Ahlâksız Hukuk Nasıl Olur?
Hukuk bir silah değildir; hukuk insanların haklarını korumak için vardır. Ceza hukukunda cezalandırmak değil, haksız cezalandırmadan sakınmak esastır.
Hukukun ahlâki ve insani boyutu birlikte ele alınmadığı sürece gerçek anlamda insan hakları ve demokrasiden bahsedilemez.
Yaşadığımız olaylar yeniden ahlâk-hukuk ilişkisini gündeme getirdi. Hukuk normlarının ahlâk ve etik değerlerle yakın ilişkisi vardır. Ahlâki ilkelere dayanmayan hukuk, kolayca baskı ve şiddet aracına dönüşebilir. Zalim, despot idarecilerin yanında her zaman zalim yargıçların da bulunduğunu hatırdan çıkarmayalım. Ahlâkilik hukuka meşruiyet kazandırır; ancak hukukilik her zaman ahlâkiliği garanti etmez. Bundan dolayı modern hukukta hakkaniyet ilkesi benimsenmiştir. Buna göre yargıç, takdir hakkını, hakkaniyeti korumanın hukukun en önemli gayesi olduğunu dikkate alarak kullanır. Böylece hakkaniyet ilkesi ile hukukçuların vicdanları yaralayacak kararlar alması engellenmeye çalışılır.
Hukukta ahlâkiliğin garantisi, hukuki normların insanın doğuştan sahip olduğu, hayat, özgürlük, mülkiyet, eşitlik gibi temel haklara aykırı olmaması ve bu hakları zedeleyecek şekilde uygulanmamasıdır. İslâm hukukçuları makâsıd-ı hamse (hukukun beş temel gayesi) kavramıyla temel hakların korunmasının içtihatta ve fetvada esas alınması gerektiğini söyler. Bu yaklaşıma göre hukukun uygulanması insanların temel hak ve özgürlüklerine zarar vermemelidir.
İslâm hukuk ilminin tedvin aşamasında sufi perspektifle fıkhın yakınlığı normlar ve değerlerin birlikteliğini de gösterir. İslâm hukukunun ilk tedvin edildiği dönemde ahlâki değerler hukuki normlara dönüştürülmüştür. Bundan dolayı o dönemde hukuk ile ahlâk arasında çok yakın bir ilişki vardı. Hatta diyebiliriz ki ahlâkilik, ilk hukuk metinlerinin ve fakihlerin meşruiyetinin garantisi olmuştur. İlk sufilerden Davud et-Taî (ö.165) Ebû Hanife’nin talebesidir. Hocasının “Fıkhı tedvin ettik.” sözü üzerine “Ne kaldı?” diye sorar; hocası “Yaşamak.” diye cevap verir. Kalemi defteri bırakır “O halde biz de yaşayalım.” diyerek, ömrünün kalanını züht içinde fıkhi hükümleri hakkıyla yaşamaya adar.
Tasavvufun başlangıcında hukuki normların hayata uygulanması düşüncesinin bulunması hukuk ile ahlâk arasındaki yakın ilişkinin bir neticesidir. Hatta birçok fıkhi hükmün niyete bağlanması yani ispatlanması imkânsız bireyin iç yönelişine bağlanması da fıkıh ile kalp hayatı arasındaki yakınlığı ortaya koyar. Daha sonraları da bu farklılık yargı ve bireysel fetva (kada-ifta) ayrımı ile korunmaya çalışılmıştır.
Hukukun bireysel dindarlık duygusundan uzaklaşarak gittikçe siyaset ve toplumsal düzenin korunmasını öncelemesi, kadıların yöneticilerle yakın ilişkileri, İslâm hukukunun iç dinamiğini ve ahlâki boyutunu zamanla kaybetmesine sebep olmuştur. İmam Gazali’nin ((ö. 505/1111)) hukuki şekilciliğe karşı çıkışı, tasavvufi perspektifle mezcederek fıkhın yeniden ahlâkla buluşmasını amaçlamaktaydı. Ancak bu girişim fıkhı etkilemekten ziyade mutasavvıfları daha çok etkiledi. Hukukun ahlâki boyutlarının yeterince tartışılması mümkün olmadı.
İslâm hukukunun bazı ülkelerde sınırlı uygulamaları da ilgiyi İslâm hukukunun problemlerinin tartışılmasına çekmeye yetmedi. İslâm hukuku sürekli “Seküler hukuk mu daha üstün, şer’î hukuk mu?” tartışmaları ekseninde ele alındı. Halbuki İslâm ülkelerinin hukukla ilgili problemi hukukun kaynağına ilişkin olmaktan ziyade hukuk anlayışı ile alâkalıdır. İslâm ülkelerinin birçoğunda bugün hukuk toplumsal düzeni koruyan, cezai tedbirlerle farklılıkları, hatta bazen fikri farklılıkları bile yasaklayan bir baskı aracı olarak kullanılmaktadır.
Fıkıh uygulanmasa da İslâm hukukçularının görüşleri ve fetvaları bilgilendirme amaçlı olarak her zaman gündeme gelmektedir. Bugün kurulu düzenin bekçiliğini yapma konusunda hukuk ile fıkıh arasında bir fark olduğunu söylemek mümkün değildir. Toplumsal ve kültürel kodlar seküler hukukçularla İslâm hukukçularını aynı anlayış etrafında bir araya getirmektedir. İslâm ülkelerinde hukuk, siyasetin hizmetinde, önceliği kurulu düzeni ve yöneticileri korumak olan bir aparat işlevi görmektedir.
Türkiye’deki İlâhiyatçıların fıkıh anlayışı da maalesef muktedirleri memnun etmek üzerine kuruludur. Yakın geçmişte ahlâki sorumluluk duygusu ile hareket ettiklerini, zulme ve haksızlığa karşı çıktıklarını gösteren bir örnek bulmak neredeyse mümkün değildir. İlâhiyat fakülteleri tarihinde maalesef zulme ve siyasilerin haksız uygulamalarına karşı çıkan tek bir örnek bulmak imkansızdır. İktidar ne istiyor ne bekliyorsa ilâhiyat fakültelerindeki fıkıhçılar onu delillendirmeye çalışır. Hatta bazen muktedirlerin hatırına gelmeyen yeni despotizm ve yolsuzluk stratejileri keşfederek, politikacılar nezdinde makbul ilâhiyatçı olmanın yollarını ararlar.
Bugün ilâhiyatçı bir medya vaizi, hırsızlığı ve zulmü tescilli bir siyasetçinin itibarını korumanın “vacip” olduğunu söyleyebilmektedir. Demokrat ve âdil bile olsa bir siyasetçinin itibarını korumak niçin vacip olsun? Hukuk ve ahlâk önünde bütün insanlar eşittir. Her insanın onuru ve temel hakları aynı derecede değerlidir. Bir tek insanın makamından dolayı, onurunu korumak için binlerce insanın hukukunun çiğnenmesi ilkelliktir, zulümdür, despotizmdir.
Devlet memuru olarak çalıştığımız dönemlerde, hukuki kuralları ve idari yönetmelikleri bir silah gibi kullanan ilâhiyatçı idareci ve yöneticilerle çok karşılaştık. Yandaşlarına ya da kendi menfaati için kolayca hukuki kuralları esneten, ancak muhaliflerine karşı hukuku bir silah gibi kullanan bu yöneticiler, despotizmin gönüllü uygulayıcılarıdır. Hukuka bağlı ve hakperestmiş gibi görünen bu idareciler ruhlarındaki despotizmi, bu tür uygulamalarla dışa vurmaktadırlar.
Baklava çalan çocukların gaspla yargılandığı ancak ülkeyi soyanların vicdani açıdan bile bir sorumluluk duymamalarını temin etmek için “yolsuzluk hırsızlık değildir” diye hukuki ifade görünümlü şeytani aforizmalar üretildiğine yakın tarihimizde hep birlikte şahit olduk. Bir tane ilâhiyatçı, fıkıhçı çıkıp bu arsızlığı tenkit etmedi ya da edemedi.
Hukuk bir silah değildir; hukuk insanların haklarını korumak için vardır. Ceza hukukunda cezalandırmak değil, haksız cezalandırmadan sakınmak esastır. Bundan dolayı “şüphe suçlu lehine kullanılır” “deliller şüpheli olduğunda ceza uygulanmaz” gibi ilkeler hukuk literatürüne girmiştir.
Hukukun ahlâki ve insani boyutu birlikte ele alınmadığı sürece gerçek anlamda insan hakları ve demokrasiden bahsedilemez. İktidarı ele geçiren her grup/klik, hukuku muhaliflerini ezmek için bir sopa olarak kullanmaya devam eder. Fakat trajik olan iktidarı kaybettikleri anda kendileri de aynı vicdansız hukuk anlayışı ile yargılanırlar.