Kur’ân Açısından İlim





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 09/24/2022
Clap

İsimlerin öğretilmesinde muhatap sadece Hz. Adem değil, belki evveliyle, âhiriyle bütün insanoğullarıdır. Hz. Adem'e öğretilen şeylere gelince onların hepsi bir nüve, birer çekirdek mahiyetindedir. Ona bildirilen ve öğretilen şeylerde bütün ilimlerin nüvesi, çekirdeği vardı.

Kur’ân-ı Kerim’e göre insanı mümtaz kılan özelliklerin başında ilim kabiliyeti gelir. Beşeriyete verilen bu kabiliyet, insanların atası olan Hz. Adem (a.s.)’a, varlıkların isimlerini öğretme ile başlamıştır. Allah, yeryüzünde Kendisine vekil olacak bir mahluk yaratacağını bildirdiğinde melekler bundan hoşlanmadıklarını ifade ettiler. Allah, yaratacağı mahlukun bu işe layık olduğunu belirterek, ‘Ben, sizin bilemediğiniz çok şeyi bilirim.’ buyurdu.

Ve Adem’e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları meleklere göstererek, ‘İddianızda tutarlı iseniz haydi bana şunları isimleriyle bir bildirin bakalım.’ dedi. ‘Sübhansın ya Rab! Sen’in bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sen’sin.’ dediler. Allah, ‘Adem! Varlıkların isimlerini onlara sen bildir!’ dedi. O da isimleriyle onlara bildirince Allah buyurdu: ‘Ben size demedim mi ki göklerin ve yerin sırlarını Ben bilirim. Hem Ben sizin gizli-açık yapmakta olduğunuz her şeyi bilirim.’ O vakit meleklere, ‘Adem’in önünde eğilin!’ dedik. İblis dışında hepsi secde ettiler.” (Bakara, 2/30-34)

Bunun anlamı şudur: Allah, insanlığa kapsamlı bir ilim kabiliyeti vererek Kendisinin isim ve sıfatlarının tecellisi olan hadsiz kâinat üzerinde tasarruf imkanı vermiş ve evreni onlara amade kılmıştır. Hz. Adem’e öğretilen, dünyanın sonuna kadar onun neslinden gelecek olan bütün insanlığa verilen ilim kabiliyetidir.[1] Beşeriyetin gerçekleştireceği bütün maddi ve manevi gelişmeler, bunun neticesidir.

Kur’ân-ı Hakîm bazen münferit, cüz’i hadiseler zikrederek onun arkasındaki küllî düstura, ana prensibe dikkatleri çeker. Nitekim melaikenin Hz. Adem (a.s.) karşısındaki tutumları ve ona isimlerin öğretilmesi münferit bir olaydır. Ama onun ötesinde Allah Teala’nın insan nev’ine verdiği çok kapsamlı kabiliyetler sayesinde onun önüne, hadde, hesaba gelmez muazzam bir ilim âlemi açtığına, o ilimleri öğrenme ve adeta sınırsız denilebilecek kâinatı yönetme, orada istediği gibi tasarrufta bulunma özelliğine işaret eder. Böylece bu cüz’î hadisenin arkasındaki ana prensibe dikkat çeker. İnsan bu dünyaya ilim ve dua ile tekâmül etmek için gönderilmiştir. Mahiyet ve kabiliyet itibariyle her şey ilme bağlıdır.[2]

Bütün hakiki ilimlerin esası ve ruhu, Allah’ı tanımaktır. İlim ve marifetin kaynağı, Allah’ın güzel isimleridir. Her bir ilmin, her bir fennin hakikati, Allah’ın bir ismine istinad eder. Mesela: İlimler, O’nun el-Alîm isminden, hikmetler O’nun el-Hakîm isminden kaynaklanır. Tıp ilmi, O’nun Şâfî ismine dayanır. Hayat taşıyan bütün canlı varlıklar O’nun Hayy ve Muhyi isminin tecellisidirler. Bu şuur, kâinatı Allah namına okuma gayreti ve eğitimi verir. Onun için Kur’ân, ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku!’ hitabıyla başlamıştır.[3] Demek istenilen, nasıl olursa olsun bir okuma olmayıp, “Rabbisinin adıyla” bir okumadır.

Kur’ân nazarında Rabbimizi bize tanıtan iki kitap vardır: Birisi, “Bakılan, incelenen tekvinî kitap”, diğeri, “Okunan, tenzilî kitap”tır. Kur’ân, her iki kitabın da birimlerine “ayet” adını verir. Kâinatı ve insanlığı yaratan Yaratıcı, evreni mükemmel bir ilim ve sanat harikası olarak yaratmış, isim ve sıfatlarını onunla tanıtmış, oraya nihayetsiz imkânlar yerleştirmiştir. Bunu yaratmaktan maksatlarını ve bundan istifade yollarını göstermek için de “kullanma kılavuzu” olarak “tenzilî kitabını” göndermiştir. Böylece Kur’ân’a göre, bilimsel gerçekle dini gerçek şeklinde iki ayrı gerçek değil, tek gerçek, tek kaynak vardır. Bu anlayış, yani bilimsel bütünlük anlayışı, İslâm dininin temel akidesi olan “tevhid”in, Allah’ın birliğinin neticesidir.

Rabbimiz bununla yetinmemiş, bu iki kitabın manalarını, onları nasıl okumak gerektiğini öğrettiği, model olarak yarattığı bir öğretmeni, rehberlik ve uygulamayı gösterme gayesiyle görevlendirmiştir. Çünkü öğretmensiz bir okul düşünülemez. Öğretmensiz kitap, manasız bir eşya olur. Yazıyı, okumayı, doğru düşünme yollarını gösteren bir rehber şarttır. Bundan ötürü Hz. Peygamber (aleyhisselam) ‘Ben, ancak öğretmen olarak gönderildim.’ demiştir.[4] Aslında bütün peygamberler de böyledir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.), nübüvvet binasının son tuğlası olduğunu belirtmiştir. Allah O’na ve O’na tâbi olarak bütün mü’minlere şöyle dua etmelerini emretmiştir: “Ya Rabbi! Benim ilmimi artır!” (Taha, 20/114) Hz. Peygamber bir duasında ‘Ya Rabbi! Bana varlıkların hakikatini olduğu gibi göster!’ diyerek sırf gerçek peşinde olmayı ideal olarak göstermiştir. Keza ‘İki günü eşit olan (yani her gün ilmini artırmayan) aldanmıştır.’ buyurmuştur. Bedir savaşı esirlerinden yazı bilenlere, on Müslümana yazı öğretmeyi kurtuluş fidyesi yapmış, yazı öğreten esirleri serbest bırakmıştır.

Gerçekten, Kur’ân’ın ilme tahsis ettiği pek geniş bir alan vardır. Usandırmamak için bunlardan sadece birkaç tanesini zikretmekle yetinmek istiyorum:

وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولاً Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalp gibi azaların hepsi sorguya çekilecektir.” (İsra, 17/36) Şu halde insan daima hakikat peşinde, gerçek bilgi peşinde olacaktır. Tam bilgi edinmediği takdirde sorumlu olacaktır.

قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ De ki: İddianızda tutarlı iseniz delilinizi ortaya koyun!” (Bakara, 2/111) Öyle ise bilgi veya belgeye dayanmayan tez geçerli olamaz, mücerret iddiadan ibaret kalır.

إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ  “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı lazım geldiği tarzda tazim ederler.” (Fatır, 35/28)

Bu ve benzeri ayetlerden çıkarılan prensiplerle Kur’ân, İslâm medeniyetinin başlıca kurucusu olmuştur. Nahiv, Sarf, Lügat, Belagat, Tefsir, Hadis, Kelam, Kıraat, Fıkıh, Feraiz, Tasavvuf, Ahlak, Hat, Tezhip gibi sayısız ilimler Kur’ân’dan kaynaklanmıştır.

Kur’ân’ın, ilimlerin esası olması, elbette ayrıntıları öğretme şeklinde olmamıştır. O, temel prensipleri vermiştir. Kur’ân’ın verdiği teşvik ve hareketle Müslümanlar diğer medeniyetlerdeki ilimleri de alıp özümsemişler, sadece taklit şeklinde almayıp kendilerine mal etmişler ve kısa zamanda o ilimlerde de öncülüğü ele almışlardır. 9. yüzyılda mesela tıp veya astronomi biliminin meseleleriyle meşgul olan bir bilgine ne yaptığı sorulduğunda o, tereddüt etmeden ‘Kur’ân’ı tefsir etmeye çalışıyorum.’ diyebiliyordu.

Başka medeniyetlerden ilim almaya İslâm’da engel yoktur, bilakis teşvik vardır. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) “Hikmet, mü’minin yitiğidir. Nerede bulursa onu almaya en layık olan odur.”[5] demiştir. Böylece Müslümanlar miladi 8. asırdan takriben 16. asra kadar tabiat bilimlerinde de öncü olmuş, Avrupa rönesansının başlıca faktörlerinden olmuşlardır. Gazzali’nin (v. 1111) el-Munkız mine’d-dalâl (Yanlışlıktan Kurtaran) adlı kitabı Kur’ân’ın verdiği bilimsel metodu güzel bir şekilde özetler. R. Descartes’in (ö. 1650) Discours de la methode (Metot Üzerine Konuşma) eserinde Gazzali’nin etkilerini öne süren birçok araştırmacılar vardır. Metodik şüphe, kesin bilgilerden hareket ederek yola çıkma, analiz, deney, sonunda kontrol etme gibi metod unsurları bakımından, bu iki eser arasında ilginç paralellikler bulunmaktadır.

Alman oryantalisti C. Brockelmann’ın Geschichte der Arabischen Litteratur (Arapça Yazılmış Kültür Mirası) adlı beş ciltlik eseri ile Frankfurt Üniversitesinde çalışan Türk bilim adamı Fuat Sezgin’in Geschichte des Arabischen Schrifttums adlı on iki ciltlik eseri, günümüze ulaşan İslâm bilim mirasını yeterince gösteren kitaplar sözlüğünü teşkil ederler. Bu eserler, İslâm tarihinin ilk asrından itibaren o devirlerde mevcut bütün ilimlere dair yazılıp da bugün elimiz altında olan on binlerce kitap hakkında çok kısa bilgi verirler.

“İlm” maddesi, Kur’ân-ı Hakîm’de en çok kullanılan birkaç kökten biri olup çekimleri ve müştaklarıyla beraber yaklaşık dokuz yüz defa varid olmuştur. Kur’ân kelimelerinin toplamının 78.000 kadar olduğunu düşünürsek, yaklaşık her 90 kelimeden birinin ilmi hatırlattığını, bunun da çok dikkate değer bir sıklık teşkil ettiğini görürüz. İlim, bir şeyi tam, mükemmel bir şekilde bilmektir.[6] Bu kökten gelen Âlim ismi, Kur’ân’da 153 yerde Allah’ı tavsif etmiştir. El-Alîm: “Olmuşu, olmakta olanı ve gelecekte olacak şeyleri bilen, Kendisine kâinattan hiçbir şey gizli kalmayan ve ilmi küçük-büyük, zâhir-bâtın, gizli-açık her şeyi kuşatan” tarzında tarif edilmektedir.[7] Ma’rife, şu’ur, fıtna, akl, va’y, der’, idrak vb. gibi Arapçada bilmeyi ifade eden kelimeler, ilmin özel şekillerine delalet ederler.

Cenab-ı Allah’ın, bilmesini ilm kavramı ile ifade edip, öteki kavramları Kur’ân’da insanlar için irad ettiği halde, Kendisine bir defa dahi izafe etmemesi, elbette dikkate alınması gereken bir husustur. Az önce saydıklarımızdan fıtna maddesi Kur’ân’da yer almaz. İdrak ise yalnız bir yerde gelmiş ise de[8] müşakele babından kullanılmıştır, mutlak olarak Allah Teala’ya izafe edilmemiştir. Dolayısıyla Kur’ân’ın, az önce zikrettiğimiz dünya çapındaki büyük ilmî inkılabı gerçekleştirmesinin tamamen makul olduğunu, bunda şaşılacak bir tarafın bulunmadığını anlayabiliriz.

Âlimler, erken bir dönemden beri, Kur’ân’ın öğretmesiyle varlığı:

  1. Vacip (zorunlu)
  2. Müstahil (imkansız)

3- Mümkin olarak üç kategoriye ayırmışlardır. Vacip olan Uluhiyet dışındaki pek geniş varlık alanının mümkinattan olduğunu görerek, Uluhiyet dışında her şeyin imkan dünyasında yer aldığını kabul etmişlerdir. Mesela insanın havada uçmasının, denizin tutuşup yanmasının, seslerin ve görüntülerin çok uzak yerlere ulaşmasının mümkinattan olduğunu, imkânsız olmayan her şeyin ise gerçekleştirilebileceğini söylemişlerdir. Onlara bu geniş ufukları açan, elbette Kur’ân olmuştur. Keza Kur’ân’dan aldıkları ders ile âlimler bilgi kaynaklarını şunlara hasr etmişlerdir:

  1. Akıl
  2. Haber-i sadık (vahiy)
  3. Duyular ve deney.

Bunların ne derece sağlam esaslar olduğu meydandadır (Keşif ve ilhamın, sadık rüyanın dini hayatta yeri olmasına rağmen ilim sebepleri arasında yer verilmemesi, İslâm âlimlerinin ölçülerinin ne derece objektif, sağlam ve evrensel olduğunu ortaya koymaktadır).

Kur’ân’ın ana konularının şu dört konu olduğunu söyleyebiliriz:

  1. Gökleri ve yeri yaratan Allah’ı mükemmel sıfatlarıyla tanıtma, ibadetin yalnız O’na yapılması gerektiğini bildirme.
  2. Allah’ın mesajlarını insanlara ulaştıran peygamberlere inanma.
  3. Dünya hayatındaki inanç ve davranışların karşılıklarının verileceği ebedi ahiret hayatına inanma.
  4. İnanç, fikir, davranışlarda, Allah ve diğer insanlarla ilişkilerde dürüstlük, adalet, en dengeli tutum içinde olma.

Son, yani dördüncü konu kapsamına giren başlıca beş temel maksat vardır:

  1. Hayat. Allah’ın yarattığı her insanın yaşama hakkı vardır. Bir insanı öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibi ağır bir günahtır. Hayatı korumak için gerekli tedbirler alınmalıdır.
  2. Her insanın inanç hakkı vardır. Allah dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak için insanlığa din yolunu göstermiş, ibadetler koymuştur. Gerçek din bellidir. Bununla beraber insanların, dünya hayatında bunu kabul etmeyip başka dinleri seçme ve uygulama hakları da vardır.
  3. Fikir hürriyeti. Akıl, Allah’ın insana verdiği en büyük nimetlerdendir. Sorumluluk ve yükümlülüğün esas kriteridir. Aklı korumak ve geliştirmek gerekir. Bu sebeple baskı, sarhoşluk verici madde kullanımı, uyuşturucu vs. günahtır. Eğitim, öğretim, fikir ve ifade, basın ve yayın özgürlükleri bu kapsamdadır.
  4. İnsan neslinin devamı için aile esastır. Maddi ve manevi huzur ortamı sağlayan aile kurumunu koruma, geliştirme gereklidir. Bu kurumu tehdit eden zina, kürtaj, eşcinsel beraberlik günah sayıldığı gibi bu aileyi koruma için çok düzenlemeler yapılmıştır.
  5. Ferdi mülkiyet hakkı vardır. İnsanlara çalışma, iş kurma gibi meşru imkanlar vermek gerektiği gibi başkasının malını gasp, rüşvet, hırsızlık, faizcilik, israf da günahtır.

Böylece insanlığın temel hak ve özgürlüklerinin ilahi vahye dayanarak insanlığa verildiğini görmekteyiz. Bu durum Kur’ân’da olduğu gibi, Allah tarafından daha önce gönderilen semavi kitaplarda da bildirilmiştir. Hatta ilk insan ailesinden itibaren mevcuttur. İlk insan Hz. Adem, aynı zamanda ilk peygamberdir. Temel beşeri sosyal değerlerin yani din, hayat, ilim, lisan, aile kurumlarının o zamandan beri bulunduğu aşikârdır. Bundan ötürü, insanlık tarihinin başlangıcında vahşet değil, medeniyet vardır. Seküler sosyolojinin iddiasıyla, Kur’ân sosyolojisinin arasındaki bu temel farka dikkat çekmeye, Müslümanlar olarak büyük önem veriyoruz. Belirtmeye gerek yoktur ki bu kurumların ilk çekirdeklerinin başlangıçta Allah tarafından ilham edildiğini söylemek istiyorum. Yoksa Allah’ın hayata ve beşeriyete tekâmül kanunu koyduğunu inkâr etmiyorum. Yüce Yaratıcı, insanlığı yaratmasından itibaren bir gelişme sürecine koymuştur. Dolayısıyla gelişme yavaş yavaş olmuştur. Bu bir realite olduğundan bunu tasrih etmeye gerek bile yoktur.

Kur’ân, insanı bedeni ve ruhu ile bir bütün kabul eder, her ikisinin ihtiyaçları arasında bir denge gerçekleştirir. İnsan ruhunu ancak ilahi din tatmin eder. Din, kalp, ruh ve akıl işidir. Kur’ân; insanın Rabbi ile, yakın çevresi, milleti ve nihayet bütün insanlık ile barış (selam) içinde yaşamasını öğretir. Dinin adı olarak İslâm “barış” demektir. Allah’ın isimlerinden biri “Selam; esenlik, barış veren”dir. Müslümanların aralarındaki iyi dilek temennisi “selam”dır. Ebedi cennetin adı “Daru’s-selam” (barış yurdu)’dur. Fertlerin ve toplulukların birlikte yaşayabilmeleri, birbirlerine bağlanmaları, birbirleriyle yardımlaşmaları, ancak dini terbiye ile yetişmeleri sayesinde mümkündür. Hayatı devam ettirmek için gerekli sevgi, şefkat, sabır, fedakarlık, dürüstlük, hayır, yardımlaşma gibi bütün faziletler, sadece dinden kaynaklanır. Bu erdemler dünyadan çekilirse hayat, sadece egoların maddi tatmininden ibaret kalır. Dini şuur olmayınca fazilet duyguları söner. Hayat yalnız ekmek ve kemik kavgasına raci olur.

Kur’ân’ın fazilet kavramına bakışını, nisbeten uzun olan şu bir tek ayete bakarak anlayabiliriz: “Fazilet, yüzlerinizi ibadet esnasında doğuya ya da batıya çevirme değildir. Lakin fazilet Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara iman eden; hoşlandığı malını Allah’ı hoşnud etmek için yakınlara, yetimlere, yoksullara, gariplere, isteyenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren, namazı hakkıyla yerine getirip zekatı veren, sözleştiği zaman sözlerinde duran, hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde, savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır. İşte onlardır inançlarında samimi olanlar ve işte onlardır her türlü fenalıktan korunanlar.” (Bakara, 2/177)

Kısaca arz edecek olursam Kur’ân; zina, sarhoşluk, terör, adam öldürme, işkence, yalan, iftira, zulüm, aldatma, israf, hırs, hıyanet, faizcilik, zayıfları sömürme, riya, gıybet vs. gibi toplumu kemiren her türlü kötülüğü yasaklamıştır. Dürüstlük, şefkat, fedakarlık, adalet, ahde vefa, iffet, sabır, yardımlaşma, tevazu, cömertlik vs. gibi faziletleri vurgulamıştır. Bütün bunlar akıl ve ilme dayandığından İslâm, ‘menat-ı teklif, akıldır.’ demiş, insanların dinen yükümlü olmasını akla bağlamıştır.

Kur’ân bilime karşı çıkmaz, araştırmaları engellemez. Bilakis ilim öğrenmeyi, öğretmeyi, aklı ve fikri çalıştırmayı teşvik eder. Tabiatı delil getirerek, tabiatın ötesinden haberdar eder. Yüce Yaratıcıya delil olması yönünden tabii bilimlerin alanına giren konulardan bahseder. İma yoluyla o bilimlerde ortaya çıkan bazı keşiflere değinir. Kur’ân vahyinin kaynağı akıl değildir; fakat onun hükümleri makuldür, akıl ile anlaşılabilir. Ama bununla beraber, bir bilim kitabı gibi ayrıntılı olarak bilimleri öğretmez. Onları insanların akıllarını kullanmalarına ve tecrübelerine havale eder.

Hülasa Kur’ân, kendisine inananlar nezdinde, hangi yönden bakılırsa bakılsın, tutarlı bir metindir. Üstünde vahiy parıltıları fark edilir. Arkasında akli delillere dayanır, onlardan kuvvet alır. Ön tarafındaki hedefi, beşeriyetin dünya ve ahiret mutluluğu gibi en yüksek bir ideale yönelir. Sağına aklın ikrarını alır. Solunda kalp ve vicdanın tanıklığına başvurur. Müslümanın Kur’ân’da bulduğunu, bazen gayrimüslim okuyucular göremeyebilirler. H. Corbin[9] eserinde bu konuda şöyle önemli bir hatırlatma yapar: “Kur’ân, şematik indeksi çıkarılmakla anlaşılmaz. Biz Avrupalıların herhangi bir kavramı Kur’ân’da bulup bulmamamız o kadar önemli değildir. Önemli olan, ona inanan ve onu uygulayan Müslüman şuurunun o meseleyi Kur’ân’da bulmasıdır.”

 

[1] B. Said Nursi, Sözler, s. 323, Işık Yay., İstanbul-2002.

[2] B. Said Nursi, a.g.e., s. 412.

[3] Alak, 96/1.

[4] İbn Mace, Mukaddime 17.

[5] Tirmizi, İlm 19; İbn Mace, Zühd 15.

[6] Firuzabadi, Besair, IV, 88, Kahire, 1393, Nşr. M. A. en-Neccar.

[7] M.Murtaza ez-Zebidî, Tâcu’l-Arûs, İlm maddesi.

[8] Bkz. En’am 6/103.

[9] Histoire de la Philosophie Islamique (İslâm Düşüncesi Tarihi), Paris-1964.

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 09/24/2022