Kur’ân ile Sünnet Bölünmez Bir Bütündür
Allah Teâlâ kitabını, insanların elleriyle tutacakları kâğıtlar şeklinde değil, aramızdan seçtiği Resûlü’nün kalbine vahiy yolu ile indirdi. O da kitabın metnini tebliğ etmekle yetinmedi, sözleriyle ve davranışlarıyla onu açıkladı ve uyguladı.
Kur’ân-ı Kerim’i anlama konusunda, İslâm tarihi boyunca farklı yaklaşımlar olmuştur. Asırlar boyunca meydana gelmiş olan çeşitli tefsir tarzları, bunun neticesidir.
Tefsir ilminin yapacağı ilk iş, Kur’ân’ın açıklanmasında, Hazreti Peygamber’in (aleyhisselâm) işlevini göz önünde bulundurmaktır. Allah Teâlâ gönderdiği Kitab’ın tefsirini birinci derecede Resûlü’ne havale etmiştir. Ezcümle şöyle buyurmuştur:
“Sana da ey Resûlüm bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Umulur ki düşünüp anlarlar.” (Nahl sûresi, 16/44) İndirilen zikr, vahy-i gayr-i metlüv olarak sünnettir. Kur’ân’ı tefsir edip açıklamak üzere Peygamberimiz’e bildirilmiştir. Bu âyetle, bu mânâyı ifade eden birçok âyete dayanarak Müslümanlar, Kur’ân tefsirinde Hazreti Peygamber’in açıklamalarına birinci derecede yer verme konusunda ittifak etmişlerdir.
Allah Teâlâ kitabını, insanların elleriyle tutacakları kâğıtlar şeklinde değil, aramızdan seçtiği Resûlü’nün kalbine vahiy yolu ile indirdi. O da kitabın metnini tebliğ etmekle yetinmedi, sözleriyle ve davranışlarıyla onu açıkladı ve uyguladı.
Demek ki Hazreti Peygamber’in Kur’ân’la ilgili başlıca üç görevi vardı:
- Tebliğ,
- Tebyin (açıklama),
- Tatbik.
O’nun bütün hayatı bu işlerle doludur. Vahiy metninin ulaştırılması, izhar edilmesi işi için Kur’ân, “belâğ” ve “tebliğ” kelimelerini kullanmıştır. Meselâ;
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun.” (Mâide sûresi, 5/67) Kur’ân, mesajı ulaştırmak hakkında tebliğ kelimesini defalarca kullanırken, demin zikrettiğimiz Nahl sûresi, 16/44 âyetinde tebyin kelimesinin “tebliğ, ulaştırma, açığa vurma” mânâsında kullanıldığını iddia etmenin hiçbir değeri olamaz.
Diğer taraftan bir âyette de şöyle buyrulmuştur:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resûlüne ve sizden olan ülü’l-emre de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resûlüne arzediniz.” (Nisâ sûresi, 4/59)
Allah’a arz etmek O’nun kitabına götürmek, Resûlüne arz etmek ise hayatta iken kendisine, vefatından sonra da O’nun hadislerine arz ederek, hadisleri hakem kılarak konuyu vuzuha kavuşturmak mânâsına gelir.
Sahabe neslinin sonlarında, dinin tek kaynağının Kur’ân olduğunu iddia eden tek tük insan ortaya çıkmış, sahabiler bunlara karşı çok net bir tavır takınmışlardır. Bunlardan bildiğimiz iki hâdiseyi nakledelim:
İmran İbn Husayn’ın (radıyallâhu anh) (v.52/672) bulunduğu bir mecliste adamın biri: “Kur’ân’da bulunmayan şeyden bahsetmeyin.” deyince İmran: “Sen ahmak bir adamsın! Öğle namazının dört rekât olduğunu, onda kıraatin cehredilmeyeceğini Kitabullah’ta gördün mü?” Sonra namazı, zekâtı ve emsali hükümleri sıraladı ve ilâve etti: “Bütün bunları Allah’ın Kitabında tefsir edilmiş olarak buluyor musun? Kitabullah bunları müphem bırakmış, sünnet de tefsiretmiştir.”1
Sahabenin en ileri gelen müfessirlerinden İbn Mes’ud’a göre, sünnetin öngördüğü bütün davranışlar, temelde Kur’ân’ın istediklerini yerine getirmektir. Haşr sûresinin 7. âyeti, Hazreti Peygamber’in sünnetine bu işlevi vermiştir.2 Nisâ,4/119. âyeti, Allah’ın yarattığını değiştirmeyi yasaklar.3 Fakat bu âyetin maksat ve kapsamını ancak Resûlüllah’ın anlayışı ve uygulamasıyla öğrenebiliriz.
Abdullah İbn Mes’ud’a (radıyallâhu anh) Benî Esed kabilesinden bir kadın gelip şöyle dedi: “Ey Ebâ Abdirrahman! Senin dövme yaptırana ve yapana, yüzündeki kılları aldırana ve dişlerini güzellik için birbirinden ayırana lânet ettiğini duydum?” Abdullah İbn Mes’ud ona şu cevabı verdi: “Ben kim oluyorum ki Resûlüllah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) lânet ettiğine ve Kur’ân’da belirtilene lânet etmeyeyim?” Kadın cevaben; “İki kapak arasındaki Kur’ân’ı (Kur’ân’ın tamamını) okudum. Fakat böyle bir şeye rastlamadım?” deyince İbn Mes’ud’un cevabı şöyle oldu: “Eğer lâyık-ı veçhile okumuş olsaydın bulurdun. Zira Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Peygamber size ne verirse onu alın, neden men ederse onu terk edin!” (Haşr sûresi,59/7) dedi.4
Hicri ikinci asrın son çeyreğinde Basra’da bir grubun, hadislerin sübûtu meselesinde şüpheye düştüklerinden sünneti ihmal ettiklerini görüyoruz. Bunlardan bazıları, âhad yolu ile rivayet edilen hadisleri kabul etmeyip mütevatirleri kabul ederken bazıları hepsini birden reddediyordu. Şüpheleri yersiz idi. Fakat şuna dikkat edelim ki bunların itirazı sünnetin Kur’ân’ı tefsir etmesine değildi; rivayetlerin sübûtuna idi. İmam Şâfiî, el-Ümm adlı eserinin Cimâu’l-ilm bölümünde bu grubun sözcüsü ile olan münazarasını nakleder ve çok ikna edici delillerle sünnetin, Kur’ân’ı açıklayan, ümmeti bağlayan bir kaynak olduğunu ifade eder. İmam Şâfiî ile muarızı arasındaki oldukça uzun süren bu tartışmanın özeti şöyledir:
Muarız: “Kur’ân’da bulunan şu âyet, Kur’ân’da her şeyin açıklandığını bildirmektedir:
“Biz sana bu Kitap’ı, her şeyin açıklaması olarak indirdik.” (Nahl sûresi, 16/89). Kur’ân’ın bir kelimesini bile inkâr eden kâfir olur. Öyleyse neye dayanarak, herhangi bir emir hakkında, “Burada bu ‘farz’ mânâsınadır.”, “Burada hastır.”, “Burada falan şeye delâlet vardır.” diye farklı hükümler ortaya çıkarılıyor? Sonra hadis râvîleri hakkında zaman zaman “Falanca hata etti.” dersiniz. Şu hâlde, “Biz de hadislerden bazısını kabul etmesek ne lâzım gelir?” diye soran kimseye karşı İmam Şâfiî önce Kur’ân’ın çeşitli âyetlerinde geçen ve Kitap’tan ayrı olarak zikredilen ‘Hikmet’ kavramı üzerinde durur ve birçok yerde ‘Hikmet’in ‘Sünnet’ mânâsına geldiğini ispatlar. Şâfiî: “Allah’ın Kitabı’nın ve ahkâmının dili olan Arapçayı bilen kimseyi, bu ilmi, Resûlüllah’tan (aleyhisselâm) gelen haberleri de kabule sevkeder.” deyip;
“Çünkü ümmîler arasından, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O’dur.” (Cuma sûresi, 62/2), “Ey Peygamber hanımları! Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın!” (Ahzâb sûresi, 33/34) gibi âyetlerde geçen ‘Hikmet’ kelimesinin Sünnet mânâsına geldiğini ispatlar. “Kitap, Allah’ın bildirdiği hükümler ise hikmet de onu tebliğ eden Resûl’ün lisanı ve (fiili ile)onların îfa ediliş şeklidir.” der.
Muarız: “Doğrusu, bu mümkündür.”
Şâfiî: “Öyleyse bu bilgi de ümmete, nakledilen haberlerle ulaşacaktır. Dolayısıyla o haberleri kabul etmek gerekir. Allah Teâlâ şu âyette Resûlü’ne ittiba ve onun hükmüne teslimiyet gösterilmesini emretmiştir.
“Hayır, hayır! Senin Rabb’in hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sakıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ sûresi, 4/65)
Şu âyette Resûl’e ittiba edenin Allah’a itaat etmiş olduğunu bildirmiştir:
“Kim Resûlüllâh’a itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim itaatten yüz çevirirse aldırma, zaten seni üzerlerine bekçi göndermedik ki!” (Nisâ sûresi, 4/80)
Şâfiî: “Hasılı Peygamber size her ne verirse onu alın, size her ne yasaklarsa ondan sakının.” (Haşr sûresi,59/7), âyeti Resûl’ün emir ve nehyine sarılmamızı istiyor. Peki, bu farz bize olduğu gibi, bizden önce yaşamış olanlara ve bizden sonra yaşayacaklara da şâmil değil midir?”
Muarız: “Evet.”
Şâfiî: “Resûlüllah’ı görmeyenlerin bu farzlara ulaşmalarının, ondan nakledilecek haberlerden başka bir yolu var mıdır?”
Muarız: “Yoktur.”
Daha sonra İmam Şâfiî, Kur’ân’da bulunan bazı umûmî hükümlerden, husus kastedildiğini, bunun ise ancak Sünnet’in tahsis etmesi, yani sınırlandırması ile olduğunu anlatır. Şöyle ki: “Kur’ân’da birçok âyette, “Namaz kılınız, zekâtı veriniz!” emri vardır. Bu emir geneldir ve bütün mükellefler için geçerlidir. Hâlbuki hayız yani âdet hâlindeki kadınlar namazla yükümlü değildirler. Bu istisna ise Kur’ân’da yer almaz. Bunun kaynağı Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sünneti’dir.
Bir başka örnek zekâttır. Zekât verme, âyetlerde emredildiği hâlde, bu emri îfa etmenin hatıra getirdiği sorulara Kur’ân’da cevap yer almaz. Zekât için belirli bir nisap var mıdır? Varsa farklı mallar için bu miktarlar nelerdir? Paranın, madenlerin, sulanan ve sulamaksızın elde edilen ziraî ürünlerin, hayvan cinslerinin nisapları, ne kadardır? Bir süre meselesi var mıdır? Zekâta tâbi olan ve olmayan mallar hangileridir? Bütün bunların cevapları hadis-i şeriflerle verilmiştir.
Şu âyete göre vasiyet etme farzdır: “Sizden öleceğini anlayan biriniz geriye mal bırakacaksa anası, babası ve akrabaları için münasip bir tarzda vasiyet etmesi size farz kılındı. Bu, müttakiler üzerine borçtur” (Bakara sûresi,2/180). Oysa bu hüküm Nisâ sûresi, 4/11-12. âyetleriyle neshedilmiştir. Zira bu âyetlerde diğer yakın akrabalar gibi anne ve babanın da hakları, kesin birer pay olarak belirlenmiştir. “Allah her hak sahibine hakkını verdi, paylarını belirledi. Bundan böyle vârisler için vasiyete gerek yoktur.” (Tirmizî, vesâyâ 5; Nesâî, vesâyâ 5) hadisi de burada nesih cereyan ettiğini beyan etmiştir.
Keza, 11-12. âyetlerinde anne, baba, kız ve erkek çocukların vâris olacakları mutlak olarak zikredilmiştir. Hâlbuki gayr-i müslim olan anne, baba ve çocuklar mirastan pay alamazlar. Bu istisna, din ayrılığının mirasa mâni olduğunu bildiren hadislere dayanır.
İmam Şâfiî’nin bu izahları üzerine muarız: “Haklısın, şimdiye kadarki iddialarımın hatalı olduğunu kabul ediyorum. Bazıları da var ki Kitap’ta beyan olunması hâlinde Resûlüllah’tan gelen hadisi kabul etmiyorlar?”
Şâfiî: “Bunun neticesi ne oluyor?”
Muarız: “Salât (namaz) emrini sadece bir rekât kılmakla yerine getireceğini düşünüyor. Ne namaz vakitleri ne de üç veya dört gibi sayılar söz konusu değil. Fakat neyse, bunlardaki tutarsızlığı anladım da peki zannî delille kat’î bir haramın nasıl olup da mubah kılındığını bana izah edebilir misin?”
Şâfiî: “Elbette. Bak, şu yanında duran adamın kanı ve malı dokunulmaz değil mi?”
Muarız: “Evet.”
Şâfiî: “İki şahit dese ki ‘Bu kişi falancayı öldürdü ve elindeki malını aldı ve işte yanındaki mal da gasp ettiği maldır.’ Bu durumda ne yaparsın?”
Muarız: “Kısas olarak onun öldürülmesine hükmeder, malı da asıl sahibinin vârislerine dağıtırım.”
Şâfiî: “Peki bu şahitlerin yalan söylemeleri veya yanılmaları mümkün müdür?”
Muarız: “Tabiî.”
Şâfiî: “Peki, kesinlikle dokunulmaz (muhterem) olan can ve malı, nasıl oldu da kesin olmayan iki şahidin şahadeti ile mubah kıldın?”
Muarız: “Kıldım, çünkü şahitliği kabul etme emri var.”
Şâfiî: “Peki Kur’ân’da katl yani öldürme işi hakkında şahitliğin kabulünü nas olarak buluyor musun?”
Muarız: “Hayır! Lâkin Allah’ın ancak mefhum ile emretmesinden istidlâl ederek bunu çıkarıyorum.”
Şâfiî: “Şahitlerin hakikî hâllerine yalnız Allah Teâlâ vâkıf olduğu hâlde zâhire göre onları kabul durumunda isen bil ki biz muhaddisten ve ondan daha fazlasını (zabt, hıfz, adalet, tek olmama gibi şartlar) istiyoruz.”
Böylece İmam Şâfiî (radıyallâhu anh), kuvvetli bir istidlâl ile muarızını ikna eder. Burada söz konusu muarızın gerçek bir şahıs olup olmadığı sorusu hatıra gelmektedir. Mümkündür ki Sünnet’e karşı tavır, bazı muhitlerde, özellikle Basra’da yayılmış bir akım hâline gelmiş ve İmam Şâfiî de iyice hazırlıklı olarak, onların hükmî şahsiyetlerine cevap vermiş olsun. Bu meseleden ziyade, onun cevaplarındaki ihata, insaf ve kuvvetli mantık örgüsü önem arz etmektedir. Şâfiî’ye göre, “İmamların bütün söyledikleri sünnetin şerhidir. Bütün sünnet de Kur’ân-ı Kerim’in şerhidir.”5
Üçüncü Asırdan itibaren sünnetin dindeki yerini reddeden Müslüman’a rastlanmamıştır; tâ ki Avrupalıların 19. asırda İslâm ülkelerini istilâ etmeleri neticesi sömürge idaresi kurmalarına kadar, bu sapıklık görülmemiştir. Sömürgeciler Hazreti Peygamber’e duydukları kin, peşin hükümle şartlanarak İslâm’a nefretle bakışları, Müslümanların birliklerini parçalama, İslâm medeniyetini çekememe, Müslümanlar arasında fitne ve ihtilâf çıkararak onları birbirleriyle uğraştırırken kendi hakimiyetlerini kolayca devam ettirme, Müslümanların servetlerini yağmalamaya devam etme gayeleriyle bu ihtilâfları körüklemişlerdir.
Zaten onların bu gayeye hizmet etmek için yetiştirdikleri oryantalistler, İslâmî incelemeler uzmanı olduklarını iddia ederek, İslâm aleyhinde birçok şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. İşte sömürgeci idare, birçok oryantalist tarafından üretilen bu iddiaların kulaklarına üfleneceği, bazı gafil, cahil, gevşek, ecnebi taklitçisi, menfaat peşinde koşan Müslümanlar bulma imkânı verdi.
Müslüman toplumlarca hiç kabul görmemesine rağmen bu kabîl iddiaların iki asır boyunca, arada bir ısıtılıp tekrar piyasaya sürülmesi de bu fitnenin gayr-i müslimler tarafından kaynatıldığının bariz delilidir. Zira onlarca önemli olan, bu görüşün galip gelmesi değildir. Bu aykırı iddiaların Müslümanlar arasında yerleşemeyeceğini onlar da pek iyi bilirler. Ama hiç değilse bir fitne çıkarıp Müslümanları, hayatî meseleleriyle meşgul olmaktan, bir süre için bile olsa uzaklaştırmaları, onları birbirine düşürmeleri kendilerine yetmektedir. Her dönemde kulaklarına üflenecek beş-on gafil bulmak hiç de zor bir iş değildir.
Fakat bu gafil Müslümanların, aynı iddiaları ilmî olarak ileri süren oryantalistlerden temel farkları şudur: Onlar Kur’ân’ın Allah tarafından gönderildiğine inanmazken, berikiler Kur’ân’a iman ettiklerini söylerler. Bu da kendilerinin durumunu, daha da zorlaştırmaktadır. Zira bu iddialar İslâm toplumunun içinde çıkmış, bünyenin ihtiyacından ileri gelmiş meseleler olmayıp, Kur’ân’a ve İslâm’a inanmayan ecnebîler tarafından üretilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân’a inanmadığını iddia ederek o sapıklıkları kabul ettirebilmek çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü, eskiden bazı Müslümanlar hadislerin sübûtundan emin olmadıkları iddiasıyla hadisleri ihmal etmişlerdi. Ama bunlar Allah’ın Kur’ân’da Resûlü’ne verdiği Kitab’ı açıklama yetkisine itiraz etmektedirler. Oryantaliste göre iş kolay. Hatta Kur’ân’da olması da onlar için çok şey ifade etmez. Onun içindir ki hadiste ve Kur’ân’da bulunan hakikatleri reddetmek veya saptırmak veya sathî olarak değerlendirmek veyahut pek önemsememek onlara göre normaldir. İşte görüyoruz ki bu hususta onları taklit eden Müslümanlar da onlardan etkilenmiş, dinî hassasiyetleri azalmış bulunmaktadır.
Bunlar Kur’ân-ı Kerim’in bütün âyetlerini göz önünde bulundurarak değerlendirme yapan klâsik İslâm âlimleri gibi davranmayıp, hevalarına göre mânâ vereceklerini düşündükleri bazı âyetleri münferit olarak ele alırlar. Şöyle ki: Kur’ân “Allah size o kitabı, içinde hak ile bâtıl birbirinden ayırt edilmiş tarzda açıklanmış olarak indirmişken, sizinle aramızdaki davâyı hükme bağlamak için Allah’tan başka bir hakem mi arayacak mışım?” (En’âm sûresi, 6/114) buyurmaktadır. Demek ki hem Kur’ân’ın açıklanmaya ihtiyacı yoktur hem de Allah’tan başkasının hüküm yetkisi yoktur.” derler. Cevaben şöyle deriz: Bu âyet, Hazreti Peygamber’in nübüvvetine itiraz eden kâfirleri reddetmek muhtevasında vârit olmuştur. Onlar keyiflerinin istediği bazı hârikulâde şeyler, sihirbazvarî işler, Hazreti Peygamber’in nübüvvetini başka otoritelerin onaylaması gibi şeyler peşinde idiler. Allah Teâlâ ise birçok hakikatleri mufassal olarak açıkça bildiren ve mucize özelliği olan Kur’ân’ı indirmesiyle kendisinin bu nübüvveti onayladığını bildirmişken, başka harikalara ve otoritelere hiçbir ihtiyaç olmadığını belirtmektedir.
Zira ilâhî hükmü anlamak için, diğer harika hâllerin, mucizelerin delâleti Kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilâtlı değildir. Meselâ ayın ikiye yarılması mucizesinden bile Peygamberimiz’in nübüvvetine delâlet, ancak kısa bir an için ve onu gören mahdut kimseler için söz konusudur. Ama bundan istifadenin gerek açıklığı, gerek devamlılığı, kelâma, yani Kitab’a dayanır. İşte burada bu mânâ hatırlatılarak buyuruluyor ki: “Allah, size diğer mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap indirmiş ve böylece hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu hâlde, ben şimdi şeytanların yaldızlı sözlerine meyledeceğim de (bundan önceki En’âm sûresi, 6/112âyetinde bu durum söz konusu edilmektedir) aramızda haklıyı haksızı ayırmak için Allah’ın hükmünü bırakıp, ona karşı Allah’tan başkasını mı hakem seçeceğim? Hayır, asla!”6
Bu âyet, Allah’ın fermanıyla olan bu şehadetini kabul etmeyip, insanlardan birtakım hakemler, otoriteler teklif eden müşrikleri reddediyor. Nitekim nüzûl sebebi rivayetine göre müşrikler Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Seninle bizim aramızda Yahudi hahamlarından veya Hıristiyan piskoposlarından senin durumun hakkında hükmedecek birhakem tayin et.” diye teklifte bulunmuşlardı. Bunun üzerine bu âyetler indirilmiştir.7
Demek âyet-i kerime, birinci derecede Hazreti Peygamber’e hitap ederek nübüvvetinin başka otoritelerin tasdikine ihtiyacı olmadığını, Allah’ın Kur’ân’la olan şehadetinin buna fazlasıyla kâfi geldiğini bildirmek için nâzil olmuştur.
Bu âyeti, Hazreti Peygamber’in, hadisleriyle Kur’ân’ı açıklamasının aleyhinde delil getirmenin hiçbir mânâsı yoktur. Bir kere böyle yapmak âyeti siyakından, muhtevasından çıkarmaktır.
Diyelim ki bu tuhaf iş yapıldı. Bu âyetten Hazreti Peygamber’in hüküm koyma yetkisi olmadığı mânâsı çıkarıldı. Bizim buna itirazımız yok. Zaten hükmün tek kaynağının Allah olduğunu biz de söylüyoruz. Yalnız bunu hadislerin tefsir etme özelliğini reddederek değil, hadisi yerine yerleştirerek yapıyoruz. İşte bakın bu konuyu Şah Veliyyullah Dihlevî nasıl güzelce ifade ediyor:
“Helâl ve haram kılmak; herhangi bir şeyin melekût âleminde o fiil sebebiyle sorumlu tutulup tutulmayacağı hakkında geçerli bir hüküm icat etmektir. İşte bu icat, sorumlu tutulmaya veya tutulmamaya bir sebep teşkil eder. Bu ise Allah’ın sıfatlarındandır. Helâl ve haramın bazen Resûle nispet edilmesinin sebebi, O’nun sözünün, Allah’ın helâl veya haram kılmasına delil olmasındandır. Müçtehitlere nispeti ise ya Şâri’in nassından veya rivayet veya onun sözünden kastedilen mânâyı istinbat etmeleri cihetiyledir.”8
Demek ki Müslüman gelenek, hadis-i şerifleri değerlendirmesiyle, müçtehitlerin gayretleriyle; tefsir, hadis, usûl-ü fıkıh, fıkıh gibi ilimleriyle Allah’tan başka hakem, O’ndan başka hüküm kaynağı ortaya çıkarmış değil. Bilâkis Allah Teâlâ’yı tek hüküm kaynağı olarak bilmiş ve fakat o hükmün nasıl anlaşılıp tatbik edilmesi gerektiğini arayıp öğrenme yoluna girmiştir. Buna uymayan tutum ise Haricîler ile bazı oryantalistlerde ve onların kuklalarında görülmüştür.
Hâricîler Hazreti Ali’yi (radıyallâhu anh), hakem tayin ettiği için kâfir ilân ettiler. Zira “Allah’tan başka hakem yoktur.” dediler. Hazreti Ali buna karşı meşhur cevabını şöylece vermişti: “Bu hak ve doğru bir sözdür, fakat bâtıl maksat için ileri sürülmektedir.” Hazreti Ali: “Tamam, Allah’tan başka hakem yok. Fakat O, hükmünü Kur’ân’da bildirmiştir. Kur’ân ise hükmü uygulama mercii değildir. Ondaki hükmü insanların anlayıp uygulaması gerekir.” diyordu.
Diğer bir iddia, Kur’ân’ın “mufassal” vasfını ileri sürerek, ayrıca tefsir edilmesine ihtiyaç olmadığını ileri sürmektir. Kur’ân-ı Kerim hak ile bâtılı iyice belli edip açıklamıştır. Birçok helâl ile haramı bildirmiştir. Onda birçok hakikat açıkça bildirilmiştir. Bu itibarla elbette mufassaldır.
Keza Kur’ân’ın “mübîn” vasfını ileri sürerler. Mübîn “açık, zâhir veya açıklayan” mânâlarına gelir. Kur’ân Allah’ın fiil, isim ve sıfatlarına, âhiret hayatına, vahiy ve nübüvvete, önceki ümmetlerin hâllerine, insanın dünyadaki vazifelerine, güzel ahlâk prensiplerine, Allah’ın insanlara vaz’ettiği talimat ve ahkâma dair birçok hakikati açıklamıştır. Demek ki Kur’ân’ın mübîn olması şu demektir:
- Kur’ân’ın i’cazı, Hak Teâlâ’dan geldiği âşikârdır, açıktır.
- Dünya ve âhirete, mülk ve melekûta, gayba dair bilgiler verir, birçok kıssa ve mev’izeleri açıklar.
- Hakkı bâtıldan, hayrı şerden, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırt eder.
- Kur’ân’ın dili açık, fasih Arapçadır. Arap dilinin muazzam ifade imkânlarını kullanmak sûretiyle, ifade-i meram etmiş, diller içinde en sağlam bir beyan aracı ile gelmiştir.9
Bütün bunlar, Kur’ân’ın mübîn vasfını fazlasıyla göstermektedir. Fakat Kur’ân’ın mübîn olması, ondaki her şey, her insanın, her seviyenin hemen anlayacağı şekilde meydandadır, tefsire hacet yoktur, demek değildir. Kur’ân, Kitap olarak gönderilmiştir. Kitap birçok ilimler ihtiva etmektedir. Muallimsiz kitap, insanlara bir şeyler öğretmek için geçerli olan bir yol değildir. Öğretimde kitap ile yetinen, öğretmeni ve okulu reddeden öğretim sistemi olamaz. Onun içindir ki Allah, Kitabını, mesajını sahipsiz, muallimsiz bırakmamıştır. Birçok âyette Peygamber’in kitap ve hikmeti öğretmesinden, açıklamasından bahsetmiştir.
Peygamberine tam bir itaat istemiş, O’na itaatin Allah’a itaat olduğunu bildirmiş, O’na itaat etmemenin, O’nun verdiği hükme boyun eğmemenin imansızlık alâmeti olduğunu bildirmiştir. Sadece birkaçının meâlini verelim: “O, ümmîler arasından, kendilerinden olan bir elçi gönderdi. Bu elçi onlara Allah’ın âyetlerini okur, onları arındırır, onlara kitabı ve hikmeti öğretir.” (Cuma sûresi, 62/2)
“Kim Resûlüllaha itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ sûresi, 4/80)
“Peygamber size ne verirse onu alın, neden men ederse onu terk edin!” (Haşr sûresi, 59/7)
“Hayır, hayır! Senin Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ sûresi, 4/65)
“Ey Resûlüm, de ki: ‘Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Gafur’dur, Rahim’dir!” (Âl-i İmrân sûresi, 3/31)
İşte Peygamber’in Kitabı öğretmesi, hikmeti yani sünneti öğretmesi, işte O’na yani O’nun hadislerinde bildirdiği hususlara itaat etmenin lüzumu, işte O’nun hakemliği… Bunlar, bu ve benzeri birçok âyette güneş gibi âşikârdır.
Kitapta, elbette o kitabı esas alarak öğretim yapan o en büyük Muallim’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) öğreteceği, açıklayacağı, uygulayacağı birçok şey vardır. Meselâ Kur’ân’ın en çok üzerinde durduğu farzlardan biri salât yani namazdır. Namaz emri açıktır, kesindir. Ancak nasıl îfa edileceği, o en büyük Muallim’in açıklayıp öğretmesine havale edilmiştir. O’nun öğretmesine başvurmadan namazın eda edilişini Kur’ân’dan anlamak mümkün değildir.
Yoksa Kur’ân’ın mübîn ve mufassal olmasından, onu herkesin, okur–yazar olmayan birinden tutun, ilimde en ileri seviyede olan, Tefsir, Fıkıh, Kelâm âlimlerinin aynı şekilde anlayacağı mânâsını çıkaran kimse, bu iddiasını kimseye inandıramaz. Hele buna karşı: “İşte Kur’ân mucize olduğu içindir ve mübîn olduğu içindir ki onu herkes anlar, tefsir edilmesine ihtiyaç yoktur.” demek tam bir muğalatadır.
Bunu iddia eden adam, Kur’ân’da 19 mucizesinin var olduğunu ileri sürüyor. Şimdiye kadar milyonlarca ilim adamı, yüz milyonlarca Müslüman, her gün okudukları Kur’ân’da bunu neden göremediler? Kur’ân’dan kıyametin kopacağı tarihi çıkaran adam nasıl olur da bu iddiada bulunabilir? Bin dört yüz küsur sene milyonlarca insan niçin bu tarihi Kur’ân’da göremedi acaba?
Dünyada anlaşılması en zor bir durumla karşı karşıyayız. Böylesi bir iddiada bulunan kişinin, Kur’ân’ın tefsire çok fazla ihtiyacı olduğunu ileri sürmesi beklenirdi. Demesi gerekirdi ki; “Tefsiri o kadar zor ki bakın, yüz milyonlarca insan, ilim adamı okudu göremedi, ben çıkarabildim.” Geçerli olmasa da bunu iddia etmesine bir şey diyemezdik. Fakat her okuyanın Kur’ân’da kesin olarak bulup anladığı demin naklettiğimiz o âyetleri inkâr ederken sonra da kalkıp böyle neticeler çıkaran kişi, akıldan mahrum bir mahlûktur. Aslında ciddiye alınması gerekmez. Fakat iddialarını tam bilemeyip, tutarsızlıklarını iyice tespit edemeyenlerin biraz ciddiye aldıklarını veya tuhaf şeylere ilgi duymanın bir realite olduğunu göz önünde bulundurarak bir şeyler yazmak gerektiğini düşündüğüm için, bunları kamuoyuna arzetmekte fayda gördüm.
Tevfik Allah’tandır.
Dipnotlar
1 İbn Abdilber, Câmiu Beyani’l-İlm, 2/234; Şâtıbî, Muvafakat, 4/19.
2 “…Peygamber size ne verirse onu alın, neden men ederse onu terk edin! Allah’a karşı gelmekten sakının!” (Haşr sûresi, 59/7)
3 “Şeytan: ‘Mutlaka onları saptıracağım, onları birtakım temennilerle oyalayacağım. Onlara davarlarının kulaklarını yarmalarını emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.’ dedi.” (Nisâ sûresi, 4/119)
4 Şâtıbî, Muvafakat, 4/24; İbn Abdilberr, Câmiu Beyani’l-İlm, 2/188.
5 S. Yıldırım, Peygamberimiz’in Kur’ân’ı Tefsiri, Yeni Akademi Yay. İstanbul 2006, 1/70.
6 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, (En’âm sûresi, 6/114) âyetinin tefsiri.
7 Ebu’s-Suûd, İrşadu’l-Akli’s-Selim, (En’âm sûresi, 6/114) âyetinin tefsiri.
8 Dihlevî, Hüccetullahi’l-Bâliğa, 1/129-130.
9 Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, (Yusuf sûresi, 12/1 âyetinin tefsiri).