İlim Allah’ı Bilmektir
Kur’ân-ı Kerîm’de ilim, en sık kullanılan mânâsıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir.
Sözlükte bilmek mânâsına gelen ilim, genellikle bilgi ve bilim karşılığında kullanılır. Klâsik sözlüklerde “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç/itikad, bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması, tümel ve tikellerin kavranmasını sağlayan bir sıfat” gibi değişik şekillerde tarif edilmiştir. Söz konusu kavram, ekseriyetle “bilgisizliğin/cehaletin karşıtı” biçiminde tanımlanır.[1]
İbn Haldun’un deyimiyle: “İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik, ilim sahibi olmasıdır.”[2]
Bu minvalden hareketle İslâm, müntesiplerinin uhrevî ve dünyevî donanıma/malûmata sahip olmaları için gerekli tavsiyelerde bulunmuştur. Öncelikle belirtelim ki, gerek âyetlere ve gerekse hadîslere bakıldığında okuma ve yazmaya büyük bir teşvik dikkat çekmektedir. Hattâ Arap yazısının gelişmesi hususunda da İslâmî öğretilerin büyük katkısı söz konusudur. Bu meyanda Kur’ân, Arap dilindeki ilk kitap[3] olması yönüyle büyük ehemmiyet taşımaktadır. Söz konusu İlâhî buyrukların yanı sıra Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) erkekler için Abdullah b. Said b. el-Âs’ı ve Ubâde b. Sâmit’i, kadınlar için de Hz. Hafsa’yı yazı öğretmek üzere bizzat tayin etmesi; Hz. Muâviye’den rakş/anlaşılması güç olan harfleri harekelemesini istemesi; Hz. Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen âyetleri yazdırmak için vahiy kâtipliği kurumunun oluşması; siyasî yazışmalarda görev alan kâtipler; Medine’ye hicretten sonra eğitim-öğretim gayesiyle oluşturulan Suffe; Bedir’de esir alınan müşriklere Müslümanlardan on kişiye okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılacakları vaadi gibi örnekler bu konuda gösterilen hassasiyetin açık birer belgesidir. Bütün bunların okuma ve yazmaya kudsî bir fonksiyon kazandırarak eğitim-kültür seviyesinin gelişimine katkı sağladığı gayet açıktır.
Kur’ân-ı Kerîm açısından meseleye bakılacak olursa; ilim kelimesi Kur’ân’da türevleriyle birlikte 750 defa zikredilir. Ayrıca mânâ bakımından “okumak, düşünmek, ibret almak, akıl, fikir, nazar, hikmet, âyet, zikr” gibi kelimeler de dikkate alındığında Kur’ân-ı Kerîm’deki her dört âyetten birinin ilimle ilgili olduğunu söylemek mümkündür.[4] Bizim burada asıl üzerinde durmak istediğimiz, ilim kavramının dinî terminolojide daha çok “ilâhî bilgi” yahut “vahiy” mânâsında kullanılmış olmasıdır. Buna göre ilim sahipleri yahut kendilerine ilim verilenler, İlâhî bilgiye muhatap olan ve bu bilginin doğruluğuna inananlardır. Bu mânâda Kur’ân, Allah’tan gelen bir bilgi olması yönüyle ve ortadan kaldırmayı hedeflediği zihniyeti de câhiliyye olarak nitelendirmesiyle insanlık için hem zihnî hem de ahlâkî gelişmişliğe dikkat çekmektedir.
Kur’ân’da ilim sahibi olarak vasıflanan kişilerin öne çıkan özelliği Allah’a ve O’ndan gelen her şeye karşı gösterdikleri teslimiyettir. “Kendilerine ilim verilenlere Kur’ân okununca derhal yüzüstü secdeye kapanırlar.” (İsrâ, 17/107)
“İlimde ilerlemiş olanlar derler ki: “Kur’ân’a inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.” (Âl-i İmrân, 3/7);
“Kendilerine ilim verilenler derler ki: Allah’ın vahyettiğini doğru kabul etmekte geciktiniz.” (Rûm, 30/56);
“Melekler ve ilim sahipleri O’ndan başka ilâh olmadığına şahitlik ederler.” (Âl-i İmrân, 3/18) vb. âyetler örnek olarak gösterilebilir. Görüldüğü gibi Kur’ân’ın ilme bakışını ifade eden bu âyetlerde vurgulanan ortak nokta; İlâhî bilgiye, imana ve teslimiyete dâir davranışlar sergilemektir. Hattâ Kur’ân, meleklerin gelip Hz. İbrahim’e (aleyhisselâm) alîm bir oğul müjdelediğinden bahseder (Bkz. Hicr, 15/53). Hz. İbrahim’e bahşedilen her iki oğlunun da peygamber olduğu bilinen bir gerçektir. Burada ilm kökünün âlim kalıbından daha da mübalağalı olan alîm vezninin kullanılması, kastedilen kişinin İlâhî bilgiye yani vahye muhatap olduğunu ifade etmektedir. Bu da gösteriyor ki, Kur’ân’ın âlim addettiği kişiler, öncelikle peygamberler; sonra da iman ve teslimiyeti içselleştiren ve bu uğurda çaba sarf eden kimselerdir. İlim; okuma, öğrenme, araştırma, terkip ve tahlil yoluyla elde edilen bir müktesebat olmasına karşılık mârifet; tefekkür, sezi ve iç müşâhedeyle ulaşılan ilmin özü demektir. İlmin zıddı cehalet, mârifetinki ise inkârdır.
“Her şey zıddıyla bilinir.” kaidesine uygun olarak, Kur’ân’ın bu mânâda telkin ettiği ilim/âlim kelimesinin karşısında câhil ve zâlim kelimeleri yer almaktadır. Cehl, câhil, cehalet, câhiliyye kelimeleri lügatte; bilgisizlik, hamakat, ilmin noksan olması, bir konuda doğru olanın tersine inanma ve yapılması gerekenin tersini yapma gibi mânâlara gelir.[5] Râgıb el-İsfehânî cehalet kavramına; nefsin bilgiden/ilimden boş/arınmış olması, gerçeğin dışında bir şeye inanma, bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapma şeklinde üç mânâ vermektedir.[6] Aslında İslâm’a göre Câhiliye, Allah’a inanmama ve O’nun gönderdiği mesajın dışında yaşanılan, ahlakî değerlerin hayatın dışında bırakıldığı bir yaşantı şeklidir. Bu sebeple İslâm, esas olarak câhiliyeyi geçmişte kalan bir durum olarak görmemiş, aksine her fırsatta tekrar ortaya çıkabileceği uyarısında bulunmuştur.[7]
Kur’ân-ı Kerîm’de câhil kelimesi, türevleri ile birlikte 28 ayrı yerde zikredilir. Kur’ân’ın câhil kimseleri tasvirine bakıldığı zaman genel itibariyle câhillerin puta tapan, şirke davet eden, Allah hakkında yanlış zanda bulunan, ırkçılık yapan, zina eden, tuzak kuran, kıskançlık yapan vs. kimseler olduğu görülecektir.[8]
Bütün bunlar da gösteriyor ki, esasen cehalet; Allah’ı bilmemek, tanımamak, O’na gereği gibi ibadet etmemektir. Yani insanın görünen eşya ve olayların arkasındaki İlâhî iradeyi anlayamamasıdır. Yoksa bilindik mânâda okuma-yazma bilmemek Kur’ân’ın kastettiği, vurguladığı anlam biçimi değildir. Zîrâ Hz. Peygamber’e yergi içerikli sözler yazan şairler vardı. Bunların hepsi de belâgat noktasında oldukça ileri noktadaydılar. Hattâ toplumda sözü geçerli olan, devleti ve orduyu yönetecek nitelikte olan Amr’ın adı hâlâ Ebû Cehil’dir. Çünkü İslâm literatüründe onun bildikleri, kabiliyetleri ve eylemleri esas bilinmesi gerekeni bilemediğinden ve yapılması gerekeni yapmadığından dolayı ilimden öte cehalettir. Bu sebeple onun adı Câhillerin Babası olarak anılmaktadır. Demek ki, İslâm’ın ilimden kastettiği dünyevî açıdan çok şey bilmek değildir. Öyle olsaydı Cenâb-ı Hakk’ın “Allah’tan ancak âlim kulları korkar.” (Fâtır, 35/28) âyetinin bugün delâlet ettiği mânâ malumat sahibi kimseler olması gerekirdi. Oysa ki âyette Yaratıcı’yı tanımayan, inanmayan, O’nun varlık ile münasebetini bilemeyen malumat sahibi insanlar kastedilmemektedir. Kur’ân, dünya hayatının sadece zahirî bilgilerine sahip olanlar için şöyle buyurmaktadır: “Onlar, dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar, âhiretten habersizdirler.” (Rûm, 30/7) Câhilin zıddı olan âlim kimseleri de: “İnandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır” (Âl-i İmrân, 3/7) diyerek teslimiyetini gösteren kişiler olarak tanıtmaktadır. “Allah’tan ancak âlim kulları korkar” mealindeki âyete farklı bir açıdan baktığımızda da, yine Allah’tan korkan/O’na karşı haşyet duyan herkesin aslında Kur’ân’a göre âlim olduğu anlaşılmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında Kur’ân’da ilim veya âlim kelimesinin zıddı olarak görülen bir diğer kelime de ‘zulüm’dür. Zulüm; bir şeyi olması gerektiği yerin dışında bir yere koymak, hakkı yerli yerine koymamak, yer ve zaman, nitelik ve nicelik olarak yanlışlık yapmak ve sapkınlığa düşmek, az veya çok haddi aşmak demektir.[9] Bu mânâda zulmün karşıtı adalettir. Ancak konuyla ilgili âyetlere siyak ve sibakı dikkate alınarak bakıldığında Kur’ân’da 459 defa geçen zulm ve zâlim kelimelerinin türevleri, genel itibariyle “kendine yazık eden” anlamını ifade edecek şekilde kullanılmıştır. Sanıldığının aksine çok az bir kısmı kelimenin meşhur anlamı olan işkence etmek, adaletsizlik veya haksızlık mânâsını ifade etmektedir.[10] Çünkü İslâm nazarında iman eden kişi Allah’ı bulduğu, tanıdığı ve kalbinde imana yer açtığı için âlimdir. Bununla beraber Allah’ı kabul etmeyen, inkâr eden, O’na imana da hiçbir şekilde yanaşmayan ve günah batağında kalmaya devam eden kişiler âhirette görecekleri ceza sebebiyle kendilerine yazık ettikleri için zâlimdirler.[11] Bu açıdan söz konusu kelime, meallerde de genel itibariyle orijinali değiştirilmeden ekseriyetle kendine zulmetmek, imana zulüm karıştırmak, şirk, küfür, nifak, günah, arzu ve hevaya uymak vb. İlâhî rızaya ters düşen her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlar mânâsında kullanılmıştır.[12] Bütün bu saydığımız mânâlar da netice olarak kendine yazık etmek şeklinde formüle edilebilir.
“İnsanın tevhid çizgisini koruyamayıp, Hâlık-mahlûk, Mâbud-abd münasebetindeki inhirafı demek olan şirk en büyük zulüm; açıktan açığa hak-hukuk tanımama, başkalarına cevr ü cefada bulunma, onları aldatma, itibarlarıyla oynama, gıybet etme... gibi hususlar ikinci derecede birer zulüm; Allah’ın emir ve yasaklarını dinlememe, haramlara karşı kat’î tavır alıp meşrû dairedeki zevklerle yetinmeme ise farklı bir zulümdür. Hangi çeşidi olursa olsun Kur’ân-ı Kerîm adalet ve ubûdiyet üzerinde durduğu kadar zulüm ve haksızlığa da vurguda bulunur ve mü’minleri inhiraf, cevr, cefa ve gadrin her çeşidinden uzak durmaya çağırır.”[13]
Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm’de ilim, en sık kullanılan mânâsıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tan olduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Bu ilme vâkıf olan yani âlimlikle muttasıf kişiler de özellikle peygamberler ve onların takipçileridir. Peygamberlerin karşısında yer alan, onlara tâbi olmayan kişiler ise bu durumda câhil ve zâlim olan kimselerdir. Bakıldığında âlim konumunda Hz. Musa (a.s.), zâlim ve câhil konumunda Firavun yer almaktadır. Bunun gibi Hz. Hud’un (a.s.) karşısında Âd kavmi, Hz. Salih’in (a.s.) karşısında Semud kavmi, Hz. İbrahim’in (a.s.) karşısında Nemrut ve yandaşları, Hz. Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) karşısında Ebû Cehil ve diğer müşrikler yer almaktadır. Bunlar gibi Kur’ân’da anlatılan kıssalarda peygamberler ve diğer övülen kimseler âlimliği/ilmi temsil ederken onların mücadele ettiği kişiler de asıl itibariyle zâlimliği ve câhilliği sembolize etmektedir. Birinci grupta yer alanların söz, fiil ve duruşları âlimâne tavır olarak tanıtılırken; diğer grupta yer alanlarınki de zâlimâne ve câhilâne olarak tanıtılmaktadır.
Günümüz açısından ilmi, yani Allah’ı tanımayı, O’na sığınmayı, yürekten inanmayı; O’nun yolunda gitmeyi reddeden insana, hangi ünvana sahip olursa olsun câhil denir. Câhil kimseler ruhlarını İlâhî feyizle doldurmadıkları için hem bu dünyada hem de âhiret âleminde kendilerine yazık etmiş bulunmaktadırlar. Bu yönleriyle Kur’ân, onları zâlim diye vasıflandırmıştır. Bu mânâda Kur’ân’da yer alan âlim kelimesini anlayabilmek için bu kavramın zıddı olan zâlim ve câhil kelimelerini de iyi tahlil etmek gerekmektedir.
* Yeni Ümit Dergisi arşivinden (Mart, 2012; 95. sayı)
[1] İlhan Kutluer, “İlim” md., DİA, İstanbul 2000, XXII, 109. Kelime hakkında daha geniş bilgi için bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Dâru Sadr, Beyrut trz., XII, 416.
[2] İbn Haldûn, Mukaddime, el-Mektebetu’ş-Şâmile, el-İsdâr es-Sânî, 2.11, s. 281.
[3] Hamidullah, Muhammed, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, Çev. A. Aziz Hatip, Mahmut Kanık, Beyan Yayınları, İstanbul 2000, s. 52; Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, TDV Yay., Ankara 2007, s. 162.
[4] Fikret Karaman, “İlim” md., Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB Yay., Ankara 2006, s. 310.
[5] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, XI, 129 ; Mustafa Fayda, “Câhiliye” md., DİA, İstanbul 1993, VII, 18.
[6] Râgıb el-İsfehânî, Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Dımeşk trz., I, 200.
[7] Fayda, “Câhiliye”,VII, 18.
[8] Bkz. Âl-i İmrân, 3/154; Nisâ, 4/17; Mâide, 5/50; En’âm, 6/35, 54, 111; A’râf, 7/199; Hûd, 11/46, 138; Yûsuf, 12/33, 89; Nahl, 16/119; Furkân, 25/63; Kasas, 28/55; Ahzâb, 33/33, 72; Zümer, 39/64; Ahkaf, 46/23; Fetih, 48/26; Hucurât, 49/6.
[9] İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, XII, 373.
[10] Bkz. İsrâ, 17/33; Nisâ, 4/10, 30; Şûrâ, 42/40.
[11] el-İsfehânî, Müfredât, II, 52.
[12] Bakara, 2/35, 57, 145, 231; Âl-i İmrân, 3/117; Mâide, 5/38, 39; En’âm, 6/82; A’râf, 7/9, 23, 103, 160; Hûd, 11/101; Yûsuf, 12/75; İsrâ, 17/59; Enbiyâ, 21/87; Kasas, 28/16; Lokmân, 31/13; Secde, 32/22; Fâtır, 35/32; Zümer, 39/32; Zuhruf, 43/76; Saff, 61/7; Cum’a, 62/ 5; Talâk, 65/1 vd.
[13] Yeni Ümit Dergisi, Başyazı, “Zulüm” Ocak 2005. 28/16; Lokmân, 31/13; Secde, 32/22; Fâtır, 35/32; Zümer, 39/32; Zuhruf, 43/76; Saff, 61/7; Cum’a, 62/ 5; Talâk, 65/1 vd. 13. Yeni Ümit Dergisi, Başyazı, “Zulüm” Ocak 2005.