FAKR U GINÂ
İnsanın fakr ve ihtiyacı onun zilletine sebep değildir. Aksine, fakrının şuurunda olduğu ölçüde izzetine vesiledir. Zira “Ganiy-yi Mutlak” olan Allah’a karşı fakr u ihtiyaç şuuru, gınânın ta kendisidir. Evet insan, vicdanındaki nokta-i istinâd ve nokta-i istimdâdı duyup, hissedip O’na yöneldiği nisbette “başka şeylere muhtaç olmadığı” şuur ve idrâkine ulaşır.
Fakr u Gınâ’nın kelime ve tasavvufi manası
Fakirlik, yoksulluk, muhtaç bulunduğu şeylere sahip olamama mânâlarına gelen fakr;[1] erbâbınca kalben bütün varlıktan vazgeçip[2], sadece ve sadece abd ve Mâbûd münasebeti içinde bulunma[3], yalnız Allah’a muhtaç olduğunu duyma ve varlığa karşı ihtiyaç alâkalarından kurtulma şuuruyla yaşamaya denir ki, tasavvufçuların “fakr”dan anladıkları da işte budur.
Fakr ne değildir?
O, halkın anladığı mânâda fakirlik ve yoksulluk olmadığı gibi, insanlara karşı ihtiyaçlarını izhâr ederek dilencilikte bulunmak da değildir.[4]
Fakr’a farklı bir yaklaşım
Fakr; varlığı kendinden olmayan her şeyden alâkayı kesip, doğrudan doğruya Hazreti “Ehad ü Samed”e teveccühten ibarettir. [5]
Fakra ulaşmanın yolu
Bu itibarladır ki; insan bütün fâniyat ve zâilâtı kalben terk edip, sıfât ve Zât-ı İlâhî’de fânî olduğu ölçüde fakra ulaşmış ve
اَلْفَقْرُ فَخْرِي “Fakirlik iftihar vesilemdir.” (Bkz. el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/113.) fehvâsınca[6] fahre ermiş sayılır.
Fakrı tam duymanın neticesi kesbedilen hal ve keyfiyet
Bir kudsî sözde de ifade edildiği gibi, fakr, iman ve iz’ânın bir buudu hâline gelince, bütün iradeler, bütün meşîetler ve bütün havl ü kuvvetler silinir gider de, sadece ve sadece Allah’ın (c.c.) havl ve kuvveti kalır...[7] Böyle birisinin dünyalar dolusu serveti de olsa, fânî ve zâil olması itibarıyla her şeyi vehm ü hayâl farz ederek, sadece O’nu görür, O’nu bilir, O’nu düşünür.. ve acz ü fakr şuuruyla sadece ve sadece O’na güvenir, O’na dayanır ve O’ndan başka her şeye karşı bütün bütün kalben bîgâne hâle gelir.[8] Nâbî merhum ne hoş söyler:
“Eyleme fakra hakaretle nazar ey Nâbî,
Fakr, âyinesidir suret-i istiğnânın.”
Fakr ile alâkalı bir hoş söz de Hz. Mevlânâ’dan:
اَلْفَقْرُ جَوْهَرٌ وَسِوَى الْفَقْرِ عَرَضُ وَالْفَقْرُ شِفَاءٌ وَسِوَى الْفَقْرِ مَرَضُ
اَلْعَالَـمُ كُلُّهُ صُـدًى وَغُـرُورُ وَالْفَقْرُ مِـنَ الْعَالَمِ سِرٌّ وَغَرَضُ
Fakr’ın mahiyeti ve husisiyetleri
“Fakr, her şeyin özü; onun gayrisi ise sûret ve şekildir. Fakr bir şifa, başkası ise marazdır. Bütün âlem bir hevâ, bir çalım ve gurur; fakr ise varlığın sırrı ve özüdür.”
İnsanın Fıtraten Fakrı
Aslında insan, kendi acz, fakr ve ihtiyacını iman şuuruyla görüp sezemese bile, bir realite olarak o hep aciz, fakir ve muhtaçtır.[9] Cenâb-ı Hak onun bu tabiî durumunu hatırlatma sadedinde şöyle buyurur:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ إِلَى اللهِ وَاللهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ
“Ey insanlar, siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız; Allah ise, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir Ganiyy ü Hamîd’dir.” (Fâtır sûresi, 35/15.) Evet insan “mümkinü’l-vücûd” iken vücûda gelebilmek için O’nun tercih, takdir ve meşîetine muhtaç olduğu gibi, varlığını devam ettirebilmek için de yine her lâhza O’nun feyz-i vücûduna muhtaçtır.[10]
Fakr insanın zilleti değil, izzetidir
İnsanın fakr ve ihtiyacı O’nun zilletine sebep değildir. Aksine, fakrının şuurunda olduğu ölçüde izzetine vesiledir.[11] Zira “Ganiy-yi Mutlak” olan Allah’a karşı fakr u ihtiyaç şuuru, gınânın ta kendisidir. Evet insan, vicdanındaki nokta-i istinâd ve nokta-i istimdâdı duyup[12], hissedip O’na yöneldiği nisbette “başka şeylere muhtaç olmadığı” şuur ve idrâkine ulaşır ki, böyle birisi tam bir fakir olduğu halde, hiç kimseye ve hiçbir şeye karşı ihtiyaç hissetmez.[13] Ve yine böyle bir fakir, kendi varlığı dahil her şeyi Cenâb-ı Hak’tan bilir ve sahip olduğu şeyleri O’nun vücûdunun ziyasının bir gölgesi sayar ki, tevhid şuurunun bu seviyeye ulaşmasına “fenâfillâh” denir..[14] ve iki adım ötede de “bekâbillâh” vardır. Bu mânâ ile alâkalı olarak Hayâlî merhum şöyle der:
“Hayâlî fakr şalına çekmek cism-i üryânı,
Ânınla fahrederler, atlas ü dîbâyı bilmezler.”
Fakr’ın getirdiği mazhariyetler
Fakr; evliyânın şiârı, asfiyânın hâli ve Hak sevgisinin de en bâriz emâresidir.
Fakr; Cenâb-ı Hakk’ın, dostlarının kalbine koyduğu öyle bir sırdır ki, onunla nurlanan gönüller mâmûr olur.
Fakr; insanın kalb gözünü, Hakk’ın tükenmez hazinelerine açan nurdan bir anahtardır; bu anahtara sahip olan, dünyanın en zengini sayılır.[15]
Fakr ile ulaşılan gına
Fakr; gınânın kapısıdır; o kapıdan geçebilenler vicdanlarında “Mâlikü’l-Mülk”ün sonsuz definelerine ulaşırlar; ulaşırlar da, fakrı ayn-ı gınâ bulurlar. Bu itibarla da, Hz. Cüneyd’in de buyurduğu gibi, diyebiliriz ki: “Gınâ, fakrın kemâle erme keyfiyetinden başka bir şey değildir.” (el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.418)
Allah’a karşı iftikardan sonraki lütuflar
Evet, Allah’a karşı iftikar tamamlanınca[16], mutlak gınâya ulaşılır; gınâya ulaşılınca da, insan ruhu başka bir şeye ihtiyaç hissetmez ki, halk arasındaki: “Asıl zenginlik kalb zenginliğidir.” sözünün mânâsı da bu olsa gerek...[17]
Evet insan, böyle bir zenginliğe erince âdetâ her yerde geçerli bir kredi kartını elde etmiş gibi olur. Böyle sırlı bir sermayeye sahip olan ise ne güçsüzdür, ne de fakir.[18] Bir eski söz, bu yeni gerçeği, hiç yoktan iyidir ölçüsünde şöyle anlatır:
Kuvvet O’nun biz güçlüyüz;
O’nun namıyla ünlüyüz,
Zirveler aşar yürürüz;
Zorluklar âsândır bize.
Malımız yok pek ganîyiz;
O’nun ile olduk aziz.
Tefekkürdür mesleğimiz;
Yaş-kuru irfandır bize. (M. Fethullah Gülen, Kırık Mızrap)
اَللَّهُمَّ تَمَّ نُورُكَ فَهَدَيْتَ فَلَكَ الْحَمْدُ،
عَظُمَ حِلْمُكَ فَغَفَرْتَ فَلَكَ الْحَمْدُ
بَسَطْتَ يَدَكَ فَأَعْطَيْتَ فَلَكَ الْحَمْدُ
رَبَّنَا وَجْهُكَ أَكْرَمُ الْوُجُوهِ وَجَاهُكَ أَعْظَمُ الْجَاهِ وَعَطِيَّتُكَ أَعْظَمُ الْعَطِيَّةِ وَأَهْنَاهَا تُطَاعُ رَبَّنَا فَتَشْكُرُ وَتُعْصَى فَتَغْفِرُ وَتُجِيبُ الْمُضْطَرَّ وَتَكْشِفُ الضُّرَّ وَتَشْفِي السَّقِيمَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا وَسَيِّدِ الْعَالَمِينَ مُحَمَّدٍ الْهَادِي إِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ.
İLGİLİ AYETLER
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَـرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِۚ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَم۪يدُ
"Ey insanlar! Siz hepiniz Allah’a muhtaçsınız. Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her türlü övgülere ve hamdlere lâyık olan ise ancak Allah’tır." (Fâtır sûresi, 15)
هَٓا اَنْتُمْ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ تُدْعَوْنَ لِتُنْفِقُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۚ فَمِنْكُمْ مَنْ يَبْخَلُۚ وَمَنْ يَبْخَلْ فَاِنَّمَا يَبْخَلُ عَنْ نَفْسِه۪ۜ وَاللّٰهُ الْغَنِيُّ وَاَنْتُمُ الْفُقَـرَٓاءُۚ وَاِنْ تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْماً غَيْرَكُمْۙ ثُمَّ لَا يَكُونُٓوا اَمْثَالَكُمْ
"İşte sizler Allah yolunda harcamaya dâvet ediliyorsunuz. İçinizden bazıları cimrilik ediyor. Her kim cimri davranırsa, ancak kendine cimrilik eder. Müstağnî (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan), Allah’tır; muhtaç olan ise sizlersiniz. Şayet imandan ve takvâdan yüz çevirirseniz O, yerinize başka bir millet getirir de, onlar sizin gibi hayırsız olmazlar." (Muhammed sûresi, 38)
كَلَّٓا اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰىۙ ﴿٦﴾ اَنْ رَاٰهُ اسْتَغْنٰىۜ ﴿٧﴾ اِنَّ اِلٰى رَبِّكَ الرُّجْعٰىۜ ﴿٨﴾
"Hayır! Rabbinin bunca nimetlerine rağmen kâfir insan, kendisini ihtiyaçsız zannetti diye azar. Ama dönüş elbette Rabbinedir!" (Alak sûresi, 6-8)
[1] FAKR İLE İLGİLİ EK TARİFLER
a-FAKR: Esbab açısından, çok şeye güç yetirememe şuurunda olma mânâsında acz; her nesne ve her varlığın hakikî sahibi, maliki Allah olduğu gerçeğini kavrama anlamında fakr. ("Seyr u Sülûkte Bir başka Çizgi", Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
b- FAKR-I MUTLAK: “Fakr‑ı mutlak”, sermayesi olmamak demektir. İnsan, kendisine bakan yönüyle bir “hiç”tir. İradesi hiçtir, benliği hiçtir; mânevî sermayesi ise ona ahirette verileceklere kıyasla hiç ender hiçtir. Ama o insana, öyle bir kredi kartı verilmiştir ki o, kendisine verilen bu kredi kartı ile en zenginlerin bile teşebbüs edemeyeceği yatırımlara teşebbüs eder ve hiç kimsenin yüklenemeyeceği vazife ve sorumlulukları yüklenir. İşte bu şuura ulaşma, insanın fakir olduğunu idrak ve kabullenme ile olur. Risaleler, insanı bu idrake ulaştırabilecek ışıktan düsturlarla doludur. ("Seyr u Sülûkte Bir başka Çizgi", Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
c- ... Fakr-ı mutlak ise insanın, her nesne ve her varlığın hakiki sahibi, maliki Allah (celle celâluhu) olduğu gerçeğini kavraması demektir. Sahip olduğumuz her şey O’ndan. Bizi varlığa erdiren, belli imkânlara mazhar kılan, Müslüman yapan, Nebiler Sultanı’nı (sallallâhu aleyhi ve sellem) tanıtan, hiçbir liyakatimiz olmadığı hâlde bize yüksek ufukları gösteren, bizi yüksek ideallere bağlayan ve bunları realize etmeye bizi sevk eden O’dur. Biz, Rabbimizin üzerimizdeki nimetlerini bir kenara bırakarak kendimiz adına bir tekmil vermeye kalksak, elimizde hiçbir şey kalmayacaktır. O hâlde bedenimiz, aklımız, hissimiz, fikrimiz ve sahip olduğumuz daha başka şeylerin hepsi O’ndansa, biz neyiz? Biz, Hazreti Pîr’in ifadesiyle, O’nun varlığının ziyasının gölgesinin gölgesinin gölgesi, zıllî birer varlığız. O’nun karşısında bize, deryada damla bile denemez. (Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız)
[2] DÜNYAYI KALBEN TERK
- a) DÜNYAYI KALBEN TERKETMEDE ÖLÇÜ
Zühdün tarifi, “dünyayı kesben değil, kalben terk etmek”; bunun ölçüsü de, dünya umurundan kaybettiğine üzülmemek, kazandığına sevinmemek şeklinde olmalıdır. (Kırık Testi)
- b) DÜNYAYI KALBEN TERKETMEDE BİR KAHRAMAN:
Üstad’ın dünya hakkında bir başka değerlendirmesi daha var; o diyor ki, bu dünya kalben terkedilmeli, kesben değil. Şimdi meseleye bu açıdan yaklaşacak olursak, bizim bu dünya ile hiçbir kavgamız yoktur ve olamaz da. Evet insan dünyayı bu espri içinde anlayabilirse, tam bir ehl-i dünya gibi çalışıp kazanabilir ve bir Karun gibi zengin olabilir.. olabilir zira böyle biri iktiza ettiği an, elinde-avucunda ne varsa, hepsini Rabbisinin rızası istikametinde infak edebilir. Tıpkı Abdurrahman b. Avf gibi ki, o, yediyüz deveyi yükleriyle birlikte infak etmişti; etmişti ve Allah Rasulü (s.a.s) O’na zenginliğinden ötürü hiçbir şey dememiş, ta’n u teşnide bulunmamış. Sadece bu büyük servetin hakkını vermek için O’nu inzar edip uyarmış ve tebşirde bulunup şahlandırmıştı. (İbn Esir, Üsdü’l-Ğabe)
Hz. İbrahim de –bir kısım menkıbe kitaplarında anlatıldığına göre- melekler “Ya Rabbi Sen ona halilim halilim diyorsun” istifsarında bulunup hillet ve dostluğun servetle bağdaşıp bağdaşmayacağını öğrenmek istiyorlar. Allah (c.c) da “gidin, O’nu deneyin” buyuruyor; görün O halil mi değil mi? Melekler uzun bir yoldan gelmiş, saçı-başı dağınık ve pejmurde kıyafetleriyle bir misafir edasıyla Hz. İbrahim’in yanına gelip, karınlarının aç olduğunu söylüyorlar. O da bir koyun kesip, pişiriyor ve misafirlerinin önüne koyuyor. Onlar yemeğe başlarken “bismillah” yerine, meleklere has bir zikir sayılan “sübbuhun kuddusün rabbul melaiketi ver ruh” diyorlar. Bu tesbih, vahy ile müeyyed o saf gönlü öyle bir büyülüyor ki, adeta yalvarırcasına “koyunlarımın dörtte biri sizin olsun, n’olur bu sözü bir kere daha tekrar ediniz” diyor. Melekler tekrar ediyorlar. Bu sefer Hz. İbrahim “yarısı sizin olsun n’olur bir daha..” ve derken koyunlarının hepsini veriyor. Demek ki O büyük Nebi -anlatılanlar doğru ise- dünyayı kesben değil kalben terketmiş... (Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar)
FAKR FAKİRLİKTEN FARKLIDIR:
... Üstad’ın fakirane hayatı işte budur. Fakat onun, acz, fakr, şevk, şükür, şefkat ve tefekkür olarak kendi mesleğinin altı önemli erkanından biri olarak saydığı “fakr” anlayışı, bildiğimiz fakirlikten biraz daha farklıdır. Ona göre fakr, ister fakir olsun, ister servet sahibi, kişinin kendisini hiçbir şeye malik görmemesi, her nimeti Allah’tan bilmesi mânâsına gelir. Bu tıpkı, insanın kendini âciz bilip Hakk’ın sonsuz kudretine sırtını dayaması gibidir. İşte bu mânâdaki fakr şalını kuşanabilenler dünyalara da malik olsalar, o mülkün zerresine kalblerinde yer vermez, ellerinden kaybolup gidene üzülmez, ellerine geçene de sevinmezler. Böylelerinin derdi-davası kendi millet ve devletlerinin zenginliğidir. Şahsî hayatları adına İbrahim Ethem gibi yaşar, kırk yamalı hırka ve bir lokma ekmeğe razı olur fakat milletlerinin ikbali için de işe dört elle sarılırlar. İstidradî olarak ifade edeyim ki, tarih boyu, Cenâb-ı Hakk’ın gınası karşısında kendilerini fakir; kuvvet ve kudreti karşısında da âciz gören başka kimseler de olmuştur. Fakat denilebilir ki, meseleyi bir sistem hâline getirip sunan ve onu bir yolun erkânı olarak etrafındakilere sunan Bediüzzaman Hazretleri’dir. (Cemre Beklentisi)
[3] KULLUK SIRRI
Cenâb-ı Hakk’a teveccühte, ibadet ve dualarda bir kulluk sırrı (sırr-ı ubûdiyet) vardır. Yani onlara yüklenen mânâları kul bilemeyebilir; ama sırf emredildiği için onların gereğini edâ eder ve böylece emre âmâde bir kul olduğunu gösterir. Kulluk vesilesiyle, kalbin, ruhun, hissin ve sırrın beslenmesi; Allah’a (celle celâluhû) teveccühü gibi maslahatlar hâsıl olabilir. İnsan biraz düşündüğünde bunlar dışında başka bir kısım hikmet ve faydaların meydana geldiğini de görebilir. Mesela, zekâtın bir İslâm köprüsü ve fakir ile zenginleri yan yana getirici, ısındırıcı, nifak ve şikakı önleyici bir tedbir olduğu akılla anlaşılabilir. Haccın bir seyahat ve tenezzüh olarak insanı dinlendirdiği, ona yeniden kendine gelme fırsatı verdiği ve aynı zamanda onun âlem-i İslâm çapında bir kongre olduğu düşünülebilir. Oruçla, insan nefsinin itaati öğrendiği, bir nevi perhiz yaptığı ve sıhhat bulduğu neticesi çıkarılabilir. Fakat bir mü’min ibadetlerini kat’iyen bu fayda ve maslahatlara bağlamaz. Çünkü o bilir ki, ibadetlerde “taabbüdîlik”; yani hikmet ve maslahatları ne olursa olsun, onları anlasın ya da anlamasın, nasıl bildirildi ve emredildi ise ona göre hareket etmek ve o emirde kendi aklının almadığı daha pek çok hikmetler olabileceğini düşünmek esastır. Zekat, oruç ve hacda olduğu gibi namazın belirli vakitlere tahsisi, rek’at sayısındaki farklılıklar, rükû, sücud ve kıyam gibi hususî hareketler için bazı hikmetler aklına gelse de mü’min, bunları her şeyden önce Rabb’imiz böyle emrettiği için bu şekilde yerine getirir ki, fıkıh metodolojisinde ibadetlerde gözetilen bu hususiyete “taabbüdîlik” denir.
Taabbüdî olan şeylerin önemli bir yanı şudur: Siz yaptığınız şeyle, ondan sonra Cenâb-ı Hak tarafından size lütfedilen şey arasında tenâsüb-i illiyet (sebeb-sonuç ilişkisi) prensibine göre bir münasebet göremezsiniz. Mesela, namaz kılarsınız, dünyevî-uhrevî, kalbî-ruhî, aklî-hissî öyle matluplarınız hasıl olur ki, bu nasıl oldu diye şaşırırsınız. Burada ince bir nokta vardır; taabbüdîlik, taabbüdîlik hesabına işler ve sizde sadece emredildiği için ibadet etme duygusunu geliştirir. Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) mucizelerini düşünürseniz, yerdeki bir parmağın kalkmasıyla kamer nasıl iki parça oluyor; parmağıyla işaret edince ağaç nasıl onun yanına geliyor; mübarek elini bir yemeğin üzerinde bir iki defa gezdirince o yemek nasıl bereketleniyor, on kişilikken yedi yüz kişiyi doyuruyor!... Bütün bunlarda tenâsüb-i illiyet prensibine göre, meselenin makul yanı olmadığından öyle anlaşılır ki Allah (celle celâluhû), hususî bir lütufta bulunuyor. Aynen öyle de, insan kendi ibadetleri ve onlardan hasıl olan neticeyi gördükçe; tavırları, davranışları, ruhî ve kalbî hayatı açısından lütuf ve nimetlere mazhar oldukça taabbüdîlik mülahazası da artar.
Ayrıca taabbüdîlik, kulluk vazifesinin arkasında hiçbir şey aramama ve amelleri sadece Allah’ın emrine bağlama duygusunu, Allah’a (celle celâluhû) halisâne teveccüh hissini meydana getirdiği için çok önem arz eder. Onun rıza ve hoşnutluğunu arama duygusunu besler. Hatta sadece farz ibadetlerde değil; insanın ferdî, ailevî ve ictimaî hayatıyla alakalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbüdîlik vardır. İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve hikmete muvafık mânâların olduğu hususu daha çok görülse de, onlarda bile “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Ve kul ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbüdîlik mülahazasına bağlı yaparsa, kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bunu Üstad Hazretlerinin sözüyle irtibatlandırabilirsiniz: İnsan yaptığı bir kısım âdetlerini Allah rızası için yapar, onları sağlam bir niyete bağlarsa, mesela Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesine uyma niyetiyle onun gibi yer, onun gibi oturur kalkar ve her hareketinde ona benzemeye çalışırsa âdetlerini dahi ibadete çevirmiş olur. (Kırık Testi)
GARAZSIZ İVAZSIZ UBUDİYET
Ahlâkî yaklaşımı öne çıkararak, tasavvufla alâkalı şunları söylemek de mümkündür: O, şeytan ve nefsin dürtülerine karşı her zaman kalbi temiz tutmak.. nefsi kendine has temayüllerinden vazgeçirerek, mümkün olduğu ölçüde, onun hareket alanını daraltmak.. sürekli kalbin ve rûhun derece-i hayatında kalmaya çalışarak, hakikî insanlığa yükselmenin yollarında bulunmak.. Hak’la olan münasebetlerde ciddîlerden ciddî olmanın yanında, hayatını başkalarının maddî-manevî mutluluğuna bağlamak.. en samîmâne gayretler ve en büyük işlerde bile karşılık beklemeden, peygamberâne bir yol izlemek.. Hakk’a kulluk hamlelerinde her zaman, mişkât-ı Muhammediye’nin (s.a.s) gölgesinde yol almaya kararlı bulunmak.. Allah ile münasebetlerinde Hâlık-mahlûk, abd-Mâbûd, talip-Matlub, kâsıd-Maksûd mülâhazalarına sımsıkı bağlı kalarak dupduru, halis, garazsız-ivazssız bir ubûdiyet sergilemek.. mâsiyet karşısında her zaman dişini sıkıp dayanmak.. ibadet ü tâatı hayatın gayesi ölçüsünde bir neşve ile yerine getirmek.. belâ ve musibetleri gülerek istikbal edip, kahr u lütfu bir bilmek.. her türlü sa’y ve gayrette beşerî takvimlere değil, Hakk’ın takdirlerine bağlanarak, zamanın çıldırtıcılığına karşı bir kuluçka sabrı göstermektir ki, esas yeri, kalbin zümrüt tepeleri etrafında telif edilmiş kitap ve kitapçıklar olan tasavvuf, bütün bir hayatı kucaklayan, besleyen, zenginleştiren, beyan, burhan ve irfan destekli öyle engin bir bilgi ve mârifet havzıdır ki, ne doğunun mistik telâkkileri içinde, ne de batının felsefî cereyanları arasında o derinlikte bir kaynak göstermek mümkün değildir. (Kendi Dünyamıza Doğru)
Allah Resûlü, hullet’i aşk u iştiyaka inkılâp etmiş bir mahbub u muhibdi ve böyle bir pâyeye mazhariyetinin de farkındaydı. “Bî kem u keyf” sevildiğini biliyor ve “bî hadd ü hisab” sürekli sevgiyle soluklanıyordu. Ne bir mansıp ne de vuslat talebi.. Mâbud’unu bildiği için ibadet ediyor, imanını mârifetle derinleştiriyor, daha engin bilmeler adına hep “hel min mezîd” kulvarlarında koşuyor ve mârifetinin çağlayanlara dönüşmesi ölçüsünde de garazsız, ivazsız, hâlisâne bir muhabbetle, hem de vuslat hesaplarına girmeden, ciddi bir ubûdiyet temkiniyle O’nu can u gönülden seviyordu. Cenâb-ı Hakk’ı bu çerçevede ve O’nun ululuğuna yakışır şekilde sevmek, O’na âşık olmak ve o uğurda her zaman iştiyakla soluklanmak, o en güçlü iradeye Allah’ın fevkalâdeden bir teveccühü, pâyeler üstü bir pâyesiydi ve bu sâyede O, bu yüce mansıbın biricik kahramanıydı. Hullet’e kendi samimiyetinin boyasını çalan ve insan özündeki o derin dostluğu aşk u şevkle taçlandıran da yine O olmuştu (aleyhi salavâtullahi ve selâmuhû mil’el-ardı ve mil’es-semâvât). ("Hullet", Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
FAKR VE KULLUK
Yedincisi: Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, "Mahbubiyet" ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru', huşu', acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî değillerdir; arkalarından gidilmez! (Yirmi Dokuzuncu Mektup)
ACZ VE KULLUK:
Acz ve zilletini idrâk edemeyen, rahmetin ve ümidin, ne kadar kıymetli olduğunu bilmeyen kimse kem talih, ve ibadetin neşvesini kavrayamamış kimsedir. Evet, İbadetin ruhunda hem yüzü yere sürme, Allah’ın rahmetine bel bağlama, ümitlenme, hem de ümitlerini kaybetme endişesiyle tir tir titreme vardır. Hem büyük bir endişe hem de yanında alabildiğine neşe iç içedir. Endişeyle neşeyi biraraya getirdiğiniz zaman, Mevlâ’nın huzurunda olduğunuza inanabilir, havf ve recâ muâdelesini yapmış sayılabilirsiniz. Ama bir tarafta burnunu dikip gezen mütekebbirler, korku nedir bilmeyen nikbinler, herşeyi Bektaşi iyimserliği içinde görenler, kuruntulara bağlananlar, diğer yandan da ümitsizlik içinde yaşayan me’yûslar, kulluk şerefindeki ulviyetin ne demek olduğunu idrâk edemeyen zavallılar hiçbir zaman bu neşve ve bu huzuru duyamazlar. Allah’a karşı yapılan kullukta dengeli, ölçülü, O'nun tayin buyurduğu kıstaslarla hareket etmek şart olduğu gibi, niyet de şarttır. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz değildir. Allah Resûlü: “Nice ayakta duranlar vardır ki ayakta durmaları kendilerine yorgunluktan başka birşey kazandırmaz ve nice aç duran, oruç tutanlar vardır ki orucundan yanına kalan sadece açlık ve susuzluktur” der. Demek gönlün sadece ve sadece O'na teveccüh etmesi gerekir. O düşünülmeden verilen zekât, zekât; sadaka da sadaka değil, bir tebzîr ve Kur’ân’ın diliyle şeytana arkadaş ve yâr olmaktır. O'nun maksûd olmadığı emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker, diyalektik yapmak ve insanları demagoji ile aldatmak demektir. O’nun maksûd olmadığı bir cihad gösteriş ve âlâyişten ibaret, servet ve zamanı heder etmek demektir. Demek ki ibadetin ruhunda gaye Ma’bûd olacak ve abd, Ma’bûd’a teveccüh edecek, kulluk Ma’-bûd’a yapılacak. Aslında aynı kökten gelen bu kelimeler birbirinden ayrılmaması esasına göre hareket edilecek. (Fatiha Üzerine Mülahazalar)
Allah’a karşı kulluk, çaplı insanların işidir. Fert tek başına değil, ancak dayandığı, itimat ettiği ve bağlandığı cemaatle beraber, Allah’ın azametine uygun bir kulluk takdim etmiş olacaktır. İşte kul, ihtiyaçlarını, aczini, fakrını anladığı böyle bir anda اهدِنَــــاالصِّرَاطَ المُستَقِيمَ demek suretiyle imdadâd-ı Sübhâniyeyi intizâr içinde yardımı sadece Cenâb-ı Hak’tan istiyor. İsterken de, kendisi için en önemli yardımın ne olacağını bilemediğinden, Allah (cc), rahmetinin eseri olarak ona en evvel istemesi gerekeni ta’lim ediyor ve kuluna اهدِنَــــاالصِّرَاطَ المُستَقِيمَ demesini öğretiyor. Zira insan, Cenâb-ı Hakk’ın hidayeti olmadan ne ferdî ve ruhî hayatını düzene koyabilir ne de ailevî ve içtimâî hayatını. Bütün bunlar Allah’ın hidayetine vâbestedir. (Fatiha Üzerine Mülahazalar)
[4] İRADÎ MİSKİNLİK VEYA “KUL PEYGAMBER” İSTEĞİ
Bütün bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başkalarına el açıp dilenme mânâsında bir miskinliği istememiştir. O hâlde burada miskinlikten kastedilen, mütevazi bir hayat yaşamak veya acz u fakr şuuruna sahip olmaktır. Hazreti Bediüzzaman’ın da mesleğinin esası olarak zikrettiği fakr, hakikatte hiçbir şeye malik olmadığının farkına varma, Allah’a (celle celâluhu) karşı ihtiyacını hissetme demektir. Bu duyguya sahip olan insan,
يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
“Yâ Hayyu, yâ Kayyûm! (Ey gerçek hayat sahibi ve kâinatı ayakta tutan Yüceler Yücesi Zât), rahmetin hürmetine Senden yardım diliyorum; her hâlimi ıslah et ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/147; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 4/46, el-Mu’cemü’s-sağîr 1/270) diyerek sürekli Allah’ın (celle celâluhu) himaye ve görüp gözetmesine sığınır.
İşte Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duygularla yaşamayı, bu duygularla ruhunun ufkuna yürümeyi ve ötede de acz ve fakr kanatlarıyla kanatlanan, sürekli Allah’a iltica eden insanların içinde haşrolmayı diliyor. Bir başka ifadeyle, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ahirette de bu duyguya sahip olan insanların rehber ve öncüsü olacaktır; olacaktır çünkü O (aleyhissalâtü vesselâm), hayatı boyunca hep insanlardan bir insan olarak yaşamış, hiçbir zaman mahviyet ve tevazudan ayrılmamıştır. Hazreti Âişe Validemiz’in (radıyallâhu anhâ) ifadesiyle, bazen o kutlu hanenin üzerinden iki ay geçmiş, üçüncü ay girmiştir de hâlâ orada ocak yanmamış, bir çorba bile pişmemiştir. (Buhârî, hibe 1, rikâk 17; Müslim, zühd 26, 28) Kim bilir belki de bir ara Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) içinden biraz da sorumlu olduğu kişilerin hukukunu koruma endişesiyle, bu konuda bazı mülâhazalar geçmiş olabilir. İhtimal ki işte böyle bir zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Cebrail’in (aleyhisselâm) yanında bulunurken bir ses duyulmuş, yanlarına farklı bir melek inmiş ve şöyle demiştir: “Allah sormaktadır: Melik bir peygamber mi, yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin?” Böyle bir sual karşısında Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zaten tercihini doğru yapacaktır. Fakat Hazreti Cebrail, meselenin yanılmaya hiç tahammülü olmadığından, “Ey Allah’ın Resûlü! Rabbine karşı mütevazi ol!” demiştir. Bunun üzerine Efendimiz de, “Kul bir peygamber olmayı isterim!” buyurmuştur. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), fakir olarak yaşamış ve ruhunun ufkuna yürüdüğü esnada da arkasında hesabını veremeyeceği bir mal bırakmamıştır. O, elde ettiği bütün nimetlerin hakkını vermiş, Allah’ın (celle celâluhu) kendisine ihsan buyurduğu malları yine O’nun yolunda harcamış, böylece de alnı açık, yüzü ak olarak huzur-u kibriyaya yürümüştür. (Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız)
[5] ACZ VE FAKR
Üstad Hazretleri’nin beyan ettiği, her insanın vicdanında bulunan nokta-i istinad ve nokta-i istimdadı harekete geçirecek iki önemli faktör vardır. Bunlar acz ve fakrdır. Bence insan, tıpkı bir dedektör gibi acz ve fakr malzemelerini kullanmalı, bunlarla vicdanında meknuz bulunan nokta-i istinad ve istimdadı kullanarak Allah ile vicdanî münasebet yollarını mutlaka araştırmalıdır.
Bu seviyeye ulaşabilen bir insan, hadisin ifadesiyle Allah’ın eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, diliyle konuşur. Yani, bir ölçüde sanki rıza makamına ulaşmış bu insanın, ne elinden ne dilinden ne gözünden ne de ayağından Cenâb-ı Hakk’ın vize vermeyeceği, razı olmayacağı bir amelin zuhuru söz konusu değildir.
Keza, bu seviyeye ulaşabilmiş bir insan, okumuş olduğu Kur’ân âyetleri karşısında kendinden geçer, başkalarının göremediği, sezemediği hakikatlere ulaşır ve “Yahu bu insanlar kör mü, sağır mı, hissiz mi? Niye benim gördüğümü görmüyorlar?” demeye başlar.
İşte bu seviyeye gelebilmek için acz ve fakr vesileleri çok önemlidir. Acz u fakr sayesinde, her şeyde ve her yerde insan O’nu arayabilir, maiyyetini duyabilir ve hayatını derince yaşayabilir. (Fasıldan Fasıla-3)
ALLAH’A ULAŞMA YOLLARI
Aşk yolu, acz-fakr yoluna biraz muhalif gibidir. İnsan, perde halinde açılan menfezden Allah’a bakabilir. Aşk’ta, acz u fakrın insan ruhuna kazandırdığı “hiç olma” haletini kaybetme söz konusu olabilir. Aşkta ikilik vardır fakat, varlığı nefyetme yoktur.
Tabii ki bütün bunlar, vicdanlarında Allah’a kurbiyete erememişler için tantanalı sözler. Bence insan Allah’a aşk, şevk, cezb u incizab ve acz u fakr gibi yüzlerce yolla ulaşabilir. Bazıları vicdanında duyarlar ama, bunu ifade edemezler. Zira o, “hal”dir ve o hali kelimenin dar kalıpları istiab edemez. (Fasıldan Fasıla-1)
[6] FAKR VE SEFER MÜNASEBETİ
İkinci sefer; kalb ve kafadaki müteferrik bilgi ve sezgilerden sıyrılarak marifet ufkunda vahdete yürümek ve tevhid zevkini letâifiyle de ifade etmekle gerçekleşir ki, bunu da “seyr fillâh”ın mukabili sayabiliriz. Sâlikin esmâda Müsemmâ-yı Akdes’i duyması; duyup kendini sıfatların vesâyetinde hissetmesi ve acz u fakr yörüngesinde اَلْفَقْرُ فَخْرِي “Fakirlik iftihar vesilemdir.” deyip, bir “vâhid-i kıyâsî” mülâhazasıyla kendi ufkunda O’na yürümesi, O’nu duyup, O’nu bilip, O’nu söyleyip, zevken O’nun maiyyetine bağlanmasından ibarettir. Biz, bu mertebeye “seyr fillâh” dedik ama, bazıları ona, “seyr bi’l-Hak” demeyi daha uygun bulmuşlardır. İşte böyle bir şâhikaya ulaşan gönül eri, esmâ ufkunda sıfat adesesi ile sürekli bu ufkun verâsını ve verâların verâsını izlemeye, gözlemeye alır ve “lâtife-i Rabbâniye” ağını gererek, gece-gündüz hep esrar avlar. Tıpkı günebakan çiçekleri gibi, gönül gözleri belli bir ufukta, vicdanen bir alış-veriş içinde ve bulunduğu ufkun mehâbetiyle oturur kalkar ve tir tir titrer. Bu mertebedeki bir sâlikin umûmî ahvâlinden her zaman: “Onlar, Rablerine döneceklerinden emin ve kalbleri tir tir titreyerek verdiklerini verirler. İşte bunlardır hayra koşan ve yarışı kazananlar!” hakikati nümâyândır.. ve o, gözlerini varlığa çevirince hep esmâyı görür; varlık ötesini mülâhazaya alınca da hayrete varır. ("Sefer", Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
[7] ACZ, FAKR, ŞEFKAT YOLU:
Esbab açısından, çok şeye güç yetirememe şuurunda olma mânâsında acz; her nesne ve her varlığın hakikî sahibi, maliki Allah olduğu gerçeğini kavrama anlamında fakr; herkesi ve her nesneyi O’ndan ötürü kucaklama şeklinde yorumlayacağımız şefkat; her gün yepyeni bir heyecanla afak ve enfüsü hallaç etme vüs’atinde, disiplinli düşünme diyeceğimiz tefekkür; ayrıca bu çerçevede sürdürülen hizmette hiç sönmeyen bir aşk u iştiyak, sonra da bu mazhariyetlerin şuurunda olarak, bütün bunlara, söz, tavır ve davranışlarla mukabelede bulunma mânâsına gelen kesintisiz şükür böyle bir alternatif yöntemin temel esaslarıdırlar.
Bediüzzaman Hazretleri’ne göre bu yol, daha kestirme, daha selâmetli ve daha emindir; acz; aşkın yanında, hatta önünde mahbubiyet ufkuna uzanan öyle ışıktan bir helezondur ki, acizliğin kavranılması ölçüsünde insan bu yöntemle her yoldan daha sür’atli matlubuna ulaşabilir. Fakr; şuurdaki derinliği ölçüsünde, en disiplinli cehd u gayretlerin bile önünde öyle tükenmez bir sermayedir ki, hak yolcusu onunla bir hamlede rahmâniyetin vesayetine sığınır ve Kudreti Sonsuz’un her şeye yeten gücüne ulaşır ve dayanır. Şefkat; aşktan daha derin, daha içten öyle bir duygudur ki; rahîmiyetin tezahürü böyle bir duyguyu taşıyan hiçbir yolcu şimdiye kadar yolda kalmamıştır. Tefekkür; afak ve enfüsün tetkik u temâşâsıyla her şeyi hikmete bağlayan aydınlık ruhların yolu.. şevk; her zaman nokta-i istinad ve nokta-i istimdadının şuurunda olan, dolayısıyla da hiçbir zaman ümitsizlik ve inkisara düşmeyenlerin hâli.. şükür de; iç içe hiçlere terettüp eden bunca nimete karşı şuurlu mukabelenin ayrı bir unvanıdır.
Mevzû, temel esprisi itibarıyla: “Ben acizim, Sen Muktedir; ben fakirim, Sen Gani; ben muhtac u muztarrım Sen Rahîm; ben bir mütehayyir ve müteharriyim, Sen ise her yerde aranan, her şeyden sorulan Biricik Hedef ve Gayesin.” esasları üzerine cereyan ettiğinden, herhangi bir aciz u fakir, muhtaç u mütehayyirin kendi nefsini müzekkâ görmesi ve ona bir paye vermesi ya da daha bugünden unutulma damgasını yiyeceğini bile bile Allah’a karşı belli ölçüde de olsa, nisyân yaşaması; sa’y u gayretine terettüb eden başarıları kendinden bilmesi, fenalıkları kadere mâletmeye çalışması ve kendini, bir çeşit müstakil bir mevcut telakki etmesi kat’iyen söz konusu değildir. ("Seyr u Sülûkte Bir Başka Çizgi", Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
[8] ACZ, FAKR BİR LUTF-U İLAHİDİR:
Allah Teâlâ ile irtibatta olmanın yerini hiçbir şey tutamaz. İnsan için en güzel nimet ona karşı kulluk vazifesini tastamam yerine getirebilme gayretidir. Her an,
Bulduğumu sende buldum,
Bâtıl şeylerden kurtuldum;
Gelip kapında kul oldum;
Rabb’im sana döndüm yüzüm!
Dünyalar seninle cennet,
Nimet senden kime minnet?
Gel kuluna merhamet et!
Rabb’im sana döndüm yüzüm!
diyerek acz-u fakr şuuruyla ona yönelmek, onun rahmetinin enginliğini duymak, onunla doymak, ondan gayrı hiçbir şeye gönül vermemek Allah’ın bir kula bahşedeceği en büyük lütuftur. İşte daima bu duyguyu yakalamaya çalışmak, yapılan iyi işlerde kat’iyen kendine pay çıkarmamak, kendi nefsini yok saymak ve şahsî kredi peşine düşmemek Müslümanın şiarı olmalıdır. (Gurbet Ufukları)
[9] BİRİNCİ NÜKTE: İnsan, kâinatın ekser enva'ına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyâcâtı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış... Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cennet'i de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâl'i de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyaret etmek ve firak-ı ebedîden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acâib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak'ın dergâhına ilticaya muhtaçtır. İşte şu vaziyette bir insana hakikî Mâbud olacak; yalnız, herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl olabilir. Çünkü nihayetsiz hâcât-ı insâniyyeyi ihsan edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise, Mâbudiyyete lâyık yalnız Odur.
İşte ey insan! Eğer yalnız Ona abd olsan, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanırsın. Eğer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkata zelil bir abd olursun. Eğer enaniyyetine ve iktidarına güvenip tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür ve dâvaya sapsan; o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zaîf düşersin. Şer ve tahrib cihetinde; dağdan daha ağır, tâundan daha mûzır olursun. (Yirmi Üçüncü Söz)
Hâtime
Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derceylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halketmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış. Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır. Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezaiz gibi nâfi' emirler, nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevkeder. İnsan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de: Musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalar ile o makinenin diğer çarhlarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve za'f ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Güya insan o ârızalar ile, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur. Sahife-i hayatında veyahut Levh-i Misalî'de mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlahiyeye bir ilânname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını îfa eder. (Lem'alar)
[10] FEYZ: Bundan başka feyiz kelimesi, başka sözcüklere izafe edilerek çok daha geniş bir alanda kullanılır ki: Allah’ın halk, ibdâ, inşâ, ihyâ, imâte, terzîk (bunlar sırasıyla şu mânâlara geliyor: Yaratma, bir örneği ve benzeri olmayacak tarzda icat etme, düzüp koşma, hayata mazhar kılma, öldürme ve rızıklandırma) gibi sıfatlarına bağlı akdes ve mukaddes tecellîlere “feyz-i tekvînî”, Hak’tan gelip insanın gönlüne doğan ilhamlara “feyz-i ilâhî” ya da “feyz-i Rabbânî”, herkesin istidadına göre ilâhî mevhibelere mazhariyetine “feyz-i istidadî”, mârifet ve muhabbet-i ilâhîyeye bağlı zevk-i ruhânîye “feyz-i ibadet” veya “feyz-i ubudiyet”, aşk u iştiyaka varan ruhanî alâkalara da “feyz-i aşk” denilegelmiştir. Bu ifadelerin hemen hepsine eklenecek, ilâve edilecek ya da bunlardan çıkarılacak sözcükler olabilir; ancak çerçevenin düz durduğuyla alâkalı söylenebilecek bir şey olacağını zannetmiyorum. “Taayyün-ü evvel”deki feyizden (yerinde üzerinde durulabilir..) tekvînî emirlerdeki tecellîye, ondan insanların gönlüne ilkâ edilen vahiy, ilham ve ihsaslara kadar her şey, böyle bir feyezânın değişik dalga boyundaki tecellîlerinden ibarettir.
Evvelâ, bütün varlık O’nun nur-u feyzi ile, O’nun irade ve meşietine bağlı olarak ve yine O’nun ilmî programlarına uygunluk içinde yaratılmış.. eşi-benzeri olmayacak şekilde vaz’ ve tanzim edilmiş.. hayat mucizesiyle ayrı bir derinliğe ulaştırılmış ve metafizik enginliklere açık hâle getirilerek ufuk ötesi yeni mevhibelere kapı aralanmış.. ölüm ve sonrasıyla, var olma hâdisesinin mebde, münteha ve gayesi gösterilmiş.. maddî-mânevî rızıkla da bütün varlığın, hususiyle de insanoğlunun her zaman muhtaç olduğu hayatî bir mevzu hatırlatılmış.. ve böylece -tabir yerindeyse- değişik tecellî dalga boyundaki her bir feyizle “Kenz-i Mahfî”ye dair bir sır kapısı aralanmıştır.
Eşya ve hâdiselere ilk var olma işareti “feyz-i akdes”den gelmiş, “feyz-i mukaddes”de, haricî vücudları murad buyurulan “a’yân”a haricî vücud alarmı verilmiş ve “mümkinü’l-vücud” ayn’lar arasında var olma vetiresi başlamış; sonra da her varlık ve her nesne, ilk mevhibeleri sayılan kabiliyetleri çerçevesinde, daha ileri götürücü yeni feyizler beklemek üzere sîne-i istidadını açıp, bu tecellîlerin geldiği noktaya yönelmiştir. ("Feyiz ve Tecellî", Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
[11] FAKR İNSANIN YÜKSELMESİNE SEBEPTİR:
Hülâsa: İman nuruyla âlem öyle terakki eder ki: “Hikmet-i Samedaniye Kitabı” namını alıyor. Ve insan, zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; za'fının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin şuaıyla, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilafet ve hâkimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sukutuna esbab iken, suud ve yükselmesine sebeb olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mazi, enbiya ve evliyanın ziyasıyla ziyadar ve nuranî görünmeye başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur'anın ziyasıyla tenevvür eder. Cennet'in bostanları şekline girer. Buna binaen, O zât-ı nuranî olmasa idi kâinat da, insan da, her şey de adem hükmünde kalır, ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı. (Mesnevî-i Nuriye)
Acz ü fakr yolu itibarıyla şevk, hizmette fütur getirmeme, ye’se düşmeme; mâruz kalınan en kötü, en çirkin gibi görünen durumlarda bile, Cenâb-ı Hakk’ın bir eser-i rahmeti var olabileceği mülâhazasıyla buruk, hüzünlü fakat ümitli bir bekleyiş ve Allah’a karşı fevkalâde güven içinde bulunma şeklinde yorumlanmıştır ki, günümüz hizmet erlerinin dört buud ve dört derinliklerinden biri sayılır. ("Şevk u İştiyak", Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
FAKR, NOKTA-İ İSTİNAD VE İSTİMDAD:
İnsan binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zahirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir bîçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelal'e intisab edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad ve bütün hacatına medar bir nokta-i istimdad bularak, herkes mensub olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir padişaha iman ile intisab etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin i'dam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnetdar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz. (Asa-yı Musa)
[12] NOKTA-İ İSTİNAD VE İSTİMDAD:
Üstad Hazretlerinin beyan ettiği her insanın vicdanında bulunan nokta-i istinad ve nokta-i istimdadı harekete geçirecek iki önemli faktör vardır. Bunlar acz ve fakrdır. Bence insan, tıpkı bir dedektör gibi acz ve fakr malzemelerini kullanmalı, bunlarla vicdanında meknuz bulunan nokta-i istinad ve istimdadı kullanarak Allah ile vicdanî münasebet yollarını mutlaka araştırmalıdır.
Bu seviyeye ulaşabilen bir insan, hadisin ifadesiyle Allah'ın eliyle tutar, gözüyle görür, kulağıyla işitir, diliyle konuşur. Yani, bir ölçüde sanki rıza makamına ulaşmış bu insanın, ne elinden, ne dilinden, ne gözünden, ne de ayağından Cenâb-ı Hakk'ın vize vermeyeceği, razı olmayacağı bir amelin zuhuru söz konusu değildir.
Keza, bu seviyeye ulaşabilmiş bir insan, okumuş olduğu Kur'ân ayetleri karşısında kendinden geçer, başkalarının göremediği, sezemediği hakikatlere ulaşır ve Yahu bu insanlar kör mü, sağır mı, hissiz mi? Niye benim gördüğümü görmüyorlar.' demeye başlar.
İşte bu seviyeye gelebilmek için acz ve fakr vesileleri çok önemlidir. Acz u fakr sayesinde, her şeyde ve her yerde insan O'nu arayabilir, maiyetini duyabilir ve hayatını derince yaşayabilir. (Fasıldan Fasıla-3)
Tevekkül; sebepler dairesinde arızasız esbâba riâyet edip, sonra da Kudreti Sonsuz’un üzerimizdeki tasarrufunu intizardır ki, iki adım ötesi, çok Hak dostu tarafından “gassâlin elindeki meyyit” sözüyle ifadelendirilen1 teslim mertebesidir. Birkaç kadem ötede ise, her şeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine her şeyi O’ndan bekleme makamı sayılan tefviz gelir. Tevekkül, bir başlangıç, teslim onun neticesi, tefviz de semeresidir. Bu itibarla da, tefviz hem daha geniş hem de müntehîlerin hâline daha uygundur. Zira onda, insanın, kendi havl ve kuvvetinden teberri etmesinin -ki bu teslim mertebesidir- ötesinde, لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ ufkuna ulaşıp, o kenz-i mahfîyi her an içinde duyması ve kendi güç, kuvvet ve servetine bedel, لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللهِ olan cennetin hususî hazinelerine sahip olması ve onlarla gınâya ermesi söz konusudur. Diğer bir mânâda bu, hak yolcusunun, vicdanındaki nokta-i istinat ve nokta-i istimdadın ihtarıyla, aczini, fakrını duyup, hissettikten sonra “Tut beni elimden; tut ki, edemem Sensiz!” diyerek o biricik güç, irade ve meşîet kaynağına yönelmesidir. ("Tevekkül, Teslim, Tefvîz ve Sika", Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
...
Fenâ-yı ef’âldir ki; bu ufka ulaşan hak yolcusu, her nefes alış-verişinde “hakikatte Allah’tan başka fâil yok” gerçeğini mırıldanır-durur; acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçlarının çehresinde, hep O’nun güç, kuvvet ve servetinin emarelerini müşahede ederek sürekli vicdanının enginliklerinden yükselen nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın sesiyle-soluğuyla yaşar. ("Fena Fillah", Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
[13] FAKR İZZETTİR:
İman nuruyla insan, zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; za'fının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, kulluğunun sağlamlığıyla, kalbinin aydınlığıyla, aklının o müthiş itikadıyla, yeryüzünde hilafet ve hâkimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hattâ, acz ve fakr, ihtiyaç ve akıl onun düşmesine sebep iken, iman sayesinde yükselmesine vesile olmuştur. (Mesnevî-i Nuriye)
FAKR; şuurdaki derinliği ölçüsünde, en disiplinli cehd ü gayretlerin bile önünde öyle tükenmez bir sermayedir ki, hak yolcusu onunla bir hamlede rahmâniyetin vesayetine sığınır ve Kudreti Sonsuz’un her şeye yeten gücüne ulaşır ve dayanır.
“Sayı bakımından nice az topluluklar vardır ki, Allah onları kendilerinden kat kat fazla milletlere karşı üstün kılmıştır.” (Bakara sûresi, 2/249)
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: "İktisad eden, maîşetçe aile belâsını çekmez" meâlinde لاَ يَعُولُ مَنِ اقْتَصَدَ Hadîs-i Şerîfi sırriyle: İktisad eden, maîşetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez. Evet iktisad, kat'î bir sebeb-i bereket ve medâr-ı hüsn-ü maîşet olduğuna o kadar kat'î deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle: Ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki: İktisad vasıtasiyle bazen bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hatta dokuz sene -şimdi otuz sene- evvel benimle beraber Burdur'a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeğe çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: "Gerçi param pek azdır; fakat iktisadım var; kanaata alışmışım. Ben sizden daha zenginim." Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Cây-ı dikkattir ki: İki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı iktisadsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd onlardan yedi sene sonra, o az para iktisad bereketiyle bana kâfi geldi; benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan "nâsdan istiğna" mesleğimi bozmadı. (On Dokuzuncu Lem'a)
Dördüncü Kâr: İnsan zaîftir, belaları çok. Fâkirdir, ihtiyacı pek ziyâde. Âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâl'e dayanıp tevekkül etmezse ve îtimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azâb içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder. (Altıncı Söz)
[14] ACZ U FAKR, ŞEFKAT VE TEFEKKÜR YOLUDUR:
NETİCE itibarıyla diyebiliriz ki; seyr u sulûk-i ruhânî de, aşk, çile ve emsali yol erkanının yanında, takip edilecek kestirme bir yol varsa o da, acz u fakr, şefkat ve tefekkür yoludur. Aczinin şuurunda olan her hak yolcusu: “Tut beni elimden tut ki edemem sensiz.” der, bütün benliğiyle Kudreti Sonsuz’a yönelir.. fakrını her düşündükçe daha bir içten Hakk’ın servet ve gınasına teveccüh eder; teveccüh eder ve üzerindeki bütün mevhibeleri O’ndan bilir; âlemin fahr ve şatahatla tökezlediği aynı noktalarda hamd ü senalarla oturur kalkar, şükr ü şevkle soluklanır.. evet hayatını acz u fakre bağlamış mütefekkir bir hakikat eri, ne iyilikleri kendinden bilmenin fahrini yaşar, ne de fenalıkları kader ya da esbaba havale ederek fikrî ve ruhî teşevvüşe düşer. Aksine bütün mazhariyetlerini Hak’tan bilir, O’na dayanır ve O’na nisbetin hazlarını duyar; her zaman fenalıkları da nefsine bağlayarak tevbe, inâbe ve evbe atmosferinde, diğer bir ifade ile sürekli hasretin son sınırında ve vuslatın serhadlerinde dolaşır. Varlığını, Hakk’ın ziyâ-yı vücûdunun bir gölgesi saydığından, ne şahsî vücûd mülâhazalarına girer ne de şuhûd arayışı ihtiyacını duyar. “Varlığım O’ndan, hususiyetlerim O’ndan, varsa mevhibelerim O’ndan” der, her zaman ayrı bir maiyyet huzuruyla, hiç olmazsa böyle bir huzur ümidiyle yaşar ve bu yolda bulunuyor olmanın şevk u şükrüyle oturur kalkar; ama kat’iyen lâubaliliğe, şatahata ve bâlâpervâzâne iddialara girmez.
Fakir, bu alternatif yolun temel esaslarını biraz da sulandırarak, şiir şeklindeki bir manzumede şöyle ifade etmeye çalışmıştım:
Arkadaşlar, arkadaşlar,
Şevk mezhebi yoldur bize!
İmana doymuş yoldaşlar,
Dikenler hep güldür bize!
Şükür, gördük Hak yüzünü,
Bulduk özlerin özünü,
Minhâc ettik her sözünü,
Beyanı bürhandır bize.
Kuvvet O’nun biz güçlüyüz;
O’nun namıyla ünlüyüz..
Zirveler aşar yürürüz;
Zorluklar âsândır bize.
Malımız yok pek ganiyiz;
O’nun ile olduk aziz.
Tefekkürdür mesleğimiz;
Yaş-kuru irfandır bize.
Ova-oba, bütün çöller,
Her yanda zikreden diller,
Rengârenk açılmış güller,
Herbiri beyandır bize!
Şevkle hizmet şiârımız,
O’nu düşünmek kârımız,
Evvel-âhir âvâzımız:
O’nu bilip onu bulduk,
Hüzn ü yeisten kurtulduk;
Bulanıktık.. ve durulduk,
Rahmeti ummandır bize.
("Seyr u Sülûkte Bir Başka Çizgi", Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
[15] O vakit nefsim dahi: "Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır. "Elhamdülillahi alâ nur-il îman ve-l İslâm" dedi. Meşhur Hikem-i Atâiye'nin şu fıkrası:
مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ ٭ وَ مَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ
Yani: "Cenâb-ı Hakk'ı bulan, neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden, neyi kazanır?"
Yani: "Onu bulan her şeyi bulur; Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına bela bulur." ne derece âlî bir hakikat olduğunu gördüm ve طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ hadîsinin sırrını anladım, şükrettim. (Altıncı Mektup)
[16] BERK VE İFTİKAR:
Salisen; berk dalga boyuyla gelen vâridat, Rabbin mülâtafe ufkundan, yolcuya yol azığı nev’inden bir ihsandır ki, gönderene bakan yönüyle bir vesile-i iftihar ve gönderilene ait yanıyla da bir netice-i iftikardır. Hak yolcusu bu mazhariyetini sürekli قُلْ بفَضْلِ اللهِ وَبرَحْمَتِهِ فَبذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا “Onlara söyle, ancak Allah’ın lutfu ve rahmetiyle ferahlasınlar.” diyerek soluklar. Üzerinde eltaf-ı Sübhâniyeyi düşünürken, “her şey O’ndan” der ve “Elhamdülillah” çeker.. ve bu ihsanlara liyakatsızlığı açısından da
“Değildir bu bana layık bu bende
Bana bu lutfile ihsan nedendir?”
(Gedâî)
der iki büklüm olur. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun:
أَنَا سَيِّدُ وَلَدِ ادَمَ وَلاَ فَخْرَ “Ben insanoğlunun efendisiyim bunda fahr yok.” sözü bu gerçeği câmi bir kristaldir. ("Berk", Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
[17] FAKR İLAHİ GINA’YA VESİLEDİR:
İlâhî emir ve yasakları, ciddi bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki, lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu nevi zikirden kaynaklanmakta ve bu “anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Bedenî zikir daha çok, ulûhiyet kapısının tokmağına dokunmak sûretiyle, o dergâha kabul yollarını araştırarak beşerî acz ü fakrımızı ilân üslubuyla ilâhî kudret, ilâhî kuvvet ve ilâhî gınâya ihtiyacımızı bir arz hamlesidir.
Evet, zikreden ve zikrinde de ısrarda bulunan zâkir, Cenâb-ı Hak’la mukâvele yapmışçasına hıfz u himâye ve inâyet seralarına alınmış olur ki فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ “Anın Beni ki anayım sizi” ilâhî fermânı da aczin ayn-ı kuvvet, fakrın ayn-ı gınâ hâline geldiği bu sırlı keyfiyeti ifade etmektedir.
Yani siz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâd edince, O da sizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. siz duâ ve münacâtlarla hep O’nu mırıldanınca, O da icâbetle size lütuflar yağdıracak.. siz onca dünyevî işlerinize rağmen O’nunla münasebetlerinizi devam ettirince, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek sizi ihsanla şereflendirecek.. siz yalnız anlarınızı O’nun huzuruyla şereflendirince, O da yalnızlıklara itildiğiniz yerlerde size “enîs ü celîs” olacak.. siz rahat zamanlarınızda O’nu dilden düşürmeyince, O da rahatınızı kaçıran hâdiseler karşısında size sürekli rahmet esintileri gönderecek.. siz O’nun uğrunda yollara dökülüp O’nu cihana duyurunca, O da sizi dünya ve ukbâ zilletlerinden kurtaracak.. siz bütün davranışlarınızda ihlâslı olunca, O da sizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek... Böylece, zikir arzusu, zikir cehdi, zikre mazhariyet nimetiyle kıymete ulaşacak, derken Allah da bu tevfik ve hidâyet lütfunu hususî ihsanlarıyla daha bir derinleştirecektir ki, وَاشْكُرُوا لِي وَلاَ تَكْفُرُونِ “Bana sürekli şükredin ve sakın nankörlüğe düşmeyin!”] emr-i rabbânîsi de işte, zikirden şükre, şükürden zikre bu “salih dâire”yi ihtar etmektedir. ("Zikir", Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
[18] YENİ YOLDA FAKR:
Dünyayı, ukbayı, kendini ve neticede terk-i terk mesleğinin günümüzde tatbiki bir hayli zorlaşmıştır. Benliği pompalana pompalana şişirilmiş insanları, birden böyle ulvî bir zemine çekmek, onlar için muhali teklif ma’nâsına gelir. Bu sebepledir ki, dünün bu en geçerli yolu günümüzde mutlaka yenilenmelidir. Bu o yolu kabullenmeme ma’nâsına da gelmez. Sadece insanımızın o yolda gitmeye ve fiilen o yolu temsile bile tahammülü olmadığını görmek ve sezmek demektir. İşte, günümüzde teklif edilen alternatif yolu böyle bir anlayış içinde ele almak gerekir. Bu yeni yol: Acz, fakr, şefkat (şevk), şükür ve tefekkür yoludur.
Şimdi isterseniz mes’eleyi biraz daha açalım:
Acz, insanın Allah karşısındaki acizliğini idraki, kabulü ve ilan etmesidir. Kâinâttaki umumî tasarrufu, çağın ulaştığı ilim ve teknik perspektifinden seyreden insan, neticede kendisinin hiçliğini ve Cenab-ı Hakk’ın havl ve kuvvetini görür, müşahede eder. Ancak, bu bir seviyedir, böyle bir bakış seviyesini de insan kendi kendine elde edemez. Eğer günümüzde, Risale-i Nur ve benzeri eserler, kâinâtta bütün tasarrufun Allah’a âit olduğu hakikatini, böylesine açık-seçik önümüze sermiş olmasalardı, bizler hiçbir zaman acz-i mutlak şuuruna ulaşamazdık.
Evet, şayet bizim önümüze böyle bir ufuk açılmamış olsaydı, ne biz ne de başkaları “Acz-i Mutlak” hakikatini kavrayamaz, dolayısıyla da böyle bir düşünce hep havada kalırdı. Halbuki şimdi ulaşılan nokta itibariyle, mutlak acizliğimizi, hem de bütün benliğimizle duyuyor ve kabul ediyoruz.
“Fakr-ı mutlak” sermayesi olmamak demektir. İnsan kendisine bakan yönüyle bir “hiç”tir. İradesi hiçtir, benliği hiçtir; manevî sermayesi ise ona ahirette verileceklere kıyasla hiç ender hiçtir. Ama o insana, öyle bir kredi kartı verilmiştir ki, o, kendisine verilen bu kredi kartı ile en zenginlerin bile teşebbüs edemeyeceği yatırımlara teşebbüs eder ve hiç kimsenin yüklenemeyeceği vazife ve sorumlulukları yüklenir.
İşte bu şuura ulaşma, insanın fakir olduğunu idrak ve kabullenme ile olur. Risaleler, insanı bu idrake ulaştırabilecek ışıktan düsturlarla doludur.
Bazen şevk, bazen şefkat olarak anlatılan üçüncü “hatve” esas itibariyle birbiriyle içli-dışlıdır. Ancak, buradaki şevki, şen-şakrak olmak, keder, hüzün ve üzüntüyü bir tarafa atmak ma’nâsına anlamak da yanlıştır. Zira hüzün, bir peygamber tavrıdır. Onun için bazıları O’na (sav) “Hüzün Peygamberi” de demişlerdir ki, bana göre bu çok isabetli bir yaklaşımdır. Zira Efendimiz bütün ömrü boyunca kahkaha ile üç defa gülmüştür. Evet, hüzün onun mübarek çehresinin ayrılmaz bir derinliğidir. Durum böyle olunca “şevk”e yeni bir yorum ve yeni bir yaklaşım getirmek icap eder. Şevk, ümitsizliğe düşmeme, paniğe kapılmama ve falso endişesiyle yaşamama demektir. Bu ma’nâ iledir ki o, acz ve fakrın ayrı bir buudunu teşkil eder. Aksi halde şevki, acz ve fakr ile te’lif etmek imkânsızdır.
Şükür, Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetlere mukabele ma’nâsına gelir. “Her nimetin şükrü kendi cinsinden olması” esasına binaen şükür, kâinâtta carî fıtrat kanunlarına uygun hareket etmek, olur ki, selim bir akla sahip herkes, hiç yadırgamadan ve garip bulmadan böyle umumî bir caddede yürüyebilir. Bu da çağımızın anlayış ufkuna uygun bir tekliftir. Bize gelen nimetleri değerlendirmek ve bu nimetleri vereni bulmak şükrü gerektirir.
Bediüzzaman Hazretleri “tahdis-i nimet” üzerinde ısrarla durmuştur. Onun geliştirdiği sistemde, Allah’ın icraatini sezmenin gereği bütün varidleri ilan etme bir esastır.. ve bu esas bize hep şükrü hatırlatmaktadır.
Tefekkür, aklı işlettirerek çiçek çiçek marifet balı devşirmenin adıdır. Bazen insanın bir saatini, senelerce ibadete denk hale getiren tefekkür, bu geniş yolun ayrı bir derinliği ve ayrı bir buududur.
Bununla beraber düsturlarda, azami ihlas, azami takva ve hikmete ram olarak hareket etme gibi hususlara da yer verilmiş ve bu mevzuda oldukça ciddi tahşidat yapılmıştır.
İster dört hatve (adım)’de anlatılan, isterse üzerinde durulan diğer hususlar, esas itibariyle bir bütün olarak ele alındığında, bu yolun ne kadar geniş ve ihatalı olduğu gerçeği apaçık ortaya çıkacaktır. (Fasıldan Fasıla-2)
Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim, şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın Lisan-ı hâliyle vird-i zebânıdır. Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak dinle!. Şöyle ki:
Bedevî Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himeyesine girsin. Tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedârik edebilsin. Yoksa tek başıyle hadsiz düşman ve ihtiyacâtına karşı perişan olacaktır. İşte böyle bir seyahat için iki adam, sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi. Diğeri mağrur... Mütevazii, bir reisin ismini aldı. Mağrur, almadı... Alanı, her yerde selâmetle gezdi. Bir kâtıü't-tarîka rast gelse, der: "Ben, filân reisin ismiyle gezerim." Şakî defolur, ilişemez. Bir çadıra girse, o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, târif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelîl, hem rezil oldu.
İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcâtın nihayetsizdir. Mâdem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî'si ve Hâkim-i Ezelî'sinin ismini al. Tâ, bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın.
Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki: Senin nihayetsiz Aczin ve fakrın , seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîm'in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki: Askere kaydolur. Devlet namına hareket eder. Hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır… (Birinci Söz)