Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) Faziletleri





Author: Prof.Dr. İbrahim CANAN - min read. - Post Date: 01/04/2021
Clap

Kur’ân-ı Kerim ilâhî kelâm olması sebebiyle, tefekkürümüzü derinleştirerek Yüce Yaratıcımızın bu teferruatlar örgüsü içerisinde şifrelediği hakikatleri, bu hakikatler danteli gerisinde ilâhî maksatları, bir başka ifade ile, Cenab-ı Hak’kın bunlarla bize ihsas etmek istediği bir kısım düsturları, incelikleri ve mesajları bulup çıkarmamız gerekmektedir.

Temhid

Kur’ân-ı Kerim’in bize üsve (uyulması gereken örnek) olarak sunduğu Hazreti İbrahim’in faziletlerini birer birer zikretmezden önce birkaç noktaya dikkat çekmek istiyoruz:

1-İstifadenin kolaylığı için, Hazreti İbrahim’in faziletlerini, öncelikle, iki gruba ayırmak gerekmektedir: a) Müktesep olanlar, b) Mevhibe-i ilâhiye olanlar. Müktesep deyince, beşerî irade ve gayretle her insanın kazanabileceği erdemleri kastediyoruz, vazifeşinaslık, şükredici olmak, merhametli olmak gibi.

Mevhibe-i ilâhiye deyince, beşerî gayretle elde edilemeyen faziletleri kastediyoruz, bunlar, her halukârda Allah vergisidir: Semavat ve arzın melekûtunun gösterilmesi, kitap sahibi olması gibi.

2-Gerek müktesep ve gerekse gayr-ı müktesep olsun, Hazreti İbrahim’in bir kısım faziletleri, sadece ona hastır, diğer bir kısmı başka peygamberlere de nispet edilmiştir. Meselâ, Evvâh ve Halilullah vasıfları Kur’ân’da sadece Hazreti İbrahim’e nispet edilir. Bir kısım vasıflar, diğer peygamberlere de nispet edilir: Allah’ın selâmına mazhar olmak, sabredici olmak, ihlâs sahibi olmak gibi. Bu meyanda diğer peygamberlerde de bulunan bir vasıf Hazreti İbrahim için ısrarla vurgulanır: Müşriklerden olmamak gibi. Onun müşriklerden olmayışını tespit eden ibare, aynı kelimelerle, yedi sefer tekerrür eder.

Kur’ân-ı Kerim ilâhî kelâm olması sebebiyle, bütün bu farklı durumlar üzerinde tefekkürümüzü derinleştirerek Yüce Yaratıcımızın bu teferruatlar örgüsü içerisinde şifrelediği hakikatleri, bu hakikatler danteli gerisinde ilâhî maksatları, bir başka ifade ile, Cenab-ı Hakk’ın bunlarla bize ihsas etmek istediği bir kısım düsturları, incelikleri ve mesajları bulup çıkarmamız gerekmektedir.

Bu düşünce ile Hazreti İbrahim’in faziletlerini tespit ederken onları, “müktesep olanlar”, “mevhibe (Allah vergisi)” olanlar diye iki ayrı grup hâlinde zikredip geçmekle kalmayıp, diğer bazı açıklamalar, mukayeseler, hatırlatmalar yapmaya, bazı ilâve bilgiler sunmaya çalışacağız. Ayrıca dikkatlerin çekilmesi noktasında ehemmiyetli bulduğumuz bazı tespitleri, şahsî değerlendirmelerimizi de kaydedeceğiz.

Bütün bu kaydedilecek olanlar, Kur’ân’ın mânâ deryasından birer katredir. Herkes mizaç, birikim, dikkat ve gayreti nispetinde yeni ve başka mesajlar keşfedebilir ve keşfedecektir.

 

A-Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) Müktesep Faziletleri-1

Bu gruba giren faziletler, şahsî gayretle kazanılabilen veya derecesi artırılabilen faziletlerdir. Kendisine inanıp sevenlerinin uymaları, örnek almaları emredilen faziletler de bunlardır. Hatta Kur’ân-ı Kerim’in ifadesinden İslâm âlimlerinden bazılarının anladığı üzere, başta peygamberlik olmak üzere, kendisine bahşedilen bir kısım imtiyazlar, ve üstünlükler Hazreti İbrahim’in bu müktesep faziletlerdeki başarısına bir mükâfat olarak Allah tarafından lutfedilmiştir.

Öyleyse öncelikle, kazanılması ve yüksek derecelere ulaşılması elimizde ve beşerî imkânımız dahilinde olan bu İbrahimî faziletleri bilmede fayda var. Hazreti İbrahim’e onlardaki başarısına mükâfaten peygamberlik verildiğine göre, her insan, bu faziletleri kazanma nispetinde, mâneviyatta büyük mesafeler katedebilecek demektir.

Önce bu faziletleri kaydettikten sonra, mevhibe-i ilâhiye olan ikinci kısım faziletlerini kaydedeceğiz. Bu ikinciler de cidden büyük değer taşıyan armağanlar, ücretler mesabesindedir. Bu armağanların kıymetçe azametleri, Hazreti İbrahim’in iradî işlerdeki başarılarının büyüklüklerine ve onların Allah nazarındaki ehemmiyetinin yüceliklerine delil olmaktadır.

Yani peygamberlik makamlarında bile katedilen mertebede ferdî iradenin, beşerî kesbin rolü var, katkısı var.

 

1- İmanda Tahkik Ehli Olmak

Hazreti İbrahim’in burada zikri gereken en mümtaz yönü, imanî meselelerdeki tahkikidir. Gerçi Kur’ân-ı Kerim, imanın altı prensibinin her birinde tahkike girdiğinden söz etmez. Ama bütün inançların başı olan “Allah’ın varlığı” ve “Ölümden sonraki diriliş” meselelerindeki tahkikini nazara verir. Az ilerde, kavmini ilzamda baş vurduğu bir metot olarak açıklayacağımız şu Kur’ânî pasaj, bir yönüyle, onun tevhit meselesindeki tahkikini ifade eder:

“(Tevhitte) yakîne erenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerlerin melekûtunu1 şöylece gösteriyorduk: Gece basınca bir yıldız gördü, “İşte bu benim rabbim!” dedi. Yıldız batınca “Batanları sevmem.” dedi.. Ay’ı doğarken görünce “İşte bu benim rabbim!” dedi. Batınca “Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi andolsun ki sapıklardan olurdum.” dedi. Güneşi doğarken görünce: “İşte bu benim rabbim, bu daha büyük!” dedi, batınca: “Ey milletim! Doğrusu ben, ortak koştuklarınızdan uzağım.” dedi. Doğrusu ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana, doğruya yönelerek çevirdim, ben puta tapanlardan değilim.” dedi.”2

Evet bu âyetler, Hazreti İbrahim’in tevhit hususundaki, tahkikini de ifade etmektedir.

Tahlilimizi genişletmeden bir noktanın belirtilmesinde gerek var: İleride kaydedeceğimiz üzere, âlimlerden bir kısmı, Hazreti İbrahim’in bu imanî istidlâli başta olmak üzere, Kur’ân’da zikri geçen: “putları kırma”, “ateşe atılma”, “oğlunu kurban etme” ... gibi bir çok hâdisenin, kendisine peygamberlik gelmezden önce cereyan eden “ibtila”lar yani imtihanlar olduğu kanaatini ileri sürmüşlerdir.

Bazı karineler, böyle bir hükme gitme imkânı tanır. Büyük müfessir İmam Râzî’nin değerlendirmesine göre çoğunluk bu görüşü benimsememiş ise de, bir kısım hâdiseler, risalet öncesine aittir ve yıldızlarla istidlâl işi, kesinlikle peygamberlik öncesi bir hâdisedir.

Aslında âyet-i kerimenin daha yakından tahlili, bu hâdisenin, risaletten önce cereyan etmiş olmakla birlikte, yıldıza tapanları, inançlarının yanlışlığı hususunda iknada bir metot, bir muhâkeme tarzı olarak Hazreti İbrahim tarafından kullanıldığını göstermektedir. Şöyle ki:

O, içinde bulunduğu cemiyetin yıldızlara tapma inancını, şahsî bir tefekkür ve aklî bir tahkikten geçirerek, bu fâni şeylerin yaratıcı olamayacağını, Rab olamayacağını idrak etmiştir. Âyet-i kerime, hem onun, önceden fiilen yaşamış olduğu bu fikrî çile safhasına dikkat çekmek ve hem de ulaştığı bu neticeyi halkına da ifade ederek onları ikna etme yoluna baş vurduğunu göstermek için, oldukça dikkat çekici bir üslûp kullanmıştır: Sanki, Hazreti İbrahim, idrak yaşına kadar hep mağarada yaşamış da, yıldız, Ay ve Güneş’i peşpeşe ilk defa gören bir insanın yapabileceği bir muhakeme ile, bunlara Rabbi nazarıyla bakmış, en sonunda Güneş’in de batmasıyla, bu batan şeylerin Rabbi olamayacağını anlamıştır. Merfû (Hazreti Peygamber kaynaklı) olmayan bir kısım rivâyetler de Hazreti İbrahim’in mağarada büyüyüp idrak yaşından sonra ortaya çıkıp, Rabbini, —âyetin zâhirine uygun şekilde— bulduğunu ifade eder.3 Bu durumda, mezkûr vaka bir gece içerisinde bir mecliste (seansta) olup bitmiştir.

Aslında bu muhakeme, âyetin zâhirine de tamamen muvafık değil. Hâdisenin, kaydettiğimiz şekilde olduğuna delâlet etmek üzere, Cenâb-ı Hak, en sona bir karîne koymuştur: “Ey kavmim!” hitabı.

Evet âyet-i kerime, böyle bir gün içinde cereyan eden bir vakayı anlatır olsaydı, hâdisenin sonunda, Hazreti İbrahim’in kavmine hitabına yer vermezdi. Yıldız ve Ay’la olan macerası, kendi kendine olan bir konuşması (monoloğu) gibi nakledilirken, en sonda İbrahim’in (aleyhisselâm) kavmine yönelerek:

“Ey milletim! Doğrusu ben, ortak koştuklarınızdan uzağım!” demesi, o noktaya kadar anlatılan İbrahimî maceranın daha önce, icra edilen aklî bir tefekkür, yaşanan bir fikir çilesi, —bir başka ifade ile— vahdaniyet hakikatinin bir tahkik safhası, bir istidlâl olduğunu göstermektedir. “Batanları sevmem!” şeklinde sonuçlanan İbrahimî maceranın tamamen imanî bir tahkik, bir istidlâl olduğuna inanan İmam Râzî bu âyetten bir başka hüküm çıkarır: “Şurası muhakkak ki, peygamberlerdeki Allah bilgisi, zaruri bir ilim değil, istidlâlî bir ilimdir, (kesbîdir). Eğer zaruri olsaydı, Hazreti İbrahim âyette nazara verilen istidlâli yapma ihtiyacı duymazdı.”4 Râzî’nin bu yorumu yabana atılamaz. Bediüzzaman Hazretleri de Hazreti Peygamber’in risalet vazifesini cüz-i ihtiyariyle üzerine aldığını cezmen söyler ve bir âyet-i kerimede meseleye işaret eden karineyi gösterir.5 Resûlüllah’ın üç yıllık fetretü’l-vahiy dönemiyle ilgili hayatı yakından tahlil edilince, bunun da imanî bir tahkik dönemi olduğu ayan beyan görülür.6

Asıl mevzumuza dönersek, Hazreti İbrahim’in imanî tahkikini gösteren âyetin sonunda, kavmine yaptığı hitap daha açık bir sûrette, bunun ustalıklı bir davet ameliyesi olduğunu gösterir. Hatta bu davetin, imanî tahkikle elde ettiği yakine dayandığını, bu yakinin gücü ve sevkiyle davet işine girişmiş olduğunu söyleyebiliriz.

İmam Râzî merhum, bidâyette Hazreti İbrahim’e sema ve arzın melekûtunun gösterilmesiyle onda hasıl olan yakîn belirtildikten sonra: “Gece basınca bir yıldız gördü...” diyerek yıldız, Ay ve Güneş için: “Bu Rabbim!” deme hâdisesinin iman meselesindeki yakinden sonra cereyan ettiğini söyler ve delilini de gösterir.7 Ayrıca, bu hâdisenin, kavmi ile münazara sebebiyle yaşandığında cezmeder.

Kavmine yaptığı ilk davetin bu mezkûr davet olması bile kuvvetle muhtemeldir. Çünkü müteakip âyet, halkın ona gösterdiği tepkiyi anlatmaktadır: “Milleti onunla tartışmaya girişti.”8

Bunu takip eden müteakip ifadeler, daha sonra, belki de farklı zamanlarda cereyan eden münakaşalarda, Hazreti İbrahim’in kavmine söylediklerini görmekteyiz:

“Beni doğru yola eriştirmişken Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O’na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum, meğer ki, Rabbim bir şeyi dilemiş ola. Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt kabul etmez misiniz?” dedi. Allah’a koştuğunuz ortaklardan nasıl korkarım! Oysa siz Allah’ın hakkımda size bir delil indirmediği bir şeyi O’na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. İki taraftan hangisine güvenmek daha gereklidir, bir bilseniz.”9

Bu sözler tahlil edilince, kavminin, Hazreti İbrahim’e ne gibi mülâhaza ve davranışlarla tavır aldıklarını tespit etmek mümkündür. Sözgelimi, bu ifadeler, o putperest kavmin Hazreti İbrahim’i putlarla tehdit edip korkuttuklarını; tekrarla, onların kendisini çarpacağını, hışımlarına uğrayacağını dile getirdiklerini göstermektedir. Nitekim, bunun örneğini Kur’ân-ı Kerim, Hûd kavmi ile ilgili olarak verir: Kavminin, münakaşa esnasında Hazreti Hûd’a (aleyhisselâm) sarfettiği cümlelerden biri: “Bir kısım tanrılarımız seni çarpmıştır.”10 olmuştur.

Böylece başlayan mücadele ve münakaşalar gittikçe kızışacak, putları kırma, Nemrut’la cedelleşme, ateşe atılma, memleketinden kovulma (hicret) gibi safhalardan geçecektir.

Şu hâlde Hazreti İbrahim’in yıldız Ay ve Güneşle ilgili istidlâl hâdisesini, kavmi ile yaptığı bir cedelleşme —hatta bu cedelleşmelerin ilki— olarak kabul edince, bir kısım kaynaklardaki, o vakanın Hazreti İbrahim’in mağarada iken, ve hatta 15 aylıkken yaptığı bir istidlâl olduğunu ifade eden rivâyetlerin11 gerçeği tam olarak yansıtmadığı anlaşılır.

Kur’ân-ı Kerim’de sarih olarak zikredilen —imana müteallik— ikinci bir İbrahimî tahkik ölülerin diriltilmesiyle ilgilidir. Bu bir bakıma âhiretteki dirilişle ilgili bir tahkiktir. İmanın ikinci mühim rüknü olan haşir inancı, gerçekten her insanın ciddî şekilde kafasını kurcalayan bir mesele olması sebebiyle, Hazreti İbrahim, bütün insanlık adına bu meselede tahkike girmiş, Rabbinden talepte bulunmuştur:

İbrahim: ‘Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.’ dediğinde, ‘İnanmıyor musun?’ deyince de: ‘Hayır, öyle değil, kalbim iyice tatmin olsun diye!’ demiştir. ‘Öyleyse dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp, her dağın üzerine bir parça koy, sonra onları çağır, koşarak sana gelirler. O hâlde Allah’ın güçlü ve hakîm olduğunu bil.’”12

İmam Râzi, imanî tahkikle ilgili bu âyetlerin insanlığa sunduğu temel düsturu şöyle formüle eder: “Bu âyet, dinin taklide değil delile dayanması gereğine delâlet etmektedir.”

Evet vurgulamak isteriz: En bariz İbrahimî mesajlardan biri, “imanda tahkik”tir.

Hazreti Peygamber (aleyhisselâm), imanda tahkik aramaya ümmetin, yani bizlerin, daha çok muhtaç olduğunu ifade için, “Şekke biz, İbrahim’den daha lâyıkız.” demiştir.13 Âlimler, bu ibareyi çok farklı yorumlara kavuşturmuşlardır. Onların hepsini burada kaydetmek uzun kaçacağından sadece iki yorumu kaydedeceğiz:

1-Hazreti İbrahim’in bundan maksadı, kalbe gelen bazı vesveselerdir veya peygamberlik gelmezden önceki hâliyle ilgilidir.

2-Hazreti Peygamber de şunu demiş olmalıdır: “Nasıl ki biz şek etmiyoruz, İbrahim hiçbir sûrette şek etmemiştir. Yani eğer peygamberlere şek ârız olsaydı, en evvel buna ben maruz kalırdım, biliyorsunuz ki ben hiç şekke düşmedim. Öyleyse bilesiniz o da hiç şekke düşmemiştir.”14

Ancak, umumiyetle Hazreti İbrahim’in, yakîninin ziyadeleşmesini talep ettiği kabul edilmiştir.1575 Yakînin derecâtı çoktur. İnsanlarca sadece üç derecesi ifade edilebilmiştir: 1) İlmî yakîn, 2) Aynî yakîn, 3) Hakkî yakîn. Bunların her birinin pek çok mertebesi bulunduğu açıktır.

Her hususta olduğu gibi, imanî meselelerde de yakînî ilmin ve yakînde meratip kat etmenin yolu tahkiktir. İşte Hazreti İbrahim bu yolu açmıştır. Dinin dahi yerine geçme iddiasında bulunan maddeci felsefelerin kol gezdiği zamanımızda, imanın kurtuluşu, Hazreti İbrahim’in açtığı bu tahkik kapısından girmeye bağlıdır.

 

2-Müşriklerden Olmamak

Hazreti İbrahim’in Kur’ân’da tekrar tekrar beyan edilen en mümtaz vasfı “müşriklerden olmamak”tır. Bu dikkat çekici bir ifadedir. Çünkü tam altı ayrı kere Hazreti İbrahim hakkında وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ denir. Yani “O, müşriklerden değildi.”16 Bir defasında da kendi ifadesiyle وَمَۤا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ “Ben müşriklerden değilim.”17 der.

Bir peygamberin müşrik olmayacağı açık bir husus. Buna rağmen Hazreti İbrahim hakkında ısrarla tekrarla “müşriklerden olmadığı”nın beyanı, onun tevhit meselesinde ne kadar hassas olduğunu vurgulamaya yönelik olmalıdır. Bu durum bize şu yorumu yapmaya imkân tanır: İmanın, küfrün mertebeleri olduğu gibi, tevhidin de mertebeleri vardır. Hazreti İbrahim, tevhit mertebelerinin zirvesini tutmuştur. Kur’ân’da Hazreti İbrahim’le ilgili olarak zikredilen diğer mümtaz vasıflar, onun tuttuğu tevhit mertebelerinin farklı tezâhürleridir. Meselâ, Rabbine kalb-i selimle kavuşması gibi. Yani tevhitteki eksiksiz bütünlük, onun kalb-i selimle Rabbine kavuşmasına vesile olmuştur. Meseleye aksi istikametten veya Hazreti İbrahim’i örnek alma açısından bakarsak, şunu söyleriz: Onda bulunduğu belirtilen evsaf-ı ahlâkiye, onun gerçek tevhide ulaşmasına ve en sonunda kalb-i selimle Rabbine kavuşmasına sebep olmuştur.

Tevhidin mertebeleri, tevhidin kemali gibi ifadeler Mâturidî akaidinde esas olan “İman bir bütündür, artmaz eksilmez.” prensibi açısından garip karşılanabilir. Bu sebeple meselenin kelâmî münakaşasına girmeden mevzuyu açıklayan bir iki nassı kaydedeceğiz:

Cenâb-ı Hak, Yûsuf sûresinin l06. âyetinde وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللّٰهِ إِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a inanmazlar.” buyurmaktadır. Bu âyet, bir kısım insanların, kâinâtın bir yaratıcısını teyit ederek Allah’a inanmakla birlikte, O’nun hakkında yanlış kanaatleri olduğunu beyan ediyor.18

Şirk-i hafî ile ilgili hadisler, sadece Hıristiyan ve Yahudilerin veya Cahiliye çağı Araplarının değil, mümin, musalli Müslümanların bile Allah’a inandıkları hâlde farkına varamadıkları bir şirke düşebileceklerini ikaz eder. el-Müstedrek’te gelen bir hadiste Hazreti Peygamber, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir ölçü koyar: Sevgi. Kalpte yaşatılan bütün sevgiler kişinin dinini tayin etmektedir. Bu, Allah merkezli değilse, bir nevi şirktir. Şirkten kaçabilmesi için, kişinin, kalbî faaliyetlerine şuurla hâkim olması, sevgi, nefret, takdir, tekdir, kin, buğz gibi her çeşit kalbî amelini ilâhî rızaya göre yönlendirmesi gerekmektedir. Hadisi kaydetmeden önce, bu noktada, Bediüzzaman merhumun muhabbetle ilgili bir cümlesini hatırlatmanın tam yeri gelmiştir. Ona göre, -hadiste iman ve tevhidin merkezine konan- sevgi ve muhabbet, insanın her çeşit hissiyatının, -bir başka deyişle- şahsiyetinin de çekirdeğini teşkil etmektedir, yani diğer şedit hissiyat, muhabbetten nebean etmekte, onun farklı frekanstaki varyantlarını temsil etmektedir: “Hatta insanın mütenevvi hissiyat-ı şedidesi, o istidad-ı muhabbetin istihaleleridir ve başka şekillere girmiş reşhalarıdır.”19

İşte Fahr-ı Âlem Aleyhissalâtu Vesselâm’ın koyduğu ölçü: “Şirk, Safa Tepesi’nde, karanlık gecede yürüyen küçük karıncanın ayağından çıkan sesten daha gizlidir. Bu şirkin en küçük derecesi, zulme rağmen sevmen, adalete rağmen buğz etmendir. Zanneder misiniz ki, din, sevgi ve buğzdan başka bir şeydir! Allah Teâlâ Hazretleri: ‘Allah’ı seviyorsanız bana uyun!’ buyurmuştur.”20 Keza Mümtahine sûresinde, Allah düşmanlarına sevgi gösterenlerin, bu sevgi sebebiyle, doğru yoldan saptığı belirtilmiştir.21

Mevzuun açıklık kazanması için yine hatırlatmak isteriz: hadislerde para düşkünleri abdu’d-dinar (dinarın kulu), kumaş düşkünleri abdu’l-kadîfe (kadife kumaş kulları) diye tavsif edilmiş ve lânetlenmiştir.22 Ayrıca riya,23Cahiliye usûlünce yemin,24 uğursuzluk inancı,25 rukye yaptırmak26 gibi nice inanç ve kalbî ve bedenî fiiller ve hâller şirk olarak ifade edilmiştir.

Şu hâlde, Kur’ân-ı Kerim’in mükerrer övgülerle, Müslümanların nazar-ı dikkatlerine sunduğu İbrahimî tevhit, şirkin en gizli, en hafifinden bile âri olan bu saf tevhittir. İmam Râzi merhum, Hazreti İbrahim’in tevhitteki yerini şöyle ifade etmiştir: “Kur’ân ilmine vâkıf olanlar, İbrahim’in (aleyhisselâm) tevhit deryasında boğulmuş olduğunu bilirler.”27

Ve bu, bir ideal, bir gaye-i hayal olarak müminlere sunulmaktadır. Çünkü, Hazreti İbrahim’de bizim için güzel örnek olduğu belirtilmiştir.28

 

3-Teslimiyetli Olmak

Hazreti İbrahim’in getirdiği en mühim mesajlardan biri teslimiyettir. Evet bugün yeryüzünde gerçek, saf tevhidi temsil eden İslâm dinini, insanlığa Hazreti Muhammed’den çok önce getiren ve bu hak din mensuplarını “Müslüman” (yani teslim olmuş)lar olarak tesmiye eden Hazreti İbrahim’dir. Âyet-i kerimede هُوَ سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمِينَ مِنْ قَبْلُ buyrulmuştur.29

Müslim, her ne kadar Hazreti Muhammed’in getirdiği din olan İslâmiyet’i benimseyen kimsenin adı ise de, lugat olarak, inkıyat etmiş, teslim olmuş mânâsına gelir. Yani, Allah’a ve O’nun şeriatına bütün kalbiyle, samimiyetle teslim olmuş kimse demektir. İslâm dininin ruhunu ve temel espirisini kavramada, bu isimlendirmenin düşündürücü olduğu kanaatindeyiz. Her çeşit beşerîlikten uzak olarak tamamen ilâhî vahye müstenit bir dinde teslimiyet öncelikli bir lâzimedir. Vahye ve “insan üstülük”e ya inanılır ya inanılmaz. İnandıktan sonra, insan içtihadına bırakılmayan vahyî meselelerde teslimiyetten başka bir yol yoktur. Nitekim âyet-i kerime, “Allah ve Resûlü’nün beyanda bulunduğu, şahsımızı ilgilendiren işlerde bile erkek veya kadın hiçbir mümine” söz hakkı tanımaz,30 eksiksiz, fazlasız, pazarlıksız kabul etmeyi, teslim olmayı, itiraz etmemeyi emreder.31

Temel kitabı vahy-i ilâhî olan, en ufak bir tağyir ve tebdile uğramaktan korunmuş bulunan bir din için başka bir yaklaşımın da olmayacağı açıktır.

İslâm’la Hazreti İbrahim’in bir diğer ilgisini yine Kur’ân’da görmekteyiz. Cenab-ı Hak, ona teslimiyet teklif eder, o da buna derhal icabet eder: إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ “Rabbi ona, ‘Teslim ol!’ buyurduğunda: ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum!’ demişti.”32

İmam Râzî (rahimehullah), ulemanın çoğunluğunun, “Teslim ol!” ilâhî hitabının, Hazreti İbrahim’e peygamberlikten ve hatta bülûğdan önce, yıldızlar, Ay ve Güneş’le istidlâl yaparak bu fânî âlemin bir yaratıcısı olduğu idrakine erdiği sırada yapıldığı kanaatinde ittifak ettiğini belirtir. Ve şöyle delillendirir: “Bu hitap, “Müslüman ol!” demek değildir. Öyleyse “inkıyat et, emirlerime uy, ilâhî emirleri hüsn-i kabulle karşıla! Hem kalple, hem de lisanla yüz çevirmekten uzak dur, ibadetini ihlâsla, içtenlikle yap, şirk bulaştırma tevhitte sabit ol...” demektir. Hazreti İbrahim Allah’ı biliyordu, “Teslim ol!” emriyle amelde bulunması istendi.”33

Âyette gelen: “Teslim ol!” emrinin mutlak olması düşündürücüdür. Hazreti İbrahim’e uyarak ona intisabın yüce şerefinden hissemend olmak isteyenlere buradaki ıtlakı, Râzî (rahimehullah), -görüldüğü üzere- oldukça açmış olmakla beraber, biraz daha farklı açılımlar kaydedebiliriz:

Hoşuna giden emirlerde de gitmeyen emirlerde de,

Dünyevî olanlarda da uhrevî olanlarda da,

Asrın modasına uyanlarda da uymayanlarda da,

İnsanlarca takdir edileceklerde de, edilmeyip ayıplanacaklarda da,

Şahsî, ailevî, kabilevî hesaplarına uyanlarda da uymayanlarda da,

Her çeşit ilâhî emirlere teslim ol!

Aynı İbrahimî İslâm’ı yeniden ihya eden Hazreti Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), müminlerden biat alırken “bollukta-darlıkta, kolaylıkta-zorlukta, neşede-kederde itiraz etmeden, kınayanların kınamasına aldırmadan dinin emirlerine ve hatta açık bir küfür olmadıkça yetki sahiplerinin emirlerine de itaat etmek” şartlarını koşarak34 Cenâb-ı Hakk’ın Hazreti İbrahim’e teklif ettiği “teslimiyet”in mahiyetini iyice açmış oluyordu.

Hazreti İbrahim’in, Allah’ın emirlerine karşı teslimiyetteki derecesini anlamak için, Nemrut milleti ile tek başına mücadeleye girmesi, onları kendisine merhametsizce saldırtacak bir eylem olan putlarını kırması, ateşe atılmada fütur göstermemesi gibi hâdiseleri göz önüne almak kâfidir. Kendi kendini sünnet etmesiyle ilgili rivâyetlerin birinde gelen bir teferruat da onun, ilâhî emirler karşısındaki isticâlini ve emri yerine getirme hususundaki aşk ve şevkini ifade eder: Rivâyete göre, sünnet emrini alınca alelacele kendini sünnet eder. (Kesme âleti keskin olmadığı için) canı pek yanar. Cenab-ı Hak: “Ben sana âleti de bildirecektim, acele edip erken davrandın.” diye vahyeder. Hazreti İbrahim’in İbrahimî ruh hâletini gösteren cevabı şudur: “Ey Rabbim! Emrini geciktirmek istemedim.”35

 

4-Sıdk (Doğru Sözlülük)

İnsanın yücelmesinde ilk vasıflar iman ve teslimiyet ise bunlardan sonra sıdk gelir diyebiliriz. Nitekim, İslâm’ın Hazreti Peygamber’den sonra ikinci büyüğü olan Hazreti Ebû Bekir’i (radıyallahu anh) yücelten en mühim vasıf sıdktır. Kur’ân-ı Kerim, Hazreti İbrahim’in en mühim vasıflarından biri olarak sıdkı zikreder: وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَبِيًّا “Şu kitapta (Kur’ân’da) İbrahim’i de an. O, şüphesiz, sıddîk (dosdoğru) bir peygamberdi.”36

Kıyamet günü, Hazreti İbrahim, şefaat etmesi için kendisine insanlar başvurunca, onlara: “Benim üç yalanım var, Allah’a karşı şefaat talebine yüzüm yok.”37 şeklinde beyan edeceği bir mazeret, onun sıddık oluşuyla nasıl bağdaşır?” diye hatıra gelebilecek bir soruya, Hazreti Peygamber’in bir hadisiyle açıklama getirmek istiyoruz: Resûlüllah, Hazreti İbrahim’in, hayatı boyu, asla hiç yalan söylemediğini belirttikten sonra, mezkûr üç yalana temas eder ve açıklar: “Bunlardan ikisi Allah içindi, biri Sâre içindi.” Ve şu izahı sunar: “Allah için olan yalanın biri: “Ben hastayım.” sözü, diğeri: “(Bu put kırma) işini şu büyükleri yapmış olabilir.” sözüdür. Üçüncüsü de Sâre hakkında idi. “İbrahim (aleyhisselâm), beraberinde Sâre olduğu hâlde cebbar bir kralın memleketine geldiği vakit söyledi. Sâre, insanların en güzeli idi. Sâre’ye: “Eğer bu cebbar (zorba), bilse ki sen benim karımsın, seni almak için beni öldürür. Sana soracak olursa, ona, benim kardeşim olduğunu söylersin. Gerçekten de seninle Müslümanlıkta kardeşiz. Ben, yeryüzünde, kendimle senden başka Müslüman bilmiyorum.” der. Bunlar, o memlekete girince, (gümrükte) cebbarın adamlarından biri, Sâre’yi görünce, krala gelerek: “Memleketinize öyle bir kadın geldi ki, o, ancak size lâyık olabilir.” diye haber verir. Kadına adam gönderip yanına celbeder. Bu esnada Hazreti İbrahim namaza durur. Sâre, kralın yanına girince, kral elini ona uzatmak ister, ama uzatamaz. Eli şiddetli şekilde tutulur kalır. Bunun üzerine Sâre’ye: Allah’a dua et, elimi salsın, sana bir fenalık yapmayacağım.” der. Sâre, onun için dua ediverir, eski hâline döner. Ama kral yine elini uzatmak ister. Bu sefer daha şiddetli bir şekilde tutulur kalır. Sâre’ye aynı şekilde tekrar rica eder. O da dua ediverir. Cebbar üçüncü sefer eski davranışını yeniler. Bu sefer, üzerine, öncekilerden daha şiddetli bir tutukluk çöker. Tekrar: “Allah’a dua et, elimi salsın, Allah şâhidim olsun sana bir fenalık yapmayacağım!” diye yemin ederek ricada bulunur. O da dua ediverir, herifin eli salınır. Kral, Sâre’yi getiren adamına seslenir ve: “Sen bana, meğer insan değil bir şeytan getirmişsin, bunu yanımdan çıkar, ona Hâcer’i de (hizmetçi olarak) ver!” der. Sâre, yürüyerek ayrılır. Hazreti İbrahim onu görünce yaklaşıp: “Ne haber?” diye sorar. Sâre: “Hayırlı haber! Allah fâcirin elini tuttu ve bize bir hizmetçi lutfetti...” der.38

Görüldüğü üzere, şirkin iptali için takip edilen taktiğin bir parçası olarak, şirk ve yalanlar dünyasına karşı sarfettiği bir sözü, hayatını kurtarmak için cebbar zalime karşı kullandığı bir tevriyeyi yalan addedip Allah’a karşı mahçubiyet ifade etmekle, Hazreti İbrahim, yalan karşısında İbrahimîlerin alacağı tavır konusunda eşsiz bir mesaj getirmiş olmaktadır. Bizce doğru sözlülüğü, -siga-i mübalâğa olan “sıddîk” kelimesi ile- Allah tarafından tescil edilen Hazreti İbrahim’in mezkûr sözleri, Hak nezdinde asla bir yalan değildir; Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in, -ümmetin zihninde yalanın kötülüğünün iyice yerleşmesi için- başvurduğu bir üslûp olarak değerlendirmemiz daha doğru olur: “Önderimiz ve örneğimiz Hazreti İbrahim, hayatî bir tehlikeyi atlatmada başvurduğu böyle bir tevriyeyi bile yalan sayar, Allah’a karşı bir mahcubiyet duyarsa...” demektir. Nitekim bazı âlimler, “İki duruma muhtemel olan sözlerin “mutlak yalan” olmayacağını belirttikten sonra, Hazreti İbrahim’in sözlerinde yalan olmadığına dair geniş açıklama sunarlar. Meselâ “Ben hastayım” sözü, Arapçada “Hasta olacağım” mânâsına da gelmektedir. Muhatapları “Şu anda hastayım.” diye anlamıştır. Keza “Bu putları onların en büyüğü kırdı.” sözünü de, kavmini “Onlar fayda ve zarar verir.” demekten vazgeçirmek için, “Putlar ilâh değildir.” mânâsı istikametinde istidlâl yapabilmeleri için söylenmiş bir sözdür, muhakeme yapmaları için bir mukaddimedir.” yorumu yapılmıştır.39 Elmalılı merhum da Hazreti İbrahim’in, “Ben hastayım.” sözü ile ilgili olarak şu yorumu sunar: “Kendileri ile beraber ibadet teklif ettikleri için, nücûma bir bakışla baktı da ahkâm-ı nücûma bakıyormuş gibi mevkilerini ittisallerini gözden geçirdi, onlar müneccim oldukları için, o da, onlarla istidlâl ediyormuş gibi görünerek ‘Ben keyifsizim.’ dedi.”40

 

Kaynaklar

1 Melekût’un ne olduğunu az ilerde, “Göklerin ve yerin Melekûtunun gösterilmesi” başlığı altında izah edeceğiz.

2 En’âm sûresi, 75-79.

3 Bkz.: Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr 3,324-325.

4 Râzî, Tefsîr, 13,56.

5 Bediüzzaman, İşârâtu’l-İ’caz, s.52.

6 Peygamberimiz’in Tebliğ Metodları-1 nam kitabımızın “Kendini İkna” bahsi görülmelidir.

7 A.g.e., 13,48.

8 80. Âyet.

9 80-81. âyetler.

10 Hûd sûresi, 54.

11 İbnu’l-Esîr, a.g.e., l,95.

12 Bakara sûresi, 260.

13 Buhârî, enbiyâ ll, tefsir, Bakara 46; Müslim, iman 238.

14 İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 7,223.

15 A.g.e., 7,224.

16 Bakara sûresi, 135; Âl-i İmrân sûresi, 67, 95; En’âm sûresi, 161; Nahl sûresi, l6,123.

17 En’âm sûresi, 79.

18 Bkz.: Râzî, a.g.e., l8, 224.

19 Bediüzzaman, Lem’alar, s. 84 (11. Lem’a, 10. nükte, 1. nokta), Işık Yay. İst. 2003.

20 Hâkim, el-Müstedrek, 2,291.

21 Birinci âyet.

22 İbn Mâce, zühd 8, (4135,4136. Hd.); Tirmizî, zühd 42.

23 İbn Mâce, fiten 16 (3989.h); Tirmizî, nüzûr 9; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 4,126.

24 Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2,60.

25 Tirmizî, siyer 46.

26 Ebû Dâvûd, tıb 17; İbn Mâce, tıb 39.

27 Râzi, Tefsir, 20,135.

28 Mümtahine sûresi, 4.

29 Hacc sûresi, 78.

30 Ahzâb sûresi, 36.

31 Nisâ sûresi, 65.

32 Bakara sûresi, 131.

33 Râzî, a.g.e., 4,71-72.

34 Bkz.: Buhârî, ahkâm 43; Müslim, imâret 41,42; Nesâî, büyû’ 44, bey’at 1, 2, 4, 5.

35 İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 7,199.

36 Meryem sûresi, 41.

37 Buhârî, tefsir, İsra 5, (6,106).

38 Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, fezâil 154.

39 İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 7,201.

40 Elmalılı, Tefsîr, 6, 4061.

Author: Prof.Dr. İbrahim CANAN - min read. - Post Date: 01/04/2021