ZÜHD, (Çağlayan Dergisi, Aralık 2020)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 12/27/2020
Clap

Zâhid, Yaratan’ın her türlü takdirinden hoşnut, ve O’nun kendisine bahşettiği şeylerle, yine O’nun hoşnutluğunu, ahiret yurdunu ve insanın mutlak hakikate yönlendirilmesini gâye-i hayâl hâline getiren insandır.

Zühd’ün kelime ve ıstılahi manası

Dünyevî hazları terk edip, cismânî meyillere karşı koyma mânâlarına gelen zühd; sofîlerce daha çok, dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşamak, davranışlarında “takvâ”yı esas tutarak,[1] dünyanın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı da kararlı, müstağni ve müstenkif bulunmak mânâlarına gelir.[2]

Bir diğer mânâda zühd, ebedî olan ukbâ saadeti için, muvakkat dünya rahatını terk etme şeklinde yorumlanmıştır ki, bunu da evvelki tefsire ircâ edebiliriz.

Zühddeki adımlar

Haram ve helâllere karşı hassas olmak, zühdde ilk adım sayılır; ikinci adım ve kâmil merhale ise, meşrû ve mubah şeylerde bile, kılı kırk yararcasına titiz yaşamaktır.[3]

Zahid kimdir, zahidin hususiyetleri nelerdir?

Zühd insanı diyeceğimiz zâhide gelince o, hem üzerine aldığı sorumluluklara karşı, hem gelip ona toslayan belâ ve musibetlere karşı hem de her köşe başında önünü kesen günah ve mâsiyetlere karşı olabildiğince sabırlı, küfür ve dalâlet müstesnâ Yaratan’ın her türlü takdirinden hoşnut, ve O’nun kendisine bahşettiği şeylerle, yine O’nun hoşnutluğunu, ahiret yurdunu ve insanın mutlak hakikate yönlendirilmesini gâye-i hayâl hâline getiren insandır. Onun kalbinin kulağında sürekli:

قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَلِيلٌ وَاْلآخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنِ اتَّقَى

“De ki: Dünya metâı ne de olsa azdır; ahiret ise takvâ ehli için mahz-ı hayırdır.” (Nisâ sûresi, 4/77) hakikati tınlamada, beyninin her guddesinde:

وَابْتَغِ فِيمَا آتَاكَ اللهُ الدَّارَ اْلآخِرَةَ وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا

“Allah’ın sana verdiği her şeyde âhiret yurdunu ara; bu arada dünyadan da nasîbini unutma!” (Kasas sûresi, 28/77) gerçeği şu’lefeşân olmakta ve basîret ufkunun her köşesinde:

وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُون

“Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan ibarettir. Âhiret yurdu ise, doğrusu işte gerçek hayat odur; eğer bilselerdi.” (Ankebût sûresi, 29/64) ilâhî beyânı duyulmaktadır.

Zühd’e farklı yaklaşımlar

Zühdü; mudâyaka ve sıkıntı anlarında dahi şeriatın hudutlarını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında da başkaları için yaşama şeklinde tarif edenler de olmuştur.. ve yine onu Allah’ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma, sonra bu mala terettüp eden bütün hakları yerine getirme.. ve İslâm’ı i’lâ etme, insanlara faydalı olma mülâhazalarının dışında mal biriktirmeme, tûl-i emellere girmeme şeklinde yorumlayanlar da olmuştur.

Süfyân-ı Sevrî gibi büyükler, zühdü; âdî şeyler yiyip, basit elbiseler giymekten daha ziyade, Hak rızâsına göre programlanmış ve tûl-i emellere karşı da kapalı kalabilmiş bir kalb ameli olarak görmüşlerdir.[4]

Zühd’ün emareleri

Bu anlayışa göre gerçek zühdün emâresi üçtür:

  1. 1. Dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama ve kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama..
  2. 2. Medhedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme..
  3. 3. Hakk’a kulluk ve O’nunla halveti her şeye tercih etme.

Zühd’ün kalb ameli olmasıyla beraber diğer kalbî amellerden farklılığı

Evet, zühd de, mebde itibarıyla tıpkı havf ü recâ gibi bir kalb amelidir. Ancak, zühd duygusunun insanın davranışlarına aksetmesi veya onları yönlendirmesi açısından bir farklılığı söz konusudur ki, bu da onun bir aksiyon ve davranış buudu oluşudur. Zühde göre programlanmış bir sine, şuuru taalluk etsin-etmesin, yeme-içme, yatma-kalkma, konuşma-sükût etme, halvet peşinde olma veya celvette kalma gibi birbirine zıt bütün davranışlarında zühd düşünür, zühd soluklar, zühd televvünlü yaşar ve sürekli zühd rüyaları görür. Bütün bunlardan sonra da, dünyanın kendine ve insanların hevesâtına bakan yanlarına karşı ciddi bir tavır alması söz konusudur.

Bu duyguyu Mevlânâ ne hoş terennüm eder:

چِسْت دُنْيا اَزْ خُدَا غَافِل بُودَن نِـي قُمَاش و نُقرَه وُفَـرْزَندوُزَنْ

مَال رَاكَز بپَرِ حَق بَاشِي حَمُول (نِعْمَ المَالُ الصَالِح) گُفت آن رَسُول

آب دَر كَشْتِي هَلاَكِ كَشْتِي است آب اَنْدَر زِيرِ كَشْتِي پُشْتِي است

“Dünya nedir? O Hudâ’dan gafil olmaktır; kumaş, gümüş, evlad ve kadın değildir. Eğer dünya malını Hak rızâsı için omuzlarsan, ona Hz. Resûl: ‘İyi insan için iyi mal ne güzeldir!’ (Ahmed b. Hanbel, Müsned 4/197; Buhârî, el-Edebü’l-müfred s.112; İbn Hibbân, es-Sahîh 8/6) buyurmuştur. Geminin içindeki su geminin helakine sebep, geminin altındaki su da onun hareketine vesiledir.”

Dünyevî imkanlar ve Efendimiz’in (aleyhisselam) zühdü

Evet, ne dünyevî imkânlar ne de zenginlik zühde mâni değildir. Elverir ki insan onlara karşı hâkimiyetini korusun ve onların mahkûmu olmasın. Vâkıa İnsanlığın İftihar Tablosu, kalbi zühde göre programlandığı ve gözlerinin içine başka hayâl girmediği halde fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmiş ve ömrünü zâhidâne[5] geçirmişti.[6] Zirâ O, ümmetine ve hususiyle de neşr-i hak vazifesinde bulunanlara misâl olma mevkiinde idi. O, böyle davranmakla evvelâ, peygamberlik vazife-i kudsiyesi, dünyaya alet ediliyor töhmetine meydan vermeyecekti. Sâniyen O, bu yüce vazifede: إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللهِ “Benim mükâfâtım ancak Allah nezdindedir.[7] diyen seleflerine iktidâ etme ululuğunu gösterecekti. Sâlisen O, neşr-i hakkı kendilerine vazife edinmiş ümmetinin âlimlerine hem bir nümûne hem de rehber olma sorumluluğunu taşıyordu. Bu itibarla da, hayatını en fakirâne bir çizgide sürdürecekti.. ve sürdürdü de.

وَشَدَّ مِنْ سَغَبٍ أَحْشَاءَهُ وَطَوَى تَحْتَ الْحِجَارَةِ كَشْحًا مُتْرَفَ اْلأَدَمِ

وَرَاوَدَتْهُ الْجِبَالُ الشُّمُّ مِنْ ذَهَبٍ عَـنْ نَفْسِـهِ فَأَرَاهَا أَيَّمَا شَـمَمِ

وَأَكَّدَتْ زُهْدَهُ فِيهَا ضَـرُورَتُهُ إِنَّ الضَّرُورَةَ لاَ تَعْدُو عَلَى الْعِصَـمِ

وَكَيْفَ تَدْعُو إِلَى الدُّنْيَا ضَرُورَةُ مَنْ لَوْلاَهُ لَمْ تَخْرُجِ الدُّنْيَا مِـنَ الْعَدَمِ

“O, açlıktan bağırsaklarını sargıyla sardı.. ve o lâtîf ciltli mübarek böğürlerini taşlarla sıkıştırdı(Bkz. Buhârî, meğâzî 29; Müslim, eşribe 143).[8] Koca koca dağlar altın kesilip O’na arz olunmayı niyaz ettiler de, himmeti çok yüksek olan O Zat onlara karşı müstağni davrandı(Bkz. Tirmizî, zühd 35). O’nun dünyevî ihtiyaçları da zühdünü teyid eder; zirâ O Masumlar Masumu’nun zaruret ve ihtiyaçları O’nun ismetine ilişememişti. Onun ihtiyaçları, O’nu dünyaya nasıl davet edebilirdi ki.! O olmasaydı, dünya âdemden kurtulup varlığa eremezdi.” diyen Busayrî, O’nun ihtiyaç içindeki istiğnâsını ve zarûret içindeki yüce himmetini ne güzel ifade eder!

Zühd ile alakalı sözler

Zühde dair daha ne güzel sözler söylenmiştir! Biz onlardan, tevehhüm-i ebediyetin yalanını yüzüne vuran[9] ve tûl-i emeli temelinden sarsan[10], Hz. Ali’nin bir sözüyle bu faslı noktalamak istiyoruz:

اَلنَّفْسُ تَبْكِي عَلَى الدُّنْيَا وَقَدْ عَلِمَتْ أَنَّ السَّـلاَمَةَ فِيهَا تَرْكُ مَا فِيهَا

لاَ دَارَ لِلْمَرْءِ بَعْدَ الْمَوْتِ يَسْـكُنُهَا إِلاَّ الَّتِي كَانَ قَبْلَ الْمَوْتِ بَانِيهَا

............................ ..............................

أَمْوَالُنَـا لِـذَوِي الْمِيرَاثِ نَجْمَعُهَا وَدُورُنَا لِخَـرَابِ الدَّهْـرِ نَبْنِيهَا

كَمْ مِنْ مَدَائِنَ فِي اْلآفَاقِ قَدْ بُنِيَتْ أَمْسَتْ خَرَابًا وَدَانَ الْمَوْتُ دَانِيهَا

لِكُل نَفْسٍ وَإِنْ كَانَتْ عَلَى وَجَلٍ مِنَ الْمَنِيَّةِ آمَـالٌ تُقَـويـهَـا

فَالْمَرْءُ يَبْسُطُهَا وَالدَّهْـرُ يَقْبِضُهَا وَالنَّفْسُ تَنْشُرُهَا وَالْمَوْتُ يَطْوِيهَا

“Nefis dünyaya karşı âh ü efgân içinde.. hem de kurtuluşun, dünya ve içindekilerini terk etmeye bağlı olduğunu bildiği halde. İnsanoğluna öbür âlemde, buradan göçmeden bi­na ettiği evlerin dışında, içinde oturacağı bir yuva yoktur.

............

Mallarımız ki, biz onları mirasçıları için topluyoruz. Evlerimiz ki, biz onları dehrin harap etmesi için bina ediyoruz. Çevremizde muhkem yapılmış nice binalar vardır ki harab oldu.. ve öleceklere ölüm gelip çattı. Hemen herkeste şöyle-böyle ölüm korkusu olsa da, dünyaya karşı onları canlı tutan emelleri de var. Kişi onları serer, sergiler, zaman gelir dürer. Nefis dört bir yana yayar, arkadan ölüm gelir katlar ve dürer...”

اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ

آمِينَ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

 

 

ZÜHD İLE İLGİLİ CÂMİİ BİR OKUMA PARÇASI

 

  1. d. ZÜHD VE TAKVASIYLA EFENDİMİZ

Allah Resûlü, zahidlerin en zahidiydi. O’ndaki verâ, yani kaba mânâsıyla şüpheli şeylerden kaçınma, –o seviyede olmak şartıyla– ikinci bir insanda yoktu. O, bütün tavır ve hareketlerini, bu çizgiye göre ayarlamıştı. Allah’tan öyle korkardı ki, sanki kalbi duracak gibi olurdu.. o kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki; gözyaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı. O, coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi.

Şimdi, hayatını bu çerçeve içinde geçirmiş bir insana, yukarıda arz ettiğim âyetleri yanlış değerlendirerek, dünyaya temayül ve günaha meyil urbası biçmek, büyük bir saygısızlık ve korkunç bir aldanmışlıktır. Allah (celle celâluhu), O’nu öyle bir yücelik semasına oturtmuştur ki, yerde havlayanların sesi, O’na hiçbir zaman ulaşamayacaktır. Nerede kaldı ki, attıkları çamur O’na sıçrayabilsin. Zira O’nun zühdü, takvası, Allah’tan (celle celâluhu) korkması ve günahlara karşı fevkalâde derecede hassas davranması, O’nun günah işlemeye meyli olmasıyla kat’iyen bağdaştırılamaz.

İşte şimdi de kuşbakışı, O’nun bu derinliklerine temas etmek istiyoruz:

Evvelâ, zühd; dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü’nde doruk noktadadır. Bütün dünya O’nun olsaydı, her hâlde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya, bir anda elinden gitseydi, yine bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zira, kazanç yollarının en mantıkîsini ve en güzelini bize gösteren, yine Hz. Muhammed Aleyhisselâm’dır. O’nun kesben dünyayı terk etmesi veya insanları buna teşvik etmesi düşünülemez. Dünyayı terk, kalben olmalıdır. Buna en güzel delil de yine Allah Resûlü’nün kurduğu İslâm Site Devleti’nin, kısa zamanda dünyanın en zengin ve en güçlü devletlerinden biri hâline gelmesidir. Bir Batılı düşünürün dediği gibi, Allah Resûlü’nün kurduğu bir büyük devletten, daha sonra tam 25 tane imparatorluk ölçüsünde devlet doğmuştur. Osmanlı Devlet-i Âliyesi bunlardan sadece bir tanesidir. Evet, zühdde temel düşünce bu olmalıdır.

Allah Resûlü, peygamberliğin aydınlık iklimine adımını attığı andan, dünya bütün debdebe ve ihtişamıyla O’nun ayağının önüne serildiği âna kadar hiç tavrını değiştirmedi. Hatta O, dünyaya geldiği anda sahip olduğu mal varlığına, vefat ederken sahip değildi. Çünkü neyi var, neyi yoksa hep dağıtmış ve infak etmişti. Bakın metrûkâtına, sadece birkaç keçi ve bir de hanımlarının içinde bulundukları küçük odalar. Onlar da yine millete ait sayılırdı ki, analarımız vefat edince, hepsi de mescide dahil edilmişti. Oraya giden herkesin de bilebileceği gibi, bu hücreler mescidin bir köşesine sıkışacak kadar dar bir yer işgal ediyordu.832

  1. da. Hasır Üzerinde Yatması

Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir gün Allah Resûlü’nün huzuruna girdi. Efendimiz yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına, hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (radıyallâhu anh):

“Yâ Resûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı.” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer’e (radıyallâhu anh) şu karşılıkta bulunur: “İstemez misin, yâ Ömer! Dünya onların, ahiret de bizim olsun.”833 Başka bir rivayette ise Efendimiz şöyle buyururlar: مَا لِيَ وَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فِي الدُّنْيَا إِلاَّ كَرَاكِبٍ اِسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ وَتَرَكَهَا  “Dünya ile benim ne alâkam var. Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen bir yolcu.. sonra da orayı terk edip yoluna devam eden...”834

O, dünyaya bir vazifeyle gelmişti. Duygu ve düşüncede insanlara diriliş solukları getirmiştir. Vazifesi bittiği zaman da dünyayı terk edecekti. Dünya ile bu kadar alâkasız bir insanın, dünya adına bazı şeylere temayül edeceğine ihtimal vermek, aklın kabul edeceği şeylerden değildir. Evet, O, asla dünyaya meyletmedi, ve O, hiçbir zaman inhirafa yelken açmadı...

  1. db. Sadaka Hususundaki Hassasiyeti

“Akşam yatmış, fakat sabaha kadar dönüp durmuş, bir türlü uyuyamamıştı. Sağına dönüyor, soluna dönüyor, “uf”layıp duruyordu. Sabah, hanımı sordu: “Yâ Resûlallah, bu gece rahatsız mıydınız? Çok ızdırap çektiniz.” Ve Allah Resûlü’nün cevabı şu oldu: Yatağımı hazırlarken, yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, Bizim evde sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi.835

Sadaka ve zekât O’na haramdı. Ancak bu hurma, kendine ait hediye hurmalardan da olabilirdi. Hatta bu ihtimal, diğer ihtimalden daha kuvvetliydi. Çünkü O’nun hanesinde, sadaka veya zekât malları gecelemez, geldiği gibi dağıtılırdı. Şüphenin en küçüğüne karşı böyle davranan ve hayatını hep böyle hassasiyet içinde geçiren bir insanın, kesin haram olan bir işe yanaşması mümkün müdür? O, en küçük ve şüpheli bir şeyle dahi, ruh dünyasını kirletmeme mevzuunda fevkalâde hassastı. Böyle bir irade, nasıl olur da kesin bir günah karşısında gevşerdi? Hayır, O hiçbir günah karşısında gevşemedi ve ruhunda hiçbir günaha yol vermedi. Ruhu ve iradesi her zaman nezihti, tertemizdi, öyle yaşadı ve Refîk-i A’lâ’ya da öyle yükseldi.

  1. dc. “Beni Hud Sûresi İhtiyarlattı”

Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’ne sorar: “Yâ Resûlallah! Saçınızda ak görüyorum. Birdenbire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?” Ve İki Cihan Serveri cevap verir: شَيَّـبَـتْنِي هُودُ وَالْوَاقِعَةُ وَالْمُرْسَلاَتُ  “Beni Hud, Vâkıa, Mürselât sûreleri ihtiyarlattı.”836 Hud sûresinde O’na: فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ  “Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol!”837 denmişti. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk’ın, Habîbi için çizdiği doğruluktu. Ve O’ndan, bu çizginin korunması isteniyordu...

Mürselât, Cennet ve Cehennem’in, zümre zümre ayrıldığını, insanların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Resûlü’nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu...

  1. dd. Ahirete Bakışı

Bir sahabi, evinde Kur’ân okuyordu. Aynı zamanda okuduğu Kur’ân, dışardan da duyuluyordu. Tam bu sahabi: إِنَّ لَدَيْنَا أَنْكَالاً وَجَحِيماً * وَطَعَاماً ذَا غُصَّةٍ وَعَذَاباً أَلِيماً âyetlerini838 okurken, Allah Resûlü oradan geçmekteydi. Birden rengi sarardı ve diz üstü yere çöktü. Sanki âyetler, O’nu ırgalıyor gibiydi. Evet, O, bu âyetlerin tehdidinden öyle korkmuştu.839

Bu âyetler: “Hiç şüphesiz bizim nezdimizde (onlar için hazırlanmış) boyunduruklar, yakıcı bir ateş, boğazdan geçmez bir yiyecek ve elem verici bir azap var.” diyordu.

Aslında, bu gibi ifadelerden hiç endişe etmemesi gereken birisi varsa, o da Allah Resûlü’ydü. Ancak O, bize edep, terbiye ve Allah (celle celâluhu) karşısında takınılacak tavır adına ders veriyordu...

  1. de. Nazar-ı İlâhî Karşısında Efendimiz

Abdullah b. Mesud anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü bana,

“Kur’ân oku da dinleyeyim.” dedi. Ben de: “Yâ Resûlallah! Kur’ân Sana nazil olup dururken, ben sana nasıl Kur’ân okurum!” dedim. “Ben başkasından dinlemeyi severim.” buyurdular. Bunun üzerine Nisâ sûresinin başından okumaya başladım ve: فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَـؤُلاَءِ شَهِيداً  âyetine840 gelmiştim ki “Yeter, yeter!” dediler. Döndüm baktım, Allah Resûlü ağlıyor ve gözyaşları çağlıyordu. Kalbi çatlayacak gibi olmuş ve dayanamama kertesine ulaşmıştı.841

Âyet, O’na, ahiretteki dehşetli bir tabloyu sergiliyor ve şöyle diyordu: “Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman nice olur.”

  1. df. O’nun Tefekkürü

Bir gece Allah Resûlü bana hitaben “Yâ Âişe! Müsaade eder misin, bu gece Rabbime ibadet edeyim.” dedi. Ben de “Seninle olmayı severim, fakat senin hoşuna gidecek olan her şeyi de severim.” dedim.

Allah Resûlü kalktı ve namaza durdu. O gece sabaha kadar إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي اْلأَلْبَابِ  “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip-gelişinde elbette akıl sahipleri için ibretler vardır.”842 âyetini okudu ve gözyaşı döktü. Sabah olunca ezan okumaya gelen Hz. Bilal kendisine: “Yâ Resûlallah! Kendini niçin bu kadar zora koşuyorsun? Allah (celle celâluhu) senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetti.” dedi. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): أَفَلاَ أَكُونُ عَبْداً شَكُوراً  buyurdu. “Bana bu kadar ihsanda bulunan Rabbime ihsanı ölçüsünde şükreden bir kul olmayayım mı?”843

Meğer Allah Resûlü ne için gözyaşı döküyormuş? O, kendi çizgisi içinde, şükür zirvesini tutturamamaktan korkuyor ve bunun için ağlıyor! Böyle bir Zât’ın günah işleyeceğini veya günaha meyletmiş olabileceğini düşünebilir misiniz?..

Efendimiz, Allah’ın (celle celâluhu) yasak kıldığı şeyleri yapmamakta ne kadar hassas, günaha girmeme mevzuunda ne derece dikkatli davranıyordu ise, emirleri dinleme konusunda da aynı derecede hassas, emre âmâde ve titizdi. O’nun masumiyet ve nezahetine sadece bu zaviyeden bakılsa, zannediyorum başka delil aramaya ihtiyaç olmayacak.

Aslında, O’nun yaşadığı gibi bir hayat yaşamaya kimse güç yetiremezdi. Ferdî ibadetlerinde, kendine karşı çok disiplinli ve nefsine karşı da çok ciddiydi. Âdeta O’nun bütün hayatı, ibadete göre programlanmış gibiydi.. âdeta ibadet etmediği bir an yoktu. Tabiî ki ibadeti sadece bildiğimiz, namaz, oruç vs. şeklinde sınırlandırmamak lâzım. O yaptığı her işi, ibadet şuuruyla yapıyordu.

Biz O’na “Zahitler Zahidi” derken, kelime yetersizliğinden dolayı dedik. Yoksa O’nun zühdünü bir başka kelime ve bir başka lafızla ifade etmek gerekirdi.

  1. dg. Hayırdaki Sürati

Bir gün mescide geldi, cemaatinin önüne geçti ve namaza durdu. Ardından hemen namazını bozdu ve odasına doğru telaşla yürüdü. Öyle bir heyecan ve telaş içindeydi ki, O’nu gören, yangına gidiyor zannederdi. Biraz sonra geldi. Eski heyecanından eser yoktu. Geçti namazı kıldırdı. Namazdan sonra sahabe, biraz evvelki heyecan ve tehâlükünün sebebini sorunca, şu cevabı verdi: “Biraz evvel bana, fakirlere dağıtılmak üzere bir şeyler getirildi. Ben, dağıtmayı unuttum. Tam namaza durduğum sırada hatırladım. Evimde böyle bir mal varken, namaz kılmak hoşuma gitmedi. Gidip Âişe’ye (radıyallâhu anhâ), o malı dağıtmasını söyledim.”844 İşte buna zühd denir, işte buna incelik denir, işte buna takva denir ve işte buna O’nun dünya ile alâkası denir...

Defalarca, dünya O’na temessül etmiş, kendini kabul ettirmek istemişti de O, her defasında elinin tersiyle onu itmişti.845

  1. dh. Günlerce Aç ve Susuz Kalışı

O’nun, günlerce ağzına bir tek lokma koymadığı çok olurdu. Zaten hayatı boyunca, arpa ekmeğiyle dahi, karnını bir kere doyurduğu vâki değildir. Aylar geçer, O’nun evinde bir çorba kaynatmak için ateş yanmazdı.846

Bir gün namazını oturarak kılıyordu. Kıldığı nafile bir namazdı. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), namazdan sonra sordu: Yâ Resûlallah! Bir hastalığınız mı var? Namazı oturarak kılıyorsunuz? Verilen cevap cihanı ürpertecek şekildeydi: “Yâ Ebâ Hüreyre, günlerdir ağzıma götürecek bir şey bulamadım. Açlık takatimi kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum.”

Ebû Hüreyre diyor ki, bunu duyunca ağlamaya başladım. Allah Resûlü kendi durumunu unutmuş, bana teselli veriyordu: “Ağlama yâ Ebâ Hüreyre! Burada çekilen açlık, insanı ahiret azabından kurtarır.”847

O, bir liderdi. Raiyyetinin arasında günlerce aç kalanlar vardı. İşte, Allah Resûlü de kendi hayat standardını onlara göre ayarlamıştı.

Tebası içinde, maddî hayat itibarıyla en fakirâne hayatı O yaşıyordu.. hem de bunu kendi ihtiyarıyla yapıyordu. İsteseydi müreffeh bir hayat yaşayabilirdi. Bu, O’nun için hiç de zor değildi. Zira, sadece kendisine hediye olarak gelenleri dağıtmayıp yanında bırakmış olsaydı, o gün için en mesudâne bir hayat yaşamasına kâfi gelirdi; ama O böyle yapmayı hiç düşünmedi.

Bu, kat’iyen O’nun ve yetiştirdiği cemaatinin dünyaya küsmüşlüğü veya dünyayı terketmişliği mânâsına alınmamalıdır. Mesele bir kısım şom ağızların, “Bir lokma, bir hırka” deyip Allah Resûlü’ne ait bir ahlâk ölçüsünü alaya aldıkları gibi değildir. İsteyen, kazanır, zengin olur ve Allah’ın (celle celâluhu) emrettiği ölçüde zekâtını verir, infakta bulunur; evet kimse böyle bir kazancın karşısında değildir.. hatta helâlinden kazanmak İslâm’da teşvik bile görmüştür. Bununla beraber, Allah Resûlü’nün ve O’nun has dairedeki bir kısım arkadaşlarının, yukarıda müşahhas misallerini verdiğimiz anlayışa ve idrake sadık kalmaları gerekir. Aksi hâlde, her gün hızla büyüyen, Mekke ve Medine sınırlarını çoktan aşan bu cemaati, ilk günkü safvet ve duruluğunda tutmak mümkün değildir. Bu cemaat, sırf bir beden ve cismaniyet cemaati değildir. Bu cemaat, aynı zamanda, ruh, kalb, irade ve vicdan cemaatidir. Ve işte Allah Resûlü, cemaatini bu dinamiklerle ayakta tutmaya çalışıyordu. Onlardan istediği her fedakârlığı da, evvelâ kendisi gösteriyor ve her meselede olduğu gibi bu meselede de çıraklarına örnek oluyordu. İşte, en çarpıcı örneklerden bir tablo:

Gecenin yarısıydı. Açlık Allah Resûlü’nün bütün dermanını tüketmiş ve artık gözüne uyku da girmez olmuştu. Belki biraz uyuyabilseydi, açlığın o şiddetli ızdırabından geçici de olsa kurtulacaktı. Ne var ki açlık, O’nu terk edeceğe benzemiyordu. Evinden çıktı, bir tarafa doğru yürümeye başladı. Biraz sonra da bir karartı hissetti. Gelen biri vardı. Dikkatini oraya çevirdi.. tanımıştı... Bu, hayatının hiçbir ânında O’ndan ayrılmayan insandı. Düşüncede, aksiyonda hep O’nunla beraber olmuştu. Şimdi de gecenin yarısında, Medine’nin bu tenha köşesinde randevulaşmış gibiydiler. Gelen, Hz. Ebû Bekir’di (radıyallâhu anh) ve Allah Resûlü, ona selâm verdi. Ardından da sordu: “Yâ Ebâ Bekir! Gecenin bu vaktinde seni dışarıya çıkaran nedir?” Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Allah Resûlü’nü görünce derdini unutuvermişti. Zaten o, hep öyle idi. Hani Mekke’de Allah Resûlü’nü kurtarmak için girdiği kavgada komalık olmuş.. bir gün baygın kalmış ve gözlerini ilk açtığında “Allah Resûlü’ne ne oldu?” diye sormuştu. Anası Ümmü Ümâre kızmış:. “Ölüyorsun; fakat hâlâ O’nu düşünüyorsun!”848 demişti. O, bilmiyordu ki, Ebû Bekir (radıyallâhu anh), O’nu düşünmediği zaman ölürdü. Çünkü Allah Resûlü, onun hayat kaynağıydı. İşte şimdi de O’ndan ayrı kalamamış ve bilemediği bir his, onu buraya kadar sürüklemişti. Sürüklemişti ve Resûlullah’ın sorusuna “Açlık!” diye cevap veriyordu. “Evde yiyecek bir şey bulamadım, gözüme uyku girmedi ve dışarıya çıktım.” Aynı dünya..!

Hemen ardından ekledi: “Anam babam Sana feda olsun yâ Resûlallah, Sen niye çıktın?” Cevap aynıydı. Allah Resûlü de açlıktan dolayı çıkmıştı.

Tam bu esnada bir karartı daha belirdi. Belli ki bu uzun boylu, görkemli insan Ömer’di. Zaten, tablonun tamamlanması gerekiyordu. Allah Resûlü, sağ tarafına Hz. Ebû Bekir’i (radıyallâhu anh) almıştı; ama, henüz sol tarafının her zamanki konuğu yoktu; sanki tabloyu yarım bırakmamak için o da koşup geliyordu. Evet, gelen Hz. Ömer’di (radıyallâhu anh). Karşısında bu iki dostu görünce O da şaşırıp kalmıştı. Selâm verdi, selâmı alındı. Ve Söz Sultanı, Ömer’e (radıyallâhu anh) de niçin çıktığını sordu. O da, aynı cevabı verdi:

“Açlık, ey Allah’ın Resûlü, açlık beni dışarıya çıkardı.” dedi. Efendimiz’in hatırına Ebû’l-Heysem (radıyallâhu anh) geldi. Evi o taraflardaydı. İhtimal gündüz de onu bağında görmüştü. Hiç olmazsa onlara hurma ikram eder ve açlıklarını yatıştırırlardı. “Gelin Ebû’l-Heysem’e gidelim.” dedi.

Ebû’l-Heysem’in (radıyallâhu anh) evine vardılar. Ebû’l-Heysem (radıyallâhu anh) ve hanımı uyuyordu. Evde, bir de küçük bir çocukları vardı. Yaşı, beş veya altıydı. Önce kapıyı Hz. Ömer (radıyallâhu anh) çaldı. O gür sesiyle “Yâ Ebe’l-Heysem!” diye seslendi. Ne Ebû’l-Heysem (radıyallâhu anh) ne de hanımı sesi duymadı. Fakat, yatağında mışıl mışıl uyuyan o yavru, birden yatağından fırladı, “Baba! Kalk Ömer geldi.” dedi. Ebû’l-Heysem (radıyallâhu anh), çocuğunu rüya görüyor sandı. “Yat oğlum, gecenin yarısı, bu vakitte burada Ömer’in işi ne!” Çocuk yattı. Kapı açılmayınca, bu defa da o nârin sesli Ebû Bekir (radıyallâhu anh), gelip seslendi:

“Yâ Ebe’l-Heysem!” Çocuk yine fırladı, kalktı ve “Baba! Ebû Bekir geldi.” diye bağırdı. Babası onu tekrar yatırdı. Fakat son gelen, sesi soluğu cenazeleri dahi dirilten Allah Resûlü’ydü. O, “Yâ Ebe’l-Heysem!” diye seslenince, çocuk, artık yayından fırlayan bir ok olmuştu. Hem kapıya doğru koşuyor, hem de “Baba kalk, Resûlullah geldi!” diyordu.

Ebû’l-Heysem (radıyallâhu anh), neye uğradığını şaşırmıştı. Hemen kapıya koştu. Gözlerine inanamıyordu. Gecenin bu saatinde, hanesine, Sultanlar Sultanı nüzul etmişti. Hemen onları içeri aldı. Gidip bir oğlak boğazladı. Bu şeref, insana hayatta belki bir kere nasip olurdu. Hayatının en mesut anını yaşıyordu. Canını bile sofraya koysa azdı. Hurma getirdi, süt getirdi, et getirdi ve bu aziz misafirlerine ikram etti...

Açlıklarını bastıracak kadar yediler. Ardından da yine Allah Resûlü’nün gözleri dolu dolu oldu. Ve her hâdiseye ayrı bir buud ve derinlik kazandıran dudaklarından şu sözler döküldü:

“Allah’a kasem ederim, işte şu nimetlerden yarın hesaba çekileceksiniz.” Ardından da şu âyeti okudu:ثُمَّ لَتُسْأَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ  O gün, muhakkak bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz.”849

İşte O, hayatını bu kadar hassas ve bu kadar derin ölçüler içinde geçiren müstesna bir insandı. Böyle bir insanın hayatında inhiraf bulmaya çalışmak, ya garaz, ya da cehalettir.

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) O’na en yakın olanlardandı ve O’nun hayatının zühd yanını şöyle anlatıyordu: “Allah’a yemin ederim, ben, Resûlullah’ın, sabahtan akşama kadar kıvrandığını bilirim. Zira, hurmanın en kötüsü olan (dakal) denen hurmayı dahi bulup karnını doyuramıyordu.”850

Hâlbuki O, kimden isteseydi, O’nun için en mükellef sofralar hazırlardı. Hem buna ne hacet? Kendisine gelen hediyeler, her gün O’na ve ailesine, müreffeh bir hayat yaşatacak ölçüdeydi. Ancak O, geleni dağıtıyor ve yarınlara bir şey bırakmıyordu.851

Kendisine, niçin dünya nimetlerinden istifade etmediği sorulunca da O, şöyle cevap veriyordu: “Dünya nimetlerinden istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrafil sûru eline almış, Cenâb-ı Hakk’ın emrini beklemektedir. Böyle bir durumda olan insan, gelişigüzel, dünya nimetlerinden nasıl istifade eder ki?”852

DİPNOTLAR

832 Buhârî, ferâiz 3; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 5/306.

833 Buhârî, tefsir (66) 2; Müslim, talak 31.

834 Tirmizî, zühd 44; İbn Mâce, zühd 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/301.

835 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/193; Hâkim, el-Müstedrek, 2/17.

836 Tirmizî, tefsir (56) 6.

837 Hud sûresi, 11/112.

838 Müzzemmil sûresi, 73/12-13.

839 Beyhakî, Şuabü’l-iman, 1/522.

840 Nisâ sûresi, 4/41.

841 Buhârî, tefsir (4) 9; Müslim, müsâfirîn 247-248.

842 Âl-i İmrân sûresi, 3/190.

843 İbn Hibbân, Sahih, 2/386; İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azim, 1/441-442; Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 4/310.

844 Buhârî, ezan 158; Nesâî, sehv 104.

845 Beyhakî, Şuabü’l-iman, 7/365; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 1/30.

846 Buhârî, rikâk 17; Müslim, zühd 20-36.

847 Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 7/109.

848 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, 3/30.

849 Tekâsür sûresi, 102/8.

850 Müslim, zühd 36; İbn Mâce, zühd 10.

851 Buhârî, bed’ü’l-vahy 5-6; zekât 50; rikâk 20; savm 7; Müslim, zekât 124; fedâil 50.

852 Tirmizî, kıyâmet 8; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/326, 3/7.

 

[1] TAKVA:

“Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi.” şeklinde tarif edilmiştir. Lügat ve şer’î mânâlarının yanında bazen korku, takva tabiriyle; bazen de takva, korku sözcüğüyle ifade edilmiştir ki, şeriat kitaplarında, her iki şekilde de kullanıldığını görmek mümkündür. Bir de takvanın oldukça şümûllü ve umumî mânâsı vardır ki, şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle görüp gözetmeden, şeriat-ı fıtriye kanunlarına riayete; Cehennem ve Cehennem’i netice veren davranışlardan kaçınmaktan, Cennet’i semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini, ahfâsını şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına teşebbühten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder. (Takva, Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)

[2] ZÜHD NEDİR?

Zühde gelince; onu değişik şekillerde tarif etmişlerdir. Bu tariflerden bazıları şunlardır:

  • Zühd, dünyayı tamamen terk
  • Zühd, dünyayı terk etmekle beraber, ukba arzusunu da terk
  • Zühd, dünya ve ukba arzusunu terk etmekle beraber benlikten de vazgeçmektir.
  • Zühd, bir insanın, çalışıp kazanarak elde ettiği şeylerin bir anda elinden gitmesi karşısında en ufak bir teessür duymamasıdır. Bu hakikati Eyyub şöyle dile getirmektedir: “Allah’a hamd ederim ki bana vermişti, şimdi de benden aldı.” Yani emanet olarak vermişti, emanet sahibi şimdi emanetini aldı. Verdiği zaman güzeldir; aldığı zaman da güzeldir.
  • Zühd, insanın, dünyada elde ettiği şeylerden memnun ve kaybettiği şeylerden de mahzun olmamasıdır.
  • Zühd, hem malını, hem de canını her an Allah yolunda har

Tarifleri çoğaltmak mümkündür. Ancak meseleye külli bir bakış açısıyla yaklaştığımızda zühdü şöyle de tarif edebiliriz: Zühd, dünyayı dünya cihetiyle terk etmek, ukbaya bakar cihetiyle bir mekanizma gibi işletip ahireti kazanmaktır. Yani zühd, dünyanın, insanın heveslerine bakan tarafını terk edip, ahirete tarla olma ve esmâ-i ilâhîyeye tecelligâh olma yönlerini alma demektir. Herhalde bu tarif, şimdiye kadar zühdle alakalı yapılan tariflerin hepsini içine almaktadır. (Bahar Neşidesi)

 

[3] AZAMİ ZÜHD:

Takvâ’nın değişik mertebeleri olduğu gibi zühd, ihlas ve velâyetin de bazı seviyeleri vardır. Bunların ilk basamağına ulaşmak avam için bir kurtuluş vesilesi olsa da, dava-yı nübüvvetin temsilcileri için azamî mertebelere yürümek bir hedeftir. Şahsî kurtuluşunu düşünen bir insan için, Allah’ın helâlinden ihsan ettiği nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunma ve mala-mülke terettüp eden bütün hakları yerine getirme şeklindeki bir çeşit zühd yeterli olsa da, sahabe mesleğini tercih edenler için zühd dünya lezzetlerine karşı alâkasız kalıp, ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşamak ve ebedî olan ukbâ saadeti için, muvakkat dünya rahatını terk etmektir. Bize hedef olarak gösterilen azamî zühde gelince; o, sıkıntı anlarında dahi dinin hudutlarını koruyup kollama, zenginlik ve genişlik zamanlarında da başkaları için yaşama; dünya adına elde edilen şeylerden sevinç duymama, kaybedilen şeylerden ötürü de mahzun olmama; medhedilince sevinmeme, zemmedilince de yerinmeme ve Hakk’a kulluğu her şeye tercih etme demektir. (Ümit Burcu)

MAHZURSUZ ŞEYLERİ TERK

لا يبلغ العبد أن يكون من المتقين حتى يدع ما لا بأس به حذراً لما به بأس

“Kul¸ mahzurlu şeylere düşme endişesiyle sakıncası olmayan bazı şeyleri de terk etmedikçe gerçek muttakîlerin derecesine ulaşamaz. (Tirmizî, Kıyâme 19/2451; İbn-i Mâce, Zühd 24)

[4] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 6/386; el-Beyhakî, Kitabü’z-Zühdi’l-kebîr 2/102

[5] Bkz. Buhârî, rikak 17; Müslim, zühd 18-36; Tirmizî, zühd 35, 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/254.

[6] Ebu Hüreyre’den (r.anh) rivayet edildiğine göre, Resulullah (sallallâhu aleyhi ve selem) şöyle dua ederdi: "Allah'ım! Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver -Bir diğer rivayette- ‘yetecek kadar ver’ " (Buhari, Rikak 17; Müslim, Zekat 126; Tirmizi, Zühd 38)

Hz. Enes’in (r.anh) rivayetine göre de Resulullah (sav) şöyle dua etmişti: "Allah'ım! Beni miskin olarak yaşat, miskin olarak ruhumu kabzet, kıyamet günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret." Hz. Aişe (ra) atılarak sordu: "Niçin ey Allah'ın Resulü?" Efendimiz cevaben, "Çünkü," dedi, "onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce girecekler. Ey Aişe! Fakirleri sev ve onları (rivayet meclisine) yaklaştır, ta ki Kıyamet günü Allah da sana yaklaşsın." (Tirmizi, Zühd 37)

ZÜHD’Ü YANLIŞ YORUMLAMAMA:

Aslında, hakikî Müslümanlık bu iken, bir kısım insanlar, yıllardır Müslümanları hep cehaletin yanında göstermiş ve “gerici”, “yobaz” gibi bir sürü yaftalarla, onları karalama yoluna gitmişlerdir. Zühd, yanlış anlaşılmış ve Müslümanlar, âdeta köşesine çekilmiş bir acûze-i şemtâ tiplemesiyle karakterize edilerek değişik töhmetler altında bırakılmıştır. Esasen zühd kalbde yaşanmalıdır ve insanın, dünya ile herhangi bir kalbî bağlantısı olmamalıdır. Yoksa kesben –avam ifadesiyle– dünyanın altından vurup üstünden çıkmalı ve ne yapıp yapıp mutlaka başarıya ulaşılmalıdır. (Fasıldan Fasıla 4)

[7] Yûnus sûresi, 10/72; Hûd sûresi, 11/29

[8] Ebû Talha (r.anh) anlatıyor; “Resûl-i Müctebâ Efendimiz’e açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkes karnına bir taş bağlamıştı. Resûlullâh da karnını açtı. Baktık ki onda iki taş vardı.” (Tirmizî, Zühd 39)

[9] TEVEHHÜM-Ü EBEDİYET NASIL AŞILIR?

Tevehhüm-ü ebediyet, insanın kendisini ebedî ve lâyemût (ölmeyecek) zannetmesi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanması, yaşamak için yaşaması, peşin zevk-safa ve ücretlerle avunarak sadece hâlihazırı yaşaması, geçmiş ve geleceği umursamaması demektir. Tevehhüm-ü ebediyet hissi insanda bazen o derece gelişir ki ferdin hayatını bütün bütün tesiri altına alır. Hatta insan, kendi hayatını bırakır, içinde yaşadığı dünyanın hayatı ile alâkadar olmaya durur ve sadece kıyametin kopmasını düşünür; evet sanki onun için endişe verici başka bir şey yokmuş gibi sadece ondan endişelenir, onunla meşgul olur. İki veya üç bin sene sonra da olsa, münhasıran kıyametin kopacağından endişe duyar. İşte bütün bunlar, tevehhüm-ü ebediyetten kaynaklanmaktadır. Çünkü insan kendi ölümünü düşünmemekte, içinde yaşadığı dünyanın ölümüyle ilgilenmektedir. (Zihin Harmanı)

[10] BİR KALB HASTALIĞI: TÛL-İ EMEL

Ne var ki, insanın zaafa açık noktalarından birisi olan “tûl-i emel” duygusu, endişe-i istikbalin yüzünü âhiretten dünyaya çevirmekte ve insanın buradaki arzu, istek ve beklentilerden sıyrılıp ötelere müteveccih yaşamasına mâni olmaktadır. Gelecek kaygısının sadece bu hayatla sınırlıymış gibi algılanmasına sebebiyet veren hususların başında “tûl-i emel” gelmektedir. Tûl-i emel; hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya bağlanmak; sonu gelmez isteklerin, bitmez tükenmez arzuların, önü alınamaz hırsların ve tamahın peşine düşmek demektir. (Vuslat Muştusu)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 12/27/2020