Miraç Hakikatlerinden





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 03/10/2021
Clap

Tebliğe karşı şirkin şiddetli mukavemeti devam etmekle beraber, bu gerginlik, İslâm’ın hakkaniyetinin ayrı bir delili oluyordu. Demek ki bu davet önlenemez, bu ses susturulamazdı...

Miraç, bir gece vakti, Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’den Kudüs’e oradan da göklere, cennete çıkıp, Sidretü’l-müntehayı geçerek Allah Teâlâ’nın huzuruna kabulü, o lutfa mazhar olmasıdır. Bu hâdiseye, Kur’ân-ı Kerim’den alınan tâbirle “isrâ”; hadis-i şeriften alınan tabirle “mi’rac” denilir. (Biz bu yazımızda, zaruri olmadıkça, farklı değerlendirmeleri zikretmeyip, ilim ehlinin umumunun kabulüne mazhar olmuş şekliyle meseleyi hülasa edeceğiz). İsrâ: gece seyahati, mi’rac ise, yükselmek, yükseğe çıkaran vasıta manasınadır. Kur’ân-ı Kerim, bu hakikatten İsrâ ve Necm sûrelerinde kısa kısa ve sırlı bir üslûpla bahsederken Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim başta olarak hadis kitapları, oldukça ayrıntılı şekilde anlatırlar. Bu geniş, sırlı, dolayısıyla farklı değerlendirmelere konu teşkil eden meselenin, bu yazının mahdut çerçevesi içinde, sadece bazı noktalarına hem de çok kısa olarak temas etmeye çalışacağız.

 

Miracın Dış Çerçevesi

Hicretten 19 ay kadar önce Receb ayının 27. cuma gecesinde Peygamber Efendimiz Harem-i Şerifte Hatim mevkiinde istirahat buyururlarken Hz. Cibril gelip şerh-i sadr edip yani göğsünü açıp zemzemle yıkayarak iman ve hikmetle doldurmasını müteakip, Peygamberimiz, amcazadesi Ümm-i Hâni’nin (radıyallahu anh) evinden Burak’a binerek, Cibrîl’in refakatinde, Medine’de bir durak yaparak Kudüs’te Mecmâ-ı enbiyâ olan Mescid-i Aksa’ya vardı. Orada cemaat hâlinde kendilerinin teşrifini bekleyen peygamberlere imam olup namaz kıldırdı. Sonra emrine verilen miraca binerek göklere yükseldi. Birinci semada Hz. Âdem, ikincisinde Hz. Yahya ve Hz. İsa, üçüncüsünde Hz. Yûsuf, dördüncüsünde Hz. İdris, beşincisinde Hz. Harun, altıncısında Hz. Musa, yedincisinde ise Hz. İbrahim (salavatullahi aleyhim) ile görüştü. Sonra Kader kalemlerinin sarîrini (yazarken çıkardıkları sesleri) işitecek yere vardı. Cennet ve Cehenneme muttali oldu. Derken Sidretü’l-Müntehaya kadar çıktılar. Sözlükte “Arabistan kirazı” denilen bu ağaç, Allahu a’lem, şeceretu’l-kevn, yani ulu varlık ağacı olup Arş-ı a’lânın altında, cenneti ve gökleri ihata ederek, imkân âleminin, mümkinatın, yani Allah Teâlâ’dan başka olan varlıkların hududunun sonudur. Cibril buradan öteye geçemedi. Hz. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) tek başına Kab-ı kavseyn’e varıp kurbiyyet-i ilâhiyye ile müşerref oldu.

Melekût âlemindeki bu mazhariyete paralel olarak mülk âleminde de miraç, İslâm tebliğinin, hicret vasıtasıyla yayılacağının müjdecisi durumuna geçmiştir. Tebliğe karşı şirkin şiddetli mukavemeti devam etmekle beraber, bu gerginlik, İslâm’ın hakkaniyetinin ayrı bir delili oluyordu. Demek ki bu davet önlenemez, bu ses susturulamazdı. Bununla beraber bedbin bir bakış, kolaylıkla ye’se düşebilirdi: Taif tebliğine karşı direnen vahşetin, Peygamber Efendimiz’den akıttığı kan henüz soğumamıştı. Ebu Talib ile Hz. Hatice (radıyallahu anhâ) ard arda vefat etmiş, bu iki mühim destek kaybolmuştu. Müslümanların adedi çok az idi. Amma bu fecr-i kâzibin arkasından, lutf-i ilâhi ile bazı ümit ışıkları beliriyordu. Medinelilerden birkaçı ile ilk Akabe görüşmesi yapılmıştı. Hicret ihtimali uzaktan uzağa görünüyordu. Kuvvetçe müşrikler baskın olmakla beraber, susturulamayan İslâm daveti, sesini Mekke dışındaki hemen bütün Arap kabilelerine duyurmuştu. Görünüşte pek bir varlık olmasa da sezebilenler için, toprak altında bir tekevvün ümidi mevcut idi.

 

Miracın Hikmeti Ne Olabilir?

Had ve hesaba gelmez bu hikmetleri, Cenâb-ı Allah لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا Rububiyetin muazzam hüccet ve alâmetlerini Resûle göstermek gayesiyle” (İsra, 17/1) başlığı altında hülasa buyurmuştur ki bizler tarafından söylenecek her şey, bunun ancak bir kısmını ifade edecektir. Fakat bunu kısmen açıklamak üzere, meselenin sadece bir iki noktasını görmeye çalışalım:

İnsanın bu dünyadaki, şehadet âlemindeki konumunda ilâhî hükümranlık hakkındaki bilgisi pek sınırlıdır. Bu bilgi, çok kayıtlar altındadır. Fakat insanın ilâhî hükümranlığın genişliğini, tafsilâtlı olarak müşahede etmesi nispetinde, O’nun azametini anlaması mükemmelleşir. Hz. İbrahim’in (aleyhisselam) miracından bahsederken Allah Teâlâ: “Biz İbrâhim’e (şirkin çirkinliğini gösterdiğimiz gibi) imanında yakîne, kesinliğe ulaşması için göklerin ve yerin muhteşem hükümranlığını da öylece gösteriyorduk.” (En’am, 6/75) buyurur. İşte Allah’ın “âyatinâ” tavsifindeki azamete layık bir tarzda, risâleti mutlak olan Hz. Peygamber’e, ilâhî hükümranlığı bütün yönleriyle temaşa ettirmek, ilâhi hikmet gereğidir. Ağacı çekirdekten yaratan hikmetli Rabbimiz, O’nun mübarek kalbini, kâinat ağacının bütün esas hakikatlerini istiab edecek istidat ve kapasitede yaratmış, onu çekirdekle meyve, mebde ile münteha arasında bir bağ, bir iletişim aracı kılmıştır. Bu varlık ağacının özsuyu O’dur. İşte bir yandan, hükümranlığının her tarafını O’na göstermek, öte yandan da O’nun ne büyük bir âyet olduğunu her tarafa göstermek için, O’nun mahbubiyet makamında olduğunu her cihete bildirmek ve güzel hâlini her tarafa sirayet ettirmek için huzuruna almış, hitabıyla ve fermanıyla taltif etmiştir. Nitekim dünyevi idareler de en yüksek düzeyde görevlendirilecek müfettişlere, idari teşkilatı ayrıntılı olarak tanıtırlar, çeşitli kademelerde vazife yaptıktan sonra onu müfettişliğe tayin ederler.

Yahut teknolojiye müptelâ bir çağın mensubu olarak, bir misal verecek olursak: Çok geniş bir teknoloji dairesinin başkanı, dairesinin geliştirdiği mükemmel cihazları, ilk defa seri olarak imâl ettirdiğinde yapacağı ilk iş, o hassas cihazlar için, ayrıntılı kataloglar hazırlatıp, bu işten sorumlu olacak bir uzmana iyice gösterip tarif etmektir. Tâ ki o da o cihazı kullanacak olanlara gerekli rehberliği yapabilsin: İşte insan, o mükemmel cihaz, vahiy ile gelen talimatlar da katalog, kullanma kılavuzu, Peygamber ise o kataloga vakıf uzman durumundadır. O cihaz için ayrıntılı katalog hazırlamamak veya ona vakıf olacak uzman göndermemek hâlinde bütün emekler boşa gidecektir. Böyle yapmak, bunca ihtimamla hazırlatılan cihazı balyozla parçalamaktan farksız olup bunu akılla bağdaştırmak mümkün değildir. Her tarafı hikmet ve nizam dolu bu kâinatın hikmetli Yaratıcısı, bu misal ile kıyas kabul etmeyecek derecede, böyle bir saçmalıktan münezzeh ve çok yücedir.

 

Allah Teâlâ, Bize Bizden Yakın İken Böyle Bir Seyahatin Manası Nedir?

Büyük bir ülkenin başkanının iki türlü icraatı olur. Birincisi: Sıradan bir memuru ile muayyen bir konudaki işi hakkında telefonla görüşüp işini halletmesidir. İkincisi ise: Böyle hususi ve cüz’i bir iş değil, mühim, çok çeşitli ve geniş işler için büyük yetkilerle genel bir vali tayin etmesi, onun görevinin her tarafta bilinmesini temin etmesidir. Bu vali ile bazen özel telefon görüşmesi yapmakla beraber, bazen de bütün ülkeyi ilgilendirecek geniş çerçeveli işler hakkında görüşüp talimatlar vermek için, bütün ahalinin dikkatlerini çekecek tarzda, onu devlet merkezine davet ederek, bilahare onun bildireceği hususların tamamen kendi talimatı çerçevesinde olduğunu herkese ilan eder. Misâldeki birinci şahıs veli, ikinci şahıs nebi olup davet de miraçtır.

 

Kudüs’e Gitmenin Hikmeti?

Tevhid tarihinde, Hâtemü’l-enbiyâya gelinceye kadar en mühim durak Hz. İbrahim’dir. Onun ülkesinin en mühim iki merkezi Mekke ile Kudüs idi. Kudüs’e Hz. İshak’ın nesli olan İsrailoğulları, Mekke’ye ise Hz. İsmail’in soyu varis olmuştu. Kudüs mecmâ-ı enbiyâ idi. Allah Teâlâ, gerek hak dinin, gerek beşeriyetin asılda bir olduğu mânâsındaki tevhid hakikatini temsil eden Hz. İbrahim’den sonra bu camiiyyeti (toplayıcılığı) Allah’ın bütün güzel isimlerinin en cami bir mazharı olan Hz. Muhammed (aleyhisselam) ile izhar etmek diledi. O’nun mutlak risâlet sahibi olduğunu, böylece de ilân etti. Bütün enbiyânın imamı olduğu gibi, bi’setinden itibaren kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa da onun resûl olduğunu gösterdi.

Kâinatın birliği, bu evrenin ahenk ve nizamı, kâinatı uyum içinde yürüten Yüce Yaradan’ca nasıl matlub ise, bütün insanlığa rehberlik edecek dinin de birliği, öylece matlubdur. Ahirzaman nebisinin risâletinin kemâle ermesiyle, -O’nun veda hutbesinde geçen pek beliğ ifadeleriyle- “zaman döndü dolaştı ve Allah’ın gökleri ve yeri ilk yarattığı sıradaki durumunu aldı.” Böylece O’nun risâleti ve miracı ile hilkat, gayesine ulaşmış oluyordu.

Bu evrensel uyumun bir yönü de Cuma gününün O’na, O’nun ümmetine bağışlanmasıdır. Şöyle ki: İnsanlığın atası Hz. Âdem, cuma günü yaratılmış ve cuma günü cennete konulmuştu.[1] (Sahih-i Müslim). Onun zellesinden sonra tevbesi de Rabb-i Rahim tarafından cuma günü kabul edilmiş idi. Bundan ötürü Hz. Âdem, cuma gününü kendisi için bir şükür günü, bir toparlanma günü yapmıştı. Beni İsrail’in, bu gün hakkında şüpheye düşmesine kadar, insanlık için de bu böylece devam etti. İhtilafları yüzünden, onlara sebt (cumartesi) hükmedildi. Bir hadise göre yaratılış, cuma günü kemale ermiştir. (Birinci gün maddenin gaz ve duman hâlinde hilkati ikincisi gök cisimlerinin, ecramın teşekkülü, üçüncüsü arzın semadan ayrılması devri, dördüncüsü yer kabuğunun teşekkülü, beşincisi dağların ve nehirlerin teşekkülü, altıncısı hayatın başlangıcı ile nebat ve hayvanların yaratılışı ile, insanın yaratılışına kadar tekâmülü devridir). Bu altı devir, bir gün gibi mülahaza edilince, işbu altıncı devir, hilkat prensiplerinin en toplu, en cemiyyetli günü, yani Cuması demek olur. Çünkü âlem bu günde hayat sırrına mazhar olmuş ve insanın yaratılmasıyla tekâmül ederek son mertebe-i cem’iyyetine, tamamlanma safhasına ermiştir. Cuma günü, hayatın zuhuru devri, güneşin zevalini müteakip Cuma vakti ise, insan hayatının neş’eti hengamı gibi, haftanın en feyizli, en mübarek günü olmak mazhariyetine haiz olarak, ehl-i İslâm’ı Arş-ı Rahman altında, fazl ve Rahmet-i İlâhiyye’den, Naim cennetinin saadetine erdirmek üzere içtimâ etmeye, toplanmaya davet eden bir tezahür günü, bir bayram demektir. İşte Cum’a, bütün bu işlerin bir araya toplandığı gün olarak, dinlerin ihtilafından sonra, yine mutlak Resûl’e bildirilmiş ve insanlık, ihtilafı bırakıp ataları Hz. Âdem ile birlikte içtimaa, ilâhi dergaha yönelmeye davet olunmuştur.[2]

Bütün insanlar bir tek ümmet teşkil ediyorlardı. Aralarında ihtilâflar başlayınca, Allah onlara içlerinden müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi. Onların beraberinde, insanlar arasında hükmetmek için, kitap ve hikmeti gönderdi ki ihtilâf ettikleri konularda aralarında hükmetsin. Hâlbuki o meselelerde anlaşmazlığa düşenler, kendilerine apaçık âyetlerimiz geldikten sonra, sırf aralarındaki haset yüzünden ihtilâfa düşen Ehl-i kitaptan başkası değildi. Allah da onların hakkında ihtilâf ettikleri gerçeği, Kendi izni ile bu iman edenlere bildirdi. Öyle ya, Allah dilediğini doğru yola eriştirir.” (Bakara, 2/213) meâlindeki âyet-i kerime ile ilgili şu hadis-i şerif nakledilmektedir:

Biz dünyada son olmakla beraber, (âhirette) önde gelen ümmetiz. Cennete ilkin biz gireceğiz. Ne var ki onlara bizden önce Kitap verildi, biz sonraya kaldık. Fakat Allah, onların, hakkında ihtilaf ettikleri hususta, bizi doğru olanı öğrenmeye muvaffak kıldı: İşte şu Cuma günü, hakkında ihtilaf ettikleri gündür. Onun kadrini bilip tes’id etmeyi Allah bize lütfetti, diğer insanlar bu hususta bize tabi olmalıdırlar. Yarın (cumartesi) Yahudilerin, yarından sonra ise Hristiyanlarındır.”[3]

Allah’ın bir ismi de el-Câmi’dir, yani toplayan. Allah mahlûkların hilkatlerini dünyaya dağılmış zerrelerden toplar, onlara bir vahdet verir, meselâ insan hâlinde bir organizma mûcizesi meydana getirir. İnsanları, kendi dîni etrafında toplar, bir araya getirir. Ahirette de insanları haşir meydanına toplar. İbadet yerleri olan mescidlerimizin öbür adı da Câmi’dir. Resûlullah Efendimiz’in isimlerinden biri de Câmi’dir. Zira dağılmış insanları bir araya getiren O’dur (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Biz insanlar bir seferdeyiz. Zaman dairevi hareket ettiğinden, daha doğrusu tavaf hâlindeyiz. Tavaf edenler dönüp dolaşıp Hacer-i Esved’e geldikleri gibi, hayat telaşında başımızı almış giderken, mümin insanlarla buluşma günü, af ve ihsan günü, hilkatle bütünleşme vakti olan her cuma günü, el-Cami olan Rabbimiz, Cami olan Efendimiz’in arkasında, Câmi’de bizi toplamaktadır. Nitekim Miraç da böyle bir Cuma gecesi vaki olmuştu.

Hz. Peygamber’e miraçta, dünyalara değiştirilmeyecek üç büyük atiyye verildi:

  1. Beş vakit namaz ki aslında mükâfat itibariyle elli vakit ibadettir. Efendimiz sanki miraçtaki ünsün tadını alınca, o imkânın, kendi istidatları nispetinde müminlere de verilmesi için niyazda bulunmuş ve bu niyaz kabul edilerek, önderlerinin girdiği o kapı, müminler için de bir ölçüde açık bırakılmıştır. Bu gerçeği de “Namaz, müminlerin miracıdır.” diye ilân buyurmuştur.
  2. Şirk koşmayanların Cehennemde kalmayacakları,
  3. “Âmene’r-Resûlü” diye başlayan Bakara Sûresi’nin son iki âyeti.

Bu vesile ile şunu arzedelim: İfadedeki icaz sebebiyle iyi anlaşılmayan bu husus çokça sorulmaktadır. Bakara Sûresi hicretten sonra Medine’de nazil olmuştur, sûrenin son kısmı da öyledir. Miraç gecesi nazil olan, bu âyetler değil, onların ihtiva ettiği hakikatlerdir. Açıkça görüldüğü üzere bu âyetler, daveti umumi olan son Peygamberin, önceki peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmaksızın, bütün enbiyâyı, büyük yeryüzü mescidinde, önceki mümin ümmetlerle beraber bütün müminleri Makam-ı Mahmud, Livaü’l-hamd etrafında toplamış olması hakikatini ifade etmektedir. Şu hâlde, o gece indirilen, bu hâli bildirmedir. “Âmener Rasûlü” âyetinde, Kur’ân olarak nazil olacak olan bu hakikatin müjdesidir. Nitekim beş vakit namaz da o gece emredilmesine rağmen, Kur’ân’da nas olarak “beş vakit namaz” emreden âyet bulunmamaktadır.

Miraç’ta Allah Teâlâ ile Resûlü arasında geçen bir ulvi mükalemenin, Tahiyyat (Teşehhüd) duası şeklinde kutlu bir hatıra olarak müminlere bırakıldığı bazı muahhar kitaplarımızda yer alır. Bunu birinci derecede muteber hadis kitaplarında göremedim. Fakat bu vaki olmasa da Efendimiz tarafından öğretildiği kesin olan bu mübarek duanın, miraç gibi mümini yükselttiği aşikardır; şöyle ki:

“et-Tahiyyatu lillahi diyen mümin kâinattaki bütün canlıların, hayatlarıyla, her biri bir ilim ve sanat mûcizesi olarak hayatlarıyla Yaratıcılarına yaptıkları bütün ibadetler O’na mahsustur, yalnız O’na layıktır.” demiş olur. Birbirine benzeyen ve asli maddeleri aynı olan nutfelerden, yumurtalardan, tohumlardan, çekirdeklerden her biri bir mûcize olarak yaratılan ve kâinatı şenlendiren envai türlü hayat sahibi varlıkların hayatlarıyla sundukları ibadetleri, tefekkür eder, onların temsilcisi yeryüzünün halifesi olarak, kendi namına Hâlık’larına, takdim eder, böylece vazifesi olan külli ibadeti ifâ eder, kendi cüz’i ibadetini de onların arasına katar. Ve’s-Salavâtu ile bütün kavlî ibadetlerin niyaz ve duaların tek kıblesi Rabbülâlemîn olduğunu bildirir, Ve’ttayyihat ile halis niyetlerle yapılmış bütün mali ibadetlerin, fedakârlıkların da O’na mahsus olduğunu ikrar eder.

Allah Teâlâ, âdeta buna cevaben “Allah’ın selâmı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun ey Nebiyy-i zîşan!” buyurur. Bu hitab sigası ikinci şahıs üslûbu çok incelikler ihtiva etmelidir. Bize şunu telkin ediyor ki Cenâb-ı Allah وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا (Nuh, 71/16) buyruğu ile güneşi, kâinatın lambası ve sobası yaptığı gibi. Mutlak Resûlünü de سِرَاجًا مُنِيرًا (Ahzab, 33/46) tavsifiyle kâinatın mânevi hayatının güneşi olarak ilan etmiştir. Her insanın O’nunla bağ kurmasını, O’nun nuruyla aydınlanmasını istemiştir. Bu dua her mümini, Resûlullah’ın huzuruna yükseltmekte, O’na “Sen” diye hitap şerefiyle mümtaz kılmaktadır. Mümin, O’nunla bağını sağlamlaştırma, O’na olan biatini tazeleme fırsatı bulmaktadır. O’nun kabr-i saadetini ziyaret eden, orada selam veren bu saadete erdiği gibi, tahiyyatta “Sana selam ey Nebiyy-i zişan!” diyen mümin de ona benzer bir hâle girmektedir. Hz. Peygamber’in mübarek ruhları Refik-i a’lâda olmakla beraber, kabr-i saadetlerindeki kutlu bedenlerine tam bir taalluku vardır. Nasıl ki güneş, çok yükseklerde iken, kâinattaki şeffaf olan her bir cisimde her bir çiçek ve meyvede bir tecellisi varsa, ışığı, ısısı, renkleri ile, -amma o cismin kapasitesi nispetinde- onunla beraberliği varsa. Yalnız maddi nurâni bir cisim olan güneş misâlinden, tam nurâni olan ruhaniyyet-i nebeviyye elbette hadsiz derecede daha yüksektir. Güneşi, her yönüyle benzetme için değil, bazı yönleriyle meselemizi anlatmak için örnek veriyoruz. İşte güneş misâli, her bir mümin tarafından verilen selamı Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) işitip karşılık vermesi gerçeğini de anlamamızı kolaylaştırır. Güneş aynı anda milyarlarca şeffaf cisimde tecelli edebilir, ışınları vasıtasıyla onlarla irtibat hâlinde bulunabilir.

Evet, bu güneş olmazsa kâinatın da insanın da kıymeti hiçe iner. Dünya ve bütün eşya tam bir karanlığa gömülür. Demek ki O olmasaydı, kâinatın da yaratılmaması gerekirdi. Ve O’nun nuru çıkarsa, kâinat, kıyametin kopmasına müstahak olacaktır.

 

[1] Müslim, Cuma 17.

[2] Bkz. Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, 6/4972-4973.

[3] Tefsir-i İbn Kesir, l/365.

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 03/10/2021