İçtihat, Müçtehit ve İçtihada Dair Meseleler (1)
Hz. Peygamber’in irtihali ile sahabe, başta siyasi meseleler olmak üzere yeni meselelerde Kur’ân ve Sünnet’ten hüküm çıkarmak için “Muaz hadisi”nde ifadesini bulan “re’y içtihadı” ile amel etti. Fıkıh kitaplarında genelde bu hadis9 içtihadın şer’î delili olarak zikredilir.
İçtihat, terim olarak, fakihin bütün gücünü ortaya koyarak şer’î ve zannî bir hükme ulaşma çabasının adıdır.1
İçtihat ve kıyasın meşruiyeti, ta’lil ve zann-ı galiple amelin meşruiyetidir.2 Bu cümleyi biraz açacak olursak, Şari bizden nasların illetlerini bulmamızı ve onlarla herkesi bağlamayan ama amele kapı açan bir faaliyeti meşru görüyor.
Kıyas, rey ve içtihada sahabeyi de ta’n ederek ilk karşı çıkanlar Nazzam, takipçileri ve Râfizîlerdir.3
Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizzat kıyas ve içtihadı uyguladığı ve sahabeye de öğrettiğine dair rivayetlerin, tek tek olmasa da mânen mütevatir seviyesine ulaştığı ifade edilmektedir.4
Bu konudaki tartışmalardan sarf-ı nazarla cumhurun kanaati Hz. Peygamber’in ferdi olarak içtihat ettiğinin aklen caiz, fiilen de vâki olduğu şeklindedir.5 Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) içtihat edip etmediği meselesinde cumhurun görüşü, ef’âl-i mükellefin arasında olmayan yargılama, devlet yönetimi ve orduları sevki gibi konular dışında Hz. Peygamber’in içtihat ettiği şeklindedir. Bilfiil içtihatta bulunmasının yanında “beyan” görevi de bulunan Allah Resûlü daha sonra gelecek müçtehitler için de bir örnek konumundadır. İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından savunulan bu görüş güçlü delillere sahiptir.6 Hz. Peygamber’in hata üzerinde bırakılmayacağından içtihatlarında isabet ettiği kesindir; dolayısıyla içtihatları vahiy gibi bağlayıcıdır. Ayrıca O’nun sözleri vahyin kontrolü altında olduğundan7 en geniş manasıyla hayatın her safhasını içine almakla birlikte “din kolaylıktır” prensibinden hareketle ef’âl-i mükellefin açısından bağlayıcılık şer’î hükümlerle sınırlıdır. Hanefilerin de içinde bulunduğu usulcülerin çoğunluğuna göre sahabilerin içtihadı Resûl-i Ekrem’in açıkça iznine bağlıdır.8
Hz. Peygamber’in irtihali ile sahabe, başta siyasi meseleler olmak üzere yeni meselelerde Kur’ân ve Sünnet’ten hüküm çıkarmak için “Muaz hadisi”nde ifadesini bulan “re’y içtihadı” ile amel etti. Fıkıh kitaplarında genelde bu hadis9 içtihadın şer’î delili olarak zikredilir.10
İrtihal-i Nebi ile sahabe vahiyden mahrum kaldığında, içtihatta isabet garantisinin olmadığını bilmekle birlikte içtihat edip isabet edene iki, hata edene bir sevap verileceğini11 ve ümmetin yanlışlık üzerine birleşmeyeceğini12 ifade eden hadislerden hareketle yanılmazlığın vahiyden ümmete intikal ettiğini anlamışlardı. Âlimlerin peygamberlerin vârisleri olduğu hadisi13 de bunlara ilave edilince yeni meselelerde teşri fonksiyonunun yol haritası ortaya çıkmış oluyordu.14
Dört mezhep imamı ve devrin ulemâsı sahabenin içtihat ettiğinde ittifak hâlindedirler. Cessâs sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn neslinde yeni meseleler karşısında içtihat ve kıyasın caizliği konusunda ihtilafın olmadığını, daha sonra gelen fıkhı ve fıkıh usulünü bilmeyen cahil bir grubun bunları inkâr ettiğini ve içtihat ve kıyası ilk inkâr edenin de Nazzam olduğunu söyler.15 Şia’nın içtihat ve kıyası kabul etmeyişi tamamen tepkisel bir tavrın ürünüdür.16
Apaydın’ın İslâm’da içtihadın tabiatı veya felsefesi diyebileceğimiz yorumlarını önemine binaen aynen alıyoruz.
“İçtihat faaliyetinin ilâhî iradenin keşfi çabası olarak değerlendirilmesi ve bu çabanın din kapsamında görülmesi içtihat faaliyeti sonucunda ulaşılan hükümlerin meşruiyetini, onlara itibar ve itaat etmenin gerekliliğini anlatma amacına yönelik olmalıdır. Bununla birlikte içtihatla ulaşılan sonuçlar dogmatik bir içeriğe sahip bulunmayıp eleştiriye, kabul veya redde açıktır. İçtihadın Tanrı’nın iradesini keşfetmek çabası olduğu halde dogmatik olmaması, anlama ve yorumlama yetkisinin Hıristiyanlık’taki gibi muayyen kişi veya kurumlara değil ümmet arasından ehliyetli kişilere bırakılmış olmasıyla izah edilebilir. Öte yandan içtihat faaliyetinin ilâhî iradeyi keşfetme çabası olarak değerlendirilmesi, kimseye kendi görüşünü “Allah’ın hükmü budur” diyerek öne sürme hakkını vermez. İçtihatlar tek tek bağlayıcı olmamakla birlikte müçtehit olmayan kişiler açısından bu içtihatlardan birinin -kimseyi bu görüşle ilzam etmeksizin ve bunun hak, ötekilerin bâtıl olduğunu söylemeksizin- alınması ve ona göre amel edilmesi teorik olmaktan çok pratik bir zorunluluktan kaynaklanır. Aynı şekilde farklı içtihatlardan birinin kamu otoritesinin iradesiyle kanunlaştırılması durumunda o içtihat bağlayıcı hâle gelmiş olur.”17
Teorik bir faaliyet olan içtihadın amele dönüşmesi iftâ ve kazâ ile gerçekleşmektedir. Tâbiin dönemine kadar hâkimlerin müçtehit olması hukukta istikrar ve birliği sağlamıştır. Daha sonra bu istikrar mezhep birliği ile sağlanmaya çalışılmıştır.18
İçtihat, lafzın zâhirî mânâsının anlaşılması çabasından başlayıp lafzın mânâ ve gayesinin anlaşılması ve nassın ruhundan yollar bularak yeni meselelere ulaşma çabasına kadar uzanan bir faaliyettir. Lafzî içtihat, âmmın tahsisi, mutlakın takyidi, müşkilin tevili gibi lafzın ef’âl-i mükellefîn açısından anlaşılma çabasını ifade eder. Mefhum içtihadı, hükmün konuluş illetini bulma çabasıdır ki tahkikü’l-menattır. Mefhum içtihadı illet etrafında dönerse buna kıyâsî içtihat, hikmet etrafında dönerse istihsan ve istıslâh içtihadı denir. Kıyasın maksada ulaştıramadığı bu durumda “küllî mânâ” dikkate alınarak hükme ulaşılmaya çalışılır. Üçüncü içtihat çeşidi, mehr-i misil, nafaka, telef edilen şeylerin fiyatlarının tespiti gibi hususlarda yapılan içtihatlar olup “illetsiz olarak galip zan elde etme çabası”nı ifade eden tahkiku’l-menâttır. Usulcülerin çoğunluğuna göre içtihat, kıyası da içine alan en kapsamlı hüküm çıkarma ameliyesidir.19
Müçtehit
İçtihadın şartı, -klasik veciz ifadesiyle- “ehlinden sâdır ve mahalline müsadif olması” şeklinde ikidir. Ehliyet şartları da ikidir ki biri ahkâma taalluk eden bütün şer’î delilleri bilmek, diğeri de o delillerin ruhuna nüfuz edecek zekâ ve fıkıh mantığına ve usûl bilgisine sahip olmaktır. Görüldüğü üzere birinci şart kazanılarak elde edebilecekken, ikinci şart fıtrîdir.20
Birinci şartta bilinmesi gerekli olduğu söylenen şer’î delillerle kastedilen, Kur’ân, Sünnet, icma edilen meseleler ve kıyas çeşitlerini bilmektir. Bunları açacak olursak, herhangi bir fer’î mesele hakkında usulüne uygun içtihat ortaya koyabilmek için ahkâm âyetlerinin lügat ve şeriat mânâlarını ve bunlara ait ilimleri ve bunların hâs, âm, mücmel, müfesser, nâsih, mensuh gibi kısımlarını iyice bilmek gerekir. Yine ahkâma müteallik hadis-i şeriflerin metin ve senet bilgilerine tam vukufiyet lâzımdır. İcmaa muhalif bir içtihadın ortaya çıkmaması için müçtehidin ihtilaf ve icma edilen hususları da bilmesi gerekir. Yine müçtehidin, içtihadın ruhu olan kıyası, şartları, çeşitleri ve bütün yönleriyle bilmesi gerekir ki yanlış kıyas yapmasın. Gazzâlî şer’î müçtehidin kıyasa ilave olarak mantıkî kıyası da bilmesi gerektiğini söyler. Bu şartlar, şeriatın tamamında içtihat eden dört mezhep imamının haiz bulunduğu şartlardır. Şeriatın tamamında değil de sadece bazı meselelerde içtihat edenler ise taklit ettikleri müçtehid-i mutlakın usulüne ve delillerine vâkıf olmaları şartıyla müçtehid-i mukayyed unvanıyla içtihatta bulunurlar.21 Müçtehidin bilmesi gereken bir diğer husus da âyet ve hadislerin nâsih ve mensuhudur. Hükmü kaldırılmış bir hadis sahih de olsa içtihada mahal değildir. Hadisin senedi hakkında bilgiye sahip olmak ise hadisler taaruz edince sahihini zayıfından ayırmak hususunda gerekli olmaktadır.22 Şer’î hükümlerin iki temel kaynağının dili olması itibarıyla müçtehidin Arapça’yı da iyi bilmesi gerekmektedir.23
İçtihatta aranan ikinci ehliyet şartı da müçtehidin fıkıh melekesine ve bir müçtehit ilmi olan usûl-ı fıkıh bilgisine sahip olmasıdır. Bu madde birinci maddede ifade edilen bilginin kullanımını ifade eder. Müçtehit olabilmek için her şer’î hükmü delillerinden istinbat edebilecek bir fıkıh melekesine sahip olmak gerekir.
Şâtıbî müçtehitte aranan şartları biraz daha ağırlaştırarak gerçek bir müçtehidin öncelikle şer’î nasların illet ve sebeplerini ve bu illet ve sebeplerin de bağlı bulundukları hikmet-i teşri ve makasıd-ı Şarii tam anlamıyla kavramış olmasını ve hüküm istinbat edebilecek yeterliliğe sahip olması gerektiğini söyler.24
Karadâvî’ye göre usûlcülerin ittifakla kabul ettikleri bir diğer şart da müçtehidin adalet ve takva sahibi olmasıdır. Müçtehidin Allah’tan korkan, hakikatin peşinde, hakperest, dinini dünyaya satmayan, şöhret belâsından emin bir insan olması gerekir ki konuşurken enaniyet, şöhret veya dünyevi çıkarlar hesabına değil de şeriat namına konuşabilsin.25
Hz. Peygamber’in siyerini bilmek, genel kuralların (külli kaideler) bilgisine sahip olmak, içinde yaşadığı toplumun örf ve âdetlerini bilmek, adalet (dinen ithama yol açacak davranışlardan uzak olmak), kendisini fetvaya ehil görmek ve toplum tarafından ehil görülmek gibi şartlar fetva için istenen şartlar olsa da bunlar müçtehit için kemal vasıflardandır.26 Müçtehidin Müslüman olması da şartlar arasındadır.27
Karadâvî müçtehidin yaşadığı dönemi, psikolojisi, sosyolojisi, iktisadi, siyasi ve kültürel bütün yönleriyle bilmesi gerektiğini söylemesi de ciddi önemi haizdir.28 Karadâvî usûlcülerin bu şartı daha önce zikretmediklerini söylese de kanaatimizce müçtehidin örfü bilmesi gerekir diyenler buna işaret etmiş sayılabilir. Ayrıca Ahmed b. Hanbel de müftünün beşinci vasfının, yaşadığı toplumun insanlarını tanımak olduğunu ifade eder.29
Karadâvî müçtehitte aradığı vasıfların çerçevesini sosyal bilimlerden pozitif bilimlere kadar genişletir. Ona göre dünyanın geldiği noktada müçtehidin en azından ansiklopedik olarak fen bilimlerinden haberdar olması gerekir. Bu ihtiyaçtan dolayıdır ki Ezher’in ders programına pozitif bilimler konmuştur.30 Yukarıda içtihat için gerekli şartların tamamı mutlak müçtehit içindir. Mukayyet müçtehit için aranan şartlar içtihat alanı ve bağlı bulunduğu mezhebin usulünü bilmekle sınırlıdır.
Bâsim el-Hânî, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinden günümüze kadar şartların değişmesine bağlı olarak müçtehidin vasıflarında da bugün değişmeler söz konusu olduğunu, Hz. Peygamber döneminde müçtehidin Arapça’yı ve nasları bilmesi yeterli iken, daha sonra müçtehit için, genişleyen İslâm dünyasındaki farklı örfleri bilmek gerekli olmuş, 5. asırda ise müçtehidin kıyasta başarılı olabilmesi için mantık ilmini bilmesi zaruri hâle gelmiştir. Daha sonraki dönemlerde makasıd-ı şeriayı bilmenin, zamanının kültürüne vâkıf olmanın, fıkhî meselelere muttali olmanın müçtehit için daha bir gerekli olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla müçtehidin evsafı, bulunan coğrafya, kültür ve döneme göre sürekli değişkenlik gösterir.31
Bu yoruma katılmakla birlikte şunları da ilave edebiliriz: Günümüzde birbiriyle iç içe geçen ve âdeta domino taşı gibi birbirini tetikleyen sosyal, psikolojik, siyasi ve bilimsel bir hayli karmaşık yeni meselelerde içtihat edecek müçtehidin gerekli bilimsel alt yapıya sahip olmadan içtihat etmesi düşünülemez. Bugün hayli komplike olan bütün ilimleri bir kişinin bilmesi mümkün gözükmediğinden bu ihtiyacı ancak hem içtihat ehliyetini haiz hem de devrin ilimlerini bilen heyetlerin karşılaması gerektiği kaçınılmazdır.
Bâsim el-Hânî günümüzde ihtiyaç duyduğumuz müçtehit aklının müesseseler tarafından oluşturulmasını teklif etmiştir. Dört yıllık İlâhiyat fakültesinden mezun bir şahsın kendisini müçtehit görmesinin bir musibet olduğunu söyleyen el-Hânî, “Ben müçtehidim” diyen insanın içtihadına itimat edilemeyeceğini ve bugün toplumda herkesin kendi kafasına göre fetva vermesinin bir kaos olduğunu ifade etmiştir. Çözüm ise yüksek lisans ve doktora programlarından farklı müçtehit yetiştirme programlarının geliştirilmesidir. Bu programa zekâ, psikoloji ve ilmî yeterlilik testlerinden geçirilerek dâhil olacak şahıslar geleceğin müçtehitleri olacaklardır. Şüphesiz bunları müçtehidin özgür içtihat edebilmesi için sivil kurumlar ve organizasyonlar gerçekleştirmelidir.32
İçtihat ehliyetiyle alâkalı bir diğer husus da fıkhın bütün konularında içtihat yapılıp diğerlerinde taklidin caiz olup olmamasının tartışıldığı içtihadın bölünmesi (tecezzüü’l-ictihad) meselesidir. Usulcülerin çoğunluğu müçtehidin sadece içtihat edilecek konuyu bilmesini yeterli görürken Hanefilerde ağırlıklı görüşe göre içtihat bölünemez ve şer’î meselede içtihat edebilmek için fıkhın bütün konularını bilmek gerekir. Şeriat bir bütündür. Cüz’î bir mesele hakkında galebe-i zanna ulaşmanın yolu da bütünü bilmekten geçer.33
Bu farklı görüşlerin satır aralarından, dinin bütününü bilmeden bir meselede konuşmanın eksikliği endişesi ile İslâmî ilimlerdeki gevşeklik dönemlerinde mukayyet müçtehitlerle ihtiyacı karşılama kaygısını okumak mümkündür.
İçtihada Dair Meseleler
Hanbelîler hiçbir asrın müçtehitsiz kalmasının caiz olmayacağı görüşündedirler. Cumhur ise bunu caiz görürler ki onların delilleri daha güçlüdür.
İslam fıkıh tarihine dikkatle bakılacak olursa, içtihat etme hususunda gösterilen temkin örnekleriyle dolu olduğu görülecektir. Başta “Bilmediğin bir şeyin arkasına düşme”34 âyeti ve “Sizin ateşe atılmaya en cüretkârınız fetva vermeye en cüretli bulunanınızdır”35 gibi hadisler olmak üzere pek çok nassın yanında İmam Şa’bî gibi Arapça’ya vâkıf, hadiste ve devrinin edebiyatında zirve insanların hüküm istinbatına cüret etmeyip onu fukahaya bırakmaları, ulemayı içtihatta temkinli olmaya iten faktörlerdendir. Meselenin bir de fetva sorana bakan yönü vardır ki o da sorudan maksadın bilgi edinmek ve gereğince amel etmek olması gerektiğidir. Aksi halde bu manevi mesuliyeti gerektirir.36
Ashabın içtihatta izlediği usul, öncelikle Kur’ân ve Sünnet nassının sarahat veya delâletinden hareketle hükme ulaşmaya çalışma, bu mümkün değilse reye ve kıyasa teşebbüs etmeleri şeklinde olmuştur. Daha sonra gelen fukaha ise içtihat ederken bu iki temel kaynakla birlikte icma edilen meseleleri de bilmesi ve dikkate alması gerekmektedir.37
İçtihat karşısında insanlar ya hiçbir içtihat ehliyetine sahip olmayan avamdırlar ki bunların bir müçtehidi taklit etmekten başka çareleri yoktur veya içtihat ehliyetini haizdirler ki bu durumda da ya fıkhın her konusunda içtihada ehliyeti olmayıp sadece bazı hususlarda içtihat edebilirler veya mutlak müçtehittirler. Her meselede içtihada muktedir olmayanlar usulde mezhep imamlarına ittiba ederek içtihat ederler, yeni bir usul vazedemezler. Mutlak müçtehitler ise -mesele müzakere etmek istisna- kendi içtihatları ile amel etmeleri gerekir.
İçtihadın hükmü ise iki açıdan değerlendirilmektedir. Biri, içtihat etmenin dini hükmü ki bu farz-ı kifayedir.38 Diğeri içtihadın neticesi açısından hükmü ki o da galebe-i zandır. Farz-ı kifaye hükmünü Hanefiler müçtehidin mevcudiyeti kaydına bağlarlar. Ehliyetsizlere uygulanan yasaklamalar bir tarafa, şartlarını taşıyan kişinin içtihadı kabul görür. İçtihat iki durumda farz-ı ayn olur. Biri müçtehidin kendi hakkında, diğeri de sual edildiğinde tek müçtehit olduğu durumlardadır.39 Bir müçtehit grubuna istiftâ olduğunda kifâî olarak hepsine vücub terettüp eder. Biri içtihat edince diğerlerinden mesuliyet düşer. Henüz gerçekleşmemiş bir mesele hakkında içtihat da müstahaptır. Olmamış mesele hakkında içtihadı hoş görmeyenlere göre de bu durumda içtihat etmek mekruhtur. İçtihat ehliyetini taşımayan insanların içtihadı ile içtihat alanı dışında içtihat yapmak haramdır. (Klasik ifadesiyle ehlinden sâdır olmayan ve mahalline müsadif olmayan içtihat haramdır.) Müçtehidin müçtehidi taklidi de caiz görülmemiştir.
İçtihadın neticesi açısından hükmünün galebe-i zan oluşuna gelince, hiçbir müçtehit kendisinin kesinlikle hakka isabet ettiğini iddia edemez. Belki galip zannına göre isabet ettiğine kâni bulunur.40 Kat’î nas ile sabit, dolayısıyla inanılması zaruri olan hususlarda (usulü’d-dinde) içtihat cereyan etmez.41 “(Kat’î olan) Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur” şeklinde kaideleşen bu husus, hem sübutu hem de delâleti kat’î nasta içtihadın olamayacağını bildirir. Bu kat’iyat içerisine temel inanç esasları, akli burhanlar ve sübutu ve delâleti kat’i naslar girdiği gibi icma, haber-i vahid ve kıyasın hüccet oluşu gibi kat’i delillerle sabit olduğundan usul kaideleri de girer. Yine nas ve icma ile sabit olduğundan fer’i hükümler de kat’idirler ve asırlardır fıkıh kitaplarında mütevatiren nakledile geldiğinden müçtehit burada da içtihat edemez. Zaten içtihat Şari tarafından ihtiyaca binaen tecviz edilmiştir.42
Kat’î nassın olduğu yerde içtihat eden yerine göre kâfir, bidatçı veya günahkâr olmuş olur. Kat’i nasla namaz, oruç, zekât, hac gibi farz olduğu kesin ve icma bulunan hükümler dışında hakkında nas bulunmayan hususlarda ehliyeti olmak şartıyla kim içtihat ederse etsin günaha girmiş olmaz. Ashab-ı kiram da Hâricîleri ve zekât vermekten imtina edenleri şiddetle kınamış, füru meselelerdeki ihtilafa ise karşı çıkmamışlardır.43
Ömer Nasuhi Bilmen’in aşağıdaki ifadeleri tarih boyunca ulemanın içtihat ve müçtehit hakkında gösterdikleri hassasiyetlerinin özeti gibidir:
“İçtihat için pek büyük bir kabiliyet, pek geniş malumat lâzımdır. Bundan başka da pek büyük bir diyanet, pek azim bir seciye-i ahlâkiye iktiza eder. Hafızalarını bütün âyât-ı celile ile, yüz binlerce ahadis-i şerife ile tezyin etmiş, birçok dini ilimlere teferrüd eylemiş olan bir nice yüksek zatlar bile içtihada cesaret edememiş, kendilerinde içtihada salâhiyet bulunduğunu iddiada bulunmamışlardır. Çünkü bu salâhiyeti lâyıkı vechile haiz olmayanların içtihada kıyamı teşehhiyattan ibaret olarak haklarında pek büyük manevi mesuliyeti davet eder. Binaenaleyh bu salâhiyeti haiz olmayanlar için İslâm âlemince kabul edilmiş olan bir müçtehid-i muazzama taklidde bulunmaktan başka yol yoktur. Ve illâ dinin kudsi ahkâmını muhafaza ve idame kabil olamaz.”44
İçtihatla ilgili önemli konulardan biri de temelinde Allah katında içtihat öncesinde belirlenmiş bir hüküm olup olmadığı sorusuna dayanan içtihatta isabet ve hata meselesidir. Musavvibe ve muhattie şeklinde isimlendirilen taraflardan musavvibe, içtihâdî konularda Allah katında muayyen bir doğrunun olmadığı, dolayısıyla doğrunun müçtehidin zannından ibaret olduğu ve bütün müçtehitlerin isabet ettiği görüşüne kâildir. Muhattieye göre ise içtihâdî konularda Allah katında muayyen bir doğru vardır ve müçtehit elinden geleni yapıp bu doğruyu bulmaya çalışmalıdır ve müçtehitler arasında doğruyu bulan sadece birisidir, diğerleri hatalıdır.45
Haklarında birbirine zıt rivayetler olmakla birlikte dört mezhep imamı ve tâbilerinin içinde bulunduğu cumhur ulemaya göre içtihadın hata ile nitelenebileceği ve doğru tek olup diğer müçtehitlere hata nispet edilebileceği şeklindedir. Musavvibe ise Basra Mutezilesinden Allaf, Ebû Ali el-Cübbâî, Ebû Hâşim el-Cübbâî ile başlayıp Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Bâkillânî, Kâdı Abdülcebbâr ve Gazzâlî ile temsil edilir. Hanefîlerden Cessâs, Mâlikîlerden İbnü’l-Arabî ve Kurtubî’nin de musavvibeden olduğu biliniyor.46
Cessâs, muhattienin böyle düşünmekle günaha girdiği görüşündedir. Bediüzzaman Said Nursi de tahtieci bir anlayışın İslâm kardeşliğini zedelediğini ifade eder. O şöyle der:
Zira Musavvibe’nin muhalifi olan Tahtiecilerden biri der ki: "Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezhep hatadır, savaba ihtimali var." Halbuki cumhur-u avam, mezhepte imtizaç etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden vâzıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen Tahtie'yi filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence Tahtieci, hubb-u nefisten neş'et eden "inhisar zihniyeti" illetiyle ma'luldür. Ve Kur'an’ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür. Hem Tahtiecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm’da lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûp, tahabüp ve teavüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.47
Mezhep taassubuna girmemek için musavvibe görüşünü öne çıkarmanın lüzumu ortadadır. Burada eşbehci görüşü de zikretmeliyiz. Buna göre ehliyeti haiz her müçtehit içtihadında hakka isabet etmiştir, ancak doğrular arasında daha doğru ve Allah indindekine daha yakın bir doğru da söz konusudur ve müçtehit bütün himmetini bunu bulmaya teksif etmelidir. Nursi’nin sahabe arasındaki içtihat farklılıklarını izah ettiği yerde Hz. Ali’yi isabetli bulması bizce onun musavvibe içinde eşbehçi görüşe yakın olduğunu gösterir.48
Dipnotlar
1 Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü’l-esrar an Usûl-i Fahri’l-İslam el-Bezdevî, IV, 20; es-Sem’ânî, Kavâtiu’l-edille fi’l-usûl, II, 302; Vehbe Zuhayli, Usûlü’l-fıkhi’l-İslâmî, I-II, Dâru’l-fikr, Dimaşk 1406/1986, II, 1037; Nâdiye Şerif el-Amrî, el-İctihad fi’l-İslâm, Müessesetü’r-Risale, Beyrut 1406/1986, s. 18-28; s. 201; Yunus Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 432, İstanbul 2000.
2 Mehmed Seyyid, Medhal, s. 443, 491; Bilal Esen, Hanefî Usûlcülerinde İctihad Teorisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2012, s. 114.
3 Esen, Hanefî Usûlcülerinde İctihad Teorisi, s.172-176.
4 Esen, Hanefî Usûlcülerinde İctihad Teorisi, s. 184. İlgili eserlerde Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sünnetinden hareketle içtihadın meşruiyetine pek çok delil zikredilir. Ezcümle: “Şüphesiz ben hakkında vahiy gelmeyen meselelerde kendi reyimle hüküm veriyorum” (Ebû Davud, akdiye 7), Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderme hususunda ashabıyla istişare eden Hz. Peygamber’e Hz. Ebû Bekir’in “Eğer bizimle istişare etmeseydiniz biz bu konuda hiçbir şey konuşmaz idik” demeleri üzerine Hz. Peygamber’in “Vahiy gelmeyen hususlarda ben de sizin gibiyim” buyurmaları.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, XX, 67). Konunun tafsilatı için bkz.: Şimşek, Hz. Peygamber’in İctihad ve Tasarrufları, s. 157-165.
5 Nâdiye Şerif el-Amrî, İctihadu’r-Resûl, Müessesetü’r-Risale, Beyrut 2004, s. 46-48.
6 Şimşek, Hz. Peygamber’in İctihad ve Tasarrufları, s. 372.
7 Necm Sûresi, 53/3-4.
8 Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 433; Adnan Memduhoğlu, Sahabenin İctihad Anlayışı, Doktora Tezi, Konya 2008, s. 71-78.
9 Ebû Davud, akdiye 11: Tirmizi, ahkâm 3.
10 Cessas, Ahmed b. Ali Ebû Bekir er-Râzî, el-Fusûl fi’l-usûl, I-IV, Vezâratü’l-Evkâfi’l-Kuveytiyye, Kuveyt 1414/1994, IV, 44.
11 Buhârî, i’tisam 13, 21: Müslim, akdiye 15.
12 İbn Mâce, fiten 8.
13 Ebû Davud, ilim 1.
14 Abdülvehhab Hallaf, İlmu usûli’l-fıkh ve hulâsati tarihi’t-teşrî’, Matbaatü’l-Medenî, Mısır trs; s. 230-242; s. 189-191, 231-236; Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 433.
15 Cessâs, el-Fusûl fi’l-usûl, IV, 23.
16 Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 434.
17 Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 435. Ayrıca bkz.: Esen, Hanefî Usûlcülerinde İctihad Teorisi, s.172-176.
18 Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 436.
19 Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 436-437; Nâdiye Şerif, el-İctihad fi’l-İslâm, s. 18-33.
20 Mehmed Seyyid, Medhal, s. 147-148.
21 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 242-243.
22 Mehmed Seyyid, Medhal, s. 150.
23 Karadâvî, el-İctihad, s. 38-42.
24 Ebû İshak eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât fî usûli’ş-şeria, I-IV, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut trs, IV, 76. Abdullah Dıraz bu şartı daha önce hiçbir usûl kitabında görmediğini söyler.
25 Yusuf el-Karadâvî, el-İctihad fi’ş-şeriati’l-İslâmiyye maa nazarâtin tahlîliyye fi’l-ictihadi’l-muasır, Dâru’l-Kalem, Kahire 2011, s. 63-65.
26 Abdülaziz el-Buhârî, Keşfü’l-esrar an Usûl-i Fahrilislam el-Bezdevî, IV, 20-24; Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 438-439; Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 242; Mehmed Seyyid, Medhal, s. 151-155.
27 Esen, Hanefî Usûlcülerinde İctihad Teorisi, s. 114.
28 Karadâvî, el-İctihad, s. 60-62.
29 İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lâmu’l-muvakkiîn, IV, 199.
30 Karadâvî, el-İctihad, s. 61-62.
31 Bkz.: Prof. Dr. Bâsim el-Hânî, İçtihat ve Kıyas Sempozyumu (10-11 Mayıs 2014), İstanbul. http://www.yeniumit.com.tr/tanitim/ictihad/78 (32-50. dakika arası)
32 A.g.y.
33 Esen, Hanefî Usûlcülerinde İctihad Teorisi, s. 122-129; Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 439.
34 İsrâ, 17/36.
35 Dârimî, mukaddime 20. (Fetva ve içtihat hususunda gösterilmesi gereken temkinle alâkalı Dârimî mukaddimenin 20. Babında pek çok hadis ve eser nakletmektedir.)
36 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 249-253.
37 Mehmed Seyyid, Medhal, s. 205-211.
38 Süyûtî, Abdurrahman b. Ebî Bekir b. Muhammed Ebu’l-Fadl, Tefsîru’l-ictihad, (Tahkik: Dr. Fuad Abdülmün’im Ahmed), Dâru’d-Dav’e, İskenderiye 1403, s. 33. Tevbe sûresi 122 ve Nisâ sûresi 83. âyetleri içtihadın farz-ı kifaye olduğuna delâlet ederler.
39 Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 440.
40 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 243.
41 Mehmed Seyyid, Medhal, s. 148.
42 Mehmed Seyyid, Medhal, s. 155-159.
43 Mehmed Seyyid, Medhal, s. 165; Apaydın, “İctihad”, DİA, XXI, 440.
44 Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, I, 245.
45 M. Rahmi Telkenaroğlu, İçtihadda İsabet ve Hata Meselesi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2010, s. 261.
46 Telkenaroğlu, İçtihadda İsabet ve Hata Meselesi, s. 262.
47 Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Risale-i Nur Külliyatı-II, Nesil Yayınları, İstanbul 1996, s. 2047.
48 Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Şahdamar Yayınları, İstanbul, 2013, s. 54.