İşkencecisinin Beynini Patlatan İnsanlar
Dalga geçmek, haklardan mahrum etmek, vücuda zarar verecek saldırılarda bulunma işkencedir. İnsanı üzer, vücuda acı verir. Ama imanı, iradeyi ve azmi bileyler. İnsanların uzaklaşmasına bedel Allah’a yaklaşma ile ödüllendirir.
İkna öyle bir kuvvettir ki, ona karşı koymaya kalkışan kişinin beynini patlatır. Hicr sûresi doksan dördüncü âyet bu noktanın altını çizer. Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sen müşriklere aldırış etmeden, emrolunduğun şeyi açıkça duyur. O alaycılara karşı Biz senin yanındayız. Onlar ilerde anlayacaklar.” derken “Fesda’’” kelimesi seçilmiştir. “Fesda’” parçalarına ayırmadan, testere ile bir şeyi ortadan ikiye bölmek demektir. Bu kelimede baş ağrısına tutulmak da vardır. Yani bu âyet, hakkı öyle bir ifade et ki, bâtıl bütün cüzleriyle ayrılsın gitsin. Hakka karşı koymak isteyenlerin aklı çaresizlikten çatlayacak hale gelsin, der.
Sözün hakkını veren çıkarsa, karşı tarafa lafügüzaf kalır. Sözü bitenler ciddiyetten uzaklaşır, dalga geçmeye başlarlar. Eger kuvvetliyseler, beyin olarak yenilince kaba kuvvetle galip gelmeye çalışırlar. Yani kendilerini minder dışına atarak yenilgiden kurtulacaklarını zannedenler. Ama bu kaçış bir çare değildir.
Peygamber Efendimiz’e sözle mukabele etmekten ümidi kesilen müşrikler Haşimoğullarına boykot uyguladılar. Yani önce kaba kuvvete başvurdular. Sıkıntı had safhadaydı. Sonra kendilerine göre çok cazip bir teklifle Ebû Talib’e geldiler. “Söyle O’na” diyorlardı, eğer kral olmak istiyorsa başımıza kral yapalım. Servet istiyorsa aramızda mal toplayalım, en zenginimiz olsun… vs.
Arap dahileri havuç-sopa düzeneğini kurmuşlardı. Bir tarafta açlıktan kıvranan ve Mekke’den dışlanmış kabilesi vardı Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem). Kimse selâm bile vermiyordu. Paraları ile ekmek alamıyorlardı.Çocuklar açlıktan ağlıyordu. Diğer tarafta ise cazip bir teklif! Bu teklifi duyan Haşimoğullarının “Kabul et ve bizi bu rezil durumdan kurtar.” baskısı uyguladığına dair bir bilgim yok. Ama Efendimiz’in cevabı herkesin kulağına küpe oldu o günden itibaren: Vallahi amca, güneşi sağıma, ayı da soluma koysalar, ben yine vazgeçmem. (İbn Hişâm, es-Sîratü’n-Nebeviyye. 2/101; et-Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, 1/545.)
Efendimiz bu azim ve kararı ile o sıkıntılı ortamı Mirac’ın vesilesi kıldı. İmkân âlemini aştı, Sirdetü’l-Müntehaya ulaştı ve Âyetü’l-Kübra’yı gördü. Müşrikler ise onun mübarek vücudunu ortadan kaldıracak bir suikast peşine düştüler. Onu da başaramadılar. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) kanatlandı uçtu, Rab’den kendisine inanan ve sıkıntıya katlananlara selâm getirdi. Diğerleri ise ecelleri gelinceye kadar sürünmeye devam ettiler.
Dalga geçmek, haklardan mahrum etmek, vücuda zarar verecek saldırılarda bulunma işkencedir. İnsanı üzer, vücuda acı verir. Ama imanı, iradeyi ve azmi bileyler. İnsanların uzaklaşmasına bedel Allah’a yaklaşma ile ödüllendirir. Böyle zamanlarda Hakk’a kurbet yollarını tutmayı Allah nasip etsin.
Taif’te dayıları sayılacak yakınları tarafından çocuklara taşlattırılmış ve vücudunda yara açılmıştı İki Cihan Serveri’nin. Bir gölgeye çekildi ve önce güçsüz ve çaresiz kalmasından kaynaklanan üzüntüyü açtı Rabbine, sonra da şöyle dedi: “İlâhi ! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnetlere, belâlara hiç aldırmam.” (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ 1/211-212; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-Nebeviyye 2/266-269) Afiyette olmak elbetteki daha güzeldir. Fakat belâ geldiği zaman sabretmek ve şikâyet etmemek de kulluğun gereğidir.
İman öyle bir ufuk açar ki, nimet gelse şükrettirir kazandırır. Musibet gelse sabrettirir ve kazandırır. Efendimiz, “Hayret edilecek bir iştir müminin işi” (Bkz. Müslim, zühd 64; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 1/322) sözüyle dikkatimizi çeker bu duruma. Musibetlerden miraç çıkaranın, bize aynı yolu göstermek üzere söylenmiş sözüdür bu.
Son günlerde yaşları seksenin aşkın iki insan ruhunun ufkuna yürüdü. İkisi de gayretliydi, azimliydi, imanlıydı. Hayırsever insanlar idi. Terörle suçlandılar. Hapse atıldılar. Hastalık içinde kıvrandılar. Tedavileri aksatıldı. Çok açı çektiler ve mutlaka üzüldüler. Herhangi bir pazarlığa evet demediler. Şikayetlerini duymadık. Yakınlarının metanetine, edebine ve olgunluğuna şahit olduk. Büyüklerine yapılan muamele, savaşta düşmana yapılmayacak cinstendi. Ama onlar yine de terbiye ve nezaket içinde dertlerini anlatmak için uğraştılar. Bu öyle bir dil ki, işkencecilere öyle bir cevap ki, -biz görmüyor olsak da- onlara saçlarını başlarını yoldurduğu muhakkak.
Zira işkence yapanlar isterler ki, muhatapları acıya dayanamasın. Ayaklarına kapanıp, af dilesin. Onların bu halini görenler de dağılsın gitsin. Ne Nusret Muğla Amca diz çöküp, yalvardı ne de Yusuf Bekmezci Ağabey. Ve ne de insanlar dağılıp gittiler. İnşallah ileri yaşlarında maruz kaldıkları muameleler onların manevi şehit olarak Rablerine dönmesine vesile olmuştur. Bu metin duruş, bu sessiz hitabet öyle bir dil ki medenilerin bu dile yabancı kalmayacağını ümit ederiz. Zira “Yalan ve gösteriş, gürültülü; hakikat ve samimiyet, sessizdir. Yıldırımlar, gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar.” ve medeni insanların dünyasında tesir oluştururlar. Medeniyetten nasibini almamış olanların ise ezilen, sürünen bu insanların yenilmediğini gördükçe beyinleri patlar. İnşallah bu acılar, çekenler için birer miraç vesilesi olur. Hizmet mensupları bu musibetler döneminden kâmil insanlar olarak çıkmanın kazancını yaşarlar.