Zimmilere Tanınan Temel Hak ve Özgürlükler -9
Bugünün Müslümanlarına düşen vazife, insan haklarını, azınlık haklarını, vatandaşlık haklarını globalleşen ve sekülerleşen yeni dünya düzeninin şartlarına göre yeniden ele almaktır.
Önceki yazımızda insan hakları zaviyesinden zımmi hukukunu ele almaya başlamış, “zımmi” ve “zimmet” kavramları üzerinde durmuş, zımmi hukukunun günümüzde anlaşılan şekliyle bir ayrımcılık olmadığını izah etmiş ve konunun farklı boyutlarına dikkat çekmiştik. Kaldığımız yerden devam edelim:
En başta şunu ifade etmek gerekir ki “zarûriyyat-ı hamse” olarak isimlendirilen temel hakların dokunulmazlığı açısından Müslümanlarla zimmiler arasında hiçbir fark gözetilmemiştir. Şöyle ki Müslümanlar gibi onların da hayatı kutsaldır. Mezhepler arasında farklı görüşler olsa da Hanefi Mezhebi’ne göre bir Müslüman’ın öldürülmesiyle bir zimminin öldürülmesi arasında alacakları ceza açısından bir fark yoktur. Her ikisi de kısas hükümlerine tâbi olur. Aynı şekilde İslâm ülkelerinde yaşayan bütün din mensuplarının mülkiyet dokunulmazlığı vardır. Meşru vesileler olmadığı sürece onların mallarına el sürülemez. Keza onların ırz ve namusları da Müslümanlar gibi koruma altındadır. Düşünce ve ifade hürriyeti açısından da Müslümanlarla gayrimüslimler arasında bir fark yoktur.
Tıpkı Müslümanlar gibi gayrimüslimler de din ve vicdan hürriyetine sahiptirler. İstedikleri gibi ibadet ve ayinlerini yapabilirler. Kamusal düzene ve genel ahâka zarar vermedikleri sürece dinlerine göre yaşama noktasında herhangi bir baskı veya kısıtlamaya maruz bırakılmazlar. Hiçbir şekilde din değiştirmeye zorlanmazlar. Çünkü âyetin açıkça beyan ettiği üzere dinde zorlama yoktur. Çocuklarına kendi dinlerini öğretme, onları kendi inanç ve öğretilerine göre eğitme noktasında da gayrimüslimlere müdahale edilmez.
Onların mabetlerine dokunulmaz. “Allah insanların bir kısmını diğerleriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çokça zikredilen mescitler yıkılıp giderdi.” (Hac sûresi, 22/40) âyeti bize bunu telkin eder. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de Medine’de bulunan ve bir çeşit sinagog ve eğitim müessesesi olarak vazife gören Beytü’l-Midras’a dokunmamıştır. Aynı şekilde Kudüs’ün fethinden sonra şehre gelen Hazreti Ömer, ezan okunduğunda, piskoposun bütün ısrarlarına rağmen kilisenin içinde namaz kılmayı reddetmiş ve gerekçe olarak da ileride gelecek Müslüman nesillerin kiliseleri kendileri için ibadet yeri yapmalarından korktuğunu belirtmiştir.
İmam Ebû Yusuf, İslâm’ın ilk yıllarında, fethedilen ülkelerde bulunan ne Yahudilere ait havralara ne de Hıristiyanlara ait kiliselere dokunulmadığını ve bunların olduğu üzere bırakıldığını belirtmiştir. (Ebû Yusuf, Kitâbü’l-Harâc, s. 152) Müslümanlar tarafından fethedilen çok geniş bir coğrafyada gayrimüslimlere ait mabetlerin günümüze kadar varlığını koruması da Müslümanların onların mabetlerine gösterdikleri saygının bir sonucudur.
Gayrimüslimlere ait mabetlerin yıkılması bir tarafa, din hürriyetinin bir gereği olarak çoğu İslâm beldesinde onların kiliselerde açıktan çan çalmasına bile müdahale edilmemiştir. Ancak Müslümanların ibadetlerine saygının bir gereği olarak, çanların namaz vakitleri dışında çalınması istenmiştir. İnsan hakları ve demokrasinin ağızlardan düşmediği günümüzde, çoğu Batılı ülkede Müslümanların minare yapmasına ve açıktan ezan okumasına izin verilmediğini hatırlatıp geçelim.
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) pek çok hadis-i şeriflerinde Müslümanları onların bu temel haklarını gözetmeye çağırmış ve bunları ihlâl edenleri şiddetle ikaz etmiştir. Bir hadislerinde onların can dokunulmazlığını şu ifadeleriyle ortaya koyar: “Bir zimmiyi haksız yere öldüren Cennet’in kokusunu duyamaz. Halbuki onun kokusunu kırk yıllık yoldan duyabilir.” (Buhârî, Cizye 5) Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) diğer bir hadislerinde ise zimmilerin mal dokunulmazlığını ortaya koyduğu gibi aynı zamanda onlara yapılacak her tür zulüm ve haksızlığı yasaklar: “Kim bir zimmiye zulmeder veya gücünün üstünde bir iş yükler ya da zorla ondan bir şey alırsa kıyamet günü ben onun hasmıyım.” (Ebû Dâvûd, Harac 33) Şu hadis ise zimmilerin ırz ve namusuna dil uzatılmasını yasaklar: “Kim bir zimmiye iftirada bulunursa, kıyamet gününde ateşten kamçılarla cezalandırılır.” (Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6/435)
Allah Resûlü, Necranlı Hristiyanların gönderdiği heyetin Mescid-i Nebevi’de kendi dinlerine göre ibadet ve ayin yapmalarına müsaade etmiş (İbn Hişâm, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/574) ve daha sonra onlarla bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın bir bölümü şu şekildedir: “Necranlıların malları, canları, arazileri, meskenleri, hazır bulunanları ve bulunmayanları, aşiretleri, kiliseleri, dinleri, rahipleri, ellerinde bulunan az veya çok her şeyleri, Allah Resûlü’nün teminatı ve koruması altındadır. Papazları, rahipleri ve mabetlerinin kayyımlarından hiç birisi değiştirilmez.” (Kasım b. Sellâm, Kitâbü’l-Emvâl, s. 244)
Necranlılara tanınan diğer haklar ise şunlardır: “Necranlılara zulüm ve kötülük yapılmayacaktır. Câhiliye devrinden kalma kan davası güdülmeyecektir. Ne ürünlerinden onda bir vergi alınacak, ne asker gelip yurtlarını çiğneyecek, ne de kendileri savaş için silâh altına alınacaktır. Necran’da kim bir hak talebinde bulunacak olursa, aralarında insaf ve adalet üzere davranılacaktır. Onlar ne zulüm yapacaklar, ne de zulme uğrayacaklardır. Onlardan hiç kimse, başkasının yaptığı bir haksızlık ve kötülükten sorumlu tutulmayacaktır. Bu antlaşmada yazılı vecibeleri yerine getirdikleri, hayırhahlık gösterdikleri ve iyi davrandıkları sürece, Allah’ın ve Peygamber’in temelli himayesi altında bulunacaklardır.” (Asım Köksal, Hazreti Muhammed ve İslâmiyet, 10/313-314)
Raşit Halifeler de zimmilerin hak ve özgürlüklerini koruma noktasında aynı titizliği göstermişlerdir. Hazreti Ömer, Suriye Valisine gönderdiği mektupta şu uyarıları yapmıştır: “Müslümanların gayrimüslim halka zulmetmelerine, zarar vermelerine, yasal bir yol dışında mallarını yemelerine fırsat verme!” (Ebû Yusuf, Kitâbu’l-Harâc, 82) Hazreti Ali’nin şu sözleri de aynı noktaya işaret eder: “Biz onlara zimmet (hukuki kişilik) verdik, onlar da cizye vermeyi kabul ettiler. Böylece onların malları bizim mallarımız, canları da bizim canlarımız gibi dokunulmaz oldu.” (es-Serahsî, el-Mebsût, 26/85)
Hazreti Ömer döneminde şöyle bir hâdise yaşanır: Mısırlı Hıristiyan bir kadın Hazreti Ömer’e Mısır Valisi Amr b. Âs’ı şikâyet eder. Çünkü o, kadının evini zorla yıkarak arsasını camiye eklemiştir. Hazreti Ömer durumu Hazreti Amr’a sorar. O da Müslüman nüfusu çoğaldığı için caminin dar geldiğini, caminin yanında evi bulunan kadına evinin bedelini önerdiğini fakat kadının razı olmadığını, bu yüzden evi yıkmak zorunda kaldığını ifade eder. Fakat Hazreti Ömer, kadını haklı bulur ve validen yeni yaptırdığı camiyi yıkarak kadına evini eskisi gibi teslim etmesini emreder.
Ünlü Mâliki fakihi İmam Karafî’nin şu sözleri, İslâm’ın bu konudaki genel tavrını aksettirir: “Zimmet akdi bize bir kısım sorumluluklar yükler. Çünkü onlar bizim korumamız ve gözetimimiz altındandır. Üstelik onlar Allah’ın, Peygamber’in ve İslâm’ın zimmeti altındadır. Kim kötü söz söylemek, gıybet etmek, ırza tecavüz etmek veya herhangi bir şekilde eziyette bulunmak ya da böyle yapanlara yardım etmek suretiyle onlara zulmeder ve haksızlık yaparsa Allah’ın, Peygamber’in ve İslâm’ın zimmetini zayi etmiş olur.” Karafî’ye göre Müslümanlar zimmilere iyilikle emrolundukları için onların zayıflarına yumuşak davranmalı, fakirlerine yardım etmeli, açlarını doyurmalı, çıplaklarını giydirmeli, onlara karşı tatlı dil kullanmalı, din ve dünya işlerinde onlara yardımcı olmalı, onların mallarını, ailelerini, namuslarını, daha başka haklarını koruyup gözetmeli, zulmü bertaraf etmelerinde onlara yardımcı olmalıdırlar. (el-Karafî, el-Furûk, 3/14-15)
Zimmilerin Hukukî Özerkliği
İslâm tarihinde günümüzde olduğu şekliyle hiçbir zaman devlet tarafından yapılan ve tüm vatandaşlara uygulanan tek bir hukuk sistemi olmamıştır. İlk dönemlerden itibaren İslâm Fıkhı, normatif gerçekliğin çoğul olduğunu kabul etmiştir. İslâm’da hukuk kuralları sivil müçtehitler tarafından ortaya konduğu gibi, hâkimler de verecekleri hükümlerde halkın bağlı bulunduğu mezhep doktrinini esas almışlardır.
Bu hukukî çoğulculuğun tabii bir sonucu olarak gayrimüslimler de -kamusal düzeni ilgilendiren belirli meselelerin dışında- kendi hukuklarına tâbi olma konusunda serbest bırakılmışlardır. İslâm Fıkhı, gayrimüslim milletlerin iç meselelerini çözmek için müstakil ve detaylı hükümler üretmemiştir. Bunun yerine onlara şahıs, aile, miras, ve borçlar hukuku gibi dinle yakın ilgisi bulunan konularda hukukî ve adlî özerklik tanımıştır.
Öyle ki gayrimüslimlerin, kendi aralarında, içki ve domuz eti gibi İslâm’ın kesin olarak haram kıldığı maddelerin ticaretini yapmalarına dahi müsaade edilmiştir. Zimmi bir kimsenin sahip olduğu şarabı veya domuz etini itlâf eden veya zarar veren Müslüman, bunun tazminatıyla mükellef tutulmuştur. (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtâr, 3/273) Keza Ömer b. Abdülaziz, Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne gelerek zimmilerin İslâm Fıkhı açısından geçersiz sayılan nikâhlarına müdahale edip etmeyeceğini sorduğunda aldığı cevap şu olmuştur: “Onlar kendi inançlarına göre yaşayabilmek için bize cizye ödüyorlar.” (DİA, “Zimmi” mad.)
Kur’ân’ın şu âyeti gayrimüslimlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları kendi dinlerine göre çözebileceklerini belirtir: “Eğer sana gelirlerse ister onlar arasında karar verirsin ister kendi hallerine bırakırsın. Eğer onları kendi hallerine bırakırsan sana hiçbir şekilde zarar veremezler. Ama eğer bir karar verirsen onlar arasında adaletle karar ver.” (Mâide sûresi, 5/42) Aynı şekilde “Ehl-i İncil de, Allah’ın o kitapta (İncil’de) indirdiği ile hükmetsin.” (Mâide sûresi, 5/47) âyeti de onları inanç ve değerlerine göre yaşamaya ve kendi dinlerinin hükümlerini tatbik etmeye çağırır. Allah Resûlü’nün gayrimüslimlere yönelik uygulamaları da bu çizgide cereyan etmiştir. (Bkz. Müslim, Hudûd 26-29)
Hanefi fakihleri onların bu hukukî özerkliğini, “Onları kendi inançlarıyla baş başa bırakmakla emrolunduk.” (es-Serahsî, el-Mebsut, 11/102) cümlesiyle özetlemişlerdir. Tarihî uygulamalar da buna göre cereyan etmiştir. Zimmiler, Müslümanlarla bir anlaşmazlığa düşmedikleri ve kamusal düzeni ilgilendiren suçlar işlemedikleri sürece (bu durumlarda dava İslâm mahkemesine taşınmıştır) aralarındaki meseleleri kendi mahkemelerinde çözüme kavuşturmuş, kendi hukuklarına göre yargılanmışlardır.
Talep ettikleri takdirde İslâm mahkemelerinde yargılanmaktan da mahrum bırakılmamışlardır. İslâm mahkemeleri ise onlar arasında adaletle hüküm vermekle mükellef tutulmuştur. Hazreti Ömer döneminde, Müslümanların hâkim olduğu topraklarda yaşayan bir çok gayrimüslim, Medine’ye kadar gelerek dava ve şikâyetlerini Halifeye arz etmiş ve netice almışlardır. Bu anlaşmazlık bir zimmi ile Müslüman arasında vuku bulsa bile dava adalete göre karara bağlanmak zorundadır. Nitekim Hazreti Ali halife olduğu dönemde Yahudi bir vatandaşla mahkemeye başvurmuş, haklı olduğunu ileri sürmesine rağmen delil ve şahit getiremediği için kadı, Yahudi lehine hüküm vermiştir.
İslâm Tarihinde Zimmiler
Kur’ân ve Sünnet’in gayrimüslimlerle ilgili emir ve tavsiyeleriyle, bunlardan yola çıkarak İslâm hukukçularının zimmi ahkâmına dair ortaya koydukları hükümler, gayrimüslim azınlıklarla kurulacak ilişkilerde belirleyici olmuştur. Müslümanlar fethedilen yerlerdeki gayrimüslimleri öldürmemiş, köleleştirmemiş veya kendi dinlerine sokma noktasında hiçbir zorlamada bulunmamışlardır. Değil gayrimüslimleri din değiştirmeye zorlama, onların şahıs ve yer isimlerine bile müdahale edilmemiştir. Onlarla zimmet antlaşmaları yapmışlar ve verecekleri vergi karşılığında onların temel hak ve özgürlüklerini garanti etmişlerdir. Örnek olması açısından 1463 yılında Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmet’in Bosnalı Hıristiyanlara verdiği şu ahitnameye bakabiliriz:
“Ben, Sultan Muhammed Han, bu ferman-ı hümayunu alan herkese, Bosnalı ruhban sınıfının benim tarafımdan kabul edildiğini duyurur ve şunu buyuruyorum: Hiç kimse onları veya kiliselerini rahatsız etmeyecek veya onlara dokunmayacak. Onlar, benim devletimde barış içinde yaşayacaklar. Yeniden manastırlarına korkusuzca geri dönmeli ve yerleşmeliler. Onlar, ne zat-ı alilerim ne vezirlerim ne çalışanlarım ne teb’am ne de devletimde yaşayan herhangi biri tarafından rahatsız edilmemelidirler. Hiç kimse, onlara, yaşamlarına, mallarına veya kiliselerine saldırmamalı, hakaret etmemeli veya zarar vermemelidir.”
Son birkaç asra gelinceye kadar İslâm’ın hâkim olduğu topraklarda kayda değer bir azınlık problemi yaşanmamıştır. Çünkü Müslümanlar, onların özgürce yaşamalarında ve insan haklarını korumada oldukça dikkatli ve titiz davranmışlardır. Yer yer hükümdarların baskıcı ve zorbaca girişimleri olmuşsa da ulemanın kararlı duruşu sayesinde bunlar geri tepmiştir. Hatta zimmilerin özel hayatına müdahale eden bazı vezirler görevden alınmıştır. Meselâ bir Yahudi’nin şikâyeti üzerine Sultan Melikşah, Halife Muktedî-Biemrillah’ın vezirini zimmilerin elbiselerine müdahale ettiği gerekçesiyle azletmiştir. (DİA, “Zimmi” mad.)
Gayrimüslim ülkelerin, Müslümanların din ve vicdan hürriyetleri üzerinde kurdukları baskı bir referans olarak kabul edilmemiş, yani insan hakkı ihlâllerinde “mütekabiliyet kuralı” işletilmemiştir. İslâm devletleri siyasi kararlarda mütekabiliyet esasına göre hareket etseler de, hukukî konularda kendi referans kaynaklarına bağlı kalmışlardır. Mütekabiliyet prensibi gerekçe gösterilerek zimmilerin can, mal ve din hürriyetlerine dokunulmamıştır. Meselâ Endülüs Müslümanlarının maruz kaldığı ağır insan hakkı ihlâlleri karşısında bir aralık Yavuz Sultan Selim kiliseleri camiye döndürmeye niyet etmişse de, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin bunun dinen caiz olmayacağını bildirmesiyle geri adım atmıştır. Kanunî Sultan Süleyman’ın benzer bir teşebbüsü de Ebussuud Efendi tarafından engellenmiştir. Sultan II. Mahmud’un şu sözü Osmanlı’nın altı asırlık uygulamasının bir özeti gibidir: “Ben teb’amdan Müslümanları camide, Hıristiyanları kilisede ve Musevileri havrada görmek isterim.” (Ahmet Güneş, İslâm Hukukunda Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, s. 93)
Zimmiler İslâm dünyasında “getto” tipi mekânlarda yaşamaya mecbur tutulmamış, ikamet yerlerini kendileri seçmişlerdir. Ticaret, çiftçilik, madencilik, sarraflık, dericilik gibi bir çok meslek grubunda yer alarak ticari hayatta yer edinmişlerdir. Yazdıkları eserlerle ve yaptıkları tercümelerle ilmî ve kültürel hayata önemli katkılarda bulunmuşlardır. Devlet hizmetinde vergi memurluğu, kâtiplik, saray tabipliği gibi görevler almışlar, yer yer askerlik hizmetlerinde kendilerinden istifade edilmiş ve hatta bazı devletlerde vezirlik makamına kadar yükselmişlerdir. Bazı Selçuklu sultanları Hıristiyan kadınlarla evlenmiş ve onları hiçbir şekilde Müslüman olmaya zorlamamışlardır. (DİA, “Zimmi” mad.)
Gayrimüslimleri devlet hizmetlerinde istihdam etme ta Allah Resûlü ve Raşit Halifeler döneminde başlamıştır. Meselâ Nebiyy-i Ekrem, Müslüman olmayan Amr b. Umeyye ed-Damrî’yi Necaşi’ye elçi olarak göndermiştir. Hazreti Ömer, çok sayıda gayrimüslime hazine, maliye ve devletin daha başka birimlerinde görev vermiştir. Hatta Suriye’den Medine’ye bir Rum’u çağırıp maliye işlerini ona emanet etmiştir. (Muhammed Hamidullah, İslâm’da Devlet İdaresi, s. 398)
İslâm hükümdarlarının zimmilere gösterdikleri engin hoşgörü ve adalet, gayrimüslimler tarafından da itiraf edilmiş ve onların kaynaklarında yer almıştır. Meselâ Hıristiyan ülkelerini fethetmesine rağmen Sultan Alparslan kendi kaynaklarında “adil ve merhametli hükümdar” olarak tanıtılmıştır. Aynı kaynaklar Melikşah’la ilgili olarak ise “insanların en mümtazı, iyi kalbli ve şefkatli hükümdarı” vasıflarını kullanmışlardır. I. Kılıcarslan vefat ettiğinde onun iyilik ve hoşgörüsünü bilen Hıristiyanlar dahi yas tutmuşlardır. II. Kılıcarslan Malatya Patriği Mikhail ile dostluk kurmuş, Hıristiyan ruhanilerine hediyeler göndermiş, izzet u ikramda bulunmuştu. Onun bu civanmertliği karşısında Hıristiyanlar kiliselerinde Sultan ve Müslüman halk için dua etmişlerdir. II. İzzeddin Keykavus Hıristiyanları devlet hizmetinde çalıştırmış ve onlara o kadar geniş haklar vermiştir ki bu durum onun bazı kaynaklarda Hıristiyan olarak suçlanmasına yol açmıştır. I. Gıyaseddin Keyhuüsrev, Akşehir’e yerleştirdiği Hıristiyanlara araziler, evler, tarım araçları, tohumluklar vermiş ve onlara o kadar çok iyilikte bulunmuştur ki, daha sonra onların memleketlerine dönmelerine izin verdiği halde, onlar yerlerinde kalmayı tercih etmişlerdir. Bizans’a karşı yapılan savaşlarda bazı Hıristiyanlar fetihleri kolaylaştırmak için çaba göstermişlerdir. (DİA, “Zimmi” mad.)
Müslümanlar sadece egemenlikleri altında yaşayan dinî azınlıklara sahip çıkmamış, başka ülkelerde baskı ve zulüm gören azınlıklara da kol kanat germişlerdir. Mesela İspanya’dan kaçan Yahudiler, Osmanlı Sultan’ı tarafından İstanbul’a yerleştirilmiştir. Sadece İspanya da değil, Osmanlının azınlıklara tanıdığı özgürlükler Polonya, Avusturya ve Bohemya gibi ülkelerden kaçan veya kovulan Yahudileri de cezbetmiştir. Aynı şekilde çok sayıda Ermeni, bir zorunluluktan değil, Osmanlıdaki hoşgörü ve adaletten dolayı İran, Kafkaslar, Doğu ve Orta Anadolu, Balkanlar ve Kırım’dan İstanbul’a göç etmişlerdir. Hatta Osmanlı’nın bu kadar uzun yaşamasının temel nedeninin faklı din mensuplarına gösterdiği hoşgörü ve verdiği haklar olduğu ifade edilir. (Recep Şentürk, “İslâm’da Azınlık Hakları”, İnsan Hakları Araştırmaları, 4 (6), s. 61-62)
Son birkaç asırdır yaşanan ırkçılık problemlerini istisna edecek olursak, İslâm Hukuku’nun uygulandığı yerlerde ciddi bir azınlık problemiyle karşılaşılmamıştır. Yer yer bir kısım sorunlar baş gösterse de bunlar hiçbir zaman günümüzdeki boyutlara ulaşmamıştır. Günümüz İslâm ülkelerinde yaşanan problemler İslâm’a mâl edilemez. Çünkü İslâm ülkelerinin çoğunda hukuk sistemi sekülerleşmiş, fıkhın ilkelerinden radikal bir kopuş yaşanmıştır. Türkiye gibi ülkelerin seküler bir hukuka geçmesi, var olan sorunları çözmediği bilâkis büyüttüğü gibi, yeni yeni sorunlar da ortaya çıkarmıştır. Çünkü farklı etnik ve dinî kimliğe sahip azınlıkların kendi dillerini konuşmalarına, kendi kültürlerini yaşamalarına müsaade edilmemiştir. İslâm Fıkhı’nı esas aldığını iddia eden bazı ülkeler ise realitelere göz yumarak mevcut içtihatlar içinden en sert ve en katı olanları tercih etmişlerdir.
Sonuç
Buraya kadar zimmi hukukuyla ilgili yaptığımız izahların maksadı, onu bugünün dünyasında ideal bir sistem olarak ortaya koymak değil; bilâkis insan hakları açısından onlara tanınan temel hak ve özgürlüklere işaret etmek ve bu konudaki eleştirilerin haksızlığını ve insafsızlığını göstermekti. Bugünün Müslümanlarına düşen vazife, insan haklarını, azınlık haklarını, vatandaşlık haklarını globalleşen ve sekülerleşen yeni dünya düzeninin şartlarına göre yeniden ele almaktır. Tüm dünyanın küçük bir köy hâline geldiği, farklı din ve milletlere mensup insanların iç içe yaşamaya başladığı bir zamanda, Müslümanlara düşen vazife, ayrımcılık ve insan hakkı ihlâli olarak algılanan her tür fiil ve uygulamayla mücadele etmektir.
Bu yapılırken milyonlarca Müslüman’ın Batılı ülkelerde yaşadığı da unutulmamalıdır. Zira Müslüman ülkeler kendi içlerinde yaşayan azınlıklara ne kadar hak verirlerse, yabancı ülkelerde yaşayan Müslümanlar da bu kadar hak iddia edebileceklerdir. Müslümanlar farklı ülkelerde kendilerine nasıl muamele edilmesini ve hangi hakların tanınmasını arzu ediyorlarsa, mukabele esasınca bunları aynısıyla kendi içlerinde yaşayan azınlıklara tanımalıdırlar. Hazreti Bediüzzaman, şu enfes yorumuyla bu hakikate dikkat çeker: “Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyâset ve bir ağalıktır. Gayrimüslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, riyâsetimize ortak ettiğimiz vakitte, İslâm milletinden âlemin her tarafında üç yüz bin adamın riyâsetine yol açılıyor. Biri zâyi edip, bini kazanan zarar etmez.” (Bediüzzaman, Münazarat)