, bu iyilikte bir denklik de bulunamaz. Çünkü onların sana olan iyilik ve lütufları, herhangi bir maksat ve gaye gözetilmeksizin yapılmıştır. Meşhur olan bir darb-ı meselde şöyle denilmektedir:
“İyiliği ilk başlatanın iyiliğine denk olan bir iyilik yapılamaz.”
İmma Lafzı Hakkında
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلَاهُمَا “Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa ererlerse...” buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
Birinci Mesele
“İmmâ”, in ile mâ lafızlarından meydana gelmiştir.Hem “in”, hem de “mâ” lafızları şart edatıdır. Meselâ, ma’nın şart edatı olduğunun misali Cenâb-ı Hakk’ın مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ (Bakara sûresi, 2/106) ayetidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak bu kelimede iki şart edatını bir arada getirip zikredince, bu, şart manasını tekidi ifâde etmiştir. Ancak ne var ki, fiilin sonuna şeddeli tekîd nûnu geldiği için, cezm alâmeti gözükmemiştir. Çünkü, muzari fiilin sonuna tekîd nûnu bitiştiğinde, fiil mebnî olur. Ben derim ki: Bir kimse şöyle diyebilir:
“Tekîd nûnu, ancak, bahsedilen hükmün en kuvvetli bir biçimde tekîd, takrir ve isbat edilmesinin gerektiği yere uygun düşmektedir. Ancak ne var ki böyle bir tekîd buraya pek uygun düşmez. Çünkü birisi, “şu şey, ya şöyledir veya böyledir” dediğinde, bundan kastedilen, o hükmün bahsedilen o iki şey arasında dönüp dolaşmasıdır (ya odur, ya budur). Halbuki, takrir ve tekid, böyle bir duruma uygun düşmez. O halde nasıl olur da, immâ ile tekid nûnunu bir arada zikretmek uygun düşebilir?”
Buna şu şekilde cevap verilebilir:
Bununla, “Bu tekîd edilen hüküm, ya tahakküm eder, veya tahakkuk etmez” manası kastedilmiştir. Allah en iyisini bilendir.
İkinci Mesele: Ayetteki Kıraatler
Kıraat imamlarının ekserisi ayeti, اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلَاهُمَا şeklinde okumuşlardır. Bu okuyuşa göre, يَبْلُغَنَّ fiil, اَحَدُهُمَا onun faili de, اَوْ كِلَاهُمَا kelimesi de, اَحَدُهُمَا kelimesine atfedilmiş olur. Bu, senin tıpkı “Darabe Zeydun ev Amrun” (Zeyd veya Amr vurdu) demen gibidir. يَبْلُغَنَّ fiili كِلَاهُمَا kelimesine isnâd edilirse, bu da caiz olur. Çünkü fiil daha önce gelmiştir. Bu, senin tıpkı, “Kale raculün” (Bir adam dedi), “Kale reculâni iki adam dedi) ve “Kâleti’r-ricâlü” (Adamlar dedi) demen gibidir.
Hamza ve Kisâî يَبْلُغَانِّ (o ikisi ulaşırlarsa) şeklinde okumuşlardır. Bu okuyuşa göre, اَحَدُهُمَا kelimesi ana babaya râci olan يَبْلُغَانِّ fiilindeki fail elifinden bedel; كِلَاهُمَا lafzı da, ya fail veya bedel olarak, اَحَدُهُمَا kelimesine atıftır.
Buna göre şayet, اِمَّا يَبْلُغَانِّ كِلَاهُمَا şeklinde söylenmiş olsaydı, كِلَاهُمَا lafzı, bedel; değil, tekîd olurdu. O halde, ne diye siz onun bedel olduğunu iddia ettiniz?” denilirse, biz deriz ki:
Bu, tesniyeyi tekîd etmesi doğru olmayan bir şey üzerine atıftır. Binâenaleyh onun hükmüne tâbi olmuş olur. Böylece de onun gibi, bedel olması gerekir.
Buna göre eğer, “ehadühumâ” kelimesinin bedel; “kilahuma” kelimesinin de tekîd olduğu niçin söylenemesin? Böylece bu, tekîdi bedel olan kelimeye atfetme olmuş olur” denilirse, biz deriz ki:
Atıf, müşareketi, ortaklığı gerektirir. Binâenaleyh, onlardan birisini bedel kılıp, diğerini tekîd kabul etmek, aslolan kaidenin hilâfınadır. Allah en iyisini bilendir.
Üçüncü Mesele: Kilâ Lafzı Hakkında
Ebu’l-Heysem er-Razî, Ebu’l-Feth el-Mavsılî ve Ebû Ali el-Cürcanî şöyle demişlerdir:
“Kilâ lafzı tesniye anlamında müfred bir isim olup, bunun vezni fiil veznidir. Onun lame’l-fiili de, tıpkı, حَجِىَ (lâzım oldu, gerekli oldu), رَضِىَ (razı oldu, hoşnut oldu) fiilleri gibi illetlidir. Bu, işte bu kalıb üzere vaz’ olunmuş ve kendisiyle sadece tesniyelerin tekîd edildiği bir kelimedir. Bu, devamlı muzâf olarak kullanılır. Bunun, lafzan müfred oluşunun delili şudur: Bu kelime şayet tesniye olmuş olsaydı, nasb ve cerr halinde, yâ’nın kesresiyle, مَرَرْتُ بِكِلَىِ الرَّجُلَيْنِ (O İki adama uğradım) denilmesi gerekirdi. Bu, senin tıpkı, “Beyne yedeyi’r-reculi” (Adamın önünde), مِنْ ثُلُثَیِ الَّيْلِ “Gecenin üçte ikisinden...”[4] يَا صَاحِبَیِ السِّجْنِ (Yusuf, 41) ve طَرَفَیِ النَّهَارِ (gündüzün iki tarafında...)[5] demen gibidir. Durum böyle olmadığına göre, biz onun tesniye olmayıp, aksine, tıpkı كُلٌّ (küllün) lafzının, cemâat manasında vaz’ olunmuş müfred bir lafız olması gibi, bu da tesniyeye delâlet etmesi için vaz olunmuş müfred bir lafızdır. O halde sen, bu küllün lafzından haber verip onu mübtedâ tuttuğunda, tıpkı, müfred lafza haber getirir gibi haber getirirsin. Bu mesela, وَكُلُّهُمْ اٰتٖيهِ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ فَرْدًا “Onların her biri kıyamet günü O’na rek başına gelecektir.”[6] ayetinde olduğu gibidir. Aynen bunun gibi, kilâ kelimesini mübtedâ tuttuğunda, onun haberini, müfred mübtedâ lafzın haberi gibi getirir de; كِلَا اِخْوَتَكَ كَانَ قَائِمًا “kardeşlerinin ikisi de ayaktadır” dersin. Cenâb-ı Hak da, كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ اٰتَتْ اُكُلَهَا “Bu iki bağ da mahsûlünü vermiş”[7] buyurmuş, (Âtetâ) dememiştir. Allah en iyisini bilendir.
Dördüncü Mesele: Yaşlı Ebeveynin Hakları: “Öf!” Denilmemesi
Ayet-i kerimedeki يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلَاهُمَا ifadesinin manası, “Onlar, zayıflık ve acizlik çağına ulaşırlar da, böylece senin yanında, ömürlerinin nihayetinde, tıpkı dünyaya gelişlerinin başlangıcındaki gibi... olurlarsa...” demektir.
Bil ki Allah Tealâ, bu cümleyi zikredince, işte bu esnada insana, ana-babası hakkında şu beş şeyi teklif ederek, onu bunlardan sorumlu tutmuştur:
1) Cenâb-ı Hakk’ın, فَلَا تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ “Onlara ‘öf!’ deme...” buyruğunun ifade ettiği husustur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
Birinci Mesele: Üff Kelimesindeki Kıraatler
Zeccâc şöyle demektedir: “ اُفٍّ kelimesi, yedi şekilde okunmaktadır: Fâe’l-fiilinin kesresi, dammesi ve fethasıyla (üffin, effin, iffin...). Bütün bu üç kullanılışı da, tenvinli ve tenvinsiz olarak okursan, bu durumda bu, altı çeşit okuyuş eder. (Üffin-üffi; effin -effi ve iffin-iffi). Yedinci okuyuş şekli ise, yâ ile olmak üzere اُفِّى şeklindedir.”
Ahfeş şöyle der: “Sanki böylece bu sözü kendisine nisbet etmiş ve “Benim sözüm budur! Öf be!” demek istemiştir.”
İbnu’l-Enbarî, Zeccâc’ın söylediği şeylere ilâve olarak, bu lafzın ayrıca üç şekilde daha okunduğunu söylemiştir ki, bunlar, elifin kesresi ve fâ’nın fethasıyla “iffe”; elifin dammesi ve hâ getirilerek, “üffeh” ve elifin dammesi ve fâ’nın sükûnuyla, “üff”dür.
İkinci Mesele
İbn Kesir ve İbn Âmir, tenvinsiz olarak, fâ’nın fethasıyia, “üffe” şeklinde okurlarken, Nâfi ve Hafs, fâ’nın kesresi ve tenvin ile, “üffin” okumuşlardır. Diğer kıraat imamları da, fâ’nın kesresi ve tenvinsiz olarak “üffi” şeklinde okumuşlardır ki, bütün bunlar değişik kullanışlardır. Aynı ihtilaf, اُفٍّ لَكُمْ وَلِمَا تَعْبُدُونَ “Yuh size ve Allah’ı bırakıp taptıklarınıza!”[8] ve اُفٍّ لَكُمَا “Öf size...”[9] ayetlerindeki ifadede de söz konusudur. Ben derim ki, burada müşkil olan husus şudur: Biz, bu lafzın, on değişik şekilde kullanıldığını naklettiğimize göre, kıraat imamlarının bu lafzın okunuşu hususundaki kullanışlarının ekserisini bırakıp da, bunlardan pek azıyla yetinmiş olmalarının sebebi nedir?
Üçüncü Mesele: Üff Lafzının Anlamı
Alimler, bu lafzın tefsiri hususunda, şu izahları yapmışlardır:
- Ferrâ şöyle der: “Araplar, ‘Falanca, duyduğu kokudan dolayı öffenmeye, öf demeye başladı’ derler ki, bunun manası, “Öf, öf!...” dedi” demektir.”
- el-Esmaî şöyle der: “Uff” kelimesi, “kulak kiri”; “tuff” kelimesi de, “tırnak kiri” anlamına gelir. Bu kelimeler, bir şeyden tiksinildiği zaman söylenilir. Daha sonra bu kelime yaygınlaşarak, Araplar bunu, eziyyet duydukları her şey için kullanır oldular.”
- Bazıları, bu kelimenin manasının, “kıllet, azlık” olduğunu söylemişlerdir ki bu, Arapların, “az şey” anlamında kullandıkları “efîf” tabirlerinden alınmıştır. “Tuff” kelimesi de, “İtbâ” kabilinden kullanılır. Bu, Arapların tıpkı, “Şeytânun-leytânun; habîsun-nebîsun” (Şeytan-meytan; kötü-mötü, vb...) demeleri gibidir.
- Sa’leb, İbnu’l-A’rabî’den, bu kelimenin, can sıkıntısı anlamına geldiğini söylediğini rivayet etmiştir.
- Kudbi şöyle der: “Bu kelimenin aslı şudur: Senin üzerine toprak veya kül düştüğünde, sen onu izâle etmek için, ona üflersin. O üfleme esnasında meydana gelen ses, işte senin “üf, üf...” demendir. Daha sonra Araplar bu kelimenin kullanış sahasını genişleterek, bu kelimeyi, kendilerine gelen her kötü hal sırasında söylemeye başladılar.”
- Zeccâc bu kelimenin manasının, “kokmak, kokuşmak” olduğunu söylemiştir ki bu, Mücâhid’in görüşüdür. Çünkü Mücâhid, Cenâb-ı Hakk’ın فَلَا تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ hitabına “Onlar, sen horlarken, sen altına pislerken, senden tiksinmedikleri gibi, sende onlardan tiksinme” manasını vermiştir. Mücahid’den gelen bir başka rivayette de, onun bu ayete “Sen onlardan, hoşuna gitmeyecek bir koku duyduğunda, sen onlara “öf” deme!” manasını verdiği zikredilmiştir.
Dördüncü Mesele
1- Öf Dememe
Bir kimsenin, “Falancaya öf deme!” sözü, onu az ya da çok olsun, dokunabilecek her türlü eziyetten korumak için getirilmiş olan bir darb-ı meseldir.
Usulcüler, bu lafzın, diğer eziyetlerden men etmeye delaletinin, “delalet-i lafzî” mi, yoksa kıyas gereği, “delalet-i mefhumî” mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Birinci Görüş: Bazıları şöyle demişlerdir: “Bunun delaleti, delalet-i lafziyedir. Çünkü, örf ehli, “Falancaya öf deme!” dediklerinde, onlar bu ifadeleriyle “o kimseye, hiçbir eziyet ve ürkütücü şeyle sataşma…” manasını kastetmişlerdir. Bu, onların tıpkı, “Falanca, ne bir kıtmire (hurma çekirdeğine), ne de nakire (çekirdeğin üzerindeki bir iplikçiğe) sahip değildir” şeklindeki sözler gibidir ki, bu söz örfte, o kimsenin hiçbir şeye malik olmadığına delalet eder.”
İkinci Görüş: Bu lafız, diğer eziyet çeşitlerinden menetmeye, “kıyas-ı celî” gereği delalet eder. Bunu şu şekilde açıklarız: Şeriat bir meselenin hükmünü söylemediğinde, biz hükmü söylenmemiş olan meselenin hükmünü, hükmü belirtilen meselenin hükmüne katmak istediğimizde şu üç şeyle karşı karşıya kalırız:
a) Tıpkı burada olduğu gibi, hükmün söylenmesinin, söylenmesinden daha evla olması. Çünkü bu lafız, “öf” demekten menetmeye delalet edince, dövmek haydi haydi menedilmiş olur.
b) Söylenmeyen hükmün, söylenen hükme denk ve eşit olması ki aslında bu usulcülerin “asıl manasında kıyas” dedikleri şeydir. Onlar, buna da, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şu hadisini misal vermişlerdir:
مَنْ اَعْتَقَ نَصِيبًا لَهُ مِنْ عَبْدٍ قُوِّمَ عَلَيْهِ الْبَاقِى
“Bir kimse (ortak olduğu) bir köledeki hissesini azad ederse, bu hisse dışında kalan miktar, (ödemesi için) köle aleyhine belirlenir.”[10] Çünkü bu hükümde, köle ve cariye denktirler.
c) Söylenmeyen hükmün, söylenen hükümden daha gizli olmasıdır ki bu, kıyasların en büyüğüdür.
Bunu iyice kavradığında, biz deriz ki:
“Öf” demekten menetme, edna (daha düşüğü ) ile a’laya (daha üstün) olana istidlal etme nev’inden olan kıyas-ı celi vasıtasıyla, dövmeden menetmeye de delâlet eder. Bunun delili, “öf”den “dövmemden başka bir şey oluşudur. Binâenaleyh “öf” demekten menetme-dövmekten menetme sayılmaz. Hem sonra “öf” demekten menetmek, dövmekten menetmeyi aklen gerektirmez. Çünkü meselâ büyük bir kral, diğer büyük bir kralı esir aldığında, ona düşman olur, Ama buna rağmen, celladına “Sakın hâ onu kötü düşürecek hareketlerde bulunma ve ona rencide edici söz söyleme. Hemen boynunu vur” der. Bu bir nebze aklî olunca, biz “öf” demeden menetmenin, “dövme”den menetmeden başka bir şey olduğunu ve genel olarak bunun, dövmekten menetme manasını aklen gerektirmediğini anlamış oluruz. Fakat biz, ayetteki şeyin maksadının, “Onlara çok güzel söz söyle. Onlara, acıyarak tevazu kanadını indir” ifade delâleti ile, ana-babaya alabildiğine saygı göstermek ve itaat etmek olduğunu anlarız. Binâenaleyh “öf” demekten menetmenin, dövmekten menetmeye delâleti, ednanın a’lâya kıyas edilmesi faslından olmuş olur. Allah en iyi bilendir.
2- Azarlanmama
İkinci Çeşit: Cenâb-ı Hakk’ın kullarını, ana-babaları hakkında mükellef tuttuğu şeylerden ikincisi, وَلَا تَنْهَرْهُمَا “Onları azarlama” emridir. Arapçada, bir kimse bir kimseyi azarlayarak karşıladığında, “nehere” ve “intehere” fiilleri kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak وَاَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ “Dilenciyi de azarlayıp kovma”[11] buyurmuştur.
İmdi eğer, “öf demekten menetmek, kovmaktan ve azarlamaktan menetmeye haydi haydi delâlet eder. Öyle ise Cenâb-ı Hak, öf demekten menetmeyi zikredince, bunun peşi sıra “azarlamaktan” menetmeyi zikretmesi abes olur. Ama biz, Cenâb-ı Hakk’ın önce azarlamaktan menetmeyi, sonra da öf demekten menetmeyi zikretmiş olduğunu farzetsek, bu daha uygun ve manidar olmuş olurdu. Çünkü azarlamaktan menetmek, öf demekten menetmeyi de gerektirir. Öyleyse Allah’ın ayetteki bu sırayı gözetmiş olmasının sebebi nedir?” denilirse, biz deriz ki: Hak Teâlâ’nın, “Onlara ‘öf!’ (bile) deme” hitabı ile insanın az veya çok canının sıkıldığını göstermesinden menedilmesi kastedilmiştir. Ama “Onları azarlama” hitabı ile ise, reddetmek ve yalanlamak suretiyle, onların sözlerine ve görüşlerine karşı muhalefet etmekten menetme manası kastedilmiştir.
3- Tatlı Söz
Üçüncü Çeşit: Bu, ayetteki وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَرٖيمًا “Onlara çok güzel söz söyle” emri ile anlatılan husustur. Bil ki Allah Teâlâ insanı, önceki hitabı ile ana-babasına eziyet veren ve onları rencide edecek şeylerden nehyedince, bu, güzel söz söylemeyi emretmek yerine geçmez. İşte bu sebeple, bunun peşinden insana, ebeveynine güzel ve hoş söz söylemesini emrederek, “Onlara çok güzel söz söyle” buyurmuştur ki bununla, “Onlara saygı ve hürmet dolu sözlerle hitab etme” kastedilmiştir. Hz. Ömer (r.a), bunun, insanın ana-babasına, “Babacığım, anacığım” şeklinde hitab etmesi manasında olduğunu söylemiştir. Ayette bahsedilen tatlı sözün ne demek olduğu Said b. Müseyyeb’e sorulduğunda o, “suçlu bir kölenin, katı kalbli-taş yürekli efendisine karşı kullanacağı üslûb” demiştir. Atadan, ana-babaya şöyle konuşulması gerektiği rivayet edilmiştir:
“Onlarla konuşurken, sesini onların sesinden daha yüksek çıkarmaman ve onlara sert bakmamandır. Bu böyledir, çünkü bu iki şey, ayette bahsedilen ‘güzel söz söyleme’ye terstirler.”
Eğer denilirse ki: “Hz. İbrahim (a.s) sabır, kerem, edeb ve akıl bakımından en ileri insanlardandır. O halde,
وَاِذْ قَالَ اِبْرٰهٖيمُ لِاَبٖيهِ اٰزَرَ (En’am sûresi, 6/74) ayetindeki “Azer” kelimesini ötüreli okuyanlara göre, o babasına, “Doğrusu ben, seni ve kavmini, sapıldık içinde görüyorum” (En’am sûresi, 6/74) demiş ve ona ismiyle “Ey Âzer” demiştir. Bunu nasıl diyebilmiştir? Bu, babasına eziyet verecek bir ifadedir. Daha sonra da hem onun hem kavminin dalalette olduğunu söylemiştir ki, yine bu da en eziyet verici sözlerden birisidir.” Böyle denilirse, biz cevaben deriz ki: Ayetteki, “Rabbin, ‘Kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana-babaya iyi muamele edin’ diye hükmetti” ifadesi, Allah’ın hakkının, ana-babanın hakkından önce olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh Hz. İbrahim (a.s)’in bu eziyyet verici ifâdeyi kullanmış olması, Allah’ın hakkını ana-babasının hakkından önce tutmasından ötürüdür.
4- Tevâzû
Dördüncü Çeşit: Bu, ayetteki وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ “Onlara, acıyarak tevâzû kanadını indir” buyruğunun anlattığı husustur. Bununla, onlara karşı alabildiğine tevâzû gösterilmesi gerektiği kastedilmiştir. Kaffâl (r.h) bunu, şu iki şekilde izah etmiştir:
- Kuş, yavrusunu büyütmek için bağrına basmak istediğinde, onun üzerine kanatlarını gerer. İşte bu sebebten ötürü, “üzerine kanatlarını germe” deyimi, “güzel yetiştirme ve bakıp büyütme” manasında bir kinaye olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak sanki evlâda, “Tıpkı sen çocuk iken ana-babanın sana yaptığı gibi, şimdi de sen onları bağrına basarak onlara kol kanat ger, sahip çıkıp, gör gözet” demiştir.
- Kuş, uçmak ve yükselmek istediğinde, kanatlarını açar, ama uçmamak ve yükselmemek istediğinde, kanatlarını kapatır. İşte bu açıdan, kanatları indirme ifâdesi, alçalma, tevazu gösterme manasında bir kinaye olur.
Buna göre eğer, “züllün (tevazunun) kanadı olmadığı halde, ayette niçin, “tevâzû kanadın” deyimi kullanılmıştır?” denilirse, deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılır:
- Tıpkı, “Hatemü’l-Cûdi” (Cömertliğin Hatem’i) denilmesi gibi, “tevâzû kanadı” denilmiştir. Bu tıpkı, onunla “Cömert Hatem” manasının kastedilmesi gibi, bununla da, “Mütevâzî Kanat” manası kastedilmiştir.
- İstiareler (teşbihler) hayâle dayanır. Binâenaleyh burada, hayalen tevâzû için bir kanat düşünülmüş ve bu istiareyi tam ve mükemmel yapmak için, ona bir kanat verilmiştir. Bu tıpkı Lebid’in
اِذَا اَصْبَحَتْ بِيَدِ الشِّمَالِ زِمَامُهَا
“O kadının yuları, Kuzey’in eline geçince...” beyti gibidir. Binâenaleyh Lebid burada “Kuzey” için bir el düşünmüş ve o (kadının) yularını Kuzey’in eline vermiş. Ayette de böyledir.
Ayetteki مِنَ الرَّحْمَةِ “rahmeten” ifadesi, “Senin tevazu kanatlarını, ana-baban üzerine indirişin, onlara olan aşırı acımandan, büyük ve güçsüz oldukları için, onlara karşı şefkatinden dolayı olsun” demektir.
5- Rahmet Duası
Beşinci çeşit, ayetteki وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانٖى صَغٖيرًا “Ya Rabbi, onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, sen de onlara merhamet eyle” de” hitabının anlattığı husustur. Bu ifâde ile ilgili birkaç bahis var:
Birinci Bahis: Kaffâl (r.h) şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ, ana-babaya tatlı söz söylemeyi öğretmekle yetinmemiş, buna bir de fiilî olarak nasıl iyi davranılacağını ilave etmiştir. Bu da evlâdın, ana-babası için Allah’ın rahmetini dua edip istemesi ve ‘Ya Rabbi, onlara merhamet et’ demesidir. Rahmet sözü, hem dinî hem dünyevî hususlardaki hertürlü hayrı içine alan bir sözdür. Hak Teâlâ sonra da, evlâda ‘Onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse’, yani ‘Ya Rabbi, onlar beni eğitip büyütürlerken, bana nasıl iyi davrandılarsa, sen de onlara öylece lütufkâr davran’ demesini emretmiştir.”
Terbiye, büyütmek demektir. Bu, Arapların, birşey şişip kabarıp büyüdüğünde, رَبَى الشَّىْءُ deyimlerinden alınmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın, فَاِذَا اَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ “Fakat biz onun üstüne suyu (yağmuru) indirdiğimiz zaman, o harekete gelir kabarır” (Hacc, 5) ayeti de bu manadadır.
Bu Ayetin Hükmü
İkinci Bahis: Müfessirler bu ayetle ilgili şu üç değişik izahı yapmışlardır:
Birinci Görüş: Bu, Hak Teâlâ’nın “Müşrikler için ne peygamberin, ne de mü’minlerin istiğfar etmeleri doğru değildir” (Tevbe sûresi, 113) ayeti ile neshedilmiştir. Binâenaleyh müslüman için, eğer ana-babası müşrik iseler, onlara istiğfar etmesi yakışık almaz ve onlar için, “Ya Rabbi, o ikisine merhamet et” denemez.
İkinci Görüş: Bu ayet, mensûh değildir, fakat müşrikler hakkında tahsis edilmiş (yani müşrik olan ana-baba bu hükmün dışında bırakılmıştır. Bu görüş birincisinden daha evlâdır, çünkü ayeti “tahsîs” etmek, neshetmekten daha evlâdır.
Üçüncü Görüş: Bu ayette ne nesh ne de tahsis söz konusudur. Çünkü ana-baba kâfir oldukları zaman da, evladın onlar için, Cenâb-ı Hak’tan hidâyetini ve irşadını istemesi, iman etmelerinden sonra da, merhamet-i ilâhiyeyi taleb etmesi mümkündür.
Ebeveyne Olan Vazifesinin Asgarisi
Üçüncü Bahis: Emrin zahiri, vâcib oluşu ifade eder. Ayetteki, “Ya Rabhi, onlara merhamet eyle, de” ifadesi de bir emirdir. Emrin zahiri ise, tekrarı (tekrar tekrar yapmayı) ifade etmez. Binâenaleyh ayetin muktezasına göre, bu sözü bir defa söylemek (emrin gereğini yerine getirme bakımından) yeterli sayılır. İnsanın, ana-babasına ne kadar günde mi, ayda mı yılda mı böyle bir kere duâ etmesi gerektiği hususu Süfyan’a sorulmuş, o da:
“İnsanın, ana-babasına namazlarındaki tahiyyatlarının sonunda yapacağı duaların yeterli olacağını umarız” demiştir. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk’ın, “Ey iman edenler, (o peygambere) salat-u selâm getirin” (Ahzâb sûresi, 56) buyurup, alimlerin de, namazdaki tahiyyatlarda okunan salat-u selamların, bu emri yerine getirme bakımından yeterli sayılacağını kabul etmeleri ve yine Cenâb-ı Hakk’ın, “Allah’ı sayılı günlerde zikredin” (Bakara sûresi, 2/202) emri hususunda, namazların ardı sıra okunan teşrik tekbirlerinin yeterli olacağını kabul etmeleri gibidir.
Allah Teâlâ, sonra رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا فٖى نُفُوسِكُمْ “Rabbiniz sizin içlerinizdekini en iyi bilendir” buyurmuştur Bu, “Biz, size bu ayette ibadetlerinizi sırf Allah için yapmanızı ve ana-babanıza iyi davranmanızı emrettik. Taatlarınız hususunda ihlaslı olup-olmadığınıza dair, gönüllerinizde sakladığınız niyet ve düşünceler, Allah’a saklı değildir. Biliniz ki Allah, sizin içlerinizi de bilir. Hatta O, bu şeylerinizi sizden daha iyi bilir. Çünkü insanın bilgisine bazan unutkanlık, yanılma ve tam kavrayamama karışır. Ama Allah’ın ilmi bütün bu hallerden münezzehtir. Durum böyle olunca, O, kalblerinizde olanı daha iyi bilir” demektir. Bundan murad, insanları ihlası bırakmaktan sakındırmaktır.
Cenâb-ı Allah, sonra اِنْ تَكُونُوا صَالِحٖينَ فَاِنَّهُ كَانَ لِلْاَوَّابٖينَ غَفُورًا “Eğer siz iyi kimseler olursanız; şüphesiz ki Allah da dâima kendine dönenleri bağışlayıcıdır” buyurmuştur. Bu, “Sizler, kalblerinizin halleri bakımından, fesadlardan berî (uzak) olursanız, bütün işlerinizde Allah’a başvuranlar ve O’na yönelenler olursunuz. Allah’ın, böyle olanlar hakkındaki âdeti, onları bağışlamak ve günahlarını affetmektir” demektir. “Evvâb”, âdeti ve alışkanlığı, Allah’ın emrine başvurmak ve O’nun fazlına sığınıp, kendilerine şefaatçi (yardımcı olacağı zannı ile müşriklerin, Allah’tan başka cansız varlıklara tapmaları gibi, hiçbir şefaatçinin şefaatine başvurup güvenmeyen kimse demektir. Bu kelime, “fa’âl” veznindedir ve tıpkı kattâl (çok öldüren), darrâb (çok döven) kelimeleri gibi, çokluk ve devamlılık manasını ifâde eder.
Bu ayetin maksadı şudur: İlk ayet, ana-babaya her bakımdan itaat ve saygı göstermenin vâcib olduğuna delâlet edip, sonra da evlâddan, nadiren de olsa, onlara karşı itaati zedeleyecek şeyler zaman zaman sudur edeceği için, Cenâb-ı Hak, “Rabbiniz sizin içlerinizdekini en iyi bilendir” buyurmuştur. Yani, “O, sizin kalblerinizin hallerini bilir. Eğer bu kusur ve sürçmeler, ana-babanıza âsî olmak niyetiyle değil de, beşerî zaaf ve yaratılışınız gereği ortaya çıkmış ise, bunlar affedilebilir” demektir. Allah en iyi bilendir.
* Fahreddin Razi, Mefatihu’l-Gayb, İsra Sûresi, 23-25. Âyetlerin Tefsiri
[1] Tirmizî, Birr 35; Ebu Davud, Edeb 12.
[2] Buhârî, Fedâilü’s-Sahâbe 12, 29; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 93-94.
[3] İsra sûresi, 17/19.
[4] Hûd sûresi, 11/114.
[5] Hûd sûresi, 11/114.
[6] Meryem sûresi, 19/95.
[7] Kehf sûresi, 18/33.
[8] Enbiya sûresi, 21/67.
[9] Ahkâf sûresi, 46/17.
[10] Müslim, Itk 1-3; Buhari, Şirket 5; Tirmizî, Ahkam 14.
[11] Duha sûresi, 93/10.