Kazandırdıkları ile Hicret
Gerçek muhacir, Allah’ın yasakladığı her şeyden uzaklaşan, kötülükleri terk edip iyiliklere koşan kimsedir. Müminin zahiri hicretinin tam olabilmesi ve onu koruyabilmesi, nefsinin arzularına ve dünyanın cazibedar fitnelerine karşı iradesinin hakkını vererek sürekli mücadele etmesine bağlıdır.
Kur’ân-ı Kerim, Allah yolunda hicret edenlerin dünya ve ahiret hayatları adına neler kazanacakları üzerinde özellikle durur; imandan sonra hicretin en faziletli bir amel olduğuna dikkat çeker ve böylece kıyamete kadar hizmet endeksli hicretlere de teşvik eder. Hicretin müminlere kazandıracağı maddi-manevi hususları nazara vererek Allah yolunda korkmadan hizmet ve hicret etmeyi; şartlar ne olursa olsun İslâm’ı yaşamayı ve desteklemeyi ders verir. Bu hususta gevşeklik gösterilmemesi için tahşidatta bulunur:
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki ‘Allah yolunda hizmet için seferber olunuz!’ emri verilince bulunduğunuz yere yığılıp kaldınız? Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama iyi bilin ki dünya hayatının zevki, ahiretin yanında pek az bir şeydir!”[1]
Bunu takip eden âyette ise İslâm’a ve insanlığa hizmet adına ihtiyaç duyulduğunda maddi-manevi imkânlarla seferber olunmazsa bu durumun ilahî azabı celbedeceği de açıkça belirtilir:
“Eğer topyekun seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir. Siz de -dinine sahip çıkmamakla- O’na asla zarar veremezsiniz -Bu durumda zarar eden sizler olursunuz-. Çünkü Allah her şeye Kadîr’dir.”[2]
Dolayısıyla müminler, İslâmî hakikatlerin bütün insanlığa ulaştırılması adına hicrete yani dünyanın dört bir yanına dağılmaya/açılmaya davet edildiğinde; bu hususta umumi bir seferberlik başlatıldığında imkânı ve donanımı olan hiç kimse geri durmamalıdır.
Yine Kur’ân’ın beyanıyla geri kalmakta mazereti geçerli olabilecek kimseler de şunlardır:
“Ancak, her türlü imkândan mahrum ve hicret -ve hizmet- için yol bulamayan zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar bu hükmün dışındadırlar. Çünkü bunları Allah’ın affedeceği umulur. Allah gerçekten afüv ve gafurdur.”[3] Her dönemde doğru/sahih İslâm’ın insanlığa ulaştırılması hicretten geçmektedir. Aksi takdirde İslâm’ın insanlığa ulaşması için üzerlerine düşeni yapmayan kimseler, dünyevi ve uhrevi büyük kayıplar yaşarlar.
Peki Müslümanlar bu büyük fedakârlığı gösterir ve hicretin maddi-manevi zorluklarına katlanır; bazen zulüm ve baskılardan kurtulma inançlarını daha hür bir ortamda yaşama bazen de sahip oldukları imanî ve ahlâkî güzellikleri insanlıkla paylaşma adına Kur’ân ve Sünnet’in bu davetine icabet ederlerse ne kazanırlar?
Hicret, İnsanı İlahi Af ve Merhametle Buluşturur
Kur’ân, öncelikle İslâm’a hizmet endeksli dünyaya açılmanın yani hicretin, insanı ilahi af ve rahmete götüren bir yol olduğunu ifade eder:
“Onlar ki iman ettiler, sonra hicret ettiler ve onlar ki Allah yolunda cihat ettiler, İşte onlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.”[4] Âyet-i kerimede “iman, hicret ve hizmet”, üçü bir arada zikredilir ve ardından da bu istikamette hareket edenlerin Allah’ın rahmetini umduklarına dikkat çekilir. Fezlekede ise O’nun “Ğafûr ve Rahîm” isimleri getirilerek yani affediciliği ve merhametinin bolluğu nazara verilerek hizmet merkezli hicretlerin muhacirleri ilahi merhamete kavuşturacağı açıkça belirtilir. Aksi takdirde “Allah’ın, bizim hicret ve hizmetimize, fedakârlığımıza ihtiyacı yok ki! O dilerse dinini bütün bir insanlığa ulaştırır.” anlayışı, müminlere Hakka karşı sorumluluklarını ihmal ettirecek, ilahi af ve rahmetten de mahrum bırakacaktır.
Hicret, Tahkiki İmana Götüren Bir Yoldur
Hicretin, muhacirlere ve onlara sahip çıkan ensara kazandıracağı bir husus da, hakiki imana nailiyettir:
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihat/hizmet edenlerle onlara kucak açıp yardım eden ensar var ya, işte gerçek müminler bunlardır. Bunlara bir mağfiret, pek değerli bir rızık (nasip) vardır.”[5] İşte inançlarına göre daha adil ve hür bir ortamda yaşayabilmek ve o beldenin insanlarına da İslâm’ı ulaştırabilmek; dinin ahlâkî, manevî ve sosyal güzelliklerini gösterebilmek için öz memleketini terk edebilmek ve orada her türlü maddi manevi yokluğa katlanmak bir taraftan da ümitle mücadeleye devam etmek hem samimi iman ve teslimiyetin hem de derin bir İslâmî şuurun varlığının apaçık göstergesidir.
Zira böyle büyük bir fedakârlık hakiki bir iman ve tam bir teslimiyet olmadan yapılamaz. Onun için âyette geçen “İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir.” ifadesi bu kimseleri hem takdir eder hem de onların örnekliğini nazara verir. Dolayısıyla hicret, insanı en kâmil ve samimi bir mümin olma ufkuna taşıyan kutlu bir vesile ve mübarek salih bir ameldir. Hicret çığırını açan bu ilk muhacirlerin gerçek müminler olduğu belirtildikten sonra hemen ardından gelen âyette,
“Bunlardan sonra iman edip hicret edenler, sizinle beraber cihat/hizmet edenler var ya, işte onlar da sizdendir…”[6] buyurulur ve böylece hicrete mecbur bırakılan fert ve toplulukların tarihin hangi döneminde olursa olsun ötelerde yerlerini ilk muhacirlerin safları arasında alacakları müjdelenir.
Hicret, Allah’ın Rızasına Ulaştıran Bir Yoldur
İslâm’ı müdafaada ve insanlığa ulaştırmada hicretle çığır açan ashab-ı kiram, Kur’ân’da methedilir ve bununla Allah’ın hoşnutluğunu kazandıkları açıkça belirtilir:
“İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razıdırlar…”[7] Âyette, sadece Muhacirler nazara verilmez onların yanında Ensar’ın sahip çıkmaları; onları barındırmaları ve her şeylerini paylaşma gayretleri de takdir edilir. Ardından da daha sonraki devirlerde kıyamete kadar gelecek ve Müslüman olarak ortaya koyacakları güzel davranışlarla Muhacir ve Ensar’ın izlerinden yürüyen kimselerin de onlara dahil olacağı belirtilir:
“Onlara güzelce tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan da razı olmuş/olacaktır; onlar da Allah’tan razı olmuşlardır/olacaklardır.”
Hicret sadece belli bir döneme has bir sünnet değil, ihtiyaç duyulacak her devirde başvurulacak nebevî bir yoldur. Bu hususta Muhacirler ve Ensar da her çağda örnek alınacak şahsiyetlerdir. İslâm’ı yaşama ve yaşatmak için gerektiğinde bu yola girenler Allah’ı hoşnut edecekleri gibi Cennet’e doğru yol almış olurlar. Nitekim âyetin devamında onlar, ilahi rızanın yanında kendilerine verilecek ebedi cennetlerle de müjdelenirler:
“… Allah, onlara içlerinden ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar oralara devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı budur.”[8]
Hicret, Allah Katında En Büyük Dereceye Ulaştırır
Kur’ân’da hicretin müminlere kazandırdığı/kazandıracağı derecelere de dikkat çekilir ve :
“İman edip hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda hizmet/cihat edenler var ya, işte onlar Allah indinde en yüksek derecelere sahiptir ve işte onlardır umduklarına nail olanlar!”[9] buyurulur. Ve ardından gelen âyette muhacirler için ebedi Cennet’le vaadi tekrar hatırlatılır:
“Onların Rabbi kendilerinin, katından bir rahmete, bir rıdvana ve içinde daimi nimetler bulunan cennetlere gireceklerini müjdeler. Onlar o cennetlerde ebediyen kalacaklardır. Muhakkak ki en büyük mükâfat Allah’ın yanındadır.”[10]
Nitekim hicretin bu değeri ve getirisidir ki Allah Resûlü, dünya ve ahiret hayatı için en hayırlı en faydalı ameli soran bir sahabiye, “Sana hicret etmek gerekir. Zira onun benzeri bir ibadet yoktur.”[11] karşılığını verir.
Hicret, İnsanı Maddi-Manevi Nimetlere Ulaştırır
Kur’ân, bir taraftan hicretin müminlerin ebedi hayatı adına kazandıracakları üzerinde dururken diğer taraftan dünya hayatları adına da onlara nimet, bereket ve bolluk getireceğine dikkat çeker:
“Allah yolunda hicret edenleri, sonra da bu uğurda öldürülenleri veya ölenleri ise Allah pek güzel bir tarzda nimetlerine mazhar edecektir. Allah elbette nimet verenlerin en iyisidir. O, mutlaka onları memnun olacakları yere yerleştirecektir. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilir, hilm ve şefkati boldur.”[12]
Muhacirin hicretle arkasında bıraktığı nimetlerden birisi de vatanıdır. Ve Kur’ân, Muhacire, dünyada güzel bir yurda yerleştirileceği muştusunu verir:
“Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi!”[13] Dolayısıyla hicret eden sadece ahiret adına değil dünyası adına da bereket, huzur ve mutluluk bulacaktır. Hicretle elde edilecek bu bereket bir başka âyette şöyle dile getirilir:
“Kim Allah yolunda hicret ederse dünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur.”[14]
Müminlere inançlarını yaşama imkân ve izninin verilmediği zulüm yurdundan hicret etmeyi düşünenler, bilmelidirler ki yeryüzünde yaşanacak başka pek çok yerler vardır. Dünya sadece doğdukları ve vatan belledikleri mekânlardan ibaret değildir. Hatta hicret yurtları onlar için maddi-manevi daha hayırlı da olabilir. Hürriyetten mahrum, despotların zillet ve baskıları altında yaşamaktansa İslâm’ı daha rahat yaşayabileceği ve temsil edebileceği ülkelere göç etmesi ona yeni hizmet kapılarını da aralayacaktır.
Mümin, Hicret Yolunda Ölürse
Bazen mümin bu yola girer de Hazreti Cündeb İbn Damre gibi gitmek istediği hicret yurduna varamayabilir. O, Mekke’de mali imkanları geniş olan bir kimseydi. Zenginliği, dört oğlu ve Mekke’deki saygın konumundan dolayı müşrikler kendisine büyük bir baskı yapmadığı için hicret etmeyi düşünmüyordu. Ancak
“İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki: “Ne işte idiniz?” Onlar da: “Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik” deyince, melekler bu sefer şöyle dediler: “Peki Allah’ın dünyası geniş değil miydi? Siz de orada hicret etseydiniz ya?” İşte onların durağı cehennemdir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!”[15] âyeti nazil olunca kararını değiştirmiş ve şöyle demişti:
“Allah’ım! Mazeret hakkında takdirlerini tebliğ ettin ve bu hususta hiçbir delil ve mazeretin geçerli olmayacağını ortaya koydun. Dolayısıyla ben de hicret etmeye karar verdim. Allah’ım! Müşrik toplumundan ayrılmak ve hicret yurdu Medine’ye gitmek ve Resûlü’ne bizatihi destek olmak, Muhacir ve Ensar toplumunu güçlendirmek istiyorum.”
İlerlemiş yaşına rağmen hicrete karar veren İbn Damre, bu sözlerinin ardından oğullarına kendisini Medine’ye götürmelerini söyler. Çok geçmeden oğullarından biriyle yola çıkan Hazreti Cündeb İbn Damre, Ten’im’e gelince rahatsızlanır ve vefat eder. Oğulları tarafından vefat ettiği yere defnedilen Hazreti Cündeb’in durumunu merak eden sahabilerden bazıları kendi aralarında “O, hicret yurduna varamadan önce vefat etti. Dolayısıyla o dostluk üzerine midir değil midir, muhacir olarak kabul edilir mi edilmez mi bilmiyoruz?” diye konuşmaya başlamışlardı ki
“Kim evinden Allah’a ve Resûlüne hicret niyetiyle çıkar da yolda ecel gelip kendini yakalarsa o da mükâfatı hak etmiştir ve onu ödüllendirme Allah’a aittir. Allah, Ğafûr’dur, Rahîm’dir.”[16] âyeti nazil oldu. Bu âyet, hicret yoluna çıkanların ömrü yetmese bile niyetleriyle o makamı yakalayacaklarını açıkça ifade ediyordu.
Hicret, Müminlere Yeni ve Sağlam Dostlar Kazandırır
Kur’ân, “İman edip Allah yolunda hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda hizmet edenlerle onları barındıran ve onlara yardım eden Ensar var ya, işte bunlar birbirlerinin velileri/dostları/yardımcıları/koruyucuları ve tabii müttefikleridirler…”[17] buyurur ve Allah yolunda hicret eden Muhacirlerin, hicret yurtlarında kendilerine sahip çıkan insanlarla aralarında güçlü bir dostluk bağı kuracaklarını haber verir. Allah Resûlü, Medine’ye hicretinin hemen akabinde, Muhacirlerle Ensar arasında kardeşleştirme (muâhât) yapmıştı. Onlar bu çerçevede dostluk ve kardeşlikte öyle bir seviye yakalamışlardı ki
“… Allah’ın hükmüne göre akrabalık yönden yakınlıkları olanlar, birbirlerine vâris olmaya daha lâyıktırlar. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla bilir.”[18] âyeti nazil oluncaya kadar bir müddet birbirlerine mirasçı da olmuşlardı. Zirvede yaşanan bu dostluk ve kardeşlik ki fitne ve fesatçıların tuzaklarını boşa çıkarmış ve sağlam bir toplum inşa etme imkânını onlara sunmuştu.
Hidayet Gibi Hicret de Günahları Temizler
Allah yolunda hizmet endeksli hicret etmek bir çeşit İslâm’a yeni girmek gibidir. Çeşitli vesilelerle hicrete terettüp eden mükâfatları sayan Allah Resûlü, hicretin bir kimsenin işlemiş olduğu (kul hakları hariç) bütün kötülüklerine keffaret olacağını, kendisine beyat etmek üzere gelen ve bu esnada geçmiş günahlarının bağışlanması şartını koşan Amr İbnu’l-Âs’a şöyle talim buyurur: “Ya Amr! Biat et. Zira İslâm kendinden öncesini siler temizler. Hicret de kendisinden önce işlenen günahları temizler.”[19]
Hicrette Kazanç Niyete Göre Değişir
İslâm, ibadet ve muamelelerde niyete önem verir ve yapılan her amelin, Allah için yapılması ve sadece O’nun rızasının gözetilmesi prensibini vaz’ eder. Bu temel ölçü, amellerin niyetlere göre değerlendirileceğini açıkça ifade eder. Dolayısıyla bir amel ne için ve hangi maksatla yapılmışsa onun karşılığında o vardır. Allah Resûlü bu genel prensibi vazettiği bir hadislerinde meseleyi hicret üzerinden örneklendir ve şöyle buyurur:
“Ameller ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek olan odur. Kimin hicreti, Allah ve Resûlü için ise, onun hicreti Allah ve Resûlü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya veya nikâhlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, ona da o vardır.”[20]
Dolayısıyla hadiste geçen “Kimin hicreti, Allah ve Resûlü için ise ona Allah ve Resûlü vardır.” ifadesi hicrette maksadın sadece Allah rızası ve İslâm’ı yaşamak ve yaşatmak olması gerektiğini açıkça gösterir. Dünyevî maksatlar ise hicreti salih bir amel olmaktan çıkarır; onu tamamen dünyevî bir yolculuğa çevirir.
Muhacirlik Başlı Başına Bir Fazilettir
Hicretin bir mümine dünya ve ahirette kazandıracağı büyük faziletlerden dolayıdır ki Allah Resûlü, muhacirliği daima nazara vermiştir. Bir hadislerinde “… Şayet hicret olmasaydı Ensar olurdum…” buyurarak hem hicretin Müslüman’a kazandıracağı değere dikkat çekmiş hem de Ensar’ın da muhacirlikten sonra büyük bir fazilet olduğunu talim buyurmuştur.[21]
Nitekim Allah Resûlü imamlığa daha lâyık olanları sıralarken muhacirliği de üçüncü sıraya yerleştirir: “… Cemaate, öncelikle Kur’ân’ı doğru ve güzel okuyanlar imam olsun. Kıraatte eşit olanlar arasında sünneti daha iyi bilenler tercih edilsin. Kıraat ve sünnet konusunda bilgileri eşit ise hicreti önce olan imam olsun…”[22]
Hicretin ötelerde muhacirlere kazandıracağı mükafat Allah Resûlü’ne miraçta da açıkça gösterilmiştir:
“Cibrille birlikte yürürken bir topluluğa uğradık. Ekim yaptıkları günde aynı zamanda hasat da yapıyorlardı. Hasadı bitirdiklerinde her gün bu şekilde devam ediyorlardı. Ben Cebrail’a (aleyhisselâm) ‘Bunlar kimdir?’ diye sordum. O, ‘Bunlar Allah yolunda hicret eden muhacirlerdir. Onların iyilikleri yedi yüzün katlarıyla katlanır.’ buyurdular.”[23] Dolayısıyla hicret her ne kadar zorlukları çok olsa da meyvesini her mevsimde ve anında veren fazileti büyük bir sâlih ameldir.
Yerleşik Hayatı Olanın Hicreti Daha Faziletlidir
Allah Resûlü’nün hicretle ilgili üzerinde durduğu bir husus da bâdiyede yaşayanla şehirde yaşayanın hicret sevabının aynı olmayacağıdır:
“… Hicret, yerleşik hayata sahip şehirlinin ve kırsalda göçebe hayat süren kimsenin hicreti olmak üzere iki çeşittir. Badiyede, çölde oturana gelince o çağrıldığında rahat gider; kendisine emredileni kolay yerine getirir. Yerleşik hayatı olana gelince onun imtihanı daha ağırdır. Mükâfatı da ona göre daha büyüktür.”[24]
Hicretin Kazandırdıklarını Koruma, Gerçek Muhacir Olmaya Bağlıdır
Allah Resûlü, Müslüman’ı tarif ettiği bir hadisinin hemen ardından
“… Gerçek muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşıp hicret edendir.”[25] buyurur ve hicrete yeni bir açılım daha getirir. Aynı vurguyu sahabilerden birisi kendisine “Ya Resûlallah! Hangi amel daha faziletlidir?” diye sorduğunda da yapar:
“… Allah’ın (celle celâluhu) hoş görmediği şeylerden hicret etmek, uzaklaşmaktır…”[26] Dolayısıyla hakiki muhacir sadece tebliğ ve temsil için farklı coğrafyalara giden ya da zulümden kurtulmak için vatanını terk eden kimse değil, Allah’ın yasakladığı her şeyden uzaklaşan, kötülükleri terk edip iyiliklere koşan kimsedir. Müminin zahiri hicretinin tam olabilmesi ve onu koruyabilmesi, nefsinin arzularına ve dünyanın cazibedar fitnelerine karşı iradesinin hakkını vererek sürekli mücadele etmesine bağlıdır.
[1] Tevbe sûresi, 9/38.
[2] Tevbe sûresi, 9/39.
[3] Nisa sûresi, 4/98.
[4] Bakara sûresi, 2/218.
[5] Enfal sûresi, 8/74.
[6] Enfal sûresi, 8/75.
[7] Tevbe sûresi, 9/100.
[8] Tevbe sûresi, 9/100.
[9] Tevbe sûresi, 9/20.
[10] Tevbe sûresi, 9/21, 22.
[11] Nesâî, Bey’at 14.
[12] Hac sûresi, 22/58, 59.
[13] Nahl sûresi, 16/41.
[14] Nisa sûresi, 4/100.
[15] Nisa sûresi, 4/97.
[16] Nisa sûresi, 4/100.
[17] Enfal sûresi, 8/ 72.
[18] Enfal sûresi, 8/ 75.
[19] Müslim, İman 54/192 (121).
[20] Buharî, İman 1, 41; Müslim, İmâre 45/155 (1907).
[21] Buharî, Meğâzî 56; Müslim, Zekât 47/139 (1061).
[22] Müslim, Mesâcid 54/290 (673); Ebû Dâvud, Salât 61.
[23] Beyhâkî, Delâilu’n-Nübüvve, II/398.
[24] Nesaî, Bey’at 12; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II/159 (6813, 6487); İbn Hibbân, Sahih, (4863).
[25] Buharî, İman 4; Rikâk 26.
[26] Nesâî, Bey’at 12.