Benimle Allah arasına girme!





Author: Prof.Dr. Ayhan TEKİNEŞ - min read. - Post Date: 05/11/2022
Clap

Kader inancının zulme perde yapılması, inancın politik açıdan istismarının tarihteki açık örneklerindendir. Ancak bu inanç yıkılmakta olan iktidarların ömrünü uzatmaya yetmemiş; yalnızca gaflet içindekiler için son ana kadar bir teselli kaynağı olmuştur.

 Düşünce ve ifade özgürlüğünün düşmanları çoktur. Tehlikelidir düşünmek; özgürlüğü savunmak. Otoriteyi tehdit eder; konforu bozar. Düşünce ve ifade özgürlüğünün temel dayanak noktası ise özgür iradedir. Bu sebeple zorba idareciler, özgür iradenin ortadan kaldırılmasını arzu ederler. Özgürlüğü dini gerekçelerle yok saymak politikacılar için birçok açıdan avantajlıdır. Zira böylece hem tek karar verici konumuna yükselirler hem de halkı karar verenin devlet ya da Tanrı olduğu fikrine ikna ederler.

İlâhi iradenin devlet ya da krallar eliyle gerçekleştiği düşüncesi devletin meşruiyet araçlarından birisi olduğu gibi aynı zamanda devlet kavramını açıklayıcı teorilerden birisidir. Devleti ‘’olağanüstü durumlarda karar verici irade’’ olarak tanımlayan Alman hukuk felsefecisi Carl Schmitt, karar alma yetisi üzerinden devlet ile Tanrı arasında benzerlik ilişkisi kurar. Nitekim II. Emevi halifesi Yezid b. Muaviye, babasının vefatından sonra yaptığı konuşmada, ‘’Bir şeyleri değiştirmeye kalkışmayın; şayet Allah bir işten hoşnut olmazsa onu değiştirir.’’ diyerek, iktidarını Tanrı’nın iradesine bağlayarak, ilâhi iradeyi saltanatın gerekçesi olarak takdim etmiştir.

İlâhi irade tarafından seçilmiş olmak düşüncesi üzerinden iktidarı meşrulaştırmaya çalışmak ilk çağlardan itibaren otoriter rejimlerin karakteristik özelliklerindendir, denilebilir. Zira ‘seçilmişlik ideali’ eski çağlardan beri güç ve makam sahiplerinin önemli referanslarından olmuştur. Krallar ve sultanlar hem kendilerine ve ailelerine dokunulmaz bir zırh inşa etmek hem de halkı ikna etmek ve muhalefeti önlemek için ‘ilâhi irade tarafından seçilmiş oldukları’ gerekçesini sıklıkla kullanmışlardır.

İslâm dünyasında saltanatı başlatan Emevi sultanları iktidarı hak etmediklerinin farkındaydılar. Bundan dolayı siyasi meşruiyetlerini dayandıracakları tek bir argümana sahiptiler: ‘İlâhi irade bizi seçti.’ İşte Emevilerin bu gerekçesi zamanla zorunlu kader inancının (cebir) ortaya çıkmasına yol açtı. Cebir inancı insanların sahip olduğu özgür iradeyi yok sayıyor; dolaylı olarak da statükonun korunmasını ilâhi iradenin gereği gibi görüyordu.

Emevilerle mücadele edebilmek için öncelikle onların dayandığı temel düşünceyi eleştirmek gerektiğini fark eden İslâm bilginleri cebir anlayışına karşı çıktılar. Nitekim Emevi despotizmini açıkça eleştiren ilk alimlerden Mabed el-Cüheni, özgür iradeyi ve insanın davranışlarından sorumlu olduğunu vurgulayarak, cebir inancını reddetmiştir. Düşüncelerinden dolayı hapsedilmiş, işkence görmüştür. Bundan dolayı düşünce özgürlüğü için mücadele eden ilk alimlerden kabul edilir. Emevilerin zalim valisi Haccac, zincirlere vurulmuş halde karşısına çıkarılan Mabed’e, ‘’Allah’ın senin için takdir ettiği kısmetine razı mısın?’’ diye sorunca; Mabed, “Benimle Allah arasına grime!” karşılığını verir. Haccac’ın kendisini Tanrı’nın yerine koyup, insanlara yaptığı zulmü O’nun iradesiymiş gibi yansıtmasına Mabed’in verdiği cevap, iradeye dayalı olayları kader üzerinden tenkit etmenin imkânsızlığını gösterir. Zira sosyal ve bireysel olayların kader perspektifinden gerçek sebebini tayin etmek mümkün değildir.

İnsana ilişkin olayların gerçek ve nihai sebeplerini yalnızca Allah bilir. Ancak yöneticiler, kendilerini Tanrı’nın yerine koyup O’nun adına hüküm vererek, kader inancını yaptıkları kötülükleri perdelemek ve sorumluluklarını ortadan kaldırmak için kullanmak isterler. Belâ ve felâketlerde kendi ihmallerini perdelemek için ilâhi irade ve kaderi gerekçe göstermek de yine yöneticilerin sorumluluktan sıyrılmak için başvurdukları yollardan birisidir. Fakirliği sorgulamak isteyenlere, ‘fakirlik kaderimiz’ demek ya da yöneticilerin hata ve zulümlerinin eleştirisine ‘Allah’ın takdiri’ diye karşı çıkmak, hür düşünceyi ve eleştiriyi daha baştan ortadan kaldırır.

Muhalif alimler zamanla saltanatın temel argümanı haline dönüşen zorunlu kader inancına karşı çıkmadan Emevi sultanlarını eleştirmenin zorluğunu fark ettiler. Bundan dolayı kader konusunu dinin temel kaynaklarına dayanarak yeniden değerlendirdiler ve zorunlu kader inancının doğru olmadığını ifade ettiler. Mabed el-Cüheni, ünlü vaiz Hasan-ı Basri’ye ‘’Şunlar (Emeviler) halkın kanını akıtıyor sonra da işlerimiz Allah’ın kaderiyledir diyorlar.” diye durumu arz edince Hasan el-Basri, “Allah düşmanları yalan söylüyorlar.” diye cevap verir. Hasan el-Basri, kader konusundaki fikirlerini Emevi sultanlarına yazdığı risalelerde de açıkça beyan etmiştir. Hatta Emevilerin cebir anlayışını reddetmek için yazılan bu ilk dönem metinlerindeki özgürlükçü yaklaşım daha sonraki rasyonalist Mu’tezile kelâmcıları tarafından Ma’bed el-Cüheni ve Hasan el-Basri gibi alimlerin Mu’tezile’nin öncülerinden kabul edilmesine sebep olmuştur.

Emevi siyasetçileri ilâhi irade tarafından seçilmiş olduklarını ve fetih politikalarındaki başarılarını ileri sürerek meşruiyetlerini ispata çalışmışlardır. Ulemanın eleştirilerini dikkate almayarak, feci akıbetlerine doğru adım adım yürüdüler. Hasan el-Basri, hakimiyetin Emeviler için ilâhi bir takdir olmadığına ve zenginliklerinin aldatıcılığına ‘’Onların refah içinde yaşamalarına aldanmayın; nasıl hızla devrilip gittiklerine ve onları nasıl bir kötü sonun beklediğine bakın.’’ diyerek, dikkat çekmiş; Emevilerin yıkılışını çok önceden haber vermiştir.

Kader inancının zulme perde yapılması, inancın politik açıdan istismarının tarihteki açık örneklerindendir. Ancak bu inanç yıkılmakta olan iktidarların ömrünü uzatmaya yetmemiş; yalnızca gaflet içindekiler için son ana kadar bir teselli kaynağı olmuştur.

İktidarı savaş ve şiddet yoluyla ele geçiren hanedanların gücü kutsamaları ve özgürlüklere karşı çıkması bir derece anlaşılır. Ancak seçimle gelen politikacıların özgürlükleri kısıtlayarak, geride acı hatıralar bırakmış zorba krallar gibi davranmasını anlamak oldukça zordur. Daha da dramatik olan ise hür insanların politikacıların zorbalığına sessiz kalması; alimlerin ve aydınların otoriteye itaati ve statükoyu korumayı yücelterek özgürlüklerin değil gücün yanında yer almasıdır.

Author: Prof.Dr. Ayhan TEKİNEŞ - min read. - Post Date: 05/11/2022