Allah Resûlü'nün (s.a.s.) İbâdet ve Kulluk Hayatı
Allah Resûlü (s.a.s.), hayatın her alanında olduğu gibi bizler için, "ibadet ve kulluk hayatı"nda da en güzel örnektir.
Allah'ın (c.c.) emirlerini yerine getirme, O'na kulluk etme ve kulluğun şuurunda olma gibi mânâlara gelen 'ibâdet' ve 'ubûdiyet (kulluk)' kavramları; bazılarına göre her ne kadar aynı mânâya hamledilmiş ise de, çoğunluğun kabulüne göre, bu kelimelerin lâfızları gibi mânâları da birbirinden farklıdır. İbâdet, 'Yüce Mevlâ'nın emirlerini yerine getirip yaşama ve kulluk sorumluluklarını temsil etme' mânâlarına geldiği hâlde; ubûdiyet, 'kul olma ve kölelik şuuru içinde bulunma' şeklinde anlaşılmıştır.[1] Her ne şekilde olursa olsun ibadet ve kulluk, Hâlık-ı Zülcelâl'in insana bahşettiği en büyük pâyedir.
Bu münasebetledir ki, Allah Teâla, Habîb-i Edîb'ini kelime-i şehâdet gibi kutlu bir cümlede anarken, önce "عَبْدُهُ - kulu" demiş, sonra da"رَسُولُهُ - peygamberi" sözüyle bunu taçlandırmıştır. Yine O (c.c.), Resûl-i Ekrem'i Miraç'a dâvet ederken, "أَسْرَى بِعَبْدِهِ - kulunu seyr ü sefer ettirdi." (İsrâ sûresi, 17/1) kaydını koymuş ve bununla ubûdiyetinin üstünlüğüne ve ayrıcalıklı oluşuna işaret buyurmuştur. Haddizâtında bu eşsiz sema yolculuğunda, övgüye layık bin bir vasfı arasında kulluğu öne alınarak "فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى - Kuluna vahyetti ha vahyetti." (Necm sûresi, 53/10) denilmesi de oldukça mânidardır!..
Allah Resûlü (s.a.s.), hayatın her alanında olduğu gibi bizler için, "ibadet ve kulluk hayatı"nda da en güzel örnektir. O'nun Allah'a kul oluşunu en kâmil mânâda anlayabilmek için hayatının bazı kesitlerine bakmamız gerekir. Zira kulluk, her yönüyle hayatı kuşatan, kapsamlı bir mânâ dokusunu barındırmaktadır.
Binaenaleyh O'nun kulluk ve ibadet konusundaki örnek yaşantısını,
- "Zikir ve ibadet hayatı",
- "Zühd hayatı (Dünya hayatına bakışı)",
- "Allah korkusu" gibi hususları tahlil etmek suretiyle ortaya koymak mümkündür.
1) Zikir ve İbadet Hayatı
Allah'a kul olmanın en önemli tezahürlerinden biri hiç şüphesiz O'nu (c.c.) anmak ve zikretmektir. Efendimiz de kulluğunu ve gönlündeki Allah sevgisini, O'nu sürekli zikretmek suretiyle göstermiştir. Allah Resûlü her hâlinde, her nefes alış-verişinde, ayakta iken, otururken, yatarken, kalkarken, uyurken, uyanıkken dâima Allah'la beraber olduğunun şuurundadır ve O'nu zikirle meşguldür. Emrettiği ve yasakladığı şeyler, koyduğu kaideler, verdiği hükümler, yaptığı işler, Allah'ın isim ve sıfatlarıyla alâkalı söz ve duaları, O'nun Allah'ı zikri olarak kabul edilir.
Efendimiz'in zikir ve ibadet hayatı, bu konuda ifrat ve tefritten uzak, Allah'ın rızasına uygun bir hayat sürmek isteyen mü'minler için güzel bir örnektir. O (s.a.s.) bu konuda özellikle bazı hususlara riayet edilmesine itina gösterirdi:
Resûlullah (s.a.s.), toplu hâlde Allah'ın anılıp zikredildiği meclisleri "cennet bahçeleri" diye tavsif etmiş ve onlardan azamî ölçüde istifade edilmesini istemiştir. (Tirmizi, Daavât 82) Ashab'ın önde gelenlerinden Ebû Saîd el-Hudrî'nin (r.a.) naklettiği bir hadîs-i şerîfte Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Bir topluluk Allah'ı zikretmek için bir araya gelirse, melekler onları kuşatırlar, üzerlerini rahmet kaplar, onlara sekîne (gönül huzuru) bahşedilir ve Allah onları nezdindekilere (melekler vb.) iftiharla zikreder." (Müslim, Zikir 39)
Gece İbadetlerine İtina Göstermek
Allah Resûlü, her gece uyanarak Allah'ı zikretmiş, dua ve istiğfarda bulunmuş ve namaz kılmıştır. Yüce Allah, Resûlü'ne hitapla geceyi en güzel şekilde ihyâ etmesini ifade buyurmuştur: "Sana mahsus bir namaz olmak üzere gecenin bir kısmında kalkıp Kur'ân oku, teheccüd namazı kıl. Böylece Rabb'inin seni makam-ı mahmûda eriştireceğini umabilirsin." (İsrâ sûresi, 17/79)
Efendimiz (s.a.s.), Ashab'ını ve mü'minleri de gece ibadetine teşvik etmiş; gece boyunca hiç uyanmaksızın uyumayı hoş karşılamamıştır. En çok hadîs rivayetiyle tanınan sahabîlerden Hz. Ebû Hüreyre'nin naklettiği bir hadîs-i şerîfte, Efendimiz; "İnsan uyuyunca Şeytan'ın, onun ense köküne üç düğüm attığını, uyanıp Allah'ı zikrettiği zaman bu düğümlerden birinin çözüldüğünü, abdest alıp namaz kıldığında da düğümlerin kalan ikisinin çözüleceğini" ifade buyurmuştur. (Buharî, Teheccüd 13.)
Sahabe'den İbn Abbas'ın (r.a.) anlattığına göre, o bir gece Resûlüllah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında kalmıştı. Geceleyin Allah Resûlü (aleyhisselâm) uyanarak önce misvakla ağzını temizleyip abdest almış; akabinde Âl-i İmrân sûresinden bazı âyetleri okumuş; sonra on üç rekat namaz kılmış; Hz. Bilâl'in sabah ezanını okuması üzerine kalkıp iki rekat namaz kılmış ve sonunda da şu duayı yapmıştı: "Allah'ım! Benim kalbime nûr, dilime nûr, kulağıma nûr, gözüme nûr, arkama nûr, önüme nûr, üstüme nûr ve altıma nûr halk eyle! Yâ Rabbi! Bana nûr lutfeyle!" (Buhârî, Daavât 10)
Allah Resûlü, bazı geceler ayakları şişinceye kadar namaz kılar, Allah'ı (c.c.) zikrederdi. Ashab'dan Muğîre b. Şu'be (r.a.): "Ey Allah'ın Elçisi! Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışladığı hâlde, neden hâlâ kendini bu kadar zorluyorsun?" diye sual edince: "Şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurmuştu. (Buhârî, Rikâk 20)
Efendimiz (s.a.s.) nafile ibadetler için çoğunlukla gece saatlerini seçerdi. Bu durum, gündüz saatlerinde daha çok devlet işleri ve insanlarla meşguliyetin, O'nun bütün zamanını almasından kaynaklanmış olabilir. Ayrıca gece ibadetinin sâir zamanlarda yapılan ibadetlerden daha faziletli olduğunu da Peygamberimiz haber vermişlerdir. (Nevevî, Ezkâr, s. 83–84) Allah Resûlü, Vitir namazını da gecenin başında, ortasında veya sonunda kıldığı olmuştur. (Ebû Dâvûd, Tefrîu ebvâbi'l-vitr 7,8)
Efendimiz (s.a.s.), gündüzleri de nafile ibadet yapardı. Farz namazların önce veya sonrasındaki sünnet namazları, duhâ namazı, yağmur duası ve namazı, kusûf ve husûf namazları (güneş ve ay tutulmasına binaen kılınan namazlar), sefer namazı, mescide girildiğinde kılınan tahiyyetü'l-mescid namazı gibi nafile namazları da îfâ etmiştir. Nitekim Hz. Âişe Vâlidemiz'e O'nun nafile ibadetleri sorulduğunda, o şöyle cevap vermiştir: "Allah Resûlü öğle namazını(n farzını) kılmadan önce evinde dört rekat namaz kılardı (yani öğlenin sünnetini). Sonra mescitte Ashab'ına farzı kıldırır, evine geldiğinde tekrar iki rekat namaz kılardı…" (Ebû Davud, Tatavvu 1)
İbadet, zikir ve dua ile meşguliyet, kalbin susuzluğunu giderip dünyayı hor ve hakir göstermektedir. Dolayısıyla insan, dünyayı kaybetmekle üzülmemeli, kazanmak ve bulmakla da sevinmemelidir. Mü'min bir kul şunu iyi bilmelidir ki, ibadet şuuruyla yapılan amellerden elde edilecek mânevî/uhrevî kazanımlar, Allah katında daha hayırlı ve daha makbuldür. (Şûrâ sûresi, 42/20)
İbadet Hayatında Devamlılık ve İtidal
Allah Resûlü (aleyhisselâm) bütün geceyi veya zamanı ibadetle geçirmeyi tavsiye etmemiştir. (Nesaî, Sıyâm 35) Hattâ Ashab'ın gece nafile namaz kılmak için mescide devamını da hoş karşılamamıştır.
Resûl-i Ekrem'in vahiy kâtiplerinden Zeyd ibn Sâbit'ten (r.a.) rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) Ramazan'da birkaç gün teravih namazlarını Ashab'ıyla birlikte cemaatle kılmıştı. İlerleyen günlerde cemaatin çoğaldığını görünce, mescide çıkmamış ve sonra onlara şöyle hitap etmişti:
"Görüyorum ki, cemâatle terâvîh namazı kılma konusunda çok isteklisiniz. Fakat böyle cemâat hâlinde bu ibâdete devam ederken, bu namazın farz kılınmasından ve farz kılındığı takdirde de hepinizin bu namazı cemâatle edaya muktedir olamamanızdan korkarım. Onun için ey insanlar! Sizler bu namazı kendi evlerinizde kılınız. Çünkü farz namaz müstesna, bir kimsenin kıldığı en faziletli namaz, kendi evinde kıldığı namazdır." (Buharî, İ'tisam 3)
Efendimiz'in (s.a.s.) bazı gecelerde yaptığı uzun ibadetlerin yanı sıra, Hz. Âişe Vâlidemiz'in anlattığına göre, O'nun bütün gece sabaha kadar namaz kıldığı veya ibadet ettiği, Ramazan orucu dışında aralıksız bir ay boyunca oruç tuttuğu görülmemiştir. (Müslim, Müsâfirîn 141) Ayrıca ibadetler konusunda ifrat ve tefritten kaçınmak gerektiği mesajını vermiştir: "(İbadetlerinizde ve işlerinizde) ifrat ve tefritten sakının! Şunu iyi bilin ki, (Allah'ın rahmetiyle muamelesi olmadıkça) hiç kimse yapmış olduğu amellerle Cennet'e giremez. Allah katında amellerin en makbul olanı, az da olsa devamlı olanıdır." (Buhârî, Rikâk 18)
Dolayısıyla Allah Resûlü, insanların amellerine güvenmeleri yerine, güçleri nispetinde yaptıkları amelleriyle Allah'a yakınlaşmanın, O'nun rahmetine sığınmanın yollarını aramalarını istemiştir. Mü'min bir kul, az da olsa süreklilik arz eden ve samimiyetle îfâ edilen ibadet ve taatın makbul olduğunun şuurunda olmalıdır. O hâlde Allah'a ibadet ve zikir, sadece O'na kulluğun, O'nu sevmenin, O'nun karşısında kendini aciz hissetmenin, O'na karşı sonsuz saygı duymanın ve itaatın en son neticesidir.
2) Zühd Hayatı (Dünya Hayatına Bakışı)
Zühd, dünyaya ve dünyalık şeylere karşı hırs ve rağbeti terk etmek mânâsına gelir. Zühd olarak isimlendirilen hâl, bir şeye olan arzu ve isteği ondan daha iyisine çevirmekten ibarettir. Zühdde, daha iyiye yönelme söz konusudur.
Allah'tan başka hiçbir şeye değer vermeyen insan, kâmil mânâda zühd sahibi kabul edilir. Bununla birlikte kişinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere yetecek kadar kazanması ve elinde mal bulundurması zühde aykırı değildir. Ancak fazlasını ihtiyaç sahiplerine vermek zühdün bir gereğidir.
Zühd hayatının temelini Kur'ân-ı Kerîm'de aramak gerekir. Yüce Allah dünyaya bakışın nasıl olması gerektiğini birçok âyette açıklamaktadır:
"Onlardan bazı zümrelere, sırf kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süslerine gözünü dikme. Rabb'inin sana verdiği nimet, hem daha hayırlı ve değerli, hem de daha devamlıdır." (Tâhâ sûresi, 20/131)
"Kim âhiret mahsülü isterse, onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama âhirette onun hiç nasibi olmaz." (Şûrâ sûresi, 42/20)
Kur'ân'da, dünya nimetlerinin bir imtihan vesilesi olduğu, dünyanın faydasının pek az, Allah'ın vereceği karşılığın (sevabın) ise daha hayırlı olduğu anlatılarak hakikatte insanın yaşadığı hayatı nasıl okuması gerektiğine işaret edilmektedir. (bkz. Mü'minûn sûresi, 23/56; Nisa sûresi, 4/77; Kasas sûresi, 28/80)
Allah Resûlü (s.a.s.) insanların en zâhid olanıydı. Kendisine pek çok fetihler nasip olduğu ve önemli miktarda dünya malı elinden geçtiği hâlde, O, ailesinin nafakasını temin için ‘zırhı bir Yahudi'de rehin' olarak hayata gözlerini yummuştu. (Buharî, Buyû' 15)
Bir adam, Efendimiz'den, yaptığı takdirde Allah'ın ve insanların sevgisine mazhar olacağı bir amel tavsiye etmesini istemişti. Allah Resûlü ona: "Dünyaya rağbet gösterme ki, Allah seni sevsin; insanların ellerinde bulunana (nimet ve imkânlar) rağbet etme ki, onlar (da) seni sevsin." (İbn Mâce, Zühd 1)
Hz. Âişe Validemiz, Peygamberimiz'le aile efradının Medine'ye gelişlerinden Allah Resûlü'nün vefatına kadar, üç gece üst üste buğday ekmeğinden doyasıya yemediklerini anlatır. (Buharî, Rikâk 17) Peygamberimiz'in evinde bazen bir ay müddetle ateş yanmaz ve bu müddet içinde nafakaları sadece kuru hurma ile sudan ibaret olurdu. (Müslim, Zühd 26)
Efendimiz'in dünya malına karşı zâhidane bir hayat sürdüğü ve mal zenginliğine değil gönül zenginliğine talip olduğu açıktır. (Buharî, Rikâk 15) Nitekim Allah, Mekke vadisini altın yapıp emrine vermeyi teklif ettiği hâlde O (s.a.s.) bunu talep etmeyip Rabbi'nden şunu istemiştir: "Allah'ım, acıktığım gün Sana tazarru ve niyazda bulunur; doyduğum gün de Sana hamd ü sena ederim." (Tirmizi, Zühd 35)
Kur'ân-ı Kerîm de: "Kendilerine verdiğimiz servet ve evlâtlarla iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller!" (Mü'minûn sûresi, 23/55) mealindeki âyetle bu hususa işaret etmiştir.
Ancak bu âyet ve hadîsler, başkasına el-avuç açmayı gerektiren yoksulluğa bir teşvik olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira İslâm, zilleti gerektiren fakirliği hoş karşılamamıştır. Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) da fakirlik fitnesinin şerrinden, her şeyi unutturan fakirliğe sürüklenmekten Allah'a (c.c.) sığınırken (İbn Hanbel, Müsned, 6/57); fakirliğin neredeyse küfürle eşdeğer olacağına işaret etmiştir. (Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 5/267)
Hâsılı, zühd, Allah sevgisinin, kalb ve gönül huzurunun, hayrı elde etmenin, hikmetin ve mutluluğun, dünyayı hakir görüp âhirete yönelmenin, insanlara karşı şefkat ve merhamet sahibi olmanın, dolayısıyla insanları sevmenin kaynağıdır.
3) Allah Korkusu
Korku, ilk bakışta Allah sevgisine zıt gibi görünse de, gerçekte Allah sevgisiyle iç içedir. Sevgi, Allah'ı hakkıyla bilip tanımak demek olan marifetin bir meyvesi, korku da Allah'ı gereği gibi bilmenin bir neticesidir. Allah'ı (c.c.) tanıma ufku (marifet) arttıkça, Allah korkusu da onunla birlikte artmaktadır. Hz. Peygamber'in (aleyhisselam) "And olsun ki, Allah'ı en iyi bileniniz ve O'ndan en çok korkanınız Benim!" (Buharî, Edeb 72) sözleri buna işaret etmektedir.
Allah'ı hakkıyla bilip, sadece O'ndan korkanlar, yaşamanın sevincine ve hayatın zevkine ulaşmış olurlar. Allah'tan korkan kişi, bütün korkuları aşmış ve O'nunla ünsiyet kazanmış olur. Marifet ve korku, Allah'tan utanmayı, O'nu yüce bilmeyi, murakabe, sevgi ve tevekkülü, sadece O'na ibadet etmeyi, O'nun rızasını kazanmayı ve O'nun emrine boyun eğmeyi gerektirir.
Allah korkusu, O'na karşı saygı ve sevginin bir neticesi olan takvaya ulaşmanın da yoludur. Takva ise, bütün amellerimizi içine alan bir mahiyet arz eder. Yüce kitabımız Kur'ân, Allah sevgisi kadar Allah korkusu üzerinde de durmaktadır. Bu meyanda Yüce Allah buyuruyor ki:
"Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler korkar." (Fâtır sûresi, 35/28) Zira bilenler ve düşünüp anlayanlar âlimlerdir. (Ankebût sûresi, 29/43) Efendimiz'in ifadesine göre de, kişiye ilim olarak Allah'tan korkması kâfidir. (Darimî, Mukaddime, 30)
Peygamberimiz'in amcasının oğlu İbn Abbas (r.a.) der ki: "Hakiki âlimler, Allah'ın her şeye kâdir olduğunu bilen, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan, helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram olarak kabul eden, Allah'ın emir ve tavsiyelerine uyan, O'na kavuşacağına ve ilminin hesabının sorulacağına yakînen inanan kimselerdir." (İbn Kesîr, Tefsîr, 6/531)
Kur'ân-ı Hakîm, hidayet ve rahmetin, Allah'tan korkanların vasfı olduğunu bildirmiştir. (Bkz. A'râf, 7/154) Yine "Allah onlardan, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. İşte bu rıza makamı da Rabbine saygı duyanlarındır." (Beyyine sûresi, 98/8) Allah katında en üstün olanlar da, Allah'tan en çok korkanlardır. (Hucurât sûresi, 49/13)
Peygamber Efendimiz'de müşahede ettiğimiz Allah korkusu, Kur'ân'ın bu konudaki tavsiyelerinin en mükemmel şekilde O'nun hayatına aksetmesinden ibarettir: Seven, sevdiğinin hoşnut olmadığı bir işi yapmaktan korkup çekinir. Böyle bir korku, tamamen sevgi ile alâkalıdır. Efendimiz'in hayatında gördüğümüz korku hâli de, O'ndaki Allah sevgisiyle orantılıdır. Sevgisi, korkusu ve itaati, marifetinin, yani Allah'ı tanıyıp bilmesinin neticesidir. Allah Resûlü'nün "Hikmetin başı, Allah korkusudur."[2] ifadesi, böyle bir gayeye mâtûftur.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Allah korkusundan dolayı gözyaşı dökmüş, ağlamayı tavsiye etmiş ve bu hâlin günahların affına ve Cennet'e girmeye vesile olacağını ifade buyurmuştur. Ebû Ümâme (r.a.), Efendimiz'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Hiçbir şey Allah katında şu iki damladan daha sevimli değildir: Biri, Allah'ın azabından korkarak ağlayan kişiden akan gözyaşı damlası, diğeri de Allah yolunda savaş meydanında akıtılan kan damlası." (Tirmizî, Fedâilü'l-Cihâd 26)
Allah Resûlü'nün devamlı hüzünlü, düşünceli ve rahat olmayan bir hâli vardı. Nitekim O buyuruyor ki: "Ey Muhammed ümmeti, Allah'a yemîn ederim ki, benim bildiklerimi sizler bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız." (Buharî, Kusûf 2)
Tabiatta cereyan eden bazı hâdiseler, her defasında Allah Resûlü'nü endişeye sevk etmiştir. Bu endişeler, tamamen Allah korkusuyla alâkalıdır. Efendimiz (s.a.s.), gökyüzünde siyah bir bulut görse, yüzünün rengi değişir, bazen ona doğru bakar, sonra evine girer tekrar çıkardı. Bunlar endişe alâmetiydi. Allah Resûlü bu hâliyle ilgili şu açıklamayı yapmıştır: "Bilemiyorum, belki de bu kara bulut (Âd Kavmi'nin başına gelenlerde olduğu gibi) bir azaba da sebep olabilir. Onlar, gördükleri kara bulutu yağmur bulutu zannetmişlerdi de, o bulut onlara elim bir azap getirmişti." (Müslim, İstiska 14) Bu hâdise, Resûl-i Ekrem'in her ân teyakkuzda olduğunu ve bunu başkalarına da öğretmek istediğini göstermektedir.
Allah Resûlü (a.s.) günlük hayatta karşılaştığı hâdiseler karşısında asla korkuya kapılmazdı. Başkasında misâline rastlanmayacak derecede cesur ve korkusuzdu. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu tür korkulardan Allah'a sığınmıştır. Sahabe, Efendimiz'in cesaretine savaş meydanlarında şahit olmuştu. Huneyn Savaşı'nda ordunun dağılıp korkuyla kaçıştığı anlarda, büyük bir cesaret örneği göstermiş ve Allah'ın inâyetiyle ordunun yeniden toparlanmasını sağlamıştı. (Buharî, Cihâd 52)
Makalemizi Hz. Ali'nin (r.a.), Efendimiz'den naklettiği bir hadîs-i şerîf ile bitirelim: Allah Resûlü'ne yolunun (sünnetinin) ne olduğu sorulunca, O (a.s.) şöyle cevap vermiştir:
"Marifet sermayem, akıl dinimin aslı, sevgi esasım, (Allah'a) iştiyak bineğim, Allah'ı zikir yoldaşım, doğruluk hazinem, hüzün dostum, ilim silâhım, sabır elbisem, rıza ganimetim, acz iftiharım, zühd sanatım, yakîn güç ve kuvvetim, itaat bana yeten şey, cihad ahlâkım, namaz gözümün nurudur."[3]
İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz'e sonsuz salât ve selâm olsun!
[1] M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/86.
[2] İsmail b.Muhammed el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ ve Muzîlu'l-İlbâs, 1/421.
[3] Kadî İyâz, eş-Şifâ bi Ta'rîfi Hukûki'l-Mustafâ, 1/289.
* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Ocak, 2009; 83. sayı)