Sûfîlerin Kur’an’dan Alarak Oluşturdukları Literatüre İki Örnek: İ’TİSÂM ve FİRÂR -2
Allah’a ve Allah’ın ipine yönelme ile başlayan süreç, önce i’tisâm denilen kulvarda devam etmektedir. Burada, irade ve sabırla doğru orantılı olarak bir gelişmeye mazhariyet bahis konusu olmaktadır. Sonrasında bu kulvar farklı bir görünüm kazanarak firâra dönüşür.
Makalenin önceki bölümünü buradan okuyabilirsiniz.
3. Firâr
“Kaçma ve uzaklaşma” manalarına gelen firâr da i’tisâm gibi sûfî düşüncede kendine yer bulmuş kavramlardandır. Sülûk mertebelerinin yedincisini teşkil eden firâr, “fânî olandan Ezelî olana kaçmaktır.” Bu cümle “olmayandan, yok olmayana kaçış” şeklinde de ifade edilmiştir ki burada “Olmayan”, bütün varlık; “yok olmayan” da Allah’tır.” Bunun manası vücûdu kendinden olmayan, fenâya mahkum olan şeyden, vücûdu daimî ve bâkî olan Hakk’a firâr etmektir.
Firâr, sûfînin mezmum ve kötü bir halden, övülen ve iyi bir hale süratle intikal etmesi, Allah’a taatte bulunmaktan alıkoyan ne varsa hepsinden kaçmasıdır. Bu kaçış, hevânın istilası, dünyaya meyil ve amelleri ifsat eden nefsânî garazlar gibi masiyete sevkedici her şeyden bir kaçış olduğu gibi seyr-i sülûkteki azme fütûr verecek her şeyden de bir uzaklaşmadır.
Ebu’l-Kasım Kuşeyrî’nin şu sözleri insanın psikolojik durumunu da göstermesi bakımından dikkat çekicidir:
“İnsan şu iki halden birisi üzeredir; o ya bir şeye rağbet edip yönelme veya bir şeyden çekinme, ya ümit veya korku, ya da bir faydayı celb veya bir zararı ortadan kaldırma halindedir. Onun bu her iki halette de firârının Allah’a olması gerekir. Zira faydayı veren de zararı gideren de O’dur. Kimin Allah’a firârı (firâr ilallah) sağlam olursa, onun Allah ile olan firârı (firâr maallah) da sağlam ve sıhhatli olur. Kula düşen, onun cehaletten ilme, hevadan takvaya, şekten yakîne ve şeytandan Allah’a firâr etmesidir. Firâr kulun, başını ağrıtacak fiillerinden Allah’ın razı olacağı fiillere, Allah’ın gadabını celbedecek vasıflarından O’nun merhametini celbe vesile olacak vasıflara ve “Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor.” ile ifade ettiği kendi Zatından “Allah’a firâr ediniz. Zira ben O’nun tarafından, sizi uyarmak için gönderilen âşikâr bir elçiyim. şeklinde ifade buyurduğu Zatına kaçmasıdır.”
Fethullah Gülen de firârın, “halktan Hakk’a seyerân etmenin, gölgeden asla ilticâda bulunmanın, damlayı bırakıp deryaya yönelmenin, zerreden vazgeçip güneşe teveccühün ve benlikten sıyrılıp vücudu Hak şuaları içinde eritmenin unvanı” olduğunu söyleyerek onu, kalbi ve ruhani seyirle irtibatlı ele almıştır.
4. Kur’an’da Firâr Kavramı ve Yorumları
Kur’an’da farklı versiyonlarıyla 9 yerde geçen firâr kelimesi genel olarak sözlük manasında kullanılmıştır. Bu 9 ayetin birisinde firâr kelimesi “Allah’a kaçışı” anlatırken bir diğerinde ise “imandan kaçışı” ifade etmektedir. Söz konusu ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
“Allah’a firâr ediniz. Zira ben O’nun tarafından, sizi uyarmak için gönderilen âşikâr bir elçiyim.”
“(Nuh) Rabbim! dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim; fakat benim çağırmam onların firârından başka bir şey artırmadı.”
Nuh sûresindeki ayette dinden imandan bir kaçış/firâr anlatılıyor olsa da, Sûfî düşünceye ilham kaynağı “Allah’a firâr ediniz.” ayeti olmuştur. Böyle bir yaklaşımda, sûfîlerin konuya pozitif yönden yaklaştıklarına dair bir algının var olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir.
Allah’a firâr etme, rivayet tefsirinin ilklerinden olan Ebu Cafer Muhammed İbn Cerîr Taberî’nin (ö.310/923) tefsirinde, Allah’ın ikap ve cezalandırmasından, iman, emrine itaat ve taat üzere amel ile O’nun rahmetine kaçma olarak yorumlanmıştır.
Ebu Abdurrahman Sülemî (ö.412/1023) ise bazı sûfîlerin konu hakkındaki dediklerini aktararak ayeti yorumlamıştır. Buna göre örneğin Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye (ö.283/896) göre firâr, “Allah’tan başka her şeyden O’nun gazabından rıdvanına, azabından rahmetine, masiyetten Allah’a itaate ve cehaletten ilme kaçmaktır.” Muhammed İbn Hamid’e göre firârın hakikati Hazreti Peygamber’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) rivayet edilen “Sırtımı Sana dayadım.” (elce’tü zahrî ileyke) ve Hazreti Âişe’nin rivayet ettiği “Senden Sana sığınırım.” (eûzü bike minke) hadislerinde anlatılan manadır. Sülemî ayrıca bazı alimlere, “Seyahat edin, sıhhat bulun.” hadisinin manası sorulunca onların, Allah’a yapılması gereken bir yolculuğa vurgu yaptıklarını ve bu bağlamda, “Bize seyahat edin, ilk adımda Bizi bulursunuz.” deyip “Allah’a firâr ediniz.” ayetini okuduklarını aktarmıştır. Yine bazılarıa göre firâr, insanın kendi duygu ve davranışlarından sıyrılıp, kendi kazanımlarını kendinden görmemesi, bilmemesidir.
Bu son yaklaşım diğerlerinden ayrı gözükmektedir. İnsanın kendinde herhangi bir meziyet, bir yetenek görmeyip, her şeyi Allah’tan bilmesi “acz” ve “fakr” gibi terimlerle tasavvufî anlayışta zaten kendine bir yer bulmakla birlikte, burada firârın da bir yönden bu hususları çağrıştırması dikkat çekicidir.
Cârullah Zemahşerî (ö.538/1143), “Allah’a isyandan ve O’nun ikabından O’na taate ve O’nun sevabına kaçın. O’nu birleyin, şirke düşmeyin.” diyerek amelin yanına itikatı da eklemiştir. Buna göre Allah’a firâr etmek, hem amel ve hem de inanç yönüyle O’nun istediği çizgiye gelmeye çalışmaktır.
Fahreddin Râzî (ö.604/1209), firârı önce “helaktan kaçış” olarak yorumlamıştır. Ona göre Allah’ın helaki çok hızlı bir şekilde cereyan edeceği için O’na rücû edip yönelmede herhangi bir gecikmeye meydan vermemek şarttır. İmam Râzî ayrıca ayetin “kime” firâr edileceğinden bahsetmekle birlikte “kimden” firâr edileceğini söylememesi üzerinde durmaktadır. Kendisinden firâr edilecek şey, azabın dehşeti olabileceği gibi şeytan olması da mümkündür. Râzî’nin üzerinde durduğu bir başka yaklaşım da, bu ayette Allah’ın kendisinden başka her şeyden kaçılmasını istemesidir. Zira Allah’tan başka her şey, insanın ana sermayesi olan ömrünü yiyip bitirmekte, hayır ve hak olan her şeyi yok etmektedir. İnsanı kemalata ulaşmaktan alıkoyan her şey bir yönüyle onun düşmanıdır. Buna karşılık insanın Allah’a firâr edip kaçışı, ömrünü vermesine mukabil, onun sonsuz bir hayata ulaşmasına vesilelik yapacaktır.
Muhyiddin İbn Arabî (ö.628/1230) firârı bir hal olarak görmüş, Allah’a kaçanın isabet ettiğini, O’ndan kaçanın ise hüsrana uğradığını ifade etmiştir. Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) tâbî olan herkesin Allah’a firâr etmesi gerektiğine inanan İbn Arabî’ye göre Allah’a kullukta bulunup, yaratılış gayesini gerçekleştirmeyi başarabilmiş bir mümin şu iki halden birisi üzere bulunur; o kul ya Hak katında kendi kıymetini müşâhede ediyordur ya da ibadette bulunduğu Allah’a olan intisabıyla övünüp iftihar ediyordur. Bu iki hal de takdir edilen hallerdir. Zira bu iki durumda da kul, yaratılış gayesini gerçekleştirmiştir. “Allah’a firâr ediniz.” ayetinin bu iki hale de bakan yönü vardır. Çünkü bazen kendisiyle izzet bulup şereflenmek için Allah’a kaçılırken, bazen de başkasına değil, sadece O’nun huzurunda acziyet, zillet ve ihtiyaç arzı için O’na firâr edilmektedir.
İbn Arabî, bir başka yerde Allah’a firârı anlatırken, onu, bir sonraki ayetle irtibatlı olarak ele almıştır. Bir sonraki ayette “Allah karşısında başka ilahlar kabul etmeyin.” denilmektedir. Buna göre mana, bilgisizlikten bilgiye kaçmak olmaktadır. Gerçekte var olan tektir. İnsan, ilah zannettiği şeye ilahlığı nispet etmesiyle ortaya çıkan varlık, ilahlıktan uzaktır. Bu açıdan, “Allah’a firâr ediniz.” ayetindeki emir, herhangi bir şeye ilahlık nispetinden uzaklaşıp Allah’a kaçmaktır.
İsmail Hakkı Bursevî (ö.1137/1725) ise “Kimin firârı sahih olursa, onun Allah’la beraberliği adına kararı da sahih olur.” diyerek İlâhî birlikteliğe vurgu yapmış, “Allah’a kaçın ta ki O’nda fani olunuz.” diyerek de fena-fillaha işaret etmiştir. Bursevî bunların dışındaki bütün aktardığı bilgileri Sülemî’nin tefsirinden almıştır.
5. Firârın Çeşitleri
Hemen her konuda olduğu gibi, firârın da kendi arasındaki farklı tezahürlerinden bahsedilmiştir. Bu farklılık firârı gerçekleştiren kişi ile ilgili olduğu için i’tisâmda olduğu gibi burada da avam, has ve hasların hası şeklinde bir kategorize uygun gözükmektedir:
a. Avamın Firârı
Avamın firârı inanç ve çabayla cehaletten ilme, ciddiyet ve azimle tembellikten çalışmaya, tevekkül ve ümitle darlıktan genişliğe kaçmaktır. Bu seviyedeki firâr, “Allah’a hizmetin edeplerini bilmekten onlarla amel etmeye yönelik bir kaçış.”olarak da tanımlanmıştır.
Faydalı olan bir şeyi bilememek cehalet olduğu gibi, bir salih ameli muktezasınca yerine getirememek de cehalettir. Öyleyse buradaki firâr, hem bilmemeden bilmeye doğru yönelmek ve hem de bilinen ama amele dökülmeyen bir güzel işi pratikte yapmaya başlamak şeklindedir. Tevekkül ve azimle darlıktan genişliğe kaçış, insanın gam, keder, hüzün gibi gönlünü sıkıştırıp daraltan duygularından ve bu tür duyguların meydana gelme sebeplerinden uzaklaşıp firâr etmesidir. Bunlardan firâr etmekten maksat, Allah’a tevekkülün hasıl ettiği genişliğe ve O’na duyulan hüsnüzannın güzelliğinedir. Zaten halkın dilindeki en güzel sözlerden birisi “Allah var, gam yok.” sözüdür. Allah, böyle bir firârı gerçekleştirebilmiş kuluna kayıp yaşatmayacak, onu hüsranda bırakmayacak, amellerini zayi etmeyecek, onu hüsnüzannında yalancı çıkartmayacaktır.
Avam halkın firârındaki “cehaletten ilme kaçış”, cahillerin yolunu terketmek, sağlam akide sahibi alimlerin yolu üzere olmak, bu yolda yürüme adına yüksek bir gayret ve performans sergilemektir. “Tembellikten çalışmaya kaçış” da aynı şekilde, gevşeklik ve zaafiyet göstermeksizin kuvvetli bir azim ve ciddiyetle yerine getirilmelidir. “Darlıktan genişliğe kaçış” ise, aile fertlerinin geçim sıkıntısı, mal mülk sahibi olamama ve fakirlik korkusu gibi sebeplerden ötürü yaşanılan göğüs darlığından, tevekkül ve rızkın Allah’ın teminatı altında olduğu genişliğine kaçış olarak yorumlanmıştır. Nitekim “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona sıkıntıdan çıkış kapıları açar.” ayeti de bu hususu ifade etmektedir. Bu derecenin sahibi olanların kalblerini devamlı sûrette Allah ile beraber tutmaları, sonra da O’na ünsiyeti hissettiren münâcâtı eksik etmemeleri gereklidir. Allah’ı Hayy ve Kayyûm isimleri ile zikretmek, O’nun muhabbetiyle insan kalbini diriltmesi talep edilir ki bu da zaten insanın derdinin dermanıdır.
b. Hasların firârı
Hasların firârı, kulun, ahiret sevabına yönelik yapılan vaade ulaşma ümidi veya azaba uğrama korkusu bulunmayan nefsanî hazlardan kaçmasıdır.
Bu mertebedeki firâr, “haberden şuhûda, resim ve görüntüden asla ve hazlardan tecride” yapılan bir kaçıştır. Bu tanımdaki “haberden şuhûda firâr”, gaybden ve nakil olan haberden, uyanık gözlere kendini gösteren tecelliye kaçıştır. “Resim ve görüntüden asla firâr”, ilim ve amele ait hükümlerden, kalbdeki Allah Bilgisi (marifetullah) vesilesiyle hasıl olan haşyete kaçıştır. İlahî bilginin ispatlamadığı/sabitlemediği amel, bu seviyedeki müminlerden kabul olunmaz. Yani marifet ehli, amellerinin hakikatini gönüllerinde duyup zevkeder, öylece yerine getirirler. “Hazlardan tecride firâr”daki “hazlar” kelimesi, nefsanî garazlar ve tevhidle alakalı şatahatlardır. “Tecrid” ise, bunları tamamen terketmek ve bütünüyle onlardan kurtulmaktır.
İbn Kayyim Cevziyye’nin yaptığı kategoriye göre ise havas ehli, Allah’tan haber verileni müşâhede etme makamına yükselinceye kadar, imanlarının sadece mücerred haberden ibaret kalmasına razı olmazlar. Hazreti İbrahim’in kalben mutmain olmayı istemesi gibi -ki o malumu müşâhede etmek istemişti- onlar da ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne terakki etmek isterler. “Resim ve görüntüden asla ve öze firâr”daki resim ve görüntü, ilim ve amelin zâhirî, asıl ise iman hakikatleri, ezvakı, varidatları ve kalbin amelleridir. Bu makamın insanı, ilim ve amelin zâhirî ahkamından sırrın haşyet ve saygısına firâr eder. Çünkü azimet sahipleri, Allah’a olan yolculuklarında amellerin zâhirleriyle yetinmezler. Amellerin ruhunu ve hakikatini elde etmedikçe onu kamil amel kabul etmezler. Onları rahatlatan ve sakinleştiren, İlahî biliştir (et-taarrufu’l-ilahî).
“Hazlardan tecride firâr” ise bütün mertebe ve anlayış farklılıkları mahfuz, nefsanî arzu ve hazlardan uzak durmaktır. Nefsanî hazlar kişiye göre değişir. Bazılarına göre yüksek bir mertebe gibi gözüken bir husus, bir başkası için kendisinden Allah’a sığınılacak bir husus olabilir. Bu yüzden genel olarak “haz” deyince Allah’ın muradı dışında olan her şey diye anlamak yerinde olabilir.
Genel olarak kendilerini Allah’tan başka her şeyden sıyırıp uzaklaştırabilmiş olan tecrid ehlinin özelliklerine gelince, onlar Allah’tan başka hiçbir şeyin kendilerine yetmediği, O’nun dışında hiçbir şeyle mutlu olamayan insanlardır. Onlar Allah’tan başka bir şeyi kaybettiklerinde üzülmez, ancak O’nunla müstağni olurlar. Sadece O’na arzu ve ihtiyaç içinde bulunurlar. O’nun rızasına muvafık olmayan hiçbir işten hoşnut olmazlar. Sadece Allah’ın gözünden düşmekten korkarlar. Onların her işi Allah için, O’na yönelik ve O’nunla beraberdir. Sürekli O’na yolculuk halindedirler. Onlar Allah ile beraber iken halktan mücerred, halk ile beraberken kendi nefislerinden mücerred, bir iş üzerinde iken de nefsanî hazlarından tecrid halindedirler.
c. Haslar üstü hasların firârı
Ehassü’l-havas denilen bu en yüksek tabakanın firârı, Hakk’ın dışındaki her şeyden Hakk’a firâr etmek, sonra bu firârı müşâhede etmekten Hakk’a firâr etmek, sonra da bu firârdan da Hakk’a firâr etmektir. Yani onlar, önce halktan Hakk’a kaçarlar. Fakat bu kaçışla, onlarda, halktan firâr ettiklerine dair olan bir mülahaza; yaptıkları bu firârlarını halka hissettirmeye yönelik bir düşünce kalır. Hemen sonrasında, halktan kaçışlarına yönelik kendilerinde kalan o düşünceden de firâr ederler. Bu ikinci firârlarıyla onlar, halk ile kendileri arasındaki o düşünceden kurtulurlar. Böylelikle kendilerinde, bu ikinci firârlarına ait mülahaza dışında hiçbir şey kalmaz. Sonra, bundan da Allah’a firâr ederler. Artık kendilerinde, yapmış oldukları firârlara ait hiçbir düşünce ve nispet kalmaz. Yaptığı firârların hepsini unutur, terki de terkederler. Bu hasların da haslarına ait firâr, kasdî ve iradî bir biçimde elde edilemez. Bu makamda kesbin herhangi bir müdahalesi yoktur. Zira enaniyet bu zikredilen tavırlarda kaybolur gider.
Cevziyye’ye göre de bu makamın insanı evvela halktan Hakk’a kaçar. Bu, tam bir firâr sayılmaz. Çünkü bu firârında o, yaptığı firârı görür; mahlukatı terkettiğine dair hislerinin varlığını müşâhede eder. Sonra bundan da firâr eder. Bu firârında yaptığı firâr dışında artık kendisiyle halk arasında hiçbir nispeti görmez. En sonunda ise, bundan da firâr eder; bütün bağlardan kurtulur, terki terkeder. Cevziyye bundan sonra bir adım daha atarak bu firârında üzerinde de bir firâr bulunduğunu söylemektedir. Ona göre en seviyeli firâr, kişinin, yaptığı firârın Allah ile Allah’tan ve Allah’a firâr ettiğini görmesidir. O müşâhede eder ki, Allah’a Allah’tan ve yine O’na firâr etmiştir. Bu, kümmelîne ait firâr olmaktadır.
İbn Kayyim, bu son görüşüyle, Herevî’ye katılmadığını net bir biçimde ifade etmiş olmaktadır. Zira geldiği gelenek göz önüne alındığında, İbn Kayyim’in, vahdet-i vücûd fikrini çağrıştıran bir yorumu kabul etmesi düşünülemez. Zaten o da kabul etmemiş, en yüksek firâr olarak Allah ile varlığın arasını ayıran bir yaklaşımı nazarlara sunmuştur.
6. Bir Farklı Açıdan Firârın Tasnifi
Kâşânî ayrıca “Elf Makam” adını verdiği Farsça eserinde firârı on ayrı kategoride değerlendirmiştir. Ona göre:
- Bidâyette firâr, insanın kendisini Hakk’a ibadetten alıkoyan ve onu günaha sürükleyen şeylerden uzaklaşmasıdır.
- Ebvâbda (Hakk’a yolculuğun ilk kapılarında/mertebelerinde) firâr, insanın kendine ait bir güç ve kuvvet iddiasından, dünyaya olan heva ve meylin onu istila etmesinden ve bayağı şeylere temayüllerinden uzaklaşmasıdır.
- Muâmelatta firâr, insanın dünyaya ve ukbaya ait beklentilerinden ötürü amellerini ifsat edecek maksatlardan ve bu hususlarla alakalı durumlara riayet ve hürmet şartlarını ihmal etmekten uzaklaşmasıdır.
- Ahlakta firâr, insanın mürüvvetini ve fütüvvetine zedeleyen şeylerden kaçınmasıdır.
- Usûlde firâr, kişinin Hak yolunda azmini zayıflatan her şeyden uzaklaşmasıdır ki bu husus “huzur ehlinin tarikat edebi” olarak adlandırılmıştır.
- Edviyede (manevî hastalıkların tedavisinde) firâr, kişinin, ilim ve hikmetle meşgul olsa bile himmetinin yüceliğine aykırı olan ve kalbini Hakk’a olan yönelişinden alıkoyan her şeyden kaçmasıdır.
- Ahvalde firâr, insanın kendi çaba ve kazancını, amelini ve vuslata yapışmayı görmekten, Mahbubunu unutmasına sebep olan ve himmetini azaltan her şeyden sakınmasıdır.
- Velayette firâr, asfiyadan olsa bile, kişinin, önceden kalan her şeyden kaçmasıdır.
- Hakâikte firâr, Hakk’ın esmasına ait tecellilerin çokluğu sebebiyle meydana gelen yoğunluğu yaşaması ve hâlâ benliğine ait kalıntıları müşâhede etmesi nedeniyle kendinden kaçmasıdır.
- Nihayette firâr ise, insanın ikiliğin hükümlerinden, bunlara itibar etmekten ve Hak’ta firâr ve etkilerini görmekten kaçmasıdır.
Sonuç
Sûfîlerin Kur’an referanslı kullandıkları iki terim olan i’tisâm ve firâr, titiz bir İslamî anlayışla yaşamak isteyenler için bir hayat standardıdır. İ’tisâm kavramında sımsıkı sarılma, sıkıca tutunma ve dört elle yapışma söz konusudur. Bu sarılma, tutunma ve yapışma önce Allah’ın ipi olan Kur’an ve Sünnet’e, sonrasında ise yine bunlarla birlikte ve onların rehberliğinde doğrudan Allah’adır. Allah’a iman ile başlayan, kulluğun bütün şart ve sırlarına riayetle devam eden, en üstün mertebesinde Allah’ı vasıtasız müşâhedeye, kendi benliğinden tecerrüd ederek Allah’ta fânî olmaya kadar varan bir yöneliş, iltica ve sarılma söz konusudur.
Firâr ise fânîden bâkîye bir kaçıştır. Onda, Allah’tan başka her şeyden uzaklaşırken, Allah’a yakınlaşma ve sığınma bahis mevzuudur. Hakk’ın dışındaki her şeyden Hakk’a kaçmak, sonrasında bu kaçışı bile görmez hale gelmek, firârın en üst mertebesini teşkil etmektedir.
Hakk’a iman etme, O’na layıkınca kullukta bulunma, Kur’an’a ve Sünnet’e sımsıkı sarılıp Allah’a sığınmanın ana çizgilerini teşkil ettiği i’tisâm ve firâr, hayatı, O’nun istemediklerinden istediklerine, O’ndan başka her şeyden O’na doğru yapılan bir yolculuktan ibarettir.
Kemâlâta gidişin aşama aşama oluşundan hareketle, bu iki hususta da üzerinde duruldukça meydana gelen bir derinlik ve gelişim söz konusudur. Allah’a ve Allah’ın ipine yönelme ile başlayan süreç, önce i’tisâm denilen kulvarda devam etmektedir. Burada, irade ve sabırla doğru orantılı olarak bir gelişmeye mazhariyet bahis konusu olmaktadır. Sonrasında bu kulvar farklı bir görünüm kazanarak firâra dönüşmekte; Allah’a yapışıp O’na sımsıkı sarılmanın ötesinde O’nda fenâya ermeye kadar mevzuun zirveleşmesi mümkün olabilmektedir. İ’tisâmla başlayan süreç, firârla tamamlanıyor veya derinliğini artırarak devam ediyor gibidir.
Kaynakça
Abdürrâzık, M. . el-Mu’cemu’s-Sûfî (3 cilt). Cidde 2004: Dâru Macid Asîrî.
Acem, R. . Mevsûâtu Mustalahâti’t-Tasavvufi’l-İslamiyye. Beyrut 1999: Mektebetü Lübnan.
Ahmed İbn Hanbel, Ebu Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî. el-Müsned (6 cilt). İstanbul 1992: el-Mektebetü’l-İslamiyye.
Âlûsî, Ş. . Rûhu’l-Meânî (30 cilt). Beyrut 1085: Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî.
Ankaravî, İsmail R. . Minhâcü’l-Fukarâ, haz.: Dr. Safi Arpaguş, İstanbul 2008: Vefa Yay.
Asım Efendi. Kamus Tercemesi (4 cilt). İstanbul 1304: Matbaatu’l- Osmaniye.
Beydâvî, Abdullah b. Ömer b. Muhammed. Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl (2 cilt). Beyrut 1988: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Bursevî, İsmail Hakkı. Rûhu’l-Beyan (8 cilt). İstanbul ts.: Mektebetü’l-Mahmudiye.
Cerrahoğlu, İsmail . Tefsir Usûlü. Ankara 1991: Türkiye Diyanet Vakfı yay.
Cevziyye, İbn Kayyim, Medâricü’s-Salikin. thk.: Abdulğaniy Muhammed b. Ali el-Fâsî. Beyrut 2004: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Gülen, M. Fethullah. Kalbin Zümrüt Tepeleri, (4 cilt). İstanbul 2003, Nil Yayınları.
Herevî, Ebu Abdullah el-Ensârî. Menâzilü’s-Sâirîn ile’l-Hakki’l-Mübîn, (Tasavvufta Yüz Basamak) (Çev. A. Tek). Bursa 2008: Emin yay.
İbn Arabî, M. . el-Fütühâtü’l-Mekkiyye (13 cilt). thk.: Abdülaziz Sultan el-Mensûb, Yemen 1431/2010: Âsımetü’s-Sekâfeti’l-İslâmiyye.
İbn Kesir, İsmail Ebu’l Fida. Tefsiru İbn Kesir (8 cilt). thk.: Mustafa es-Seyyid Muhammed, Muhammed es-Seyyid Raşed, 2000, Müessesetü Kurtuba.
İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem . Lisânü’l-Arab (15 cilt). Beyrut 1994: Dâru Sâdır.
İskenderânî, İbn Ataullah. et-Tenvîr fî İskâti’t-Tedbîr, thk: Halil el-Mensur. Beyrut 1998: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Kâşânî, A. . Mu’cemü’l-Mustalahat ve’l-İşaratü’s-Sûfîyye. thk. Said Abdülfettah, Kahire 1995: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Kâşânî, A. . Letâifü’l-A’lâm fî İşârâti Ehli’l-İlhâm (2 cilt). Kahire 1996: Dâru’l-Kütübi’l-Mısriyye.
—— . Tasavvuf Sözlüğü. (Çev. E. Demirli). İstanbul 2004: İz Yayıncılık.
Kutub, Seyyid. Fî Zılâli-l-Kur’an (5 cilt). Beyrut 1998: Dâru’ş-Şurûk.
Müslim, Ebu’l-Hüseyin b. Haccâc el-Kuşeyrî. el-Câmi’u’s-Sahîh (4 cilt). İstanbul 1413/1992: el-Mektebetü’l-İslamiyye.
Nesâî, Abdurrahman b. Şu’ayb. Sünenü’n-Nesâî (8 cilt). Beyrut ts.: Daru İhyâi’t-Türâsi’l- Arabi.
Nevevî, Ebu Zekeriyya. Şerhu’n-Nevevî (18 cilt). Beyrut 1392: Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabî.
Nîsâbûrî, Nizamuddin. Garâibu’l-Kur’an ve Rağâibu’l-Furkan (2 cilt). tahk.: Şeyh Zekeriyya Umeyrat, Beyrut 1416: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
İsfehânî, R. . Mu’cemü Müfredâtı Elfâzi’l-Kur’an, thk.: Nedim Mar’aşlı, Beyrut ts.: Dârü’l-Fikr.
Râzî, Ebu Abdullah Fahruddin. Mefâtîhu’l-Ğayb (30 cilt). Beyrut 1981: Dâru’l-fikr.
Taberî, Ebu Cafer Muhammet b. Cerir. Camiu’l-Beyan an Te’vîli Âyi’l-Kur’an (30 cilt). thk.: Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî, Beyrut 2001: Dâru’l-fikr.
Tehânevî, Muhammed Ali. Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn ve’l-Ulûm (2 cilt). Beyrut 1996: Mektebetü Lübnan.
Tek, A. . “Azîz Mahmud Hüdâyî’nin Seyru Sülûk Anlayışı”. Aziz Mahmud Hüdayi Uluslararası Sempozyumu. İstanbul 1984: Üsküdar Belediye Başkanlığı.
Turgut, A. . Tefsir Usûlü ve Kaynakları. İstanbul 1991: İlahiyat Fakültesi Vakfı yay.
Sülemî, Ebu Abdurrahman. Tefsîru’s-Sülemî Vehüve Hakâiku’t-Tefsîr (2 cilt). thk.: Seyyid Umran, Beyrut 2001: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Sicistânî, Ebu Dâvûd, Süleyman b. Eş’as. Sünenü Ebî Dâvûd (2 cilt). İstanbul ts.: el-Mektebetü’l-İslamiyye.
Özköse Kadir ve diğerleri. Tasavvuf El Kitabı. İstanbul 2013: Grafiker Yay.
Uludağ, Süleyman. Sülûk. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (s. 128). İstanbul 2009: Türkiye Diyanet Vakfı.
Yazır, Elmalılı M. H. . Hak Dini Kur’an Dili (10 cilt). İstanbul ts: Eser Neşriyat.
Zebidî, Seyyid Muhammed M. . Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmus (20 cilt). Beyrut 1994: Dâru’l-fikr.
Zemahşerî, Cârullah Ebü’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer. el-Keşşâf ‘an hakâiki Gavâmidi’t-Tenzîl ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Te’vîl (4 cilt). Riyad 1998: Mektebetü’l-Ubeykan.