HEYET İCTİHADI ve MEŞRUİYETİ
Asr-ı Saadet’ten itibaren icma ve daha çok da şûrâ kavramının altında kısmi uygulamalarını gördüğümüz "heyet içtihadı"nın 20. yüzyıla gelene kadar herhangi bir tarifinin yapıldığını bilmiyoruz.
Heyet içtihadı, -tespit edebildiğimiz kadarıyla- Asr-ı Saadet’ten itibaren isimsiz müsemma olarak vardı. Asr-ı Saadet’ten itibaren icma ve daha çok da şûrâ kavramının altında kısmi uygulamalarını gördüğümüz heyet içtihadının XX. yüzyıla gelene dek bir tarifinin yapıldığını bilmiyoruz. Günümüzde heyet içtihadına olan ihtiyaç arttığından dolayı yaklaşık son elli yıldır İslâm âlimlerinin gündemine geldi ve heyet içtihadı başta 1961’de Ezher Üniversitesine bağlı Mecmeu’l-Buhûsi’l-İslâmıyye Mısır’da, daha sonra 1978’de Râbıtatü’l-Âlemi’l-İslâmî bünyesinde Mekke-i Mükerreme’de ve 1981’de İslâm Konferansı Teşkilatı’nın önderliğinde Cidde’de olmak üzere dünyanın değişik yerlerinde kurulan pek çok fıkıh akademileri sayesinde müesseseleşti. Bu müesseseleşme, heyet içtihadının tarif ihtiyacını da beraberinde getirdi.
İSİMLENDİRME VE TARİFLER
Biz, Arapların el-ictihadu’l-cemâî şeklinde isimlendirdikleri bu kavramı Türkçe’ye kolektif içtihat, toplu içtihat, şûrâ içtihadı, icma içtihadı, cemaat içtihadı, cemâî içtihat gibi farklı şekillerde tercüme edebilirdik ancak “heyet içtihadı” demeyi şimdilik daha uygun bulduk.
Birleşik Arap Emirlikleri’nde el-Ayn Üniversitesinde akdedilen Heyet İçtihadı Sempozyumunun (el-İctihadu’l-Cemâî fi’l-Âlemi’l-İslâmî) tavsiye kararları içinde yapılan tarif başta olmak üzere konuyla ilgilenen bazı âlimlerin tariflerini zikredelim.
Sempozyumun tavsiye kararları arasında çıkan heyet içtihadının tarifi: “Heyet içtihadı, bir İslâm devleti bünyesinde veliyyü’l-emrin teşkil ettiği akademi, heyet veya şer’i bir müessese çatısı altında, müçtehitlerin çoğunluğunun, bütün gayretlerini ortaya koyarak araştırma ve istişare neticesinde, hakkında sübutu ve delâleti kat’î bir nas olmayan şer’î, amelî bir hüküm üzerindeki ittifaklarıdır.”1
Tevfik Şâvî’nin tarifi: “Heyet içtihadı, âlim ve uzmanların serbest veya akdedilen bir meclis bünyesinde istişare sonucu bir görüş üzerinde ittifakla veya çoğunlukla karar alıp fetva suretinde bu kararın yayınlanmasıdır.”2
Abdülmecid es-Sûse: “Heyet içtihadı, fakihlerin çoğunluğunun istinbat yoluyla şer’î bir meselede zannî bir hükme ulaşabilmek için bütün güçlerini ortaya koyarak tamamının veya çoğunluğunun istişare neticesindeki ittifaklarıdır.”3
Hem akademisyen hem de Cidde Uluslararası İslâm Fıkıh Akademisi âzâsı bulunan Kutup Mustafa Sânû heyet içtihadı için yapılan yukarıdaki üç tarifi tek tek değerlendirip tenkit ettikten sonra kendisi de bir tarif teklif eder:
“Heyet içtihadı, herhangi bir asırda içtihat rütbesini hâiz bir grubun bir bölge, yöre veya bütün ümmetin hayatını alâkadar eden bir hüküm hakkında Allah’ın muradına ulaşmak veya toplum, bölge veya ümmetin bir gerçeği ile ilgili Allah’ın muradına en uygun anlayışa ulaşmak maksadıyla gerçekleştirdiği ilmî, metodolojik ve munzabıt bir ameliyedir.”4
Sânû yaptığı tarifin kayıtlarını tek tek açıklayarak heyet içtihadının nas, akıl ve yaşanan gerçek üçlüsü arasında cereyan eden metodolojik bir ilâhî muradı yakalama cehdi olduğunu ifade eder.
el-Abd Halil Ebû Îd: “Heyet içtihadı, Ümmet-i Muhammed’in müçtehitlerinin ekseriyetinin herhangi bir asırda bir meselenin şer’î hükmü hakkındaki ittifaklarıdır.”5
Abdünnâsır el-Attâr: “Heyet içtihadı, birden çok müçtehidin şer’î bir hükmü delillerinden istinbat hususunda bütün gayretlerini ortaya koyarak aralarında istişare ettikten sonraki ittifaklarıdır.” Attâr, şimdilerde heyet içtihadı için genelde şöyle tarif ediliyor diyerek ilâvede bulunur: “Birden çok fakihin veya içtihat mertebesine ulaşmasa da fıkıh araştırmacısının ilgili konuda uzmanlarından ister yardım alsınlar ister almasınlar şer’î bir hükmü delillerinden istinbat için bütün güçlerini sarf ettikten sonraki ittifaklarıdır.”6
Hüseyin Halid heyet içtihadı ile alâkalı bütün tariflerin meziyet ve kusurlarını ortaya koyduktan sonra kendisi de bir tarif yapar. Şimdi bu tarifin Arapçasını verip unsurları üzerinde duralım.
هو بذل فئة من الفقهاء المسلمين العدول جهودهم في البحث والنظر على وفق منهج علمي أصولي ثم التشاور بينهم في مجلس خاص لاستنباط أو استخلاص حكم شرعي لمسألة شرعية ظنية.
Bu tarif heyet içtihadına ait altı unsuru ihtiva etmektedir. Heyet içtihadı: 1) Müşterek bir gayretin veya fakihlerden oluşan bir topluluğun gayretleriyle gerçekleşmeli. 2) Heyet, adil Müslüman fakihlerden oluşmalı. 3) Geleneğin usulü üzere ilmî ve metodik bir araştırmaya (el-Menhecü’l-usûlî) dayanmalı. 4) Şûrâ esası üzerine gerçekleşmeli. 5) Gayesi, içtihat edilecek bir konuda içinde bulunulan zamanda şeriatın maksatlarını gerçekleştirecek şer’î bir hükmün istinbatı olmalıdır. 6) Tıpkı ferdî içtihatta olduğu gibi ancak şer’î zannî meselelerde olmalıdır.7
Yukarıda yapılan tariflerin, veciz olmaları, içtihadı gerçekleştireceklerin müçtehit ve fakih olmalarının ifade edilmesi, heyet içtihadının ruhu olan istişarenin zikredilmesi, içtihadın ilmî, munzabıt ve metodik olma şartı, heyet içtihadının özel/sivil bir organize ile sınırlandırılması ve zannî meselelerle mukayyet olması gibi olumlu yanlarının yanında bazı tariflerin uzunluğu, belki sadece icma için kullanılabilecek ittifak kelimesinin kullanılması ve bazı tariflerdeki kapalılık da yapılan tariflerin olumsuz yanları olarak zikredilir.8 Hüseyin Halid Müslümanların tek bir halifesi olmadığı müddetçe heyet içtihadını devletin organize etmesini de doğru bulmaz.9
Kısaca heyet içtihadı, ferdî içtihatta aranan özelliklerin, şûrâ neticesinde bir grup müçtehitte aranmasından ibarettir. İcmadan ayrıldığı nokta ise devrin bütün müçtehitlerinin bulunma şartının olmamasıdır. Tariflere bakıldığında heyet içtihadında icma gibi bir bağlayıcılık söz konusu olmayacağından heyet içtihadında heyete katılacak müçtehitlerin sayısı ile ilgili bir rakam da verilmez. Bir de birbirinden habersiz müçtehitlerin aynı içtihada ulaşmaları heyet içtihadı olarak isimlendirilemez. Birlikte meseleyi müzakere ettikten sonra ulaştıkları netice heyet içtihadı olur.
MEŞRUİYETİ
Heyet içtihadının meşruiyetine bakarken “Eşyada aslolan mubahlıktır.”10 kaidesinden hareketle hakkında onu yasaklayan bir hüküm olmadığından haram olmadığı hükmüne varılabilir. İlk dönem fakihleri tarafından onun kavramlaştırılmaması meşruiyetine bir halel getirmez. Zira heyet içtihadının meşruiyetine kaynak teşkil edebilecek açık kapalı pek çok nas bulmak mümkündür. Şimdi heyet içtihadının Kur’ân ve Sünnetten delillerine bakalım.
Kur’ân-ı Kerim
Bakara sûresinde Cenâb-ı Allah meleklere bir halife yaratacağını buyurur. Bunun üzerine melekler de istifsar mahiyetinde, yaratılacak halifenin cinlere kıyasla bozgunculuk yapıp kan dökmesinden endişe ettiklerini ifade ederler.11 Fahrettin Râzî Cenâb-ı Hakk’ın istişare etmekten münezzeh olduğu hâlde meleklere bir yönüyle istişare eder gibi bir halife yaratacağını buyurmasının iki sebebinin olabileceğini söyler. Bunlardan birisi, Allah’ın istişareyi kullarına öğretmek istemesidir.12 İlmi her şeyi kuşatan ve istişare etmekten münezzeh Allah’ın böyle muamelesi, dini konularda şüphesiz kulları için de bir örnektir.
Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet insandan aklını işletmesini istemektedir. Kur’ân’da akıl kelimesinin 49 yerde ve hepsinin de fiil şeklinde geçmesi, fonksiyonel aklın önemini gösterir. Taakkul, tefakkuh, tefekkür, tedebbür vb. her türlü düşünme faaliyetini ifade eden yüzlerce âyet vardır. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyette akletme, tefekkür etme işi şahıstan daha çok topluluğa nispet edilmektedir. Bunlar kolektif düşünceye verilen önemi göstermesi açısından önemlidir. “Düşünün de ibret alın ey akıl sahipleri!”13 âyeti genel olarak içtihat için de delil olarak kullanılır. Bunun yanında düşünme ve akıl yürütme faaliyetinin kavme/topluluğa izafe edildiği pek çok âyet vardır.14 Bütün bu âyetlerden insanların bilgi birikimlerini bir araya getirerek ortaya koyacakları çalışmaların ferdî hareketlerden çok daha verimli olacağına işaretler çıkarılabilir. Ne kadar donanımlı olursa olsun fert kendi ilminin darlığına mahkûmdur.
Bundan daha açık âyetler de vardır. Hazreti Peygamber’e ashabıyla istişareyi emreden “Ve işleri onlarla müşavere et!”15 âyeti ve ashabın methedildiği “(Onlar öyle kimselerdir ki) işlerini istişare ile yürütürler”16 âyetleri bunlardandır.
Nisâ sûresinde korku veya emniyetle alâkalı önemli bir haberin yayılması ile alâkalı yapılması gerekenleri söyleyen âyet de heyet içtihadının meşruiyetine delildir. Âyet şöyledir: “Onlara güvenlik veya korkuya dair bir haber geldiğinde doğru olup olmadığını araştırmadan ve yaymakta mahzur bulunup bulunmadığını danışmadan hemen onu yayarlar. Hâlbuki onlar bu haberi peygambere ve aralarında yetkili zatlara (ülü’l-emr) arz etselerdi elbette işin içyüzünü araştırıp ortaya çıkaranlar onun mahiyetini, haberin neye delâlet ettiğini bilirlerdi.”17 Âyette peygamberden sonra, ülü’l-emrin istinbatına referansta bulunulmaktadır. Müfessirler ülü’l-emri âlimler veya yöneticiler veya her ikisi şeklinde yorumlamakla birlikte “yestenbitûnehû-hüküm çıkarırlar” ifadesinin çoğul kipiyle gelmesinden hareketle bu işi heyetin yapmasına işaret de çıkarabiliriz. Buradaki ülü’l-emr ehlü’l-hal ve’l-akddir. Bu âyet aynı zamanda kıyas için de delil olarak kullanılmaktadır.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır bu âyetin tefsirinde âyette “ümerâ” değil de “ülü’l-emr” kullanılmasına dikkati çeker. Bu kavram idareciler yanında merci-i umûr ulemayı tazammun etmektedir. Yazır, geçmiş müfessirlerin ülü’l-emr hakkında a) Hulefâ-i Râşidîn, b) sebeb-i nüzulüne binaen Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) dönemindeki seriyye komutanları, c) istinbat-ı ahkâma muktedir fıkıh âlimleri şeklindeki tevcihlerini zikreder. Âyetteki “emr” sadece askerî ve icraî değil, daha ziyade kazaî ve teşriîdir. Ebû Bekir er-Râzî de âyetin üslûbundan ve rivayetlerin genelinden hareketle içtihadın bir heyet tarafından yapılması gerektiğini söyler. Fahreddin er-Râzî de Allah ve Resûlüllah’tan sonra itaat edilmesi vacip olan ülü’l-emrin, bir şahıs değil ehl-i icma olan ehl-i hall ve akd olduğunu söyler.18
Cessas, nassın olmadığı dünyevi veya dini her meselede şûrânın olabileceği görüşündedir. “Ve şâvirhüm fi’l-emr” âyetinin mânâsında, vahiyle müeyyed bir peygamberin istişareden müstağni olacağından dolayı ihtilâf edildiğini söyleyen Cessas, sahabe ve tâbiinden âyetin tefsiri sadedinde söylenen sözleri nakleder. Özetle bazıları Hazreti Peygamber’in sadece dünyevi meselelerde istişare ettiğini, bazıları da burada sahabeyi taltif olduğunu söylese de uygulamada gördüğümüz pek çok husus dinî ve dünyevî her meselede istişare edildiğini göstermektedir. Cessas, Allah Teâlâ’nın istişare konusunda din ve dünya işlerini ayırmadığından hareketle bütün hususlarda istişarenin vacip olması gerektiği hükmünü verir.19
Sünnet
Heyet içtihadının sünnetten delillerine gelince, Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) istişare ve şûrâya teşvik mahiyetindeki bütün sözleri ve uygulamaları bu çerçevede zikredilebilir. Ancak bu konuda en açık delil, Said b. Müseyyib’in Hazreti Ali’den (radıyallahu anh) rivayet ettiği hadistir. Hazreti Ali’nin “Ey Allah’ın Resûlü, Kur’ân’da veya sizden gelen bir sünnette hükmü açıkça bulunmayan yeni bir mesele karşısında ne yapmalıyız?” şeklindeki sorusuna Allah Resûlü, “Mümin âlimleri (veya âbidleri) toplayın ve o meseleyi aranızda istişare edin. Bir kişinin reyiyle hüküm vermeyin.” şeklinde cevap verirler.20
Allah Resûlü’nün hadislerini toplamaya kendini vakfetmiş sahabi Hazreti Ebû Hüreyre’nin (radıyallahu anh) “Ben Resûlüllah’tan daha çok ashabıyla istişare eden başka birini görmedim.”21 sözü sünnette heyet içtihadına en kuvvetli delillerdendir.
Allah Resûlü en ciddi meselelerde bile eşleri de dâhil olmak üzere ashabıyla devamlı istişare etmiştir. Bunlardan en önemlisi, Bedir Savaşı’nda elde edilen esirler hakkında ashabıyla istişaresidir. Vahiy gelmeyen bir meselede yapılan bu istişare heyet içtihadının meşruiyetine en güçlü delillerdendir. Bedir Savaşı’nda 70 müşrik öldürülmüş ve 70 kişi de esir alınmıştır. Bu esirler hakkında Hazreti Ebû Bekir hidayetleri ümidiyle fidye ile serbest bırakılmalarını, Hazreti Ömer de küfrün kökünün kazınması için öldürülmelerini, Hazreti Abdullah b. Revâha ve Sa’d b. Muaz da Hazreti Ömer’e yakın görüşlerini ifade ederler. Hazreti Peygamber de Hazreti Ebû Bekir’in görüşüne meyleder ve fidye alır. Bunun üzerine inen âyetlerde bir peygamberin esir elde edip de onların fidyesini almasının uygun olmayacağı ifade edilir. Ardından gelen âyet istişare neticesi elde edilen bu hükmü ilânihaye bir hüküm hâline getirerek esirler hakkındaki uygulamaya kaynak teşkil eder.22 Ezanın teşriinde Allah Resûlü’nün ashabını toplayıp onlarla insanların namaza nasıl çağırılacağı konusunda istişare etmesi de heyet içtihadına en güçlü kaynaklardan biridir.
İbn Hacer el-Askalânî, Dâvûdî’nin “Allah Resûlü’nün ashabıyla dini konularda değil, sadece hakkında hüküm bulunmayan savaşla alâkalı konularda istişare ettiğini, kim ‘Allah Resûlü ahkâmla alâkalı istişare etmiştir.’ derse çok büyük bir gaflet içindedir.” sözüne itiraz eder ve buna Tirmizi’nin hasen, İbn Hibban’ın da sahih dediği Hazreti Ali’den gelen bir hadisle cevap verir. “Ey iman edenler! Şayet Resûlüllah ile baş başa görüşmek isterseniz, bu özel görüşmeden önce bir sadaka verin!”23 âyeti nâzil olunca Allah Resûlü sadakanın bir dinar olması hakkında Hazreti Ali’yle istişare eder. Hazreti Ali de insanların buna güç yetiremeyeceğini ifade eder. Ardından “Özel görüşmenizden önce sadaka vermeniz halinde fakir düşeceğinizden mi korktunuz? Size emredilen bu tasadduku yapmadığınıza göre, Allah da sizi bundan muaf tuttu.”24 âyeti nazil olur.25
İbn Sa’d, Tabakât’ında Ebû Hüreyre kanalıyla aktardığı bilgide Hazreti Peygamber’in hurma kütüğüne dayanarak hutbe irad ettiğini ve bir gün bunun kendisine meşakkat verdiğini söyledikten sonra Temim-i Dârî’nin Allah Rasûlü’ne, “Şam’da yapıldığı gibi istersen sizin için bir minber yapayım.” dediğini, bunun üzerine Resûlüllah’ın bu konuyu ashabıyla istişare edip ashabın da minber yapılması yönünde görüş beyan ettiklerini nakleder.26
Allah Resûlü’ne sürekli vahyin gelmesinden dolayı dini hükümler konusunda yukarıdaki sayılı misaller dışında ashabıyla istişare ettiğini bilmiyoruz. Ancak zikredilen örneklerden açıkça anlaşılıyor ki Allah Resûlü ashabına dini konularda da istişare edilmesi noktasında ilerisi için teşvikte bulunuyor ve bunun ümmeti için uygulanacak bir sünnet olmasını istiyordu.
ŞÛRÂ
Heyet içtihadının üzerine oturduğu temellerden en önemlisi şûrâdır. Meşveret, meşûra, teşavür, istişare ve müşavere kelimeleriyle aynı anlamda olan şûrâ “danışma, görüş alışverişinde bulunma, danışan kimseye fikrini söyleyip onu yönlendirme” mânâlarına gelir. Fıkıh ilminde ıstılah tanımı yapılmasa da şûrâ, yöneticilerin yönetim işleriyle alâkalı uzmanlarla fikir alışverişini ifade eder. Bakara sûresi 233. âyette çocuğun iki yıl dolmadan sütten kesilmesi kararının eşlerin istişare ederek almalarına bağlanması küçük bir devlet olan ailede istişarenin başladığını gösterir.27
Kur’ân-ı Kerim’de şûrâ iki âyette açıkça, pek çok âyette de işaret yoluyla geçer. Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud dönüşü ashabına yönelik “Bu iş hususunda onlarla istişarede bulun!”28 âyeti ile Şûrâ sûresinde “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir.”29 âyeti bu konuda sarihtir. Son âyet her ne kadar ihbârî cümle yapısıyla gelse de bunun inşâî yani talep ifade ettiği açıktır. İçinde şûrâ ile ilgili âyetin geçtiği bu sûreye “Şûrâ” isminin verilmesi de ayrıca dikkate değerdir. Ashabın methedilecek pek çok vasfının yanında bu vasıfla nazara verilmesi de istişareye verilen önemi gösterir.
Ebû Hüreyre’nin “Hazreti Peygamber kadar ashabıyla istişare eden birini görmedim.”30 sözü ve Hazreti Peygamber’in gerek şahsi gerekse umumu ilgilendiren her meselede istişare etmesi İslâm’da istişarenin yerini göstermesi açısından önemlidir.
Bedir, Uhud ve Ahzâb savaşlarının çeşitli aşamalarında, Bey’atü’r-Rıdvan ve Hudeybiye Antlaşmasında, mescidde minber inşasında, ezanın teşrii konusunda ve Hazreti Aişe’ye atılan iftira sebebiyle ashabıyla istişare eden Allah Resûlü Müslümanlara hayatın her alanında istişare etmeleri gerektiğini bizzat uygulayarak göstermiştir.31
Hazreti Peygamber’den şûrâ ile ilgili nakledilen hadislerden bazıları şöyledir: “İstişarede bulunan kaybetmez.”32 “Meşverette bulunan pişman olmaz.”33 “İstişare eden zarar görmez.”34 “Kendisiyle istişare edilen insan bir güven insanıdır;35 kendisine bir husus danışılan kimse kendi hakkında karar veriyor olma ölçüsünde düşüncesini bildirmelidir.”36
Ayrıca Uhud Harbi’nin ardından: “Bu iş hususunda onlarla istişare et!” âyeti nazil olunca, Allah Resûlü’nün şöyle buyurduğu nakledilir: “Şüphesiz ne Allah’ın ne de Resûlü’nün meşverete ihtiyacı vardır. Ne var ki Allah onu, ümmete bir rahmet vesilesi kılmıştır. Kim istişarede bulunursa, o doğruya ulaşmaktan mahrum kalmaz.. kim de onu terk ederse sapıklığa düşer?”37
Raşit Halifeler döneminde de asr-ı saadette olduğu gibi nassın olmadığı yerde savaş kararlarından imam seçimine, içtihadî meselelerden vali tayinine kadar aktif olarak şûrânın işletildiğini görüyoruz. Tevfik eş-Şâvî, Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irtihalinden sonra ilk uygulama olarak ashabın yöneticilerini tayin etmek için Sakîfe’de toplanarak şûrâ yoluyla devlet başkanlarını seçmelerinin çok önemli olduğuna dikkat çeker. Böylelikle Kur’ân ve Sünnetin şûrâ emri de yerine getirilmiştir. Ashabın Hazreti Peygamber aralarında yok iken ilk icraatlarını istişare yoluyla çözmeleri daha sonraki dönemler için çok önemli bir esas teşkil etmiştir. Sakîfe günü bey’atla gerçekleşen seçim, devlet başkanının mutlak hâkim olmadığı ve hür seçime dayalı iktidara gelen yöneticinin idaresinin devamının da istişareye bağlı olduğu gerçeği tescillemiş oluyordu. Hazreti Ömer ve Hazreti Osman’ın halife seçilmelerinde de şûrâ prensibi çalıştırılmış ve çoğunluğun kararıyla Müslümanların başına geçmişlerdir. Hazreti Ali, yaşanan siyasi karışıklıklar sebebiyle çoğunluğun hükmüne rıza göstermeyen Hazreti Muaviye’nin muhalefetine rağmen yine de şûrâ ile halife seçilmiştir.38
İlk iki halife dönemi daha fazla olmakla birlikte Raşid Halifeler dönemi neredeyse her meselenin başta ilim sahibi olanlar olmak üzere bütün ashabla istişare edildiği dönemlerdir. İslâm tarihi boyunca da Müslümanlar tarafından değişik şûrâ meclisleriyle işletilen bu prensibin, idarecilerin dinin emirlerine bağlılıklarıyla doğru orantılı olarak işlerliği farklı farklı olmuştur.
Konumuz açısından, hukuki ve siyasi her meselenin şûrâ ile çözüldüğü Hazreti Ömer döneminin özel bir yeri vardır. Bu dönemde içtihat yöntemi şûrâ içtihadı adıyla kurumsallaşmıştır. Kaynaklarda verilen Hazreti Ömer dönemi şûrâlarını yedi grup altında toplayan Beşir Gözübenli bu dönemdeki uygulamaların İslâm tarihi boyunca özellikle fıkhî çalışmalarda temel referans olduğunu söyler.39 Gözübenli’nin yedili tasnifine baktığımızda Hazreti Ömer’in yaptığı şûrâ faaliyetlerinin kapsamının genişliğini ve çeşitliliğini görebiliriz: 1) Kitabu’l-Harac’da bol örneklerini bulduğumuz Hazreti Ömer’in geniş katılımlı istişarelerle halkı camide toplayıp iki rekat namazdan sonra hutbeye çıkarak âdeta bir referandum mahiyetinde bazı meseleleri halka arzedip onların fikirlerine göre hareket etmesi söz konusudur. 2) Hazreti Ömer şer’î amelî meselelerdeki şûrâyı ise devrin fıkıh âlimleri ile yapmaktadır. 3) Fethedilen Sevad arazisi ile ilgili hem şer’î amelî hem de siyasi boyutu olan meselelerde Hazreti Ömer’in şûrâ çerçevesini genişlettiğini görüyoruz. 4) Hazreti Ebû Bekir’den farklı düşündüğü noktalarda da istişare ile kendi görüşünü ortaya koyması. 5) Hazreti Ömer’in kendisinden sonraki halifeyi belirlemek için şûrâya başvurması. 6) Kâdı olarak tayin ettiği Ebû Musa el-Eş’arî ve Kadı Şureyh’e yazdığı talimatlarda özellikle yeni meselelerde hüküm verirken istişare etmelerini emretmesi. 7) Hazreti Ömer şûrâ ve istişarenin bir gereği olarak vali ve âmil tayininde ensar ve diğer Müslümanları çağırıp onların olurunu aldıktan sonra vali ve âmillere dönüp onlara uymaları gereken esasları bildirirdi.40
Hazreti Ömer dönemi şûrâ ve icma uygulamaları daha sonraki fakihler için zengin bir kaynak olduğu gibi günümüz heyet içtihadı uygulamaları için de yeni açılımlara kaynak olabilecek mahiyettedir.
Emevi Devleti’nin hukuk ve refah açısından en parlak döneminin halifesi olan Ömer b. Abdülaziz daha Medine valisi iken şehrin on âlimini huzuruna davet etmiş ve kendileriyle istişare etmeden hiçbir meseleyi karara bağlamayacağını söylemiştir.41
Şûrâ prensibi -uygulamadaki aksaklıklar bir tarafa- Abbasi, Endülüs Emevileri, Selçuklu, Osmanlı gibi belli başlı İslâm devletlerinde farklı isim, unvan ve yapılarla karşımıza çıkar. Kur’ân ve Sünnet’te şûrânın yapısı ve işleyişi hakkında belirleyici bir nassın olmaması evrenselliğin gereği olarak tıpkı devlet yapısına ilişkin temel ilkeler dışında önerilen bir yapının olmadığı gibi devirlere göre kurulacak sisteme tâbi olarak şekillendirilecek bir şûrâ mekanizmasına işaret etmektedir.
Şûrânın Hükmü
Şûrânın hükmü hakkında vücub ve nedb olmak üzere iki görüş vardır. Nevevi, İbn Atiyye, İbn Huveyzimendâd ve Râzî “ve şâvirhüm” emrinin Allah Resûlü gibi ümmetini de içine aldığından âyetteki şûrâ emrinin vücub ifade ettiğini; Katade, İmam Şafiî, İbn İshak ve er-Rebî de Allah Resûlü’nün istişareye ihtiyacının olmadığı ve bu emrin ashabın gönlünü almak için nazil olduğu fikrinden hareketle buradaki emrin vücub değil nedb ifade ettiği görüşündedirler.42 Elmalılı’ya göre de “ve şâvirhüm” emri pek çok faydaları ihtiva etmesinin yanında onun asıl illet ve hikmeti ümmetin istişare ahlâkını geliştirmek olduğundan istişare Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) için mendup olsa da ümmet için vacibdir.43
İbn Atiyye el-Endelüsî şûrâyı terkeden yöneticinin azledilmesi gerektiğinde ihtilâf olmadığını söyler.44 Ehl-i Sünnet içinde müçtehit olmayan devlet başkanının seçilmesini kabul edenlere göre devlet başkanının bir müçtehitle istişare etmesi vacibdir.45
Nassın olduğu yerde şûrânın olmayacağı hususunda ittifak vardır. “Ve şâvirhüm fi’l-emr” âyetindeki “emr”i en geniş mânâsıyla alan çoğunluğa göre hükmü âyette bildirilmeyen her meselede istişare edilebilir. Âyeti kendi bağlamında ele alanlara göre istişare savaşla ilgili meselelerle veya dünya işleriyle sınırlıdır. Yine bu çerçevede ifade edilmelidir ki İslâm’da iktidarı elde etmenin asli unsuru da şûrâdır.46
Naslarda istişare edilecek kimselerle ilgili bir düzenleme mevcut değildir. Bazen ashabın ileri gelenleri, bazen eşleri bazen de mescidde hazır olan ashabla istişare eden Allah Resûlü her dönem ve şartta uygulanabilecek bir genişlik içinde istişare yaparak onu daraltmamıştır. Ancak istişarenin ehliyle yapılacağına dair hem uygulama hem de naslarda pek çok sarih işaret bulmak mümkündür.
İstişareyi emreden âyetin devamında Hazreti Peygamber’e hitaben “Bir kere de azmettin mi artık Allah’a tevekkül ol!” buyrularak bir serbestliğin olmasından hareketle şûrâ kararı ittifakla alınsa bile devlet başkanı için bağlayıcı değildir. Ancak nasların genel yaklaşımından hareketle şûrânın devlet başkanını bağlayıcı olduğuna kâil olan çağdaş hukukçular da vardır.47
Elmalılı, tefsirinde Allah Resûlü’nün “ve şâvirhüm fi’l-emr” âyeti gereği savaşla ilgili konularda ashabıyla istişare ettiğini, ondan sonra ashabının ise gerek savaş gerekse dini hükümlerde istişare ederek bu prensibini genişçe kullandığını söyler. Bu cümleden olarak halife seçimi, riddet ehliyle savaş kararı, dedenin mirası, hadd-i şirb adedi, Irak’ta fetholunan arazinin durumu gibi konularda ashab hep istişare ederek karar verdiler. Şûrâ müzakereleri, aynı zamanda icma edilen meselelerin de aslını teşkil etmiştir. Son olarak Elmalılı, Kur’ân’ın ehemmiyet verdiği şûrâ prensibinin o ehemmiyete münasip olarak İslâm tarihinde ve usûl-i fıkıh ulemasınca yeterince inkişaf ettirilememesinden dolayı teessüflerini de ilâve eder.48
Bediüzzaman Said Nursi 1909 yılında Şam Emevi Camii’nde ulemanın ısrarı üzere verdiği ve daha sonra Hutbe-i Şamiye adıyla kitaplaşan hutbesinde İslâm dünyasında gördüğü altı hastalığa karşılık altı ilaç sunar. Altıncı hastalık olan şahsi menfaat düşkünlüğünün ilacı, şer’i esaslar çerçevesinde gerçekleştirilecek olan meşverettir.
“Ve emruhüm şûrâ beynehüm” âyet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet, nasılki nev'-i beşerdeki ‘telâhuk-u efkâr’ unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünûnunun esası olduğu gibi; en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.”49
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin şûrâ ile ilgili yaklaşımları da dikkate değerdir. Ona göre bir sistem olarak İslâm nizamını ayakta tutan dinamiklerin başında şûrâ gelir. İdareci; siyaset, idare, teşrî ve toplumla alâkalı meselelerde istişarede bulunmakla; idare edilenler de kendi görüş ve düşüncelerini idarecilere bildirmekle sorumlu tutulmuşlardır. Gülen’e göre İslâm’da “Devlet Şûrâsı” icrânın önünde ona rehberlik yapma konumunda olan bir müessesedir.50
Gülen’e göre şûrâ bir teşri kaynağı değildir, ama nassın olmadığı noktalarda yapılan şûrânın neticesinde ulaşılan karara da uymak zorunludur ve cumhura rağmen varılan kararda bir yanlışlık varsa onun da yine istişare ile giderilmesi gerekir.51
Hocaefendi şûrânın hikmeti adına da şunları kaydeder:
“Şûrânın kendine göre vaat ettiği bir kısım neticeleri ve o neticelere ulaştıran bir kısım da kuralları vardır. Bu cümleden olarak; toplumun fikir ve müdahale seviyesini yükseltmek.. her yeni hâdisede onun görüşlerini alıp ona kendi önemini hatırlatmak, hatırlatıp alternatif düşünce üretmeye sevk etmek.. İslâm’ın geleceği adına, şûrâ prensibini dinamik olarak sürekli gündemde tutmak.. bir ölçüde hemen her hâdise münasebetiyle, “Sevâd-ı Âzam”ın idareye katılmasını sağlamak.. halkın idareyi kontrol edip, gerektiğinde onun idarecileri sorgulaması şuurunu canlı tutmak.. yöneticilerin sorumsuzca davranışlarını engelleyip tasarruflarını sınırlandırmak… gibi hususları zikredebiliriz.”52
İCMA
Şûrâ gibi icma da İslâm’ın heyet içtihadına çağrı niteliği taşıyan önemli bir teşri kaynağıdır. Şûrâda da icmada da –teknik ayrıntılar bir tarafa bırakılacak olursa- birden fazla kişi bir araya gelerek bir hükme varmaya çalışmaktadır. Şûrâ daha geniş, icma ise daha dar anlamda ve çıkan hükmün bağlayıcılığı açısından itikadî yönü de olan bir husustur. En temelde edille-i şeriye Kitap ve Sünnettir. İcma ise bunlardan ne anlaşılması gerektiği üzerinde oluşan müçtehitlerin bir konsensüsüdür ve dolayısıyla başka türlü anlaşılmalara da kapıların kapanması demektir.
Daha önceki şeriatların başına gelen tahrifattan onu koruduğu için İslâm ümmetine has bir mazhariyet ve lütuf olan icma, Fıkıh Usûlü kitaplarında teşriin üçüncü kaynağı olarak zikredilir. Şimdi kısaca icmaın tarifini verip onun heyet içtihadıyla münasebeti üzerine kurulan ilişkilerin değerlendirmesini yapalım.
Sözlükte azm, kasd, ittifak mânâlarına gelen icma ıstılahta “Ümmet-i Muhammed’den olan müçtehitlerin bir asırda bir hükm-i şer’î üzerine ittifak etmeleri”dir.53 Ona başka kaynaklar arama gayretleri olsa da icma hem kavramlaştığı dönemde karşı çıkılmaması hem de kavramlaşmadan önce bütün Müslümanların ittifak ettiği hususlarda aykırı düşenlere hoş bakılmaması açısından o, İslâm’ın öz malıdır.54 Müçtehit imamlar da bütün âlimlerin üzerinde ittifak ettikleri bir meselenin dışına çıkılmaması gerektiği düşüncesinde idiler. Kur’ân ve Sünnet’te icma kavram ve kurum olarak açıkça zikredilmese de onun Kur’ân ve Sünnetin ruhundan süzüldüğünde şüphe yoktur. Politik ve sosyal hâdiselerin etkisini inkâr etmemekle birlikte nasların bağlayıcılığı kabul edildiğinde bütün diğer faktörler belirleyici olmaktan çıkarlar. Ancak icmaın İslâm’ın ana caddesi Ehl-i Sünnet’in çerçevesini belirlemede gördüğü işlev de inkâr olunamaz.55
İcmaın fikrî temelleri, neticede hükümleri aynı olmasa da heyet içtihadının da fikrî temellerini oluşturur. Kur’ân ve Sünnet’te şûrânın emredilmesi, Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bizzat ashabıyla istişare etmesi, ashabını buna teşvik etmesi, İslâm’ın âlimlere uymayı emretmesi, cemaatten ayrılmama ve birlik içinde bulunma ile ilgili hadisler, sahabenin ittifakının bağlayıcı sayılması ve selefe saygı, icma fikrinin temelleridir. İcmaın kavramlaşması aşamasında ona hiçbir itirazın gelmemesi ve icmaın kabulünde büyük ölçüde icmaın oluşması da ona başka kaynak arayanlara bir cevaptır.56
Sübutu ve delâleti kat’i nassa dayalı icma, Kur’ân ve Sünnet’ten sonra kesin delildir ve inkârı küfrü netice verir. Zira ümmeti dalâlete nisbet, Şariin onun hakkındaki tezkiyesini inkâr mânâsına gelir. Ancak Hanefî usûlcülere göre sahabenin sarih icmaı dışındaki icmaı inkâr, küfrü gerektirmez.57 İcmaın fikrî zeminini hazırlayan nasların yanında, onu ilk defa kavramlaştıran İmam Şafii’nin içinde bulunduğu şartlar açısından düşündüğümüzde, o zamana kadar bazı fıkhî hükümlerde ittifak edilmiş olması ve bazı mahallî ittifakların genelleşme tehlikesi icmaın edille-i şer’iye arasına girmesine sebep olmuştur denebilir.58 İmam Şafiî çok iyi bildiği Malikî mezhebi ve Hanefî okulunda kullanılan icma kavramlarına hem bir tanım getirmiş, hem de çerçevesini tespit etmiştir. İcmaın şer’i bir delil oluşuna itiraz edenler hem delillerinin geçersizliği hem de bidat ehli olmaları hasebiyle dikkate değer görülmemişlerdir.
Kur’ân’da icmaa delil olacak pek çok âyet gösterilmekle birlikte en sarihi Nisâ sûresi 115. âyetidir. Âyette “Her kim de hidâyet yolu kendisine iyice belli olduktan sonra, Resûlüllah’a muhalefet eder ve müminlerin yolundan başka bir yola tâbi olursa, Biz onu döndüğü yolda bırakırız.” buyrularak “müminlerin yolundan başka bir yola tâbi olanların” itâba maruz kalmaları, icmaa âyetlerden en güçlü delil kabul edilmiştir. Diğer âyetlerde de Ümmet-i Muhammed’in orta yolu tutmaları, karanlıklardan aydınlıklara çıkarılmaları, insanlara şahitlik edecek konumda bulunmaları, müminlere yapılacak muamelenin Peygamber’e yapılmış gibi sayılacağı ve müminlerin Allah ve Resûlü’nden sonra sırdaş kabul edilmesi ve müminlerin birlikte hareket etmeye çağrılmaları vb. hususlar nazara verilerek icmaa işaret edilmektedir.59
İcmaın en kuvvetli delilleri Sünnettendir. Lafzen olmasa da mânen tevatür derecesine ulaşan bu hadislerde İslâm ümmeti içinde daime hak üzere olan bir cemaatin olacağı, dolayısıyla onların dalâlet üzere birleşmeyeceği ve cemaatten ayrılmamanın lüzumu üzerinde durulur.60
Yukarıda verdiğimiz tanımın kayıtlarına dönecek olursak, icmaa sadece müçtehitler katılabilir. İcmaa katılacak müçtehitlerde adaletli olma ve bidatlerden kaçınma şartı aranır. İcmaın konusu da şer’i hükümlerdir. Yani tıbbî konular, şer’i-ictihadî konular icmaın dışında kalmaktadır. Azınlıkta kalan usûlcülere göre aklî, örfî ve diğer konularda da icma olabilir. Bunun yanında şûrâ ile icmaın karıştırılmaması gerekir. Hazreti Ebû Bekir’in halife seçilişi, orduların sevki, divanların teşkili gibi konulardaki icmaa usûldeki icma değil, nasların emri gereği şûrânın işletilmesi sonucu ulaşılan icma olarak bakmak daha uygundur.61 Ahmed b. Hanbel ve İmam Şafii’den bir kavle göre icmaın gerçekleşmesi için asrın inkırazı (icmaın gerçekleştiği asrın geçmiş olması) şart olsa da çoğunluğa göre bu, şart değildir.62
İcmaın mutlaka bir senedinin yani dayandığı bir delilinin olması gerekir.
Sahabe icmaı en güçlü icma olarak kabul edilir. Hatta gerçekleştiğine kesin gözüyle bakılan icma, sahabe icmaıdır. İcmaın meydana geldiğini anlamanın yolu bütün müçtehitlerin o meseledeki görüşlerini tek tek açıklamalarıdır ki buna sarih icma denir. Hanefî usûlcüler sükûtî icmaı da icmaın gerçekleşmesi için yeterli görürler.63
XIX ve XX. yüzyıllarda İslâm dünyasının yaşadığı bunalımlar, beraberinde naslara dönüşü gündeme getirir. Bunun bir tezahürü olarak meseleyi temelden ele almayıp siyasi yöntemlerle tepeden çözmeyi düşünen bazı düşünürler icma kavramına usûl kitaplarındaki tanımını zorlayıcı misyonlar yüklerler. Modernistlere göre icma ilk dönemde tabii seyrinde yani âlimlerin toplumun geleceğini yönlendirdiği bir seyir izlerken, İmam Şafii tarafından bunun geriye dönük işletilerek tabii seyrinden koparıldığını ve dolayısıyla şimdi tekrar seçkin bilim adamlarına bu yetki verilerek toplumun geleceğine dönük işletilmesi gerektiğini iddia ederler. Özetle “Modernistlerin icmaı bir reform aracı olarak kullanmak istemeleri veya evrensel demokratik eğilimlerden etkilenerek kamuoyu, kamusal irade, toplumun entelektüel seçkinlerinin görüşü ve Müslüman ülkelerin temsilî meclislerinin yasama faaliyeti gibi oluşumları icma-ı ümmetle açıklamaya çalışmaları da bundan kaynaklanır.”64
Muhammed Abduh ve Reşit Rıza’ya göre icmada asıl olan, ümmetin icmaıdır ve bunun imkânsızlığından dolayı da ümmeti temsilen ülü’l-emrin toplanmasıyla maksat hâsıl olur. Onlara itaatin vücubiyeti de ismetten dolayı değil maslahata binaendir. Maslahat da zaman ve mekâna göre değişebileceğinden icma da değişebilir ve önceki icma da ilgâ edilebilir. İcmaı örfle özdeşleştiren bir diğer yaklaşıma göre de o yine değiştirilmek istenmektedir.65
Bütün bu yaklaşımlar, icmaın Kur’ân ve Sünnet naslarının ana çatısına dokunmak noktasında birleştiklerinden samimi bulunmamış ve ana bünye tarafından reddedilmişlerdir.
Şûrâyı bağlayıcı görenlere göre dahi şûrâda farklı görüş izhar edenlerin varlığı yadırganmazken icmaa muhalefet söz konusu değildir. İcma ve şûrâyı harekete geçiren dinamik aynı olsa da neticede her ikisinin hükmü farklıdır. İcmaı bağlayıcı kılan, katılımcıların müçtehit olması ve herkesin ittifakı iken şûrâda bu şartlar daha esnektir.66
İcma ve Heyet İctihadının Karşılaştırılması
Ömer Nasuhi Bilmen’e göre İslâm memleketlerinin çoğalması ve ayrı ülkelere bölünmesi icmaı imkânsız gibi gösterse de aslında teknolojik imkânların artmasıyla bugün daha ziyade kolaylık söz konusudur. Yeter ki Müslümanlar arasında hakikati araştıran bir ilmî heyet ve bu heyeti bir araya getirecek ve Müslüman âlimlerin içtihatlarını birbirine duyuracak güzel bir teşkilât olsun. Bilmen, müçtehit imamların kendi zamanlarında meydana gelmiş ve gelmesi muhtemel yüzbinlerce meselede ortaya koydukları içtihatları ve son zamanlarda içtihat ehliyetini haiz âlimlerin yetişmemesinden hareketle icma-ı ümmetin meydana gelemeyebileceğini de ilâve eder. Bazı müçtehitler olsa da bunların içtihatları yukarıda bahsedilen teşkilâtın olmaması ve laubalilikten dolayı bütün ümmete ulaşamamaktadır. Bugün icmaın yapılmıyor olması tarihte olmadığını da göstermez.67
Düşüncelerini özetlediğimiz satırlardan da anlaşılacağı üzere Bilmen icmaın fonksiyonunu yerine getirecek bir heyet içtihadı düşünmektedir. Kanaatimizce kendi yaşadığı dönemde dinin esaslarına yönelik tehditlerin varlığı onu ihtiyatlı bir üslup kullanmaya sevk etmiş olmalıdır. Neticede o, müçtehit imamların pek çok meseleyi hallettiğini, onların içtihatlarıyla yetinmemizi, yeni meselelerde de bütün İslâm dünyasının müçtehitlerini bir araya getirecek bir teşkilâtın önderliğini beklememizi salık verir.
Muhammed Kemaleddin İmam’ın icma ile heyet içtihadı arasında yaptığı karşılaştırma dikkate değerdir. Ona göre icmaın mümkün olup olmadığı ve bilfiil vukuuyla ile ilgili günümüze kadar sesi ulaşan kadim bir ihtilâf varken tam tersine heyet içtihadı İslâm tarihi boyunca bizzat yaşanmış bir gerçektir. Heyet içtihadının meşruiyeti, mümkün olup olmadığı, vukuu ve ehemmiyeti konusunda hiçbir ihtilâf söz konusu değildir. Ona göre heyet içtihadı aşağıdaki noktalarda icmadan ayrılır:
1-İcmaın esası bütün müçtehitlerin ittifakına dayanır ve böylece ismet gerçekleşir ve icma edilen husus kat’i delil hükmünü alıp ümmeti bağlayıcı hâle gelir. Heyet içtihadına gelince onun gerçekleşmesi için bir grup müçtehit yeterlidir. Neticede de ismet sabit olmayacağı gibi kat’ilik de söz konusu değildir. Dolayısıyla ümmeti bağlayıcı değildir.
2-İcmada mezhep söz konusu değildir, yani mezhepler üstüdür. Çünkü gerçekleşmesi her mezhepten bütün müçtehitlerin ittifakına bağlıdır. Heyet içtihadı ise bazen mezhep içi olur bazen de farklı mezheplerden bir grup müçtehidin ittifakıyla gerçekleşir.
3-İcma bir asırda bir mevzuda olur. Heyet içtihadı ise daha fazla olabilir.
4-İcma bizzat ümmeti bağlayıcı bir delildir. Heyet içtihadı ise bağlayıcılığını veliyyülemrin gücüyle elde eder.68
5-İcma şeriatta müçtehitlerin ittifakından ibarettir. Diğer bilimlerde uzman kişiler ve görüş sahiplerinin katkısı olsa da icma ehlinden sayılmazlar ve onlarla icma gerçekleşmez. Heyet içtihadına gelince, şeriatta içtihat edecek müçtehit grubuna şer’i bakışı yakalama açısından ihtisas ehli bilim adamları da eşlik edebilirler.
6-İcma, maslahatın değişmesi durumu hariç bütün zaman ve mekânları bağlayıcı hüküm getirir. Heyet içtihadına gelince o, yapısı gereği bütün zaman ve mekânları kapsamaz.69
Edille-i erbaadan biri olan bağlayıcı icmaın yanında başka icma çeşitleri de vardır. Tâbiînin sahabeden gelen iki görüşten birinde ittifakı, daha önce ihtilâfın söz konusu olduğu bir meseledeki icma, sükûtî icma, ekseriyetin ittifakı, mezhep içi icma gibi asıl icmadan ayrılan icma çeşitlerinin heyet içtihadına olan benzerlikleri daha fazladır. En önemli benzerlik de gerek sübut gerek delâlet veya her ikisinde de kat’iliğin söz konusu olmaması noktasındadır. Vehbe Zuhayli’ye göre de heyet içtihadına en çok benzeyen icma ekseriyetin ittifakı anlamındaki nâkıs icmadır.70
İbrahim Kâfi Dönmez, zamanımızın yeni meselelerini çözecek ve parçalanmış İslâm dünyasını birleştirecek bir unsur olarak icmaa yönelmenin çok sağlıklı olmadığını, zira farklı içtihadî sonuçlardan birini öne çıkarmanın, icmaın temelindeki düşünceden yararlanma açısından verimli olsa da varılan sonuca icma demek açısından sakıncalıdır. Dönmez’e göre icma, mahiyeti ve pratik sonucu itibarıyla bir içtihat türü değil, içtihadın sağlıklı biçimde işlemesine yardımcı bir ilkedir.71
Şer’i meselelerde içtihat alanının Şari tarafından (kat’i nassın olmamasıyla) belirtilmesinin yanında içtihada kapalı alanın da cumhurun ittifakıyla tespiti icmaın hem içtihat hürriyetine hem de onun sınırına bakması yönüyle önemini vurgular. İcma, bağlayıcılığını ümmetin ismetinden aldığından onun toplu içtihat için referans olması icmaın neticedeki hükmü açısından risklidir.
“Hazreti Peygamber'in vefatından itibaren hiçbir din bilgininin farklı kanaat belirtmediği hususlar artık içtihadî faaliyete ihtiyaç hissettirmeyen alanı oluşturmaktadır. Şu halde icmaı "toplu içtihat" olarak nitelemek, ancak bir dönemin müctehitlerinin bir içtihadî görüşte kendiliklerinden birleşmesi şeklinde teorik planda mümkün olsa bile onun da senedi re'y, maslahat vb. olacağından bağlayıcılığı naklî icmaa nisbetle daha alt seviyede kalacak ve pratik bir sonuca sahip bulunmayacaktır. İcmaın şartları incelenirken ortaya konan birçok görüş icmaın dayatma yoluyla sağlanan fikir birliği olması endişesini bertaraf etmeyi hedeflerken bir taraftan da icmaın kendiliğinden (spontane) bir fikir birliği olmasını zorunlu kılmaktadır.”72
İcmaın pratik yönüne baktığımızda bütün âlimlerin üzerinde icma ettikleri hükümler Hazreti Peygamber’den itibaren üzerinde hiçbir müçtehidin farklı fikir beyan etmediği ve İslâm ümmetinin aynı şekilde uygulayageldiği İslâm’ın temel (cümelü’l-ferâiz) hükümlerini oluşturur. Kur’ân ve Sünnet’in ruhundan çıkan icma daha önceki şeriatlerin kavimleriyle sınırlı, İslâm’ın ise evrensel olması itibarıyla nasları tahrifattan koruduğu için bu ümmete has bir özellik olarak görülmüştür. İcmaın teorik yönüne gelince, Hazreti Peygamber’den sonra herhangi bir dönemde İslâm âlimlerinin şer’î bir meselenin hükmü üzerinde bir araya gelmelerinin kaynak değerine işaret etmektir. İcmaın oluşumunun şartlarının ağırlığı her ne kadar bazı yazarlarca eleştirilse de onun içtihadın önünü kapatması ve bağlayıcılığı açısından meseleye bakıldığında bunun doğru olmadığı görülür.73
Dönmez, icmaa yönelik aktüel tartışmalara ihtiyatla yaklaşmaktadır. “Bu arada usûl eserlerindeki ağır şartların gözden geçirilerek günümüzün iletişim ve koordinasyon kolaylıklarından da istifadeyle icmaa canlılık kazandırılması, icmaın ideal bir hedef ve çözüm üretim platformu olduğu, Müslümanların karşılaştığı meseleleri çözmede ve parçalanmış durumdaki İslam dünyasını birleştirmede önemli bir rol üstleneceği, hatta İslam dünyasının Batı dünyasına adaptasyonunu sağlayabilecek bir araç olarak değerlendirilebilecek bir dinamizme sahip olduğu gibi bir kısmı abartılı bir dizi beklenti ve iddia gündeme gelmektedir.”74
Dönmez, usûl kitaplarındaki şartlarına tamamen uyan bir icmaın bugün gerçekleşmesini imkânsız gören yazarlara katılmaktadır. O, icmaın İslâm hukukunun işlerliği ve Müslümanların birliğine bir vasıta kurum olarak görülmesinin de icmaın kuruluş gayesiyle bağdaşmadığını düşünür. Zira icma gerçekleştiğinde artık farklı içtihatların kapısı kapanmakta ve uyulma zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. İcmaın sınırlı sayıda olması da içtihat hürriyet ve genişliği adına önemli bir sonuçtur ona göre.75
Dönmez’e göre günümüz meselelerinde çözümü icmada değil de içtihadda aramalıyız. O, icmaı bir toplu içtihat olarak görmenin doğru olmadığını zira icmaın bu içtihatlarda çözüm üretmeden çok ayıklayıcı olacağı üzerinde durur. Bu tür faaliyetlerde icmaın temelindeki birlik düşüncesinden faydalanılabilse de Hazreti Peygamber döneminden itibaren var olan içtihat özgürlüğünün ve icma için getirilen ağır şartların varlığı dikkate değerdir. Zaman zaman içtihatlardan biri üzerinde toplanma veya mezhepleşmeler hukuk birliği, dini hayatı kolaylaştırma ve güvenliği sağlamak gibi gerekçelere dayanır. Günümüzde modern dünyanın çıkardığı problemler karşısında ortak bir hükme ulaşma, farklı içtihatlar karşısında bocalayan Müslümanları içinde bulundukları durumdan kurtarma icma ile değil yine içtihatla çözülmelidir.
“Bunun için de ilim adamlarının gündemdeki meseleleri etraflıca müzakere etmelerine imkân verecek ortamların oluşturulması ve çoğunluk görüşünün belirgin hâle gelmesi, bu amaçla İslâm dünyasında genel güvene mazhar olabilecek müesseselerin kurulup işlerlik kazandırılması günümüzde daha da önemli hâle gelmiştir. Zaten usûl âlimleri de genellikle büyük çoğunluğun görüşüne pratikte ayrı bir değer verilmesinden yana olmuş sadece tam ittifak bulunmayan durumların icma olarak isimlendirilmesine karşı çıkmıştır. Anılan özelliklere sahip kurumlar oluşturulması yönündeki çağrıların semeresi olarak ortaya çıkan Mecmau'l-Fıkhi'l-İslâmî gibi kurumlar bu alanda önemli bir işlev üstlenmiş olsalar da bunların faaliyet tarzı ve çalışmalarının sağladığı sonuçlar, bu alandaki çabaların icma adını alabilecek çözümlere ulaşmayı sağlayamayacağının da açık bir kanıtı sayılabilir.
Günümüzde icmaa işlerlik kazandırılması gerektiğini savunan yazarların icma ile şûrâ ve demokrasi gibi kavramlar arasında zorlanmış bir bağ kurmaya çalışarak fetva beklenen konuların yanı sıra ülke yönetimine ilişkin önemli kararların alınmasında, pozitif hukuk düzenlemelerinde ve yargı alanında da icmadan yararlanılabileceği yönündeki düşüncelerini de teknik anlamda bir icma arayışı olarak değil gündemdeki meselenin alanın uzmanlarınca en geniş biçimde incelenmesi ve olabildiğince çoğunluk görüşünün yansıtılması, geniş kitlelerin katılımıyla toplumsal iradenin ortaya çıkarılması ve toplumsal bir uzlaşının sağlanması talepleri olarak görmek gerekir.
Şu halde icmaı verimli hale getirmeye yönelik olarak önerilen prosedürlerin bir mesele üzerinde tam ittifakı sağlayamadığı sürece icma olarak adlandırılmaması gerektiğine dikkat edilmelidir.”76
Yunus Vehbi Yavuz, icmaın, teşriin altın devri olan Dört Halife döneminde olayların çözüme kavuşturulmasında oynadığı büyük rolü daha sonra siyasi sebeplerden dolayı oynayamadığını söyler. Sahabe Kur’ân’ın cem’i, halife seçimi, müellefe-i kulûbün payını düşürme ve Irak topraklarının savaşanlar arasında dağıtılmayıp vergilendirilmesi gibi çok önemli konular hakkında icma ederek teşriin canlılığını korumuşlardır. Ancak sahabe devrinin sona ermesinden günümüze kadar Dört Halife dönemindeki rolünü bir daha oynayamamıştır. Yavuz’a göre bunun sebebi “hilâfet sisteminin saltanata dönüşmesinden sonra şûrâya gereken önemin verilmemesi ve icmaın sivil bir iş olarak algılanması, bunun yanı sıra teşri işinin resmiyetini kaybederek başıboş bırakılmasıdır.” Yavuz’a göre Dört Halife devrinden sonraki icmalar devletin yaptırım gücünden mahrum olduğu için sadece şekilde icmadırlar.77
Ona göre icmaa sahabe asrındaki canlılığını ve işlerliğini tekrar kazandırmamız ve çağımızın acil çözüm bekleyen problemleri için onu aktif hale getirmemiz gerekmektedir. Nazariye ile uygulamanın beraber yürüdüğü sahabe asrından sonra fıkhın tedvin edilmesiyle öldüğünü düşünen Yavuz, usûl kitaplarındaki icmaı yeniden tarif etmezsek onun bize çok faydasının olmayacağını söyler. Usûl kitaplarındaki icma tarifini donuk bulan Yavuz “ecmaa” kelimesinin müteaddi olduğunu ve bunun fiil ve failinin olması gerektiğini söyleyerek şöyle bir tarif verir: “İcma, Muhammed (aleyhisselâm)’ın ümmetinden hal ve akd yetkisine sahip müçtehit kişilerin şûrâ meclisindeki müzakereleri sonucu Müslümanların herhangi bir sorunun hükmü üzerinde birleşmelerinden ibaret devlete ait resmi bir iştir.”78
Kanaatimize göre öncelikle sahabe asrında gerçekleşen icmaları usûl kitaplarındaki icmadan ayrı değerlendirmeliyiz. İcma bağlayıcı bir teşri kaynağıdır ve şartları ağırdır. Biz problemlerimizi icmadan ziyade içtihadı güçlendirerek çözme yollarını aramalıyız. Bir de fukahanın icmaı sivil hukuk yapıcılarının teşrii faaliyette bulunmasıdır. Dört Halife de müçtehit olmaları hasebiyle onların devrinde gerçekleşen teşrii faaliyetler devletin gücünü arkasına alsa da devletten bağımsızdır. Daha sonra bağımsız hukukçular teşrii devletten uzak tutmak konusunda azami ihtimam göstermişlerdir. İcmaı tekrar işlevsel hale getirmek için devletin resmi bir işi görmek, sivil İslâm hukukunu siyasetin oyuncağı haline getirmenin yanında bunun korunması için ilerlemiş yaşında işkenceye razı olan Ebû Hanife’nin kemiklerini sızlatır. Ancak devlet Dört Halife gibi davranıp gerçek ulemayı harekete geçirir ve uygulamada kolaylıklar sağlarsa, bu, ideal bir durumdur.
CEMAAT
Pek çok âyet ve hadis Müslümanları cemaat hâlinde hareket etmeye çağırmakta ve cemaate teşvik etmektedir. Naslara bir bütün hâlinde bakıldığında İslâm’ın insanı bencillikten kurtarıp ona vicdan-ı umumi kazandırmak veya insanı cemaate bir rükün yapmak için geldiğini söyleyebiliriz.79
Kur’ân’da gerek inananlara yönelik hitaplar gerekse “ey insanlar” şeklinde genel hitapların hepsi çoğul kipiyle gelir. Mâide sûresinde açıktan takva ve iyilikte yardımlaşmaya davet edilir.80 Tevbe sûresinde de Müslümanların arasını açanlar şiddetle kınanır.81
Hadislere bakıldığında ibadet, siyaset ve toplumla ilgili konularda cemaate teşvik konusunda zengin bir literatürle karşılarız. Namazın cemaatle kılınması hususundaki hadislerin çokluğu ve hadislerdeki üsluptan hareketle namazı cemaatle kılmanın farz olduğu hükmünü çıkaran mezhep imamları vardır.82
Müslümanların hem siyasi hem de toplumsal birliğine çağrı niteliğinde hadisler de vardır. Bazılarını zikredelim:
“Cemaatten ayrılmayın. Zira sürüden ayrılanı kurt kapar.”83
“Ey insanlar cemaate yapışın ve ayrılıktan sakının! Kim Cennet’in göbeğine yerleşmek istiyorsa cemaatten ayrılmasın!”84
“Ümmetim sapıklık üzere birleşmez. Bir ihtilâf gördüğünüzde sevad-ı âzama yapışın!”85
“Allah’ın yed-i kudreti cemaatle beraberdir”86 hadisine İbn Esir birlik hâlinde hareket eden Müslümanların Allah’ın himayesi altında ve her türlü eziyet ve korkudan korunacakları mânâsını verir.87
Sonuç olarak diyebiliriz ki, sınırlı naslardan sınırsız hadiselerin cevabına ulaşmada kilit rol oynayan içtihat işinin heyet halinde yapılması hem nasların hem de zamanın ruhunun bizden istediği bir husustur. Hazreti Adem’den beri cemaat önemli idi. Ancak cemaat halinde hareket etmek günümüzde zaruret halini almıştır. Konu din olunca bunun zarureti katlanmaktadır. İhtiyaç duyulan konularda heyet içtihadı, konuların karmaşık hale geldiği ve enaniyetin zirve yaptığı asrımızda Müslümanların tek kurtuluş yoludur. Ferdi içtihatlar yetersizlik ve tesirsizliğe mahkûm olacaklardır. Naslar, ümmet ve günümüzün ruhu bu sistemin çalıştırılmasında ittifak etmişlerdir.
Dipnotlar
1 Ebhâsu Nedveti’l-imârât havle’l-ictihadi’l-cemâî fi’l-âlemi’l-İslâmî, Külliyeti’ş-şeria ve’l-kanun, Câmiatü’l-İmârât fi’l-ayn, I-II, 1996, II, 1079.
2 Tevfik Şâvî, Fıkhu’ş-Şûrâ ve’l-istişâre, Dâru’l-Vefa, el-Mansûre Mısır trs, s. 242.
3 Abdülmecid es-Sûse eş-Şerefî, el-İctihadü’l-Cemâî fi’t-teşrîi’l-İslâmî, Vezâratü’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’l-İslâmiyye, Katar 1998, s. 46.
4 Kutup Mustafa Sânû, el-İctihadü’l-Cemâi’yyü’l-Menşûd, Dâru’n-Nefâis, Beyrut 1427/2006, s. 43.
5 Halid Hüseyin Halid, el-İctihadü’l-cemâî fi’l-fıkhi’l-İslâmî, Merkezu Cum’ati’l-Macid, Dubai 2009, s. 84.
6 Hüseyin Halid, el-İctihadü’l-cemâî, s. 85-86.
7 Hüseyin Halid, el-İctihadü’l-cemâî, s. 101.
8 Hüseyin Halid, el-İctihadü’l-cemâî, s. 99-100.
9 Hüseyin Halid, el-İctihadü’l-cemâî, s. 87.
10 Süyûtî, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, I, 60.
11 Bkz.: Bakara sûresi, 2/30.
12 Fahreddin Râzî, et-Tefsiru’l-Kebir, II, 152.
13 Haşir sûresi, 59/2.
14 Bazıları için bkz.: Bakara sûresi, 2/164; En’âm sûresi, 6/98, 105; Yunus sûresi, 10-24; Ra’d sûresi, 13/3, 4; Nahl sûresi, 16/12, 67; Ankebût sûresi, 29/35; Rum sûresi, 30/28; Câsiye sûresi, 45/5.
15 Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
16 Şûrâ sûresi, 42/38.
17 Nisâ sûresi, 4/83.
18 “Bunun için Fahruddin-i Râzî bu esası tedkik ederek Allah ve Resûlüllah’tan sonra bir hey'et-i içtimaiyye halinde itaat-i kat'iyyeleri vacip kılınan ülü’l-emirden murad erbab-ı hall-ü akd denilen ve ittifakları bütün ümmeti temsil ederek kitab ü sünnetten sonra re'sen bir delil-i şer'î teşkil eden ehl-i icma' olması lâzım geldiğini, Allah’a ve Peygamber’e itaatten sonra en mutlak tâatin ancak bu olabileceğini ve efrad-ı ümera ve hukkâm ve ulemaya itaat de bunlardan birine müteferri' bulunduğunu müdellel ve mufassal bir surette beyan etmiştir. (Bkz.: Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Nisâ, 4/59 âyeti tefsiri.)
19 Cessas, Ahmed b. Ali Ebû Bekir er-Râzî, Ahkâmu’l-Kur’ân, I-III, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1415/1994, II, 51-53.
20 İbn Abdilber, Câmiu beyani’l-ilmi ve fadlihi, II, 59; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, I, 178, 180. Heysemî hadisin yaklaşık lafızlarla biri Taberânî’nin el-Mu’cemü’l-evsat’ı (II/172), diğeri el-Mu’cemu’l-kebîr’inde (XI/371) olmak üzere iki rivayetini verir. el-Mu’cemu’l-evsat’taki rivayetin bütün ravileri sahih hadisleri toplayan muhaddislerce sika kabul edilen ravilerdir. Diğer rivayetin ravilerinde ta’nedilen ise sadece Buhârî’nin hakkında münkerü’l-hadis dediği Abdullah b. Keysan vardır.
حَدَّثَنَا عَبْدُ الْوَارِثِ بْنُ سُفْيَانَ، ثنا قَاسِمُ بْنُ أَصْبَغَ، ثنا مُحَمَّدُ بْنُ عَبْدِ السَّلَامِ الْخُشَنِيُّ، ثنا إِبْرَاهِيمُ بْنُ أَبِي الْفَيَّاضِ الْبَرْقِيُّ الشَّيْخُ الصَّالِحُ قَالَ: حَدَّثَنَا سُلَيْمَانُ بْنُ بَذِيعٍ الْإِسْكَنْدَرَانِيُّ، ثنا مَالِكُ بْنُ أَنَسٍ، عَنْ يَحْيَى بْنِ سَعِيدٍ الْأَنْصَارِيِّ، عَنْ سَعِيدِ بْنِ الْمُسَيِّبِ، عَنْ عَلِيِّ بْنِ أَبِي طَالِبٍ كَرَّمَ اللهُ وَجْهَهُ قَالَ: قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللهِ، الْأَمْرُ يَنْزِلُ بِنَا لَمْ يَنْزِلْ فِيهِ قُرْآنٌ وَلَمْ تَمْضِ فِيهِ مِنْكَ سُنَّةٌ قَالَ: «اجْمَعُوا لَهُ الْعَالِمِينَ» أَوْ قَالَ: «الْعَابِدِينَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ فَاجْعَلُوهُ شُورَى بَيْنَكُمْ وَلَا تَقْضُوا فِيهِ بِرَأْيٍ وَاحِدٍ»
21 Tirmizî, cihad 34.
22 Enfâl sûresi, 8/67-69.
23 Mücâdile sûresi, 58/12.
24 Mücâdile sûresi, 58/13.
25 İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, XIII, 340.
26 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ, I, 249.
27 M. Âkif Aydın, “Şûrâ”, DİA, XXXIX, 230-231.
28 Âl-i İmrân sûresi, 3/159.
29 Şûrâ sûresi, 42/38.
30 Tirmizî, cihad 35.
31 Tevfik eş-Şâvî, Fıkhu’ş-şûrâ ve’l-istişare, s. 130-136.
32 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VI, 365.
33 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VI, 365.
34 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VI, 365.
35 Tirmizî, zühd 39, edeb 57; Ebû Dâvûd, edeb 114; İbn Mâce, edeb 37.
36 et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, 2/349.
37 el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân, VI, 76.
38 Tevfik eş-Şâvî, s. 140-144.
39 Beşir Gözübenli, Hazreti Ömer Dönemi Şûrâ ve İcma Uygulamaları, Yeni Ümit Dergisi, sayı: 108, s. 30.
40 Gözübenli, Hazreti Ömer Dönemi Şûrâ ve İcma Uygulamaları, s. 30-32.
41 Ebû Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberî, Tarihu’t-Taberî, I-X, Dâru’l-Kütübi’l-ilmiyye, Beyrut trs, III, 672; İsmail b. Ömer b. Kesir el-Kuraşî Ebu’l-Fida, el-Bidaye ve’n-nihaye, I-XIV, Mektebetü’l-Maarif, Beyrut trs, IX, 71. Bu devrin ileri gelen on fakihinin isimleri şöyledir: Urve b. Zübeyr, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Ebû Bekir b. Süleyman b. Ebû Hasme, Süleyman b. Yesar, Kasım b. Muhammed, Salim b. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abdullah b. Amr, Abdullah b. Âmir b. Rebîa, Hârice b. Zeyd.
42 Heyet, el-Mevsûatü’l-Fıkhiyyetü’l-Küveytiyye, “şûrâ” maddesi, XXVI, 280-281.
43 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, Âl-i İmrân sûresi, 159. âyetin tefsiri.
44 Kurtubî, el-Cami’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 4/249.
45 M. Âkif Aydın, “Şûrâ”, DİA, XXXIX, 233.
46 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, Âl-i İmrân sûresi, 159. âyetin tefsiri; M. Âkif Aydın, “Şûrâ”, DİA, XXXIX, 233.
47 M. Âkif Aydın, “Şûrâ”, DİA, XXXIX, 234.
48 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, Şûrâ sûresi, 38. âyetin tefsiri
49 Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, (Hutbe-i Şamiye), II, 1970, Nesil Yayınları, İstanbul 1996.
50 Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, Nil Yayınları, İstanbul 2011, s. 50-51.
51 Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 53-54.
52 Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, 57.
53 Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 163.
54 İbrahim Kâfi Dönmez, “İcma”, XXI, 421. İcmaa Kur’ân ve Sünnet dışında başka kaynak arayanlara verilen cevaplar için bakınız.: A.g.e., XXI, 417-421.
55 Dönmez, XXI, 418-428.
56 Dönmez, XXI, 419, 421.
57 Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 166; Dönmez, XXI, 426.
58 Dönmez, XXI, 419.
59 Diğer âyetler için bkz.: Bakara sûresi, 2/143, 257; Âl-i İmrân sûresi, 3/103, 110; Nisâ sûresi, 4/59, 83; A’râf sûresi, 7/181; Tevbe sûresi, 9/16, 115, 119, 122; Hac sûresi, 22/78; Lokman sûresi, 31/15; Ahzâb sûresi, 33/43; Şûrâ sûresi, 42/10.
60 Ekrem Keleş, İslâm Hukukunun Kaynağı Olarak İcma, Doktora Tezi, Ankara 1994, s. 189-212.
61 Dönmez, XXI, 422-423.
62 Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 164.
63 Dönmez, XXI, 424.
64 Dönmez, XXI, 426-427.
65 Dönmez, XXI, 427. Y. Vehbi Yavuz da bir makalesinde -Abduh’la aynı çizgide- asrın problemlerinin çözümü için icmaın yeniden tarif edilmesi gerektiğini söyler ve kendisi de icmaın tarifini heyet içtihadı tarifine dönüştürür. Tarif şöyledir: “İcma Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm)’ın ümmetinden hal ve akd yetkisine sahip müçtehit kişilerin şûrâ meclisindeki müzakereleri sonucu Müslümanların herhangi bir sorununun hükmü üzerinde birleşmelerinden ibaret devlete ait resmi bir iştir.” (Y. Vehbi Yavuz, İcmaın Hakikati ve İslâm Teşriindeki Önemi, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı: 3, 2004, s. 112.)
66 Dönmez, XXI, 428.
67 Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 170.
68 Hüseyin Halid’e göre veliyyülemrin emriyle gerçekleşen icma kat’î icma değil ancak siyasi bakımından bağlayıcı olan bir icma olabilir. Bkz.: Hüseyid Halid, s. 233.
69 Ebhâs Nedve, II, 1044-1045.
70 Hüseyin Halid, s. 232. Abdulmecid es-Sûse de heyet içtihadını icmadan ayıran en önemli iki noktanın olduğunu söyler. Bunlardan biri icmada müçtehitlerin tamamı gerekli iken heyet içtihadında ise ekseriyetinin ittifakı yeterlidir; diğeri de usûlî icmaın bağlayıcı ve neshe kapalı olup heyet içtihadının muarız bir icma ile neshe açık olmasıdır. (Bkz.: es-Sûse, s. 99-100)
71 Dönmez, XXI, 428.
72 Dönmez, XXI, 428.
73 Dönmez, XXI, 428-429.
74 Dönmez, XXI, 429.
75 Dönmez, XXI, 429.
76 Dönmez, XXI, 430.
77 Yunus Vehbi Yavuz, İcmaın Hakikati ve İslâm Teşriindeki Önemi, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sayı: 3, s. 85-86.
78 Yavuz, İcmaın Hakikati ve İslâm Teşriindeki Önemi, s. 112.
79 Bkz.: Fethullah Gülen, Çizgimizi Hecelerken (Prizma-8), Nil Yayınları, İstanbul 2011, s. 52-53.
80 Mâide sûresi, 5/2.
81 Tevbe sûresi, 9/107.
82 Heyet, el-Mevsûatü’l-Fıkhiyyetü’l-Kuveytiyye, “Salâtü’l-cemaa” maddesi, I-XXXXV, Matâbiu Dâri’s-Safve li’t-tıbâa ve’n-neşr ve’t-tevzî, Beyrut 1412/1992, XXVII, 165-167.
83 Ebû Davud, salât 46.
84 Tirmizi, fiten 7.
85 İbn Mâce, fiten 8.
86 Tirmizi, fiten 7.
87 İbn Esir, en-Nihâye fi garîbi’l-hadis, “yed” maddesi.