KUR’ÂN’IN NÜZÛL SEYRİ
İlk müslümanlar, semavî sese kulak vermekte öyle bir dikkat göstermişlerdir ki, yirmi üç senelik uzun bir dönem boyunca gelen vahiylerin çoğunu, zaman, mekân ve şahıslara nispetlerini belirterek kaydetmişler, bazen mevzu unsurunu da göz önünde bulundurarak değerlendirmişlerdir.
Zaman kıstasını esas alan taksime göre, Hicretten önce nazil olan sûre ve âyetlere Mekkî, sonrakilere ise Medenî denilir. Mekânı göz önünde bulunduran taksime göre, Hicretten sonra da olsa, Mekke’de nazil olana Mekkî, Medine’de nâzil olana ise Medenî. Başka taksimler varsa da, en meşhuru birincisidir.
Sûrelerin büyük ekseriyetinde hem Mekkî, hem de Medenî âyetler bulunur. Ayetlerinin çoğunluğu itibariyle Mekkî denilen sûrelerde Medenî âyetler, bazen de Medenî sûrelerde Mekkî âyetler yer alabilmiştir. Meselâ Nahl, 41; Kasas, 52 âyetleri, Mekkî sûrelerdeki Medenî âyetlere; Enfâl, 33; Hac, 52-55; Maun, 4-7 âyetleri Medenî sûrelerdeki Mekkîlere örnek verilebilir. İkinci nev’in misali az ise de, birinci nev’inkiler fazladır.[1] Bu âyetlerin, sûrenin herhangi bir yerine girebildiği düşünülürse, bunları ayırt etmenin ne derece güçlük arzettiği anlaşılır. İşte bu zorluk, bir taraftan, vahyin inişini müşahede eden sahabenin dikkati, diğer taraftan her nesilden İslâm âlimlerinin titizliği sayesinde giderilmiş; Kur’ân’ın Mekkî ve Medenî olan kısımlarını ümmetin bilmesi mümkün olmuştur. Takribi hesapla bir yüzde nisbeti vermek gerekirse Kur’ân’ın %65-70’inin Mekkî, %30-35’inin ise Medenî olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’ân âyetlerinin nüzul seyrine dair, Peygamberimizden sâdır olan bir bilgi mevcut değildir. Zira bu hususta kendisine bir emir vaki olmamış ve bunu bilmek ümmete de farz kılınmamıştır.[2] Zaten onun zamanındaki müslümanlar vahyin nüzulünü mekânı, zamanı ve nüzûl vesileleriyle bildiklerinden öğrenmeye ihtiyaçları da yoktu.
Fakat Kur’ân âyetlerinin nüzûl seyrini bilmek sayesinde, şu faydalar temin edilebilir:
- İslâm binasının temeli olan ilk cemaatin yetiştirilmesi gayesiyle, ilâhî hikmetin, insanları nasıl tedricî bir sûrette rıfk ve şefkatle eğittiğini,
- İslâmî teşrî tarihini,
- Müslümanların, Kur’ân’la ilgili konulara gösterdikleri ihtimamın ne derecede fazla olduğunu,
- Mü’minlere, müşriklere ve Ehl-i Kitab’a yapılan hitaplarda muhatapları ve muhiti nazar-ı dikkate alıp farklı üslûplar kullandığını, daha iyi anlayabiliriz.
Böylece, Kur’ân metninin, en ufak bir tağyire mâruz kalmaksızın, ebediyyen mahfuz kalacak şekilde, insanlar üzerinde Allah’ın hücceti olarak sonraki nesillere intikal mekanizmasının nasıl işlediği ortaya konulmuş olur. İlk müslümanlar, semavî sese kulak vermekte öyle bir dikkat göstermişlerdir ki, yirmi üç senelik uzun bir dönem boyunca gelen vahiylerin çoğunu, zaman, mekân ve şahıslara nispetlerini belirterek kaydetmişler, bazen mevzu unsurunu da göz önünde bulundurarak değerlendirmişlerdir. Gelen vahyin hicretten önce veya sonra, hazarda veya seferde, gündüzün veya geceleyin, kışın veya yazın indiğini hep tespit etmişlerdir. Vahyin merhalelerini böylece bilmek, Kur’ân’ın tefsirini de kolaylaştırmaktadır. Hatta Muhammed b. Habîb en-Nîsâbûrî (ö. 406/1015) şöyle demiştir:
“Kur’ân ilimlerinin en değerli kısmından biri de, âyetlerin nüzulünü ve cihetlerini, keza Mekke devresinin başında, ortasında veya sonunda nazil olanları, Medine devresinde de aynı (üçlü) şekilde bilmek, Mekke’de nazil olduğu halde hükmen Medenî, Medine’de nazil olduğu halde hükmen Mekkî olanı bilmektir.”
Fakat bu zâtın şu hükmünü mübalâğalı bulmamak mümkün değildir: “Muhakkik bir müfessir, Medine ahalisi hakkında Mekke’de ineni, Mekke ahalisi hakkında Medine’de ineni, Medine’de inip de Mekkîyi andıranı, Mekke’de inip de Medenîye benzeyeni, (...) gece veya gündüz ineni, diğer meleklerin refakatiyle veya münferiden Cibril vasıtasıyla ineni, keza Mekkî sûrelerdeki Medenî âyetleri, Medenî sûrelerdeki Mekkî âyetleri, Mekke’den Medine’ye götürüleni, Medine’den Mekke’ye götürüleni, Medine’den Habeşistan’a götürüleni (...) bilmelidir. İşte bu yirmi beş vechi bilmeyen ve aralarındaki farkı ayırd edemeyenin, Allah’ın Kitabı hakkında söz söylemesi helâl olmaz.”[3]
Meselâ el-Mümtehine sûresi, başından sonuna kadar mekân itibariyle Medine’de nazil olmuştur. Zaman bakımından hicretten sonradır. Muhataplar yönünden Mekke ehline hitap etmektedir. Mevzu yönünden ise, müminlerin kalplerini temizlemeye yönelen içtimaî bir konusu vardır. İşte bundan dolayı, âlimler bu sûreyi, “Medine’de indiği halde hükmen Mekkî” grubuna yerleştirmişlerdir.[4]
Başka bir âyeti ele alalım: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız (Allah’ın buyrukları dışına çıkmaktan) en çok korunanınızdır.” (Hucurat 13) âyeti, mekân itibariyle Mekke’de inmiştir. Zaman bakımından, hicretten sonra Fetih günü nazil olmuştur. Mevzu yönünden, insanlığın yaratılışındaki birliği hatırlatmaktadır. Şahıslar yönünden ise, hem Mekke hem de Medine ahalisine hitap etmektedir. Bundan ötürü âlimlerimiz bu âyeti, ne mutlak olarak Mekkî, ne de mutlak olarak Medenî saymayıp “Mekke’de indiği halde hükmen Medenî olanlar” grubuna koymuşlardır.[5]
Âlimlerimiz, İslâm çağrısının -hem de en küçük teferruatının- yayılış seyrine göre rivâyetleri araştırıp kaydettikleri halde, müsteşriklerin kalkıp[6] râvilere ve rivâyetlere atıp tutmaları karşısında hayret ve dehşete kapılmamak mümkün değildir.
Bahsin başında da söylediğimiz gibi, Kur’ân vahyinin tarihî sıralaması, başlangıçtan beri İslâmî bir vazife sayılmamıştır. Nitekim Bâkıllânî (ö. 403/1012) gibi bir otorite şöyle demiştir: “Bu iş, sahabenin ve onlara tâbi olan neslin hıfzına râcidir. Nüzul seyrini bilmek, ciddî bir merak konusudur. Fakat Resûlullah’tan bu hususta hiç bir açıklama sâdır olmamıştır. Onun “Bilin ki, Mekke’de nazil olan miktar şu kadar, Medine’de nazil olan da bu kadardır” deyip sonra da bunları ashabına tafsilâtlı olarak bildirdiği vaki değildir. Eğer vaki olmuş olsaydı yayılırdı. Böyle yapmaması, bunu yapmakla emrolunmamasından ve bunları bilmeyi, Allah’ın ümmete dinî bir vecîbe kılmamasından ileri gelmiştir. Gerçi ilim ehlinin -ihtiva ettikleri hükümleri çıkarmak için- nasih ve mensuhun tarihlerini bilmeleri gereklidir. Fakat bu, bizzat Resûlullah’ın “Bu birinci Mekkîdir, öbürü ise sonradan gelmiş, Medenîdir” tarzında bir sözü ile olmaksızın da bilinebilir. Sahabe ile tabiin de, bilinmesi zaruri olanlar hâricinde kalan âyetlerin Mekkî mi, Medenî mi olduklarının tafsilatlı olarak bilinmesini dinin vecîbelerinden saymadıklarından, bunları anlatmak için yeterli sebep bulunmamıştı. Durum böyle olunca, Kur’ân’ın bir kısmının Mekkî mi Medenî mi olduğu hususunda ihtilâf bulunması ve bu konuda bir nevi, rey ve içtihadla amel edilmesi caiz olmuştur.”[7]
Fakat sahabe devrinden beri, Kur’ân’ı gösterilen ihtimam sebebiyle, bu işle meşgul olan, hıfzedip nakleden zevat bulunagelmiştir. Yalnız şunu söylemek gerekir ki, bu mevzudaki birçok rivâyet de, hadis ilminin kıstaslarına göre intikada tabi tutulmalıdır ve tutulmuştur da. Aslında zamanlarının en emin tek yolu rivâyet olduğu halde, rivâyetleri değerlendirmek ihtiyacı, dirâyeti gerektirmiştir. Bundan dolayıdır ki, birçok müfessir ve âlim, her zaman rivâyete itibar etmemişler, zaman zaman bu konuda içtihada başvurmuşlardır. Nitekim Mekkî ve Medenî âyetlerin cüz’î meselelerinin epeyce bir kısmı, içtihad sûretiyle bize intikâl etmiştir.[8] Hatta Ca’berî (ö. 732/1332) demiştir ki: “Mekkî ve Medenîyi bilmenin iki yolu vardır: Biri sema’î (nakil), diğeri kıyası (içtihad) yoludur.”[9] Az önce nakletmiş olduğumuz gibi, Bâkillânî de buna işaret etmişti.
MEKKÎ VE MEDENÎ SÛRELERİN ARALARINDAKİ FARKLAR
Kur’ân sûrelerini, meşhur şekliyle Mekkî ve Medenî olarak taksim etmekte pek güçlük çekilmez. Muhaddislerin intikad metodları tatbik edilmek sûretiyle, rivâyetlerin sahih olanları alınıp mesele vuzuha kavuşur. Medine’de nazil olan sûrelerin sıralamasında fazla bir tereddüt olmayabilir. Zira İslâm yayılmış, Kur’ân nüshaları çoğalmıştı. Fakat Mekkî kısımda tereddütlerin bulunması normaldir. Çünkü müslümanların sayısı, o devirde azdı; hadiseler Medine’deki kadar vazıh değildi. Buna rağmen, hakkında fazla tereddüt bulunmayacak şekilde, üç Mekkî, üç de Medenî devreye konulabilecek sûreler vardır. Subhî Salih, Mebâhis’inin 185-233. sahifeleri arasında elli sahifelik geniş bir yerde, bilhassa Mekkî devir sûrelerini, mevzu ve üslûp itibariyle güzelce tahlil etmiştir. Çok kesin olduğu söylenemese de, sıralamada, meşhur İslâmî rivâyetin oldukça güvenilir olduğu söylenebilir.
Abdullah İbn Mes’ûd, Alkame (ö.62/681) gibi ilk müfessirlerden ve daha sonraki bazı âlimlerden yapılan rivâyetleri değerlendirecek olursak, Mekkî ve Medenî sûre ve âyetleri ayırdetmek hususunda şu ölçülerin ortaya çıktığını görürüz ki bunlar, gösterilen bir iki istisna dışında kesindirler.
Şu özellikleri taşıyan sûreler Mekkî’dirler:
- Secde âyeti ihtiva eden bütün sûreler,
- Kellâ kelimesini ihtiva eden sûreler,
- ياايهاالناس ihtiva edip, içinde ياايهاالذينآمنوا bulunmayan bütün sûreler (Hac, 77 müstesna),
- (Bakara sûresi hâriç) enbiyanın ve geçmiş ümmetlerin kıssalarını ihtiva eden sûreler,
- Âdem ve İblis kıssasını ihtiva eden sûreler (Bakara hariç)
- Huruf-i mukatta’a ile başlayan (Bakara ve Al-i İmran dışındaki) yirmi yedi sûre.
Mutlak olan bu özelliklerden başka, Mekkî sûreler ekseriya şu vasıfları da hâizdirler:
- Âyet ve sûreler kısa, ifâde vecîz, tâbirler hararetli ve vurguludur.
- Allah’a ve âhirete îmana davet ederler; cennet ve cehennem tasvirleri fazladır.
- İyi ahlâka sarılmaya ve istikamete teşvik ederler.
- Müşriklerle mücâdele eder ve şirki çürütürler.
- Arapçadaki üslûbu gözeterek, kasemlere fazla yer verirler.
Şu özellikleri hâiz olan sûreler ise Medenîdir:
- Cihada izin veren veya cihadı ve cihad ahkâmını açıkça beyan eden sûreler,
- Şer’î had ve cezaları, miras paylarını, içtimaî ve Medenî kanunları, devletler hukukuna âit bazı hükümleri ihtiva eden sûreler,
- Münafıklardan bahseden bütün parçalar (Ankebût sûresi Mekkî ise de, baş tarafında münafıkları tavsif eden 11 âyet Medenîdir).
- Ehl-i Kitab ile münakaşa ve onları, sapıklıklarından rücû etmeye çağıran sûreler (Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Mâide, Tevbe, Beyyine).
Medenî sûrelerin her zaman değil de, ekseriya hâiz oldukları vasıflar ise şunlardır:
- Sûre ve âyetlere, teşriî ahkâmı vazeden, sakin ve rahat bir üslûp hâkimdir. Bundan ötürü âyetler ve sûreler daha uzundurlar. Prof. Mehdî Bâzergan, Seyr-i Tahavvul-i Kur’ân adını taşıyan ve modern matematik ve istatistik usûllerini uygulayan çalışmasında, ortalama âyet uzunluğunun, devamlı surette kısadan uzuna doğru hep yükselen bir eğri çizdiğini ispatlamıştır.
- Dinî hakikatlere dâir tafsilâtlı deliller ihtiva ederler.
Mekke’de İslâm çağrısı, şiddetli mukavemete ve işkenceye mâruz kaldığından, müşrikleri müessir bir tarzda red, müminleri ise teselli eden âyetlerin gönderilmesi normaldir. Medine’de üç insan grubu vardı:
Müminler, münafıklar ve Yahudiler.
Kur’ân Ehl-i Kitabı müşterek kelimeye yani tevhide (Âl-i İmran, 64), Tevrat gibi Kur’ân’ı da kabul etmeye çağırdı. Münafıkların iç yüzlerini ortaya koydu. Müminleri ise sırat-ı müstakimde devama teşvik edip, hayatın her türlü tezahüründe gerekli düsturları onlara öğretti. Zamanı gelmeden, ilgili hükümler gönderilmedi.
SÛRELER
Sûre, dilde; yüksek mevki, şeref, güzel ve yüksek bina, sûr mânalarına gelir. Istılah olarak, “âyetlerden meydana gelen, başı ve sonu bulunan müstakil Kur’ân parçası” demektir. Çünkü Kur’ân parçaları; yerli yerinde kelimelerden meydana gelen ve omuz omuza vererek birbirine destek olan âyetlerden örülmüş sağlam ve yüksek bir şehir sûru gibidir. Başkalarından hemen ayırt edilebilen yüksek ve muhkem bir bina durumunda olup, hakikatlerin bir kalesidir.
Kur’ân’da 114 sûre vardır. En kısası 3 âyetli Kevser sûresi, en uzunu ise 286 âyetli Bakara sûresidir. Sûrelerin ayrılması da tevkifîdir. Kur’ân’ın sûrelere ayrılmasında çeşitli fayda ve hikmetler bulunup bazıları şunlardır:
Okumayı ve ezberlemeyi teşvik edip kolaylaştırır. Bölümlere ayrılmasaydı, bu durum hâsıl olmazdı. Zira pek iyi biliriz ki, bir kitabı eline alan okuyucu, bölümlere ayrılması halinde onu daha şevkle okur, peşpeşe bölüm bölüm ilerler. Bir sûreyi ezberleyen veya okuyan kimse de, Allah’ın Kitabından müstakil bir parçayı hıfzedip kendisine mal ettiğini veya okuduğunu düşünür ve bundan büyük bir mutluluk duyar. Bunların sayılarını artırmak hususunda şevke gelir. Sûreler hâlinde olmasaydı, gözümüzde büyütür, ezberlemeye, belki kolay kolay okumaya bile müşevvik bulamazdık.
Sûrelerin İsimleri
Sûreler, isimlerini, kıssasını ihtiva ettikleri şahsiyetlerden[10] (Nûh, Hûd, İbrahim, Yusuf, Âl-i İmran, Muhammed gibi) veya topluluklardan (Cin, Melâike),[11] Münâfıkûn, Mutaffifîn gibi), veya konulardan birinden; veya ilk kelimelerden (Kad semi’a, E.L.M. Tenzil, Subhûn, Lem yekûn) veya başlarındaki hurûf-i mukattaadan (Tâhâ, Yasin, Kaf, Sâd gibi) almışlardır. Verilen isimler tevkifi olmadığından, bazen bir sûrenin birden fazla ismi bulunmaktadır. (İnsan-Dehr, Fâtır-Melâike, İsrâ-Benî İsrail gibi. Fatiha sûresinin Esâs, Salât, Duâ, Ummu’l-Kur’ân, Şifa gibi 20 kadar ismi vardır. Zerkeşî gibi, tevkîfî olduğunu kabule meyilli olanlar da bulunmaktadır.
Bazen iki veya daha çok sûre grubuna verilen adlar da vardır: Zehrâvân (İki parlak sûre, yani Bakara ile Âl-i İmran) Muavvizetân (Felâk ve Nâs), Muavvizât (İhlâs, Felâk, Nâs), Müsebbihât (Hadîd, Haşr, Saff, Cumu’a, Teğâbün, A’lâ)[12] Havâmîm veya Zevâtu’l-hâmîm (40-46. sûreler ki Mü’min, Fussilet, Şûra, Zuhruf, Duhân, Câsiye, Ahkâf sûreleridir). Zevâtu’r-Râ’ ise Elif Lâm Râ ile başlayan Yûnus, Hûd, Yûsuf, Ra’d, İbrahim ve Hicr sûreleridir.[13] Tavâsîn: Tâsîn mîm ile başlayan Şuarâ ve Kasas süreleriyle Tâ sîn diye başlayan Neml sûresini ihtiva eder.[14]
Sûrelerin Tertibi
Sûrelerin, elimizdeki Mushaf-ı şerifte görüldüğü şekliyle sıralanmasının neye istinad ettiği hakkında başlıca üç görüş vardır:
Sûrelerin tamamının tertibi Peygamber efendimizin talimatına dayanmaktadır, yani tevkifidir. Çünkü Hz. Osman zamanında yazılıp imam adı verilen Mushaf’ı, ellerinde özel nüshaları bulunanlar da dahil, bütün ashab ittifakla kabul etmiştir. İmam Mushaf’taki sıra da, şimdiki malûm sıradır. Tevkifi olmasaydı, muhalif olan çıkardı. Diğer taraftan müteaddit hadislerde sûrelerin peşpeşe sıralanmış şekilde zikredilmesi de bunu gösterir. Nitekim ashabtan Vâsıla İbn el-Aska’ Peygamberimiz’in şöyle dediğini nakletmektedir:
“Bana, Tevrat’a bedel es-seb’u’t-tuvel, Zebûr’a bedel el-miûn, İncil’e bedel el-Mesânî verildi ve Mufassal ile de ben mümtaz kılındım.”
Sûrelerin sıralanmasının tevkifi olduğunu kabul edenler arasında Ebû Cafer en-Nehhas, el-Kirmânî, Ebû Bekr İbnu’l-Enbârî vardır (Beyhakî ile Süyutî de Enfâl ve Tevbe sûreleri dışında bu fikri kabul ederler). Onlara göre şifahî bir emir olmasa da, fiilî bir tevkifîlik söz konusudur. Buna itiraz vaki olmamıştır. Keza Havamîm (Hâ mîm’ler) bir arada, ama Müsebbihât’ın arasına Mücâdile, Mümtahine, Münafikûn sûreleri girmiştir. Tâ sîn mim Şuarâ ile Kasas arasına Tâ sîn Neml girmiştir; bu da içtihadî olmadığına delildir (M. Ebû Şuhbe, Medhal, s. 329-331). Subhî Salih de bu fikirde olanlardandır (s.71). Buna aykırı delil olmadığını, aykırı tertipli sahabe mushaflarının şahsî birer çalışma olup, sahiplerinin diğer müslümanları kabule çağırmadıklarını söyler).
Sûrelerin bir kısmının tertibi Peygamberimizin bildirmesi ile olup, diğer kısmı sahabenin içtihadına racidir. İbn Atiyye, Zerkanî ve başka âlimler bu fikirde olmakla beraber, hangi sûrelerin tertibinin tevkifi olduğunda, onlar arasında yine farklılıklar bulunmaktadır.
es-Seb’u’t-tuvel (2-9. sûreler), el-Havâmîm (40-46. sûreler), el-Mufassal (50-114. sûreler) bölümlerindeki sûrelerin tertibi, Benî İsrail (İsrâ), Kehf, Meryem, Tâhâ ve Enbiya (17-21. sûreler), keza İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerinin (112-114. sûreler) birbirini takip ettiğine dair hadisler mevcuttur.[15]
Bu tertip, sahabenin içtihadına racidir. Zira sahabeden Hz. Ali, Ubeyy İbn Ka’b, İbn Mes’ud gibi zevatın hususî nüshalarında, sûrelerin sıralanışında bazen değişiklikler bulunmaktadır. Tevkifi olsaydı, onlar bu hakkı kendilerinde bulamazlardı.
Sûrelerin Tasnifi
Kur’ân-ı Kerim metni, pratik kolaylık gayesiyle sûrelerin teşkil ettiği bazı gruplara ayrılmıştır:
- es-Seb’u’t-tuvel[16] “en uzun yedi sûre” demektir. Fatiha’dan sonra 2-9. olan Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Mâide, En’âm, A’raf, Enfâl-Tevbe sûreleridir (Besmele ile fasledilmediğinden bazı zevat Enfâl ile Tevbe’yi bir sûre saymışlardır).
- el-Miûn: Birinci grubu takib eden ve âyet sayıları (100)’e yaklaşan veya biraz geçen sûrelerdir (Elimizdeki kitaplarda bu sûreler hakkında tam bir tahdide rastlayamadık).
- el-Mesânî: Âyet adedi bakımından el-miûn’den sonra gelenlerdir. Ferrâ’ (ö. 207/822) “Âyetleri yüz’den az olduğundan tuvel ile miûndan daha çok tekrar edilip okunduğu için böylece adlandırılmışlardır” demektedir.
- el-Mufassal: Mushaf-ı şerifin son bölümü olup, tercih edilen görüşe göre, başlangıcı 50. olan Kâf sûresinden itibaren sonuncu (114.) Nâs sûresine kadar olan kısmıdır. Kısalığı sebebiyle Besmele ile sık sık ayrıldığı için, yahut mensûh âyet bulunmadığı için, bu mânaya gelen mufassal adı verilmiştir. Daha az meşhur olan el-muhkem adı ise, bu sûrelerin, hükmü mensûh âyet ihtiva etmemelerinden ileri gelmiş olmalıdır. Bu grup da üçe ayrılır:
- Tıval-ı mufassal (uzun): Kaf-Bürûc, yani 50-85. sûreler,
- Evsât-ı mufassal (orta): Târık-Beyyine, yani 86-98. sûreler,
- Kısâr-ı mufassal (kısa): Zelzele-Nâs yani 99-114. sûreler.
[1] Mekkî sûrelerdeki Medenî âyet sayısı toplamı, kral I. Fuad’ın 1353/1934 yılında yayınlattığı Mushaf-ı şerifin sûre serlevhalarında kaydedildiğine göre 147, Medenî sûrelerdeki Mekkî âyetler ise 7 adettir. Tefsir kitaplarında bu tespitleri eksilten veya artıran çok farklı rivâyetler mevcuttur. M. İzzet Derveze’ye göre, âyetlerin fehvası ve siyak hakem kılınırsa, rivâyetlerin çoğunun durumundan ciddî sûrette şüphe edilebilir. O, bunlardan sadece şunların Medenî olduğunu tercih eder ki, bu da tefrit sayılabilir. A’raf, 163-170; Şuara, 227; Müzzemmil, 20 (el-Kur’ân ve’l-mulhidûn, Dımaşk, 1393/1973, s. 310 vd.).
[2] Süyûtî, İtkân, I, 9’da Bakillânî, İntisar’dan.
[3] Zerkeşî, Burhan, I, 92.
[4] Zerkeşî, Burhan, I, 195.
[5] S. Salih, Mebâhis, s. 168.
[6] Müsteşrikler 19. asrın ortalarından beri, Kur’ân parçalarını kronolojik olarak sıralamaya çalışmışlardır. Zira onlar, İslâm hakkındaki en mühim hükümlerini, bu sıraya bağlamak gayretindedirler. Az sonra açıklayacağımız üzere bu gayret, Kitab-ı Mukaddes (Tevrat ve İncil) kritiklerinin gelişmesi sebebiyle de olabilir. G. Weil, William Muir, Th. Nöldeke, A. Rodwell geçen asırda R. Bell ile R. Blachere 20. asırda bu konu ile çok meşgul olmuşlardır. Bunlar ekseriya, İslâmî rivâyetleri ya kasden nazarı itibara almamış, yahut rivâyetleri değerlendirecek maharetten mahrum olduklarından bunu başaramamışlardır. Üslûp, vokabüler, muhteva, bazı tarihî hâdiselere imalar ve tabiatıyla birçok durumda peşin fikirler gibi tenkitçi ölçüler kullandıklarını iddia etmişlerdir. Weil bu işe 1844’de başlamış, 1872’de nihaî şeklini vermiştir. Mekkî devri üç, Medenî devri ise bir devre mütalâa ederek nüzul safhalarını dört olarak kabul etmişti. Bu konuda Batıda en meşhur eser ulan Geschichte des Qurans (1860 ve 2. bs. 1910) yazarları Th. Nöldeke ile onun talebesi Schwally, Weil’in metodunu bazı farklarla benimsemişlerdir. R. Blachere ise nüzul sırasına göre tertiplemeye çalıştığı Fransızca Kur’ân tercümesinde (Le Coran, Traductiun selun un essai de reclassements des suurates, Paris, 1949-1951), bütün geçmiş müsteşrik çalışmalarını göz önünde bulundurmakla beraber esas itibariyle Th. Nöldeke’nin çizgisinde kalmıştır.
[7] Zerkeşî, Burhan I, 191-192’de Bâkillânî, İntisar’dan.
[8] S. Salih, Mebâhis, s. 181.
[9] Zerkeşî, Burhan, I, 189.
[10] Ancak, bu, bir kaide değildir. Meselâ Hz. Mûsâ (a.s.)’a çok fazla yer ayırdıkları halde A’râf, Tâhâ ve Kasas sûrelerinden hiç biri “Musa sûresi” adını taşımamaktadır.
[11] Fâtır sûresinin öteki adı “Melâike”dir.
[12] Tuhfetu’l-Ahvezî, VIII, 238.
[13] Ebû Davûd, K. Salât, 329’dan A. Aydemir, s. 85.
[14] A. Aydemir, s. 85’de el-Metalibu’l-âliye, III, 283’den.
[15] Zerkeşî, Burhan, I, 258.
[16] Kesre ile tıvâl denilmesi yaygın ise de, daha doğrusu, tûlâ (en uzun) sıfatının cem’i olarak tuvel’dir. (Burhan, I, 244).