İNBİSÂT, Çağlayan(Şubat-2021)
İnbisâtı, halkla alâkalarımız ve Hak’la münasebetlerimiz içindeki inbisât olmak üzere ikiye ayırabiliriz
İnbisat’ın Kelime ve Istılahi Manası
Genişleme, yayılma, içte derinleşme ve kendi tabiatını aşma[1] mânâlarına gelen inbisât erbâbınca, şer’î hudutlar çerçevesinde, gönlün herkese açılması, tatlı dil ve güler yüzle hoşnut edilebilecek herkesin hoşnut edilmesi.. ve Allah’la münasebet açısından da havf ü recâ halîtası bir hâletin, insan benliğine hükmetmesinden ibarettir ki,[2] bu seviyeye ulaşan kalbler, huzurda bulunmanın heybetiyle soluklarını yutar, huzur esintilerinin[3] neşe ve sevinciyle de dışarıya çıkarırlar. Nefes alırken ürperir, verirken de inşirâh duyarlar.[4]
İnbisatın çeşitleri
Bu itibarla inbisâtı, halkla alâkalarımız ve Hak’la münasebetlerimiz içindeki inbisât olmak üzere ikiye ayırabiliriz:
- Halkla alâkalı münasebetlerimiz içinde inbisât; Hak’la aramızdaki irtibâtı koruyup-kollama kaydıyla, insanlar arasında, insanlardan bir insan olarak, herkesi kabûl edip onlara kendi idrâk ve anlayışları içinde muâmelede bulunmaktan ibarettir.[5] Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm (s.a.s.), çevresiyle münasebetlerinde, yer yer işi lâtîfeye vardıracak şekilde, tekellüfsüz, yumuşak ve rahat davranır; hikmet dolu nükteleriyle onların havsala ve idrâk seviyelerinde dolaşır ve o murâkabe insanlarına tebessüm eder, tebessüm ettirir ve nefes aldırırdı.[6] “Kalb tıpkı bir ayna gibidir. Zaman zaman ciddilik o aynayı buğulandırabilir.. o buğuları da lâtîf lâtîfelerden başka bir şeyle silip aynayı cilâlamak mümkün değildir.” (Az bir tasarrufla Minhâc)[7]
- Hak’la irtibâtımız içinde inbisât; hâller üstü bir hâlle, korku ve ümîdi birden ruhta yaşama[8] ve “inbisât” halîtasını soluklamadan ibarettir. Havf ü recâ, nefsin hâllerinden olup, yolun başındakilerin Hak’la münasebetlerine bir unvan; tamamen âriflerin hâli olan inbisât ise, kalbî hayatın ayrı bir buudu ve gönül erlerine has bir hâlettir.[9] inbisât seviyesine ulaşamayanların inbisât gibi görünen halleri[10], çok defa kendilerinde hâsıl olan bir ülfet-i mârifetle, temkini tahrip ve insanı Allah’a karşı sû-i edep sayılabilecek lâubaliliklere sevk edebilir...[11]
İnbisatın zuhur vasatı
İnbisât; insanın cismânî arzulardan sıyrılarak ve bedenî tutkuların tesirinden kurtularak Hakk’ın isim ve sıfâtlarına mücellâ (pırıl pırıl) bir ayna olma makamında zuhûr eder ki –bu makama ister “cem’”[12] ister “mahv” mertebesi diyelim netice değişmez[13]– şahsın, Hak’tan gelen esintilerle şekillendiği ve renkler üstü renklere büründüğü sırlı bir noktadır. [14]
İnbisat insanı olanla, olmayanın hali
Bu noktaya ulaşanların inbisâtı ketmetmeleri imkânsız, ulaşamayan mübtedîlerin inbisâttan dem vurmaları ise küstahlıktır. “Eğer şâhın nedîmi naz ve cilve yaparsa, sen de onu yapmaya kalkma! Çünkü sen, o senede mâlik değilsin! Ey bu fânî âlemin kayıtlarından kurtulamayan kimse, sen mahv u sekr ve inbisâtı ne bilirsin!” Ruhun şâd olsun Mevlânâ! Beden ve cesedin kulları rûhu ne bilir! Bedenin mahbûsu rûhâniyât ve ledünniyâtı ne bilir! Hak ateşi ile elli defa yanıp püryân olmuş gönüllere sormalı şâk şâk sinelerin derdini ve verâların rengiyle tüllenen inkıbâz ve inbisât ları..!
اَللَّهُمَّ حَببْ إِلَيْنَا اْلإِيمَانَ وَزَينْهُ فِي قُلُوبِنَا وَكَرهْ إِلَيْنَا الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ وَاجْعَلْنَا مِنَ الرَّاشِدِينَ
وَصَلَّى اللهُ عَلَى سَيدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينَ
İNBİSAT, BAST VE KABZ İLE İLGİLİ GÖRÜLEN AYETLER
مَنْ ذَا الَّذ۪ي يُقْرِضُ اللهَ قَرْضاً حَسَناً فَيُضَاعِفَهُ لَهُٓ اَضْعَافاً كَـث۪يرَةًۜ وَاللهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُۣطُۖ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
“Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah da bunu kat kat fazlasıyla kendisine öder. Daraltan da genişleten de Allah’tır ve O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara sûresi, 245)
İNBİSAT, BAST VE KABZ İLE İLGİLİ GÖRÜLEN HADİSLER
Resulullah (sav) va’z etmek üzere aramızda doğruldu ve dedi ki:
“Ey insanlar! Sizler (kıyamet günü) Allah’ın yanında yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak toplanacaksınız. [Sonra şu ayeti okudu:] “İlk yaratışa nasıl başladı isek, üzerimizde hak bir vaad olarak yine onu iade edeceğiz...” (Enbiya 104). Haberiniz olsun! Kıyamet günü mahlukattan ilk giydirilecek İbrahim aleyhisselam’dır. Haberiniz olsun, o gün ümmetimden bazı kimseler getirilir ve sol tarafa alınırlar. Bunun üzerine ben: “Ey Rabbim! Bunlar ashabımdır!” derim. Bana: “Sen bilmiyorsun, bunlar senden sonra neler yaptılar” denilir. Ben salih kul (İsa)’nın dediği gibi diyeceğim: “Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde nigehban yalnız sen oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahidsin. Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen mutlak galib ve yegane hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten sensin sen.” (Maide (117-118) Resulullah (sav) devamla dedi ki: “Bunun üzerine bana: “Onlar, sen aralarından ayrıldığın günden beri, dinden yüz çevirmeye hiç ara vermediler!” denilecek.” Bir rivayette şu ziyade var: “Ben: “Rahmetten uzak olsunlar, rahmetten uzak olsunlar!” derim.” (Buhari, Rikak 45, Enbiya 8; Müslim, Cennet 57)
[1] “İÇTE DERİNLEŞME VE KENDİ TABİATINI AŞMA”
“Aşanlar, kendi serhaddini gecede aşar..
Ve insan bu ufkuyla hep ötelerde yaşar.” (“Hülyâlı Mavilikleriyle Geceler” Kırık Mızrap)
İSTİDAT SEVİYESİ VE İNKİŞAF
Soru: Efendim, herkesin kendi istidadı seviyesinde inkişaf edebileceğini zannediyorduk. Zat-ı âlîniz, bir yazınızda, “Allah’ım, bize bizi aşan istidatlar ve o istidatlarda inkişaflar ver” diyorsunuz. Bunu nasıl anlamalıyız?
Cevap: Evet, ben Allah’ın izin ve inâyetiyle istidatların aşılabileceğine, yetenek ve kabiliyetlerin geliştirilebileceğine inanıyorum. Hani bir dervişe sormuşlar, “Cenâb-ı Hak iğnenin deliğini büyültmeden, deveyi de küçültmeden deveyi oradan geçirebilir mi?” Derviş “Vallahi, benim öyle ince işlere aklım ermez; fakat ben kendimi bildim bileli hep O’nun dediği oluyor” demiş. İşte, ben de onun güç ve kuvvetine, şefkat ve merhametine itimat ediyorum. Dilerse bize istidadlarımızın üstünde inkişaflar nasip edeceğine inanıyorum.
Cenâb-ı Hak, her birimize bir istidat takdir buyurmuş. Biz iradelerimizin hakkını verirsek, kulluğumuzu bir aşkınlık içinde götürürsek, onun rahmetinden ümit ediyorum, bizim istidatlarımızı da değiştirir, genişletir ve geliştirir; sonra da mahiyetlerimizi yeniden onların üzerine örgüler.
Diğer taraftan, aslında ilm-i kıyâfetin (insanın şekil ve şemâiline bakarak onun karakteriyle ilgili bazı ipuçları elde etme ilmi) de bir yeri vardır: Allah (celle celâluhû) insanlara ruhlarına göre elbise giydirmiştir. Yani, sizin cismâniyet numaranız ve drobunuz ruhunuza göredir. Eliniz, yüzünüz, ayağınız, diliniz, dudağınız birer mânâ ifade eder bakmasını bilen için. Allah (celle celâluhû) olmuş ve olacağa birden baktığından ve onun için zaman söz konusu olmadığından, siz nasıl bir irade ortaya koyuyorsanız onu ilm-i ezelisiyle bilmiş ve ruhunuzu o şekilde bir kalıplaşmaya tâbi tutmuştur; ruhunuza göre bir elbise giydirmiştir size. Fakat eğer siz iradenizin hakkını verirseniz, ruhunuzda ciddî bir değişikliğe girerseniz, öyle inanıyorum ki, ilm-i kıyafet sahasıyla alâkalı konularda da ciddî değişiklikler olur. Allah Teâlâ şeklinizi-şemâilinizi, mahiyetinizi de ruhunuza uygun olarak değiştirir. (Kırık Testi)
İNSANDAKİ CİHAZATIN İNBİSATI:
İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle insanın hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peyda etmiştir. Ve ihtiyacatın kesreti sebebiyle çok çeşit çeşit hissiyat peyda olmuştur. Ve hassasiyeti çok tenevvü etmiş. Ve fıtratın câmiiyeti sebebiyle pek çok makasıda müteveccih arzulara medar olmuş. Ve pek çok vazife-i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihazatı ziyade inbisat peyda etmiştir. Ve ibadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemalâtın tohumlarına câmi’ bir istidad verilmiştir. İşte şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makasıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu’cizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir. (Yirmiüçüncü Söz/İkinci Mebhas/Üçüncü Nükte)
LETAİFLE İNBİSAT:
İşte zîhayattaki meşhur havass-ı zahire ve bâtına duygularından başka, gayr-ı meş’ur saika ve şaika hisleriyle beraber o arı, dünyanın ekser enva’ıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahib olur. İşte en küçük zîhayatta hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile bir insan kendi hanesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat kendi aklı ile avalim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismaniyede gezer. Yani, o zîşuur ve zîhayat manen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuurun mir’at-ı ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar. (Yirmidokuzuncu Söz/Birinci Maksad/Birinci Esas)
[2] KABZ U BAST İLE HAVF U RECA:
Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde ifade edildiği gibi, havf u reca (korku-ümit), iradî birer tavır, Hak yolunun salikleri için bir ilk menzil ve ilk nokta olmasına karşılık; kabz u bast, bir kısım iradî sebeplerin dışında hakikat yolcusunun yolunu kesen veya onu şahlandırıp kanatlandıran nihaî sınırda sırlı bir alış veriştir. Havf u reca, istikbale ait sevilip sevilmeyen şeylere karşı bir endişe hissi ve bir ümitlenme neşvesi ise; kabz u bast, hâlihazır itibarıyla kalbe gelen değişik boy ve renkteki dalgaların tesirinde kalbin kasvetle kasılması veya neşeyle atması şeklinde yorumlanabilir. Havf u reca ile kabz u bast birbirine karıştırılmamalıdır. Birisi, insanın beklentileri ve inancı neticesidir. Diğeri, haldir ve hemen her mertebede, her makam ve payede kulun başına gelebilecek bir durum; yolcuyu sürekli alâkadar eden bir husustur. (Kırık Testi)
EMNİYET:
İnsan bu dünyada emniyetle yaşamamalı. Hiçbir zaman kendine güvenip kendinden emin olmamalı. Kul dünyada hep havf ile yaşamalı. Akıbeti hususunda sürekli tir tir titremeli. Havf ve reca dengesinde bir ömür sürüp neticeyi Allah’a (celle celâluhû) vermeli. “Ben kâfirim, ben münafığım” demek caiz değildir; ancak insanın içinde hep bir endişe olmalı, “Bende münafıklık alâmeti var mı?!” diye. Bu endişeyi koca Hz. Ömer bile taşıyor ki, biz neden taşımayalım! Hz. Osman mezarlığa uğradığı zaman nefes alamayacak hale gelinceye kadar ağlardı. Namazını kıldığı zaman, makbul olduğuna inanmalı; ancak “Bunda bir eksiklik var mı, yüzüme çarpılır mı?” diye endişe etmeli.
İmam Gazalî dâhil pek çok muhakkikîne göre, insan yaşarken hep havf yörüngeli olmalı; ölüm anında ise recâya yapışmalı. Yani, ötelere açılacağı o dakikalarda, Cenâb-ı Allah hakkında hüsn-ü zan etmeli, onun rahmetine sığınmalı ve reca duyguları içinde, “Artık yapabileceğim bir şey kalmadı. Şu an kendimi tamamen senin rahmetine teslim ediyorum” demeli. İmam Şâfiî Hazretleri de vefat ederken şöyle diyordu: “Cealtü’r-recâ li afvike süllemâ - Allah’ım! Recayı affına merdiven yaptım.” (Kırık Testi)
[3] “HUZURDA BULUNMA”, “HUZUR ESİNTİLERİ”
Gaybetin huzura, huzurun da tam gaybete çevrilmesi, sâlikin, O’nun Zât’ının nûrlarından başka her şeye karşı bütün bütün kapanmasıyla gerçekleşir ki, böyle bir durumda hak yolcusu, sadece O’nu duyma, O’nu düşünme, O’nun tasavvurlar üstü mülâhazasıyla oturup-kalkma ve O’na tahsis-i nazar etme suretiyle, bir taraftan hakikî huzuru idrak ederken, diğer taraftan da eşya ve hadiseleri tamamen göremez ve duyamaz hâle gelir. Bazı ahvâlin hususiyetlerine tâbi olarak sâlikin, yeniden eşyayı duyması ve hâdiseleri farketmesiyle –ki buna “rücû” derler– mâsivânın huzuru öne çıkar ve kalble, Hazreti Sahib-i kalb arasında bir husûf yaşanır; iştiyak-ı tam, aşk-ı tam ve azm-i tamla aşılabilecek bir husûf... Kabz u bast gibi, huzur ve gaybubet fasılları arasında da her zaman geniş veya dar aralıklı bir tenavübîlik söz konusudur. Huzur, bazen şuhûdun müradifi (eş anlamlısı) olarak da kullanılır ki, bununla bazen murakabe, bazen müşahede mânâsı kastedilir. Vâhidî ve Ehadî tecellîlerin keskinliği ölçüsünde, pekçok sâlik için aynı zamanda mezelle-i akdâm sayılan bu makam, Sünnet-i Seniyye kıstaslarıyla değerlendirilmezse “Hakk’ı bizzat müşahede ettim” gibi iltibaslara girilebilir. Böyle bir huzur, bizim cismanî ve hayvanî dünyamızdan bütün bütün sıyrılıp, kalb ve ruhla aynı şeyleri paylaşma gibi bir melekûtîlik ifade ettiğinden, şatahat ve iltibaslara girmemek kaydıyla “Hazîratü’l-Kuds”ün vesayetinde yaşama demektir ki, Hâfız: “Hâfız, eğer daimî huzur istiyorsan, O’ndan gafil ve gâib olma! Eğer sevdiğine visal arzusu duyuyorsan, dünyayı da, dünya ehlini de bir kenara at.” sözleriyle ifade eder ki, klâsik zühd anlayışımız açısından fevkalâde yerindedir. Şeyh-i Ekber de bu mülâhazaya: “Kalbin Hak’la huzuru, halktan gaybubetine bağlıdır.” tesbitiyle iştirak eder. Bize bakan yönüyle gaybet, Hak’la alâkalı yanıyla “huzur” diyeceğimiz hâl, sâlikin seviyesi itibarıyla da oldukça farklılık arzeder: ... (“Gaybet”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
HUZUR ATMOSFERİ:
İşte herkesi ve her şeyi o engin imanıyla bu çerçevede gören bir mü’min, her zaman kendini bütün insanları kıskandıracak ölçüde çok buudlu bir huzur atmosferi içinde hisseder ve imanlı yaşamanın tariflere sığmayan zevkleriyle kendinden geçer.. evet, ne kavga ne nizâ; bütün enerjisini duyup zevkettiklerini başkalarına da duyurma ve o derûnî hislerini herkesle paylaşma, gücü yettiği nisbette ufukların körlüğünü açarak bütün insanları bu zevk zemzemesine ulaştırma istikametinde çırpınır durur.. ve yaşatma gayretiyle her zaman birkaç adım yaşamanın gerisinde bulunur. O, oturur-kalkar Cenab-ı Hakk’a sonsuz bir güven duyar ama, halkı da karşısına almaz. Evet o, bir yandan kendi izâfî gücünü Allah’ın kudretiyle beslerken; diğer yandan da mü’minlerin himmetlerini yanına almayı da ihmal etmez.. ve kendisine karşı çıkması muhtemel bütün güçleri kendi iktidarının birer derinliğine dönüştürerek, hiçbir şeye takılmadan yürür uçuyormuşçasına hedefine.. imanla huzura erme, inandırıp Hakk’ın hoşnutluğunu kazanma hedefine. (“Huzur Ufku”, Işığın Göründüğü Ufuk)
[4] “KABZ” VE “BAST”IN SINIRLARI:
Kabz ve bast, birbirlerine sınırı olan komşulardır. Birisinin bittiği yerde diğeri başlar; birisinin başladığı yer, diğerinin bitiş noktasıdır. Kabz kısa da sürebilir, çok uzun da olabilir. Bazen Nebî’yi bile pek mahzun edecek şekilde kabzlar yaşanabilir. Allah’ın Elçisi, muhatapları inanmıyor diye o derece sıkıntıya girer ki, vadi vadi dolaşır. Nebi’nin kabzı da budur. Bazıları da vardır ki, dünya tutuşsa onun bir tutam otu yanmaz. Günümüzde, dünyanın neresine ateş düşerse düşsün, kendi bağırları da yanacak duyarlılıktaki insanlara ihtiyaç vardır. Bilmem nerede, hangi vadide, hangi dağın arkasında, hangi mazlum çocuğun hali, içine bir kıvılcım gibi düşecek insanlara... (Kırık Testi)
[5] HAK’LA ARAMIZDAKİ İRTİBÂTI KORUYUP-KOLLAMA KAYDIYLA, İNSANLAR ARASINDA, İNSANLARDAN BİR İNSAN OLARAK, HERKESİ KABÛL EDİP ONLARA KENDİ İDRÂK VE ANLAYIŞLARI İÇİNDE MUÂMELEDE BULUNMAK:
Mürşid; dava ve düşüncesini herhangi bir beklentiye girmeden tam bir adanmışlık ruh hâleti ve ölesiye bir gayretle hemen her zeminde mırıldanıp duran ve ulaşanla ulaşılacak olan arasında bir köprü insanıdır. O, ücretlere, bedellere, mükâfatlara, ödüllere karşı her zaman kapalı kalmanın yanında, talepsiz gelen maddî ve mânevî bir kısım ihsanları da çevresindeki halis kimselerin gayretlerine bağlayarak, hep onları nazara verir.. bütün mevhibeleri gönlünde onlarla paylaşır ve mensubu konumunda bulunanları Hak teveccühlerinin birer vesilesi sayar. Bu seviyedeki bir fedakârlık, her zaman tebcil edilecek bir fedakârlıktır ama, hakikî mürşid, bu ölçüdeki gayretlerini dahi kat’iyen şâyân-ı takdir görmez.. takdir beklemez.. ve hele asla, hiçbir hareket ve faaliyetini Allah rızasının dışında dünyevî-uhrevî herhangi bir neticeye bağlamaz. O, Hak karşısında her zaman düz durur; zira bilir peygamberlerin yolunda yürüdüğünü ve bu yolun bir kısım âdap ve erkânının bulunduğunu, bunların başında da, irşadın Hak hoşnutluğuna bağlanması lâzım geldiğini.
Mürşid, muhataplarını bütün husûsiyetleriyle bilen ve onları her zaman şefkatle kucaklayan; sevinçlerine, kederlerine iştirak eden; başarılarını alkışlayıp olumsuz yanlarını görmezlikten gelen bir sevgi ve müsamaha kahramanıdır. O, çevresindeki aç gönülleri tatmin etmek ve karanlık ruhları aydınlatmak için her zaman bir buhurdanlık gibi tüter durur.. bir mum gibi içten içe “cız cız” ederek hep kendine rağmen yaşar.. oturur-kalkar yaşatma zevkiyle soluklanır ve mefkûresini ifade adına hiçbir fedakârlıktan geri kalmaz: Diriltmek için ölür, güldürmek için ağlar, dinlendirmek için hamarat gibi çalışır ve çevresindekileri ebediyete uyarma yolunda dur-durak bilmeden hep koşar; koşar ve ne yaldızlı takdirlere ne de insafsız tenkitlere önem vermez. İltifat gördüğünde “aman estağfirullah”la mukabelede bulunur. Tepki ve tenkitleri de “eyvallah”larla karşılar ve yoluna devam eder.
Mürşid, derecesine göre maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî değişik bilgilerle mücehhez, farklı konuları muhataplarıyla müzakere edecek kadar yetenekli ve onların problemlerine alternatif çözümler getirecek seviyede de bir bilgedir. Hâcegân ekolünün büyükleri, o günün mektepleri diyebileceğimiz medreselerde okutulan bütün ilimlerden icazetli müstaitleri irşadla tavzif ediyor, tekye ve zaviyelerini, kalb ve kafa izdivacına muvaffak olmuş, fizikî âlem kadar metafizik dünyalara da açık bulunan bu gönül insanlarıyla birer Hızır çeşmesi haline getiriyorlardı. Bize göre, bu ölçüdeki insanlarla gerçek derinliğine ulaşamamış irşad yuvaları birer harabe, bu yuvalarda irşad hikâyeleri anlatanlar birer aldanmış ve bu nursuz mekânlara sürüklenen yığınlar da birer talihsizdir. Bir hak eri ne hoş söyler:
Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır,
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş...
Mürşid; ilim ve mârifet ufku itibarıyla ne kadar da aşkın olsa, telkin, tebliğ ve temsilinde, muhataplarının idrak seviyelerini görüp gözetecek kadar arşiyesini ferşiyesiyle iç içe yaşayan bir kâmil, nüzûlünü urûca bağlamış bir vâsıl ve tenezzülünde etrafındakilerin sesi-soluğu olmuş kusursuz bir nâsihtir. O, terbiyegerdelerinin duygu, düşünce ve hissiyatlarını gözeterek yapacaklarını yapar ve söyleyeceklerini söyler. Ufkuna ait vâridâtın husûsî rengi ya da değişik mülâhazalara bağlı o vâridâtın iğlâk ve iphamıyla, muhataplarının düşüncelerini karıştırmadan her zaman uzak durmaya çalışır; çalışır zira hakikî mürşid, Kur’ân’ın has bir talebesidir ve Kur’ânî olma mecburiyetindedir. Kur’ân, yüceler yücesi bir sıfatın sesi-soluğu olmasına rağmen, vâhidî ve celâlî bir tecellî dalga boyunda değil de, ehadî ve cemâlî bir zuhur çerçevesinde peygamber ufkuna inmiş ve çoğunluğun idrak seviyesine göre insanlara seslenmiştir. Kur’ân’ın insanlarla muhaveresi böyle bir tenezzül çerçevesinde cereyan ettiği gibi, onun müstesna mübelliği, mürşidler mürşidi Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi ekmelü’t tehâyâ) irşad ve tebliğleri de hep bu üslûba bağlı cereyan etmiştir. O’na isnad edilen bir sözde bu husus vurgulanarak şöyle buyrulur: نَحْنُ مَعَاشِر الاَنْبِيَاءِ أُمِرْنَا أَنْ نُكَلِّمَ النَّاسَ عَلَى قَدْرِ عُقُولِهِمْ - Biz nebiler topluluğu, insanların seviyelerine inmek ve onlara anlayabilecekleri bir üslûpla konuşmakla emrolunduk.” (“İrşad ve Mürşid”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
[6] O’NUN (AS) HALKLA MÜNASEBETİ VE İNBİSATI:
“Fevkalâde asalet, necâbet ve Hak’la münasebetin hâsıl ettiği, herkesin başını döndüren o müthiş mehâbetine rağmen, zıtları bir arada yaşıyor gibi öylesine mütevaziydi ki; az önce arz edilen hususiyetleri görmeyenler O’nu âhâd-ı nastan biri sanırlardı. Arkadaşlarının onca tazim ve saygısını görmezlikten gelerek onlarla aynı zeminde bulunur, aynı sofrada yemek yer; farklılık ve hususiyetlerini bir namus gibi setreder ve yanında bulunanları, tabiatındaki mehâbet, haşmet ve mehâfetle bunaltmamak için yer yer cemâlî tecelli dalga boyundan, ibret, ders ve nükte edalı mülâtefelerle rahatlatır; izzetini tevazu ile süsler; mehâbetini şefkatle tadil eder ve nâsûtî rengini öne çıkararak o şeker-şerbet konumuna ayrı bir halâvet katardı.” (“...Ve Gaybın Son Habercisi”, Kendi Dünyamıza Doğru)
[7] İNBİSAT VE KÂİNATI KUCAKLAMA:
Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esma-i İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir. “Evradlarınızı bununla okuyunuz.” der. İşte Kur’anın tilmizlerinden Şah-ı Geylanî, Rufaî, Şazelî (r.a.) gibi şakirdleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerratı, katarat adedlerini, mahlukatın aded-i enfasını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar. Cenab-ı Hakk’ı zikir ve tesbih ediyorlar. İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cizane terbiyesine bak ki: Nasıl edna bir kederle ve küçük bir gam ile başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlub olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’an ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece letaifi inbisat eder ki: Koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cennet’i zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenab-ı Hakk’ın edna bir mahlukunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde, nihayet tevazuu cem’ediyor. Felsefe şakirdlerinin buna nisbeten ne derece pest ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin. (Onyedinci Lem’a/Beşinci Nota)
- Ve keza o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal -meselâ- en zaîf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıdlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacer-ül Esved’in altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacer-ül Esved’e muhafaza için tevdi ettirir. (Mesnevi-i Nuriye)
[8] “KORKU VE ÜMÎDİ BİRDEN RUHTA YAŞAMA”:
Hocaefendi, “Korku ve ümîdi birden ruhta yaşama nasıl olur?” şeklindeki bir soruya, “لِمَنْ الْمُلْكُ الْيَوْمَ - (Allah onlara şöyle hitab eder:) Bugün mülk ve hâkimiyet kimin?” ayetini okuyunca müthiş bir havf hissediyorum, ama ardından “لِلهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ - Mutlak galip, tek hâkim olan Allah’ın!” (Mü’min sûresi, 16) deyince içim ümitle doluyor, şeklinde cevap veriyor.
Hak yolcusu, bir bir bu fenâ mertebelerini aşıp da tam bir “fenâ fillâh” kahramanı hâline gelince, artık her ufukta ona “bekâ billâh” renkleri tüllenmeye başlar. Böyle bir sâlik, her an karşısına çıkan ayrı bir ‘لاَ’ yı aşar ve her lâhza ayrı bir ‘إِلاَّ’ ya ulaşır. Ona, yürüdüğü bu yolda adımlarını biraz daha açması ve tecellî sağanaklarının da inkıtâsız devamı sayesinde, Rubûbiyet-i külliye ve Kayyûmiyet-i tâmme perdesiz, hicapsız zuhûra başlar ve bir an gelir ki, vicdanî bir duyuş ve sezişle, O’nun tahtının her şeyi kapladığını duyar ve O’na tam yönelmenin şekillerinden tevbe, inâbe ve evbe merdivenleriyle yükselerek O’nun ulûhiyetinin herkese açık nûrlarına gömülür; gömülür ve ibadetlerinde olağanüstü bir mehâfet ve mehâbet zevkine müstağrak olur.. Allah beyanını şeker şerbet lezzeti içinde dinleme iştiyakına erer.. kendini bazen mehâfetin temkin iklimlerinde, bazen mehâbetin teyakkuz yamaçlarında, bazen de rahmetin her şeyi aşkın ummânlarında hissederek havf u recâyı, hüzn ü sürûru aynı anda birden yaşar ve bir daha da o kapıdan ayrılmamaya çalışır; öyle ki artık o, her tasavvuru, her düşüncesi, her sesi, her soluğuyla kendini O’na ifade ederek tam bir وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ kahramanı hâline gelir ve bir “hel min mezîd?” yolcusu olarak hiç durmadan ilerler; ilerler; zira bilir ki, o durduğu zaman yol da biter, yolculuk da, hedefe ulaşma gayesi de.. çünkü bu yolculuk Nâmütenâhi’yedir.. burada böyle bitmeyen bir cehd ü gayret, ötede değişik tecellîlere mazhariyet şeklinde hep devam edip gidecek demektir. (“Fenâ Fillâh”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
[9] HÂL, insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintilerle yaşaması ve kalb ufkunda cereyân eden gece-gündüz, sabah-akşam farklılığının duyulup hissedilmesidir. Onu insanın cehd ve gayreti olmadan, insan kalbini saran sevinç-hüzün, kabz-bast şeklinde anlayanlar, bu oluş ve sezişin devam ve istikrârına “makam”, onun zevâl bulup gitmesine de “nefsânîlik” demişlerdir...
Bu itibarla, “hâl”e, bir ilâhî mevhibe ve gönül yamaçlarının “üns” esintileri, “makam”a da insan irâde ve azminin bu nefehâtı soluklayıp benliğine mal ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz. (“Hal, Makam”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
[10] “الْمُتَشَبِّعُ بِمَا لَمْ يُعْطَ كَلَابِسِ ثَوْبَيْ زُورٍ - Verilmeyenle karnını doyurmuş gösterip övünen, tıpkı, iki yalan elbisesini giyen gibidir.” (Buhari, Nikah 106; Müslim, Libas 126)
Ayrıca; padişahın ne yapıyorsun sorusuna “Enekem kör müsün?..” diye cevap veren birine bahşiş vermesi, aynısını taklit etmeye kalkışan birine de sopa attırmasının hikayesi..
[11] “BAST”TA TEYAKKUZ:
Bazen, kabzın pençesine düştüğünüzde, ne kadar gözünüz hakikate açılsa, ne kadar ulvî âlemleri müşahede etseniz de bunlardan hiçbiri aklınızda kalmaz. Önünüzü, arkanızı hep karanlık görebilirsiniz. Bütün güzel ve inşirah veren kareler silinir gider zihninizden. Vefa ile bunu basta (iç rahatlığı) ve huzura çevirmek için o eşikten ayrılmamak gerekir. Gözünü kapıdan ayırmadan beklemek lâzım. İnsan sürekli böyle bir imtihan içindedir. Zaten bu yolda olmayan, bu türlü meseleleri birbirinden tefrik edecek kadar duyarlı olmayan, hayatın hercümerci içinde ömrünü geçiren insanların Allah’la (celle celâluhû) bu türlü bir alışverişi anlaması da mümkün değildir. Ayrıca, sürekli bast tehlikeli olabilir. Bazen içte inşirah (gönül ferahlığı) hâsıl olur, insanın oynayası gelir. Sebebi belli olmadan insan maiyyet hissiyle dolar da yerinde duramaz hale gelir. Arkadaşlarda bu türlü haller olunca, ben tevbe ve istiğfar tavsiye ediyorum. Çünkü, öyle bir gaflette insan yanlışlığa düşebilir, her şeyi kendinden bilebilir, inşirahların kaynağının kendisi olduğunu zannedebilir. Oysa kul, başarılarında dahi tevbe etmeli, başarılı olduğunda da günah işlemiş gibi Allah’a yönelmeli; yönelmeli ki, bu başarıları kendisinden bilmesin ve Cenâb-ı Hak onları hezimetlere çevirmesin. Kabzdan kurtulma yollarından en evvel zikredilmesi gereken husus, âyet ve hadislerde ifade buyrulan husustur: İşlenen günahın, kötülük ve seyyienin hemen arkasından bir sevabın, iyilik ve hayrın yapılmasıdır. İnşaallah, yapılan bu hayır o kötülüğü silip götürecektir. (Kırık Testi)
KABZ U BAST VE İNSAN KARAKTERİ:
İnsan karakteri ile kabz u bast arasında bir alâka olabilir. Bazı ruhlar kabza daha yakındırlar. Bazı hassas insanlar, mazhar oldukları bast karşısında bile “Ben ne yaptım ki böyle bir mükâfat verildi” derler; bast bile onlar için bayağı bir sıkıntı kaynağı olur. Böyleleri, değişik hâdiseler karşısında da derin bir duyarlılığa sahiptirler. Daha önce bencil ruhların mülâhazasına bağlayarak arz etmiştim: Benciller derler ki, “Ateş düştüğü yeri yakar.” Bu söz, hodbîn ve egoist ruhların sözüdür. “Ateş çevresini de yakar” ifadesi ise bir parça diğergam ruhların sözü. “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar” sözüne gelince, bu, kâmil ruhların vicdanlarının sesidir. İşte, ihsasları bu derece derin, dünyanın herhangi bir yerinde bir hâdise olduğu zaman kendine göre mânâ çıkaracak bir ruh, çok defa kabzın demir pençesine düşer; ıstırap çeker. Dışta cereyan eden hâdiseler, onda fırtınalara sebep olur. Hatta onun fizikî yapısına tesir eder. Bir kısım ruhî problemlerin, bir kısım psikosomatik (ruhî sebeplerle meydana gelen bedenî) rahatsızlıklara sebebiyet verdiği gibi, dünyanın değişik yerlerinde cereyan eden hâdiseler, aynen psikosomatik hastalıklar gibi, onun bedeninde kendini hissettirir. Bacağı ağrır, boynu ağrır, dişi ağrır… O şahsın bu tür rahatsızlıklarına “dünyasomatik” hastalık diyebilirsiniz veya cihannüma ruhların “cihansomatik rahatsızlıkları”... (Kırık Testi)
[12] CEM; toplanmak, toplamak, biriktirmek, biriktirilmek mânâlarına gelen “cem” tasavvuf erbabınca; zevkî ve hâlî olarak bütün dünya ve içindekileri (mâsivâ) görmeyecek, duymayacak ölçüde Hakk’a tahsis-i nazar, tahsis-i şuur, tahsis-i histe bulunarak, kalben bütün eşyaya karşı kapanıp sadece ve sadece O’nu bilmek, O’nu duymak ve mârifetinin derecesine göre, O’nu görmek ve kasdî olarak O’ndan başka şeyleri görüp onunla meşgul olarak dağınıklığa düşmekten kurtulmak demektir. Böyle bir yaklaşım vahdet mülâhazası şeklinde anlaşılırsa karşılığı kesret olur; Hakk’a tahsis-i nazarla kalbin mâsivâdan kat-ı alâkası mânâsına hamledilirse, o zaman da karşılığı “fark” olur ki, –inşâallah– ileride müstakil bir bahiste tahlil edilecektir.
Cem, müntehîlere ait bir hâl veya makamdır. Cem mevhibeleriyle şereflendirilen bir hak yolcusu, artık bil-asale hep Onu duyar, O’nu bilir ve bulunduğu ufuk ve zevk-i ruhanî seviyesine göre de, halkı tam sezer veya sezemez; ama her zaman Hakk’ı, hem de halksız olarak bir vicdanî sezişle sezer ve her yanda Hakk’a ait mânâların temâşâsıyla hep büyülenmiş gibi yaşar. Ufkunda doğup batan eşyada, O’nun isim ve sıfatlarının tecellîlerini görür; “Zât” iştiyakıyla pervaneler gibi O’nun sübühât-ı vechine koşar.. yer yer hayret ve hayranlık arası gelir-gider ve سُبْحَانَ مَا أَعْظَمَ شَأْنَكَ der inler.(Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)
[13] FENÂ; yok olma, zeval bulma mânâlarında “bekâ”nın mukabili bir kelimedir ve bir kısım farklı mefhumlarla izâfî münasebeti de söz konusudur. Meselâ; tevbe-i nasûhun lâzımına “fenâ-yı muhalefet”, zühd hakikatinin nihâî gereğine “fenâ-yı huzûz”, sadâkat ve muhabbetin zirvesine “fenâ-yı huzûz-i dâreyn” ve sekrin neticesindeki “gaybet”e “fenâ-yı zahirî” denir ki, bunların hemen hepsi, hak yolcusuna bakan yanları itibarıyla birer tavır, birer duyuş ve birer zevk hâli olmalarına karşılık, Hazreti Zât, sıfât ve esmâ-i ilâhiyeye bakan yönleri açısından vahdet nûrlarının kesret ahkâmı içinde tecellî etmesi; tecellî edip sâlikin, varlık-yokluk gel-gitleri arasında yaşaması demek olan “sahk”; kezâ onun vücûd-u Hak karşısında eriyip gitmesi diyebileceğimiz “mahk” ve davranışlarının, Hazreti “Fa’âlün Limâ Yürîd”in işlerinin gölgesi olduğunu duyup zevketmesi şeklinde yorumlayacağımız “tams” fenânın birer buudlarıdırlar ve bir yandan, gerçek “Vücûd” ve “İlim”in ziyâsının birer gölgesi olarak mâsivânın zâtî bir kıymeti olamayacağını hatırlatırken, diğer yandan da, insan idrakinin, duyuş, seziş ve yorum izâfîliğiyle de, hakikat ve nisbet arasında birer köprü vazifesi görürler (“Fenâ Fillâh”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
BEKA VE MAHV:
Kelime mânâsı itibarıyla, devam, sebat ve hep aynı hâl üzere kalma anlamına gelen bekâ; kulun, kendi nefsi dahil bütün eşyayı –onların zâtları ve nefisleri itibarıyla– yok kabul edip, canlı-cansız her nesneyi Hazreti Vücûd’un ya da Hazreti İlim’in ziyâsının bir tecellîsi ve bir gölgesi olarak vicdanî müşahede ile müşahede etmesidir. İşte böyle, nefis ve benlik cihetiyle mahv u sahka uğrayıp, sonra da Hakk’ın bekâsıyla yeniden var olan sâlik, artık Hakk’ın vücûduyla mevcûd, Hakk’ın bekâsıyla bâkî, Hakk’ın hayatıyla hayy, Hakk’ın ilmiyle âlim, O’nun iradesiyle mürîd, sem u basarıyla da semî ve basîrdir; insan üstü görür, duyar veya öyle görüp duymaya terettüp eden mazhariyetlerle serfirâz olur. Bu seviyede zevkî ve hâlî olarak kendi isim ve resminden sıyrılabilen müntehî bir sâlik, izâfî olarak, arz ve semâda Allah’ın sıfatlarından biriyle tavsif edilir ki, melekûta açık olanlar vicdanlarında her zaman bunun bir aks-i sadâsını duyabilirler. (“Bekâ Billâh”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
MAHV-SAHV VE BEKA:
İster bir makam sayılsın, ister mutmainne mertebesinin inkişâfı, bu noktadan sonra, “Yâ Hayy” ism-i şerifinin bir mazhar-ı tâmmı ve şeffaf bir aynası sayılan sâlik-i müntehî, Hak’tan hoşnut olmayı kendi tabiî derinliği gibi duyar ki, bu zirve “râziye” zirvesidir. Kahr u lutfun bir bilindiği bu ledünnî derinliğe eren hakikat kahramanında, beşeriyet sıfatları bütünüyle muzmahil olur gider ve her yanda yepyeni televvünlerle yepyeni bir var oluş başlar; “mahv”dan sonraki “sahv”, “fenâ”dan sonraki “bekâ”, “ilme’l-yakîn”den sonra ki “ayne’l-yakîn”le gelen bir farklı var oluş. Böyle bir müntehînin nazarında her zerre bir lisan kesilir ve her hâliyle O’nu zikreder.. her ses O’ndan farklı şekilde akseden birer nağme gibi duyulur.. her renk “lâhut” ikliminin tebessümleri gibi gözlere gönüllere yağar.. ve o, gezip dolaştığı her yerde “Lâ maksûde illallah”, “Lâ ma’bûde illallah” hakikatleriyle nefeslenir.. durumunun ve konumunun müsaadesi nisbetinde, kalbî ve ruhî hayatı adına bu mübarek cümleleri oksijen gibi yudumlar; tabiat-ı beşeriye gereği cismaniyetinde oluşmaya yüz tutan her hevâîliği de karbondioksit gibi dışarı atar.. ve hevâ-i nefsin artıkları sayılan âsâb ve hassasiyeti yatıştırır.. mücadelenin kızıştığı yer ve zamanlarda iâne talebi ve istigâse gözyaşlarıyla ebedî mihrabına yönelir ve sızlar.. muvaffakiyet ve zaferlerini de birer Hak ihsanı olarak duyar ve “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lutf ile ihsan nedendir?” (M. Lütfi) sözleriyle mırıldanır.. hep içten ve derin, hep Hak’tan hoşnut ve memnuniyet içinde bulunduğunu ihsas eder.. kim bilir her gün kaç defa: “Gelse celâlinden cefâ, yahut cemâlinden vefâ / İkisi de câna safâ, senden hem o hoş, hem bu hoş” (İ. Hakkı) der, rızâ düşüncesini yeniler.. hatta bazen o, gönül gözlerine cezb ü incizâb semâlarından akıp gelen bu güzelliklerin farkında bile olamaz. (“Seyr u Sülûk”, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2)
[14] RUH VE KALBDE İNBİSAT VE KABZ OLUŞTURAN HUSUSLAR:
Fena tasavvurlar, sevimsiz tavırlar, olumsuz davranışlar, “tabiri caizse” ruhta bazı takallüsler meydana getirdiği gibi, nezih mülâhazalar, Hak hoşnutluğunu hedefleyen planlar, projeler, kalb ve lisanın “Allah Allah” diye gürlemesi de ruhta inşirah ve İnbisatlar hasıl eder/etmektedir. Çok defa biz farkına varmasak da bu hâl nuraniyete inkılap ederek “latîfe-i rabbâniye” yolu ile bütün ruh ufkunu sarar; sırrı tenbih edip harekete geçirir ve insanın metafizik derinliklerinde değişik şekilde yankılanmaya başlar. Bunun gibi beden de ne zaman, ibadet ü taatle Hakk’a inkıyadını ifade eder, yaratılışının gayesine (mâ hulika leh) uygun yaşar, imanını diyanetle derinleştirir ve ibadetini ihsan şuuruyla taçlandırırsa, bu defa da ruhta âdeta bir şölen havası hissedilmeye başlar. Ümit ve reca o insanda Hakk’a iştiyak duygularını kamçılar; mehâfet ve haşyet mülâhazalarına kapı aralayan davranışlar da onun ruhunda saygı, temkin ve teyakkuz hissi uyarır. Böylece, denizlerin tebahhur edip buluta yürümesi, bulutların yağmurlaşıp arzın başına boşalması, sonra da çağlayıp ummanlara akması.. gibi bedenden ruha, ruhtan da bedene sürekli böyle bir dolup boşalma söz konusu olur.
Bu şekilde karşılıklı bir tesir ve teessür sayesinde cismâniyetin galebesi sonucu insanın başaşağı “esfel-i sâfilîn”e sukutu mukadder olduğu gibi; iman, İslâm ve ihsan yörüngesinde hareket etmesi sayesinde de –bi iznillah– insanî tamamiyete ve “alâ-yı illiyyîn”e yükselmesi söz konusudur. Seyr ü süluk dediğimiz şey de işte böyle bir teâtî ve alış verişle Hakk’a vuslatın ayrı bir unvanı ve insan-ı kâmil olmaya yürümenin de önemli bir yoludur.
Bütün bu alış verişler, mütemâdî teâtîler, yürüyüşler ve varışlar, hep bu nefs-i insanî biniti, sefinesi ve peyki vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bu hakir görünümlü merkubun pusulası iman, rotası İslâm, kaptanı Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselâm) ve bu uzun yolda durmadan yol almanın dinamiği de zikr ü fikirdir. Ne var ki, bu binit, bu sefine ve bu peykin belli maksatlar için mahiyetine yerleştirilmiş bulunan zahirî bir kısım muzır hususiyetler de vardır ki, şayet nefis umumi bir tezkiye ile tadil edilmemiş/ edilememişse, ruh-beden veya beden-ruh arası inip çıkan, çıkıp inen mânâların, mazmunların, ilimlerin, mârifetlerin, zikirlerin, fikirlerin ulaşacakları noktaya ulaşmaları esnasında bir kısım türbülanslara maruz kalmaları, hatta ciddi alaboralar yaşamaları kaçınılmazdır. (Kalbin Zümrüt Tepeleri-3)