Ebû Hanife’nin Siyaset-Hukuk İlişkisine Yaklaşımını Anlamak
Ebû Hanife, hukuk dışına çıktığı zaman hiç çekinmeden halifeyi tenkit ettiği gibi devlet yargı organlarının verdiği hukuki kararları da eleştirmekten çekinmemiştir.
Bir hukuk yapıcı ve sistem kurucu olarak Ebû Hanife’nin Emevî ve Abbasî devrinde iki halifeye karşı takındığı tavır ve bu tavır neticesinde Mekke’ye sığınmak zorunda kalması, sürgün hayatı, hapse girmeyi göze alması, hukukun sivilliği ve hukuk-siyaset ilişkisi açısından üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Ebû Hanife kendinden önce gelen fıkıh mirasını tedvin ederek sistematik hâle getiren önemli bir şahsiyettir. Merhum Muhammed Hamidullah’ın tespitiyle o, tarihte ilk defa hukuku bir bilim disiplini hâline getirmiştir. Onun en az bu kadar önemli diğer bir yanı ise halife ve yöneticilere karşı sergilediği tutum ve davranışıyla hukukun siyasetle olan ilişkisi adına ortaya koyduğu tavır ve duruştur. Bu yazı onun bu yönüne kısaca değiniyor.
Yaşadığı döneme gidip kısaca hayatına baktığımızda görürüz ki bu zeki insan önce kendisini neredeyse her gün inanç esasları ile ilgili tartışmaların ortasında bulur ve dolayısıyla Akaid ilmiyle ilgilenir. Bu arada Hadis’le de meşgul olur. Ancak en sonunda Fıkıh’ta karar kılar. Zira fetihlerle elde edilen topraklarda Şam bölgesinde Rum devletinin kanunları, Irak’ta ise Sasani devletinin Mecusi töreleri kanun olarak uygulanmaktadır. Kur’ân ve Sünnet çizgisindeki hukukun kayda geçirilmesi ve yeni meseleler karşısında içtihat edilmesi ve bu içtihadın prensiplerinin ortaya konması gerekiyordu ki işte Ebû Hanife bunun lüzumuna inanarak fıkıh okulunu kurar. Şunu hatırlatmalıyız ki Ebû Hanife mektebinde hukuk kayda geçirilirken siyasi herhangi bir etki ve kaygı yoktu. Aslında bu o dönemdeki bütün hukuk ekolleri için geçerlidir. İslam tarihinde çok erken dönemlerde, daha yüzyıllarca hayal dahi edilemeyecek hukukun sivilliği söz konusu idi. Ebû Hanife’nin kurduğu ekolün bir diğer özelliği, fıkıh meselelerini –herkes tarafından kabul edilen zekâsına rağmen- talebeleriyle istişare ederek kayda geçiriyor olmasıdır ki bu, kolektif içtihat açısından çok önemlidir.
O dönemde Emevî idarecileri, siyasi kaygılarla Hz. Ali (radıyallâhu anh) sülalesi ve taraftarlarına, hatta Abbas oğullarına uzanan çizgide bir düşmanlık ve zulüm içindeydiler. Ebû Hanife de gerek Emevî halifelerinin zulümleri gerek idari liyakatsizlikleri sebebiyle derslerinde onları tenkit etmekten geri durmuyordu. Bazı Emevî yöneticilerinin, hem kendi zulümlerini onaylatmak hem de takdir ettirmek amacıyla Sıffin hâdisesinde kimin haklı olduğunu Ebû Hanife’ye sormaları üzerine, o, bu tür konularda susmanın İsrâ sûresi 36. âyeti gereği daha doğru olduğunu söylemesi üzerine kendisine kadılık başta olmak üzere devlette bazı vazifeler teklif ettiler. Yöneticilerin kadılık gibi devlet vazifesi tekliflerindeki asıl niyetlerinin, kendi zulüm ve gayri hukuki işlerini onaylatmak olduğu, Ebû Hanife teklifi kabul etmeyince onu hapse attıklarında ortaya çıkmıştı. O dönemde bazı âlimler devlette vazife kabul etseler de önemli bir kısmı kabul etmiyordu. Ebû Hanife ile beraber Süfyan-ı Sevrî ve Mis’ar b. Kidâm devlet görevlilerinin huzuruna devlette vazife teklifi için çağrılırken Süfyan-ı Sevri kaçmış, Mis’ar b. Kidâm ise deli numarası yaparak vazifeden sıyrılmaya çalışmıştı. Devlette vazife almaktan kaçan bu yetkin âlimler devletin hukuk dışı işlerine bulaşmak istemedikleri gibi kendileri halkın fetvada yöneldikleri hukuk yapıcıları olduklarından hukukun sivilliğini de korumak istiyorlardı.
Emevîlerin yıkılıp Abbasîlerin hilâfeti ele geçirmelerine başlarda sevinen Ebû Hanife çok geçmeden onların da Hz. Ali evlâdına zulümlerini ve bazı hukuksuz işlerini görünce onlara karşı da tavrını ortaya koymaktan çekinmedi. Halife Mansur’un Ebû Hanife’ye başkadılık teklifi ve onun da bu teklifi reddetmesi üzerine hapse girdi.
“Kendi kadir ve kıymetini bilip itibarını gözeten kimsenin nazarında dünya değersiz ve her mihnet ehemmiyetsizdir” diyen Ebû Hanife kendi konumunun farkında bir insandır. Çünkü o, Peygamber yolundan giden Ehl-i Sünnet’in en büyük imamıdır. İmam Şafii’nin yapmış olduğu benzetme ile hukuk biliminde herkes onun çocuğudur. O bir hukuk yapıcısıdır ve elbette idarecilerin zulümlerine boyun eğmemelidir; hukuku da onların tasallutundan ve siyasi emellerinden korumalıdır.
İlk başlarda Abbasî devletinin hak ve adalet esasları üzerine kuruluşuna sevinen Ebû Hanife, daha sonraları Halid Bermekî’nin müstebit, zalim siyaset ve yönetim esasları üzerine hareket ettiğini görünce onların emri altında çalışmanın, Kitap, Sünnet ve Ashab-ı Kiram’ın söz ve fiillerine ters uygulamalarının altına imza atmak demek olduğunu biliyordu. Neticede Ebû Hanife hapse girdi. Böylelikle hem zulmü onaylamaktan kurtuldu hem de İslâm hukukunu siyasilerin manipülasyonlarından korumuş oldu. Aynı zamanda Ebû Hanife, halife bilse olsa ona itaatin ancak adaletle/hukuk sınırları içinde kalmakla kayıtlı olduğunu, zulme girildiğinde ona itaatin düştüğünü bizzat uygulayarak gösterecekti. Ebû Hanife’nin devletten vazife kabul etmemesinin bir diğer sebebi de Hz. Ali ve evlâdına olan muhabbetiydi. İdarecilerin onlara yaptığı zulümler ve onların imamete liyâkatları İmam-ı Azam’ı zalim idarecilere karşı temkinli olmaya itiyordu.
Ebû Hanife hukuk dışına çıktığı zaman hiç çekinmeden halifeyi tenkit ettiği gibi devlet yargı organlarının verdiği hukuki kararlarını da eleştirmekten çekinmemiştir. Yine o, Kûfe kâdısı İbn Ebû Leylâ’nın verdiği yargı kararlarını talebeleriyle birlikte derste ve ilmî toplantılarda tartışırdı. Bu tartışmalar daha sonra kitaplaşarak hukukçular için bereketli bir kaynak oldu. Ebû Hanife, yargı kararlarının güçlenmesi ve hukukun üstünlüğünün devamı için bu eleştirileri gerekli görüyordu. Aynı zamanda yargıçların hukuki nosyonlarının kalitesini de halk namına test etmiş oluyordu. Halkın hukuka saygısı, yargı kararlarının adil olmasına bağlıdır. Bu da onların yetkili organlar tarafından denetlenmesiyle mümkün olabilir.
Ebû Hanife’nin zalim devlet başkanına karşı ayaklanmanın –yerine âdil ve salih birinin getirilmesi şartıyla- caiz olduğu şeklindeki görüşü de bazı kitaplarda nakledilir. Ehl-i Hadis’e yakınlığı ile bilinen fıkıhçı İmam Evzai Ebû Hanife’nin bu yaklaşımı karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Çünkü Ehl-i Sünnet âlimleri zalim devlet başkanının zulmünü yüzüne söylemeyi zaruri görmekle birlikte onun azli konusunda fitne ortamında insan hakları ihlâllerinden dolayı temkinlidirler. Ehli Sünnet uleması zulme giren devlet başkanı karşısında genelde iki tutum sergilemişlerdir. Bunlardan biri “sabır ekolü”dür ki Ebû Hanife dışındaki üç mezhep imamı başta olmak üzere pek çok âlim, zalim devlet başkanı karşısında, yüzüne hakkı haykırmayı zorunlu görmekle birlikte ona başkaldırmayı masumların kanı akmasın diye meşru görmezler. Bu konuda Ebû Hanife “temekkün ekolü”nü temsil eder ki ona göre zalim devlet başkanı devlet başkanlığı için en önemli şart olan adalet vasfını yitirdiğinden yönetim hakkını kaybetmiştir. Dolayısıyla yerine âdil ve salih birinin geçmesi şartıyla yönetimden el çektirilmesinin istenmesi meşrudur, hatta gereklidir. İslâm’da adalet o kadar önemlidir ki zalim bir devlet başkanına adil demek küfür sözüdür, insanı dinden çıkarır.
Özetle söylersek, son vahyi temsil eden İslâm, tarihte bir inkılap yapmış ve her alanda olduğu gibi özellikle haklar konusunda müspet bir kırılma meydana getirmiştir. Allah Resûlü’nün tebliğ ve temsili ile gerçekleşen bu inkılap sayesinde herkes hukukta protokolun olmayıp hukukun herkes için gerekli ve geçerli olduğunu görmüş ve bunu içselleştirmişlerdir.
Bu çerçevede Hazreti Peygamber (aleyhisselâm) ve Hulefa-i Raşidin döneminde hukuk-siyaset ilişkisi tarihte benzeri görülmeyecek tarzda bir mükemmeliyet içinde tezahür etmiş, ancak daha sonra Müslüman toplumda zenginleşme ve fethedilen iki imparatorluk içinden intikam arayışlarının tesiriyle ihtilaflar körüklenmiş, denge korunamamış, malesef hukukun, siyasetin yönlendirmesi altına girdiği dönemler yaşanmıştır. Genişleyen topraklarda içselleştirilmeyen hukuki değerler karşısında zaman zaman ulema kendinden beklenen duruşu sergileyememiş, siyasilerin baskılarına boyun eğmişlerdir. Ancak hem fikirleri hem de aksiyonuyla Ebû Hanife’nin bu konuda tavizsiz olduğunu söyleyebiliriz. Ona göre kim olursa olsun adaletten ayrılır zulme girerse yönetim hakkını kaybeder. Hapse girmeyi ve vatanını terk etmeyi göze alan Ebû Hanife bu “entelektüel” duruşuyla kendisinden sonra gelecek gerçek hukukçulara rehberlik etmiştir.