İnsan Hakları Bağlamında Zimmi Hukuku (8)
İslâm ve insan hakları konusu ele alınırken, en çok eleştiri konusu yapılan mevzu, zimmî hukukudur. Bu açıdan konuyu hem temel dinî referanslar hem de modern insan hakları açısından ele almak, İslâm’ın ötekine karşı hoşgörü sınırlarını ortaya koymak istiyoruz.
Çağdaş insan hakları standartları açısından İslâm’a yöneltilen başlıca eleştirilerden biri, İslâm fıkhında yerini bulan azınlık hukukudur. Gerçi azınlık (ekalliyât, minority) kavramının ve azınlık haklarının ortaya çıkışı oldukça yenidir. Bir toplumda etnik, dinî veya daha başka nitelikler açısından çoğunluktan ayrı olan grupları ifade eder. Azınlık hakları, uluslararası insan hakları hukukunun tamamlayıcı bir parçası olarak ortaya çıkmıştır. Hedefi ise bir toplumda baskın öbeğe göre dezavantajlı sayılan özel öbeklerin temel hak ve özgürlüklerinin korunmasıdır.
Bazı Batılı araştırmacılar, İslâm hukukunun gayrimüslim azınlıklarla ilgili hükümlerinin, çağdaş azınlık hukuku standartları açısından kısıtlayıcı ve baskıcı olduğunu iddia eder ve eleştirirler. İslâm’da dinî çoğulculuğa yer verilmediğini, Müslümanlarla gayrimüslimlere eşit haklar tanınmadığını, azınlıkların din ve vicdan hürriyetinin kısıtlandığını ileri sürerler. Kısacası İslâm ve insan hakları konusu ele alınırken, en çok eleştiri konusu yapılan mevzu, zimmî hukukudur. Bu açıdan konuyu hem temel dinî referanslar hem de modern insan hakları açısından ele almak, İslâm’ın ötekine karşı hoşgörü sınırlarını ortaya koymak ve dile getirilen eleştirilerin haklı olup olmadığına yakından bakmak istiyoruz.
Arapça bir kelime olan zimmî, zimmet kökünden gelir. Zimmet; anlaşma ve ahit, borç ve mesuliyet, koruma ve himaye etme gibi anlamlara gelir. Zimmî de zimmet antlaşması neticesinde bir kısım sorumluluklar yüklenen ve buna karşılık kendisine güvence verilen ve koruma altına alınan insan demektir. Bu kelime İslâm ülkesinde vatandaş olarak yaşayan başka din mensupları için kullanılır. Bunlara ehl-i zimme de denir. Zira bunlar mesuliyet ve dokunulmazlığa sahip vatandaşlardır. Farklı bir ifadeyle zimmî, İslâm ülkesinde yaşayan azınlıkları ifade eder. (Bkz. DİA, “Zimmî” mad.)
İslâm tarihinde, Müslümanlığı kabul etmediği halde İslâm ülkelerinde yaşamaya devam eden gayrimüslimlerle “zimmet antlaşması (vatandaşlık antlaşması)” yapılmış ve verdikleri vergi (cizye) karşılığında onların can, mal, namus ve inanç hürriyetleri güvence altına alınmıştır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), zimmîlerin Allah ve Resûlü’nün zimmetinde (koruma ve himayesinde) olduklarını ifade etmek suretiyle, İslâm devleti tarafından onlara sağlanan garantörlüğün ne derece korunmaya değer olduğunu ifade etmiştir. (Tirmizî, Siyer 48)
Bu tür kimselere zimmî statüsünün verilmesi “cizye âyeti” olarak isimlendirilen Tevbe sûresinin 29. âyetine dayanır. Bu âyet-i kerime Ehl-i Kitap hakkında nazil olmuştur. Ne var ki Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Bahreyn, Yemen ve Hecer bölgelerinde yaşayan Mecusilerle de zimmet antlaşması yapmış, onlardan cizye almış ve “Onlara Ehl-i Kitap muamelesi yapın.” (Muvatta, Zekât 42) buyurmuştur.
Hanefi ve Maliki fakihleri Ehl-i Kitap ve Mecusiler dışında kalan din mensuplarıyla da zimmet antlaşması yapılmasını caiz görmüş ve uygulama da genelde bu şekilde olmuştur. İslâm tarihi boyunca Müslümanlar kendileriyle yaşamayı kabul eden farklı din mensuplarıyla zimmet anlaşması yapmışlardır. Peygamber Efendimiz’in ordu komutanlarına verdiği talimatlar da bu hükmü desteklemektedir. Zira O, sıcak savaş öncesi düşman askerlerinin önce Müslüman olmaya davet edilmesini, bunu kabul etmedikleri takdirde cizye vermelerinin teklif edilmesini (zimmet antlaşmasının yapılmasını) emretmiş, bunu kabul ettikleri takdirde onlara dokunulmamasını söylemiştir. (Buhârî, Cihad 102; Müslim, Cihad 2, 12)
İslâm devletlerinin hâkimiyeti altında yaşayan gayrimüslimlerle ilgili hükümler ilk dönemden itibaren fıkıh kitaplarında geniş yer bulmuştur. İlgili âyet ve hadislerle, Allah Resûlü’nün ve Hulefa-i Râşidîn’in uygulamalarından yola çıkan İslâm hukukçuları, konu etrafında oldukça detaylı sayılabilecek düzenlemelere yer vermişlerdir. Son asırda bu konuda Ahkâmu’z-zimmîyyîn, Ahkâmu ehlü’z-zimme gibi isimlerle müstakil çalışmalar yapılmış ve aile hukukundan borçlar hukukuna, ceza hukukundan içtimai ve siyasi ilişkilere kadar zimmîlerle ilgili pek çok hüküm ele alınmıştır. Ne var ki bizim buradaki maksadımız, zimmî ahkâmını ele almak değil, konunun insan haklarıyla ilgili boyutunu incelemektir.
Zimmetin (İnsan Haklarının) Kaynağı
İslâm hukukçuları insanın bir kısım haklara sahip olmasını veya yükümlülüklere ehil olmasını “zimmet” kavramıyla açıklamışlardır. Maddi vücudu bulunan insanın hukukî varlığa sahip olması zimmete bağlıdır. Zimmet sayesinde o, hak ve borçlara ehil bir kişi (şahıs) hâline gelir. Dokunulmazlık anlamına gelen “ismet” ve “hürmet” kavramlarının da insan haklarıyla yakından ilişkisi vardır. Dolayısıyla İslâm fakihleri günümüzde insan hakları adı altında ele alınan meselelerin bir çoğunu, zimmet, ismet ve hürmet kavramları altında incelemişlerdir.
İslâm âlimleri, insanların niçin zimmet ve ismete yani bir kısım haklara ve dokunulmazlıklara sahip olmaları gerektiği üzerinde hâlâ güncel değerini koruyan önemli tartışmalar yapmışlardır. Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri hakların kaynağı olarak Müslümanlık veya zimmet akdini gösterirler. Onlara göre ismet (dokunulmazlık), iman ve eman (anlaşma) iledir. Hanefî mezhebine göre zimmet ve ismetin kaynağı âdemiyettir, yani insan olmadır. İnsan olarak doğan her birey, dokunulması haram olan bir kısım haklara sahip olarak doğar.
İmam Serahsî, Hanefilerin bu yaklaşımını şöyle özetler: “Allah, insanı emanetini taşımak maksadıyla yarattığı için, ona akıl ve zimmet (hukukî kişilik ve haklar) bahşetmiştir. Ta ki o, Allah’ın kendisine yükleyeceği sorumluluklara ehil hâle gelsin. Sonra, ona dokunulmazlık (ismet), özgürlük ve mülkiyet hakkı bahşetmiştir. Ta ki hayatını devam ettirebilsin ve omuzladığı mükellefiyetleri yerine getirebilsin. İnsanın dokunulmazlığı, özgürlüğü ve mülkiyet hakkı doğumuyla birlikte sabit olur. Onun mümeyyiz olup olmamasının bir önemi yoktur. Aynı şekilde hak ve sorumluluk taşımaya uygun zimmet de doğumla birlikte her insan için sabit olur.” (Serahsî, Usûl, s. 333-334)
Hanefî fakihlerinin bu yaklaşımının, modern insan hakları kuramından bir farkı yoktur. Çünkü tüm insanlar temel hak ve özgürlüklere sahip olarak doğarlar. Onlara bu hakkı veren Allah’tır. Devlet de dahil hiçbir beşerî otoritenin bu hakları onların elinden alması mümkün değildir. Zimmete sahip olma açısından Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında bir fark yoktur. Bu sebeple İslâm ülkesindeki statüsü her ne olursa olsun (zimmî, müste’men, muâhid, harbî), bütün gayrimüslimlerin zimmeti vardır. Yapılan zimmet akdi, bir taraftan bu hak ve sorumluluğu tekrarladığı ve teyit ettiği gibi, diğer yandan da yasalarla açıklık kazanmış ve koruma altına alınmış olur. Meşru bir sebep olmadığı sürece hiçbir beşeri otorite insanın sahip olduğu bu dokunulmazlığı ortadan kaldıramaz.
Fakihlerin çoğunluğu -bir zarar ve güvenlik riski bulunmadığı sürece- savaş sırasında gayrimüslimlerden gelecek zimmet akdi teklifini kabul etmeyi zorunlu görür. Bunun sebebi ise muhtemelen zimmetin âdemiyyete (insan olmaya) bağlı görülmesiyle ilgilidir. Elbette İslâm’ın silm ve sulhu (barışı) esas kabul etmesinin ve savaşı zaruri ve istisnai bir kısım şartlara bağlamasının da bu hükümde etkisi vardır.
Konumuz açısından zimmîlerle ilgili diğer önemli bir hüküm de, zimmet antlaşmasının İslâm devleti tarafından bağlayıcı görülmesine karşılık, bu antlaşmanın zimmîleri bağlamayacağı hükmünün verilmesidir. Daha açık bir ifadeyle devlet tek taraflı iradeyle bu antlaşmayı feshedemez ve zimmîlerin haklarını ihlâl edemez. Antlaşma şartlarına ihanet edilmesi elbette bu hükmün dışındadır. Fakat zimmîler diledikleri zaman bu antlaşmayı bozarak İslâm beldesini terk edebilirler.
Zimmî Hukuku Bir Çeşit Ayrımcılık mı?
İslâm fıkhına modern insan hakları penceresinden bakan bazı araştırmacılar, gayrimüslimlere yönelik bazı özel düzenlemeleri ayrımcılık olarak görmüş, İslâmî hükümlerin bütün insanların haklarını koruma konusunda yetersiz kaldığını ileri sürmüşlerdir. Ne var ki çağdaş insan haklarını ve modern değerleri ölçü alarak ve hatta mutlaklaştırarak, on dört asırlık uygulamayı buna göre kritik etmek metodoloji açısından ciddi bir sorundur. Eğer İslâm tarihindeki zimmîlere yönelik uygulamalar kritik edilecekse, o dönemin sosyo-politik şartları esas alınmalıdır. Bu yapıldığı takdirde İslâm’ın gayrimüslimlere dikkate değer bir özerklik ve özgürlük verdiği açıkça görülecektir. Hele İslâm devletlerindeki tecrübeler, aynı asırlarda yaşayan benzerleriyle karşılaştırılacak olursa, zimmîlerin sahip oldukları temel hak ve özgürlüklerin kendi devirlerinin çok ilerisinde olduğu anlaşılacaktır.
Farklı din mensuplarını Müslümanlardan ayrı bazı uygulamalara tâbi tutmayı peşinen “insan hakkı ihlâli” olarak görmenin de oldukça önyargılı bir hüküm olduğunu belirtmek gerekir. İslâm ülkelerinde Müslümanlarla diğer din mensuplarının evlilik, boşanma, miras, şahitlik, cizye, haraç, yüksek kamusal görevlere gelme gibi bazı konularda farklı hükümlere tâbi olduğu inkâr edilemez. Fakat yapılması gereken bunları hemen insan hakkı ihlâli, eşitsizlik veya ayrımcılık olarak etiketlemek yerine, bu farklılıkların mahiyet ve keyfiyetini incelemektir.
Hakikaten bunlar temel insan haklarına dokunan farklılıklar mıdır? Bu farklılıklar zulüm, haksızlık, baskı gibi insan hakkı ihlâllerine yol açmış mıdır? Bu farklılıkların arkasında yatan temel düşünce nedir? Gayrimüslimler bu farklılıkları nasıl karşılamışlardır? Bunların ne kadarı İslâm’ın kesin emridir, ne kadarı dönemin şartlarına göre yapılmış değişmeye açık içtihatlardır? Bu farklılıkların ne kadarı din farklılığının tabii bir sonucudur? Mesele bu şekilde bütün boyutlarıyla ele alınmadığı ve bu gibi sorulara doğru cevaplar verilemediği sürece yapılacak değerlendirmeler eksik veya hatalı kalmaya mahkûmdur.
Burada şu kadarını ifade edelim ki İslâm’da zaruriyyat olarak isimlendirilen temel hak ve özgürlükler konusunda Müslümanlarla gayrimüslimler arasında herhangi bir farklılık yoktur. Peygamber Efendimiz’in farklı din mensuplarıyla yapmış olduğu zimmet antlaşmalarında, “Eğer İslâm egemenliğini tanıyıp vatandaşlığı kabul ederlerse onlara bildir ki Müslümanların lehine olan haklar onların da lehine, Müslümanların omuzlarında olan yükümlülükler onların da omuzlarında olacaktır.” (Şâfii, el-Müsned, s. 170) şeklindeki yaklaşımları da bunu gösterir.
Farklılıklar “haciyyat” veya “tahsiniyyat” olarak sınıflandırılan ikincil veya anayasal hak ve ödevler konusundadır. Bu farklılıkların da bir çoğu “ayrımcılık” değildir. Yani bir tarafa imtiyaz ve üstünlük sağlamaz. Gayrimüslimleri ikinci sınıf vatandaş olarak görmeyi, ezmeyi veya aşağılamayı hedef almaz. Onların temel hak ve özgürlüklerine dokunmaz. Bu farklılık dinî inançların tabiî bir sonucudur ve hak ve mükellefiyetler arasında denge kurar. Devlet başkanı olma veya şahitlik gibi Müslümanların sahip olduğu çok az sayıdaki siyasi ve hukuki ayrıcalığın temel sebebi ise ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Müslümanların haklarını korumak, onlara gelebilecek muhtemel zararları bertaraf etmektir.
Zimmî hukukuna dair en çok eleştiri konusu olan meselelerden biri cizyedir (baş vergisi). Oysaki mesele bütün boyutlarıyla ele alınacak olsa, cizyenin zimmîlere avantajlı bir konum sağladığı bile söylenebilir. Öncelikle şunu ifade edelim ki cizye, İslâm devletinin himayesine sığınan, can, mal, ırz ve din dokunulmazlığı kazanan gayrimüslim vatandaşlardan buna karşılık devlete ödedikleri bir çeşit vergi ve hizmet bedelidir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Teyma Yahudileriyle yaptığı bir anlaşmada, “Onları himaye etmek bizim vazifemiz, cizye ödemek onların vazifesi.” buyurmuştur. (Muhammed Hamîdullah, el-Ves̱âʾiḳu’s-Siyâsiyye, s. 98)
Suriye valisi Ebû Ubeyde b. Cerrah’a, Herakliüs’ün ordu toplayarak üzerlerine geldiği haberi ulaşınca, topladığı cizyeleri Humus halkına geri iade etmiş ve bunun gerekçesini şöyle açıklamıştır: “Şu anda size yardım edecek ve sizi savunacak bir durumda değiliz.” Humus halkı da onun bu adaletine ve civanmertliğine şöyle mukabelede bulunmuştur: “Sizin himayeniz ve adaletiniz, önceleri gördüğümüz zulüm ve baskıdan daha sevimlidir. Bu sebeple biz de sizinle birlikte şehri Herakliüs ordusuna karşı birlikte savunacağız.” (Belâzurî, Fütûhu’l-Buldân, s. 139)
Burada akıllara şu soru gelebilir: Peki Müslümanlar niye bu vergiyi vermiyor? Bunun iki temel sebebi vardır. Birincisi Müslümanların zekâtla mükellef olmaları; ikincisi ise askerlik vazifelerinin bulunması. Zimmîler ise bu iki görevden muaf tutulmuşlardır. Çünkü İslâm’da zekât ve askerî hizmetler ibadet kategorisinde görülür ve dinî mükellefiyetler arasında yer alır. Zimmîler ise ibadetlerden muaf tutulmuşlardır. Bununla birlikte zimmîleri askerlik yapmaktan men eden kesin deliller yoktur. Zira Allah Resûlü’nün hayatında farklı uygulamalar vardır. İslâm tarihinde de yer yer askerlikte zimmîlerden faydalanılmış ve bu durumlarda onların cizye mükellefiyeti kaldırılmıştır.
Cizyenin sadece çalışma gücü olan erkeklerden alınması, gelir seviyesine göre cizye miktarlarının da değişmesi, fakirlerin, kadınların, yaşlı ve sakatların bundan muaf tutulması da cizyenin hiçbir şekilde bir cezalandırma veya ayrımcılık olmadığını, bilâkis bir çeşit vatandaşlık mükellefiyeti olduğunu gösterir. Çalışmaya imkânı olan gayrimüslimler devlete ekonomik durumlarına göre farklı oranlarda cizye ödeseler de, ihtiyarlayıp muhtaç duruma düştüklerinde devlet onlara bakmakla yükümlüdür.
Nitekim Hazreti Ömer, Suriye’de yaşlanmış âmâ bir Yahudinin dilendiğini görünce, ona niçin dilendiğini sormuş, yaşlı adam “yaşlılık, fakirlik ve cizye” cevabını verince, Hazreti Ömer onu önce evine götürüp ihtiyacını gidermiş, arkasından Beytü’l-mâle göndermiş, ondan ve onun durumunda olanlardan cizyelerinin kaldırılmasını ve onlara maaş bağlanmasını emretmiştir. Arkasından da şu ibretlik sözünü söylemiştir: “Gençliğinde ondan istifade edip (onun cizyesini alıp) yaşlılığında onu kendi hâline terk edersek adaletten sapmış ve ona haksızlık yapmış oluruz.” (Ebû Yusuf, Kitabu’l-Harâc, s. 139)
Aynı şekilde Hazreti Ebû Bekir, Hireli zimmîlere şu güvenceyi vermiştir: “Yaşlı biri çalışamaz duruma gelir veya bir musibete maruz kalır ya da zengin iken yoksullaşır da dindaşları kendisine sadaka vermeye başlarsa o kimse İslâm ülkesinde oturduğu müddetçe vergiden (cizyeden) muaf olacak ve geçimi devlet hazinesinden sağlanacaktır.” (Ebû Yusuf, Kitabu’l-Harâc, s. 157-158)
İnanç, ibadet, dua, dinî şeair, helâl ve haramlar, uhrevi felah gibi konulardaki bir kısım farklılıklar ise bir dinin hakikat ve kurtuluş iddiasıyla ilgilidir. Hiçbir dinden kendi müntesiplerini inkâr ve dalâlette gördüğü kişilerle her bakımdan eşit tutması beklenemez. Çünkü böyle bir söylem o dinin inanç ve değerler sisteminin üstünlüğü iddiasından vazgeçmesi demektir. Fakat bunların doğrudan temel insan haklarıyla alâkalı meseleler olmadığının altını çizmek gerekir. Şunun da altını çizmek gerekir ki farklı dinlerin kendi kimlik ve renklerini koruyarak, inanç ve uygulamalarından taviz vermeden bir arada yaşamaları oldukça zor olmasına rağmen, İslâm büyük oranda bu zorluğun üstesinden gelmiştir. Dolayısıyla dinlerin, azınlık haklarını koruyamayacağı şeklindeki iddianın sağlam bir temeli yoktur.
Bunların yanı sıra İslâm tarihinde zimmîlerin ibadethaneleri, dinî ayinleri, giyim kuşamları, Müslümanlarla ilişkileri gibi konularda da bir kısım kısıtlamalar görülmüşse de, bunlar kesin dinî naslardan ziyade farklı içtihat ve yorumlara, yerel, zamansal ve konjonktürel uygulamalara dayanır. Bu tür uygulamaların arka planında, Müslümanların hâkimiyetini perçinleme, kimliklerini ve güvenliklerini koruma, emniyet ve asayişi sağlama gibi kaygılar yatar. Gayrimüslim milletlerin de aynı şekilde Müslümanlara benzemeyerek kendi geleneklerini, kültürlerini ve kimliklerini muhafaza etme çabalarının olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Sebep ve gerekçesi her ne olursa olsun, bu tür hüküm ve uygulamaları İslâm’ın değişmez ve evrensel hükümleri olarak görmek de doğru değildir.
Hiç şüphesiz Allah Resûlü’nün sürekli Müslümanları zimmîlerin hukukunu korumaya çağırmasının ve onlara iyi davranılmasını emretmesinin önemli hikmetlerinden birisi, onlara İslâm’ın engin hoşgörü ve müsamahasını göstermek ve böylece onların hidayetini ummaktır. Bir dinin müntesipleri tarafından haksızlık ve ayrımcılığa maruz bırakıldığını düşünen bir insanın o dine girmesi beklenemez. Bütün insanlığa rahmet olarak gönderilen bir dinin bağlılarının öncelikli hedefi, başkalarının ihtidası için gayret sarf etmekse, yapmaları gereken öncelikli vazife de hidayetini umdukları insanlara onların hoşnut kalacakları bir ortam hazırlamaktır.
Şunu da ifade etmeden geçemeyeceğiz. Sekülerliğin; kurumları, yapıları, sistemleri değiştirmekle kalmayıp; düşünceleri, zihniyetleri ve bakış açılarını da köklü bir değişime uğrattığı inkâr edilemez bir gerçek. Seküler bir zihnin, hayatı kurucu en büyük öğenin din olduğu bir dönemi doğru değerlendirmesini beklemek gerçekçi değil. Modern dönemde ulus devletin tekeline aldığı ve dilediği gibi şekillendirdiği hukuk, eğitim, yargı gibi alanların tamamı geçmişte dinin kontrolündeydi. Yani din farklılığı basit bir kültür problemi değildi. Bilâkis farklı dinler; farklı hayat tarzları, hukuk sistemleri, toplumsal ilişkiler ve siyasi örgütlenmeler ortaya çıkarıyordu. Mesela bir Müslüman açısından din kardeşliği, bütün bağların üstündeydi. Dinine bağlı bir Hıristiyan açısından da durum bundan farklı değildi. Dinin bu kadar etkin ve belirleyici olduğu bir dünyada, Müslümanlarla diğer din mensupları arasındaki bir kısım farklı uygulamaları, din farklılığının tabii bir sonucu olarak görmek ve asıl bu farklılığın mahiyetine ve sonuçlarına odaklanmak gerekir.
Bir sonraki yazıda zimmî hukukunu farklı boyutlarıyla ele almaya devam edeceğiz.