Şeytan Kur’ân’a Müdahale Edemedi
Kur’ân’ın üslûbunu az çok bilen bir kimse, burada hiçbir mânâ boşluğu bulamaz, fikirler teselsül hâlindedir, kopukluk yoktur.
Hac sûresinin 52. âyet-i kerimesini bazıları yanlış anlayıp, şeytanın vahye müdahale ederek, peygamberlerin, vahye aykırı söz ilâve etmelerine sebep olduğu mânâsını çıkarmış, ayrıca uydurulmuş bir hâdise ile de irtibat kurarak meseleye, İslâm’ın vahiy itikadına uymayan bir mahiyet kazandırmışlardır. Bazı müsteşrikler ise bu asılsız rivayeti, Kur’ân âyeti derecesine çıkarmak sûretiyle, vahyin pek de Müslümanlar’ın inandığı kadar kesin olmadığı, Kur’ân’dan çıkarılan âyetler de bulunabileceği, dolayısıyla tahriften büsbütün masûn olmayabileceği şüphesini uyandırmak istemişlerdir. Biz, önce bu âyetin normal olarak ifade ettiği mânâyı açıklayacağız. Fakat âyetlerin çoğu gibi; bu âyetin de mânâsını daha iyi anlamak için sibak ve siyakı ile beraber mütalâa etmek, yani onu vârid olduğu muhtevaya yerleştirmek gerekli olduğundan Hac sûresinin, bir bütün teşkil eden 42-55 kısmını göz önünde bulunduracağız.
I- Bu pasaj, tevhid tarihine seri bir resmî geçit yaptırarak, Hazreti Peygamber’in (aleyhisselâm) tebliğleri karşısında, inkârcı güruhların her devirde görülen ve herkese malûm olan tutumlarını nakleder. Bundan ibret alınması lüzumunu vurgular. Hazreti Peygamber’in (aleyhisselâm) ilâhî emirleri tebliğ etmesi karşısında müşriklerin çeşitli muğalatalar ile mücadele edip, onun maksadına uymayan birtakım şeyler yayarak, ahaliyi kendisinden uzaklaştırmak istediklerine işaret eder. Sonra sözü Mekke müşriklerine getirerek onların Hazreti Peygamber’e: “İşte inanmıyoruz, doğru isen bizi derhal imha ediver bakalım!” demelerine karşı, Allah’ın kendilerine mühlet verdiğini, iman edip makbul işler yaparlarsa kendilerini ebedî mükâfatın beklediğini, yoksa hak dini yok etme gayretlerinin faydasız olup kendilerini Cehennem’e sürükleyeceğini bildirdikten hemen sonra bu âyete yer verir. Gönderilen o peygamberlerin bildirdikleri ilâhî buyrukları, cin ve ins şeytanlarının tepki ile karşıladıklarını, onları saptırmaya çalıştıklarını, fakat Allah Teâlâ’nın onların bu karartma ve engelleme teşebbüslerini giderip âyetlerinin tesirlerini sağlamca yerleştirdiğini, bunun da imtihan hikmetiyle yapılıp, Allah’ın gerçek müminlerle münafıkları ortaya çıkarmak istediğini bildirir. Bu kısmın meali şöyledir:
"42- Eğer bunlar seni yalanlıyorlarsa (bil ki) bunlardan önce Nuh, Âd ve Semud kavmi de yalanlamıştı.
43– İbrahim’in kavmi, Lût’un kavmi de (yalanlamıştı).
44– Medyen halkı da (yalanlamıştı); Musa da yalanlanmıştı. Ben de kâfirlere (yola gelirler diye) mühlet verdim, sonra onları yakaladım. (Bak), Benim onları reddim nasıl oldu!
45– Halkı zulmederken helâk ettiğimiz nice memleketler vardır ki duvarları (alta yıkılan) tavanlarının üstüne çökmüştür. Nice kullanılmaz olan kuyu ve nice ıssız kalmış sağlam köşk vardır!
46– Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki (kendilerinden önce mahvolanların yerlerini görsünler de) düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun (akılları başlarına gelsin, hak sözü işitsinler) Zira gözler kör olmaz (çünkü gözlerin körlüğü geçici bir görme yetersizliğidir) fakat asıl sinelerdeki kalpler kör olur.
47– Senden azabı çabucak istiyorlar. Allah sözünden caymaz (bir süre geciktirse de mutlaka dediğini yapar, acele etmez) Rabb’in yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.
48– Nice ülke var ki zulmederken ona biraz mühlet vermişiz, sonra onu yakalamışızdır. (Sonunda) dönüş ancak Bana’dır.
49– De ki: Ey insanlar ben sizin için ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
50– İnanıp iyi işler yapanlar için mağfiret ve bol rızık vardır.
51– Âyetlerimizi red ve iptal etmek için onları kabul edenlere karşı yarışa girenlere gelince onlar da Cehennem’in halkıdır.
52– Senden önce hiçbir resûl ve nebi göndermemiştik ki o, halkının hidayetini umarak gayret gösterdiği zaman, şeytan onun arzusuna (karşı çıkıp, onu meşgul ve meyus edecek bir düşünce) atmış olmasın. Fakat Allah, derhal şeytanın attığını iptal eder, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
53– Allah böyle yapar ki şeytanın attığını, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşmışlar için bir imtihan yapsın. Zalimler gerçekten, haktan uzak bir ayrılık içindedirler.
54– Ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da onun (Kur’ân’ın) Rabb’inden gelen hakikat olduğunu bilsinler de ona inansınlar, böylece kalpleri ona saygı duysun. Şüphesiz ki Allah, müminleri mutlaka doğru bir yola iletir.
55– İnkâr edenler ise ansızın o saat (kıyamet veya ölüm) kendilerine gelinceye yahut o kısır (hayrı dokunmaz) günün azabı kendilerine gelinceye kadar Kur’ân’dan yana kuşku içinde devam edeceklerdir.” (Hac sûresi,22/42-55)
Hac sûresinin 52. âyetinde geçen تَمَنَّى: “Takdîr etmek, içinden kurmak[1] demektir.” Kamus sahibi: “Bir şeyi dilemek, ummak, muhayyilede takdir ve tasvir etmektir.” der. Bundan isim, Râgıp el-İsfehanî’nin bildirdiğine göre ümniyye olup[2] “Temenniden ötürü hayalde (nefiste) hasıl olan sûret” mânâsına gelir.
Temenni’nin ikinci mânâsı: “Okumak, kıraat etmek” olup, ümniyye ise kıraat mânâsına gelir. Ebû Müslim bu iki mânâyı şöyle irtibatlandırıyor: “Zira okuyan kimse, içinden harfleri takdir eder (ölçüp biçer), zihninde canlandırır (tasavvur eder) ve derken yavaş yavaş telaffuz eder.”[3]
Âyette Geçen Temenni Kelimesinin Mânâları
Türkçemizde de bulunan ilk mânâya alınırsa âyet şöyle tefsir edilir:
“Her peygamber, kavminin ilâhî hidayete tâbi olup, kötülüklerden kurtulmalarını, dünya ve âhiret saadetine erişmelerini şiddetle arzu eder. Hatemu’l-Enbiya (aleyhisselâm) bütün insanlığa gönderilen mutlak resûl olduğundan, bütün insanların hak yola girmelerini, kendisini yiyip tüketecek derecede arzu ediyordu: “Onlar iman etmiyor diye sen, her hâlde kendini yiyip tüketeceksin.” (Şuara sûresi, 26/3) Onun bu yönde ilerlemesine karşı şeytan da bir takım engeller koymak ister durur. Cinnî şeytan ins şeytanlarına telkinatta bulunup bu hususta müşterek hareket ederler. “Şeytanlar, siz müminlerle mücadele etmelerini sağlamak için dostları (ins şeytanlarına telkinatta bulunurlar.” (En’am sûresi, 6/121) Buradan, Nadr İbn el-Haris gibi ins şeytanları da anlaşılabilir. Zira o da vahiy ile bildirilen şeylere benzer şeyler uydurup vahye şüpheler atmak, böylece kavmini İslâm’dan alıkoymak istiyordu.[4]
Böylece şeytan, insanların kalplerine şüphe atarak halkı, resûllere karşı koymaya çağırır. Yahut resûl, kavminin hidayetini temenni edip hırsla çalışırken şeytan onu ümitsizliğe düşürmek için vesvese verir, onu maksadından caydırmaya çalışır. Kur’ân-ı Kerim, şeytanlara uyanların yaptıkları işleri bazen şeytanlara izafe eder. Zira sebebiyet münasebeti vardır.
Dine davetinin başlangıcında Peygamber’e inananlar az, küfür tarafı ise sayı ve maddî imkân bakımından çok güçlü olduğundan şeytan, haklı olanların, sayıca çok olanlar olduğu telkininde bulunur, hatta “Haklı olsa Allah onu üstün kılardı.” diye Allah Teâlâ’nın da kendi tarafında olduğu vesvesesini verir. Bu durum, bir taraftan müşrikler, bir taraftan müminler hakkında bir fitne (yani imtihan) olur. Fakat neticede Cenâb-ı Allah, sabreden iman ehlini teyit ederek, peygamberlerin arzularına karşı şeytanların ortaya attıklarını giderip, peygamberlerin tebligatının hak ve hakikat olduğunu izhar eder. Şeytanın ye’se düşürmek üzere vesvese verdiği peygamber, ilk anda vesveseye maruz kalsa da “ismet” vasfı vesvesesinin karşısına çıkar, yani Allah’ın verdiği “günahtan korunmuşluk” vasfı ile şeytanın vesvesesini iptal edip boşa çıkarır.[5] Müminlerin kalplerinden şeytanın şüphelerini neshedip, vahdaniyet ve risaletin hakkaniyetini bildiren âyetleri onların kalplerinde muhkemkılar. Kâfirler ve münafıklar ise küfür ve şüpheleri içinde kalırlar.
Âyet-i kerime, bu sürecin bütün tevhid tarihinde, istisnasız olarak tekrarlandığını bildirerek Hazreti Peygamber’i ve müminleri teselli etmektedir.[6] Âyetlerin mânâsını tevcih hususunda birkaç görüş daha varsa da bu âyetteki umum, talil, risalete hakkını vermek gibi üç husus dikkate alınınca, isabetli tefsirin ancak bunlar olduğu tezahür eder.[7] Bu izahta ne lisan kaidelerine ne de itikat esaslarına aykırı bir taraf yoktur. Bu mânâ, zorlamasız, münsecim olarak âyetin fasih ifadesinden ortaya çıkan mânâ olup, ayrıca bir hikâye uydurmak sûretiyle boşluk tamamlama ihtiyacı göstermez.[8]
Temenni’nin ikinci mânâsı “okumak”tır.[9] أَلْقَى “bir şeyi elinden atmak” demek olup bozmak kastıyla halk içine birşey atmak mânâsıyla vesvese hakkında istiare olunmuştur. Nitekim أَلْقَيْتُ فِي حَدِيثِ فُلَانٍ deyimi, “söylenenin maksadına aykırı olmakla beraber lafzın az çok muhtemel olduğu şeyi sözüne karıştırdım” yahut “Söylemediği bir şeyi ona mâl ettim.” demektir. (Hak yolun karşısına çıkanlar, insanları saptırmayı kendilerine iş edinirler, onlar şüpheye uyup, şüphe uyandırmak için çabalar dururlar. Sapkınların kalplerine bunları atanlar (ilka edenler) şeytanlar olduğu için, bu sebebiyet alâkasından ötürü onların yaptığı iş, şeytanlara izafe edilebilir.)
Meselâ şeytanların kulaklarına üflemeleriyle müşrikler, Hazreti Peygamber (aleyhisselâm) Kur’ân âyetlerini tebliğe ttikçe, bâtıl bir şekilde onu redde çalışıyorlardı.
II- Şimdi meselenin diğer tarafına geçelim:
Cenâb-ı Allah Necm sûresinde putları tahkir etmek üzere şöyle buyurur:
"19- Baksanıza şu Lât ve Uzzâ’ya
20– Ve üçüncüleri olan öteki (put) Menât’a.
21– Demek erkek size, kadın Allah’a öyle mi?
22– O hâlde bu insafsızca bir taksim!
23– Onlar (o putlar) sizin ve babalarınızın (tanrı) diye isimlendirdiğiniz (boş, medlûlsüz) isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar(ın tanrılığı hakkında) hiçbir delil indirmemiştir. O putlara tapanlar sırf zanna ve nefislerinin alçak hevesine uyuyorlar. Hâlbuki onlara, Rab’leri tarafından yol gösterici gelmiştir.
24– Yoksa her arzu ettiği şey, insanın kendisinin mi olacaktır?
25– Son da ilk de (âhiret de dünya da) Allah’ındır.
26– Göklerde nice melekler var ki onların şefaati hiçbir işe yaramaz, meğer Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun (ancak o zaman şefaatin faydası olur).
27– Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar.
28– Onların bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyuyorlar, zan ise hak olan (ilmin) yerini tutmaz.” (Necm sûresi, 53/20-28)
Bu pasaj, sadece putları ve putperestliği tahkir eden, unsurları arasında kopukluk olmayıp bütünlük bulunan insicamlı bir metindir. Kısaca söyleyecek olursak burada putlar ve putperestler, putların kız sûretinde tasvir edildiği de tasrih edilerek, yedi yerde açıkça tahkir edilmişlerdir. Şöyle ki:
1– أَفَرَأَيْتُمْ ile yapılan tahkir.[10] Zira bu tabir, peşinden gelen şeyi reddetmek için yapılan bir girizgâhtır.
2– أَسْمَاءٌ سَمَّيْتُمُوهَا ile kuru isimler, medlûlü olmayan sadece müşriklerin vehimlerinde varlığı bulunan putlar kastedilir.
3– Allah, onların tanrılaştırılmalarına sebep olacak hiçbir delil bildirmemiş, bu hususta onlara hiçbir yetki vermemiştir.
4– “Demek erkek size, kadın Allah’a öyle mi?” istihzası.
5– Sırf zanna ve alçak hevese uydukları ittihamı.
6– Makbul varlıklar olan meleklerin bile, Allah’ın izni olmadıkça, şefaatlerinin fayda vermediği.
7– Meleklerin dişi olduğunu söyleyenlerin âhirete inanmadıkları.
أَفَرَأَيْتُمْ ile müşriklerin mabudlarının hakirliği, akidelerinin sakimliği gösteriliyor. Hitap Kureyş’e yapılmaktadır. Yani “sırf ilâhî vahiy olan bu kelâmı dinledikten, sahibinizin (arkadaşınızın) Miraç’ta gördüklerini duyduktan sonra, şimdi söyleyin: Baksanıza şu Lât’a, Uzzâ’ya! Ve bir de şu geride olan üçüncüleri Menât’a!”[11] “Bu beyandan sonra, siz de o taptığınız muhtelif putları ve geriliklerini gördünüz değil mi? Şimdi haber verin bakalım, size erkek, O’na dişi öyle mi!” Müşrikler putlarına müennes (dişi) isim takarlardı. Onlar “putlar, ilâhî kuvvetlerin, melâikenin sûretleridir, melâike ise Tanrı’nın kızlarıdır, biz onların sûretlerini yapıp dişi isimleri vererek onlara perestiş etmekle, kendilerini Allah indinde şefaatçi ediniriz” sanıyorlardı.
“O hâlde bu, insafsızca bir taksim!” Allah’a çocuk isnat etmek, haddizatında büyük bir zulümdür. Fakat müşrikler, kendilerinin kız babası olmalarını eksiklik sayarak, kız istemedikleri, hatta onları öldürdükleri hâlde, kızları Allah’a tahsisetmekle kendi vicdanlarına karşı, tazim eylemek istedikleri Mabudu tahkir etmiş,... Ona karşı büyük haksızlık etmiş oluyorlardı.”[12]
III- Aslında ilgisiz olmadığı hâlde, bu Garanik meselesi ile ilgisi kurulan sahih bir rivayet vardır. Buhârî’de İbn Abbas’ın (radıyallahu anhuma) şöyle dediği nakledilir. “Necm sûresini okuyunca Hazreti Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)secde etti, onunla beraber Müslümanlar ve müşrikler, cinler ve insanlar da secdeye vardılar.”[13] Başka bir tarikle buna benzer bir rivayet de bulunur. Fakat mazmunu, Necm sûresinin okunmuş olup, orda bulunan herkesin secde ettiğidir.
Bu secde şöyle izah edilir: Hazreti Peygamber, Cenâb-ı Allah’ın sûrenin son âyetindeki emrini tutarak secde edince, müşrikler de kendi mabutlarına tazimen secde etmişlerdir.[14] Secdeye kapanmaları, Hazreti Peygamber’in bir mucizesi de olabilir. Yahut, Kur’ân-ı Kerim’in müessir üslûbu, yüce hakikatleri, hele Resûlullah’ın mübarek ağızlarından okununca, muazzam bir tesir gücü kazanmış olmalıdır.
Garanik Hâdisesi yahut Şeytan Âyetleri İddiası
Taberî; M. İbn Kâ’b el-Kurazî, Ebu’l-Âliye, Said İbn Cübeyr, İbn Abbas, Dahhâk, İbn Şihab’dan, özeti şu olan bir kıssa nakleder:[15] Biz, el Kurazî’den gelen nakli ana hatlarıyla zikredelim:
Resûlüllah, kavminin haktan yüz çevirdiğini görünce bu, ona çok ağır geldi. Allah’tan kavmi ile kendisini birbirlerine yaklaştıracak bir şey inmesini temenni etti. Cenâb-ı Allah Necm sûresini indirdi. O da okudu. أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى âyetine[16] gelince, şeytan, gönlünden geçirip de kavmine getirmek istediği şeyi onun lisanına atıverdi:
وَتِلْكَ الْغَرَانِيقُ الْأُولَى... “Bunlar yüce kuğu kuşları (tanrıçalardır), ve elbette onların şefaatleri umulur.”
Kureyşliler bunu işitince sevindiler ve onu dinlemek üzere yaklaştılar. Müminler de Rab Teâlâ’dan gelen şeyi tasdik ettiler, Peygamberi bir hata veya vehimden ötürü ittiham etmediler. O, sûreyi bitirince secde etti. Onun secde ettiğini gören müminler de onun getirdiğini tasdik ederek secde ettiler. Mescitteki müşrikler de secde ettiler. Velid İbn Muğîre hariç herkes secde etti. Secde haberi, Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanlar’a da ulaştı. Bir kısmı orada kalıp, bir kısmı Mekke’ye hareket ettiler. Sonra Cibril gelip: “Ya Muhammed, ne yaptın, Benim Allah’tan getirmediğim bir şey söyledin!” dedi. Resûlüllah üzüldü, Allah’tan korktu. Allah Teâlâ bu âyeti[17] indirerek onu teselli ve şeytanın ilka ettiğini neshetti.”[18]
Hâdisenin Dirayet Yönünden Tenkidi
A- Muhteva yönünden tenkidi (dahilî tenkit). Bu rivayeti, ihtiva ettiği tenakuzlardan ötürü kabul etmek mümkün değildir, zira:
a) Daha önce gerek Hac, gerekse Necm sûrelerinde geçen mezkûr iki âyetin tefsirini nakletmiştik. Bu hâdise, onların muhtevaları, sibak ve siyakları ile uyuşmaz. Özellikle Necm sûresi, naklettiğimiz pasajında, belirtmiş olduğumuz yedi unsuru ile şirki iptal etmişti. Bu ortam içinde, putları yücelten bir söz, girecek yer bulamaz, kabulü mümkün
Faraza söylense bile, müşrikler nasıl olur da buna kanardı? Hakaret üstüne hakaret yağdırırken öven bir cümle ne ifade ederdi ki?[19] Hiç merak etmeyelim, Peygamberimiz’in muhatabı şedit müşrikler, böyle bir sözle havalanmayacak kadar davalarına bağlı, şüpheci ve radikal idiler. Böyle bir sözün burada söylendiği farz edilirse, asıl düşünülecek tevcih, diğer yedi unsura ilâveten, onu sekizinci bir hakaret ifadesi saymaktır. Yani, başta bir istifham hemzesi takdir edilerek: “O dişiler (tanrıçalar), onların şefaatleri umulacak ha! Yuh olsun sizin aklınıza!”[20]
b) Cenâb-ı Allah, bu kısa Necm sûresinde, şeytanın sözünün âyet olarak girdiği iddia edilen kısmın önünde ve sonunda, bu hikâyeyi tam iptal edecek hakikatleri yerleştirmiştir. Ret ve iptal edici yedi unsuru, daha önce zikretmiştik. Şimdi de vahiy hakkındaki şu kuvvetli teminatı hatırlatalım: Bu sûrenin baş tarafında[21] “Arkadaşınız Muhammed yanılmadı, sapmadı, aldanmadı. O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor. O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka birşey değildir.”
c) Hazreti Peygamber tarafından böyle bir şey söylenmesi, risalete aykırıdır. Zira böyle bir sözü kasten, cebren veya sehven söylemiş olabilir, başka bir ihtimal yoktur. Kasten söylemek kâfirliktir, caiz değildir. Peygamber’in gönderilmesinin sebebi putları övmek değil, kötülemektir. Şeytanın cebren söyletmesi de mümkün değildir. Zira Cenâb-ı Allah, şeytana: “Benim kullarım üzerinde senin bir yetkin yoktur.” (Hicr sûresi, 15/42) âyetinde müminler üzerinde sultası olmadığını bildirmiştir. Şeytan, mümin kulları bile icbar edemezse, Peygamber’i hiç edemez. Sehiv ve gafletle söylemiş olması ihtimali de merduttur; zira tebliğ hâlinde Peygamber hakkında gaflet caiz değildir. Caiz olsaydı, onun söylediklerine itimat kalmazdı. Çünkü vahyedilen Kur’ân hakkında Cenâb-ı Allah:
"Öyle bir kitaptır ki bâtıl ona ne önünden, ne ardından, hiçbir taraftan yol bulamaz.” (Fussilet sûresi, 41/42) keza;
“Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.” (Hicr sûresi, 15/9) buyurmuştur.
Diğer taraftan, daha birçok âyet, Hazreti Peygamber’in risalet ve tevhid hususunda son derece kararlı olup, müşriklere azıcık bir meyil dahi göstermediğini bildirmektedir.[22]
Hâdisenin Rivayet Cihetinden Tenkidi
Rivayet yönünden bu vaka uydurmadır. birçok muhakkik bu kıssayı reddetmişlerdir. Beyhakî: “Bu kıssa, nakil bakımından sabit değildir.” demiştir.[23] Kâdî İyad: “Sahih hadisleri rivayet eden hiçbir kitabın bunu nakletmemesi, hiçbir sikanın bunu sahih ve muttasıl bir senetle rivayet etmemesi, çürüklüğünü göstermeye kâfidir. Nakledenler, sadece tuhaf şeylerle oyalanmayı âdet edinen bazı tefsirciler ile tarihçilerdir.”[24] es-Suheylî: “Bu hadis, sabit değildir.” diyor.[25] Beydavî, Neysabûrî, Ebu’s-Suûd, Ebû Mansur el-Mâturîdî, İbn Kesîr, Nevevî, Bedrüddîn Aynî, Hâzin, Hatib Şirbinî, Âlûsî, Ebû Bekir İbnu’l-Arabî, Ebû Hayyan bu kıssanın sabit olmadığını beyan edenlerden bazılarıdır.[26] Rivayetin bir aslı olabileceğini düşünenler arasında İbnHacer ile İbrahim Gûranî bulunmaktadır.
Bazı rivayet ehlinin bu kıssaya inanmasını nasıl izah etmeli?
Secde gerçeğine sebep arama, Kureyş’in Hazreti Peygamber’in kıraatinin etkisi ve Kur’ân’ın büyüleyici üslûbunun tesiri altında yaptığı secdeye bahane olarak ileri atmış olabilecekleri sözün şayialanması, keza “Hazreti Peygamber’in kavminin hidayete gelme arzusu, şeytanın işi karıştırıp Hazreti Peygamber’e vesvese vermesi, Habeşistan’a gidenlerin dönmeleri, gibi olaylar Hicrî İkinci Asır başlarında bir araya gelerek bir kıssa hâlinde birleştirildi, bazı tarihçiler ve tefsirciler de boş bulunup eleştirmeksizin kabul psikolojisi içine girdiler, denilebilir.[27]
Ahmet Hamdi Aksekili rivayeti eleştirirken, şeytanın sözünün on beş ayrı şekilde rivayet edildiğini bildirip bunları ayrı ayrı sıralar.[28] Rivayetlerdeki bu ızdırabı, uydurma olduğunun delili sayar. Daha sonra ise râvilerdeki ızdırabı ele alır. Râvilerin bu sözün gâh Resûlüllah’ın namazda olduğu, gâh Kureyş’in nâdilerinde/kulüplerinde olduğu sırada veya namaz kılarken uyuklamış, uyurken ağzından kaçırıvermiş tarzlarında on bir çeşit anlatım ile naklettiklerini, birinin bir türlü öbürünün başka türlü söylemesinin de meselenin uydurma olduğunu göstereceğini ifade eder.[29] Ona göre bu hikâye, tabiun devrinden sonra uydurulmuştur. Keza Aksekili, İbn Abbas’a mâl edilen, bu konudaki sekiz sebeb-i nüzûl rivayetini inceleyerek, bu ızdırabın da rivayeti çürüttüğünü beyan eder.[30]
Konuyu dikkatli şekilde inceleyen muasır müellif Mevdûdî ise tarihî bakımdan şu tenkitleri öne sürer:
1- Muteber tarihî kayıtlara göre Habeşistan’a ilk hicret bisetin 5. yılında Receb ayında olmuştur. Hikâyeye göre, sulh haberini öğrenip dönenler, gittikten sadece üç ay sonra, yani aynı yılın Şevval ayında dönmüş oluyorlar.
2- Hikâyeye göre bu sözü söylediğinden ötürü Resûlullah’ı itap eden İsra sûresi, 17/73-75 âyeti inmişti. Hâlbuki İsra sûresi Mirac’ı müteakip inmiştir. Miraç ise bisetin 11 veya 12 yılında vâki olmuştur. Buna göre uyarmanın 5-6 sene bekledikten sonra yapılmasını kabul etmek tuhaflığına düşülür.
3- Teselli etmek üzere indiği bildirilen Hac sûresi, 22/52 âyeti Hicrî birinci yılda inmiştir. Buna göre teselli, uyarma ve tekzipten 2-2,5 yıl, olayın üzerinden ise 9 yıl kadar bir zaman geçtikten sonra gelmiş olur. Bunu kim kabul edebilir?
4- Hem niçin tekzip ve teselli için gelen âyetler, bizzat Necm sûresine ilâve edilmeyip ayrı ayrı sûrelere yama olarak eklensin? Hâlbuki bu âyetler, –daha önce gördüğümüz üzere– muhtevalarıyla tam insicamlı olup yama intibaı uyandırmazlar.
Muasır Tunuslu müfessir M. Tahir İbn Âşûr bu Garanik kıssasını maharetle reddettikten sonra hulâsa ederken der ki: “Bu kıssayı, müşriklerin Necm sûresini dinledikten sonra secde ettiklerini bildiren sahih haberle birleştirmek, bazı müelliflerin karıştırmalarından ibarettir. Keza bu kıssayı Hac sûresi ile birleştirmek de öyledir: Mekke’de ilk nâzil olan sûrelerden bulunan Necm sûresi ile bir kısmı Medine döneminin başlangıcında, bir kısmı Mekke döneminin sonlarında inen Hac sûresi arasında pek uzun bir zaman vardır. Keza hâdiseyi Habeşistan’a hicret edenlerin dönmesi ile birleştirmek de fanteziden ibarettir.
Necm sûresinin inmesi ile Habeşistan’dan dönme arasında nice seneler vardır.[31] Hâdise şöyle olmuş olabilir: İslâm’ın başlangıcında müşrikler arasında yayılmış bu şayia, Mekke’de İbnu’z-Ziba’ra gibi[32] cahil alaycıların uydurmalarındandır. Necm sûresinde Lât, Uzzâ, Menât’ın anılmasını halk içine fitne sokmak için fırsat bilmişlerdir. Necm sûresini seçmelerinin sebebi şu idi: Zira Kâbe’de okunduğu sıralar onlar da orada bulunuyorlardı ve secde etmişlerdi. Allah Teâlâ’nın, Nebisi için mucize yaptığı o secdelerine mazeret olsun diye, bu sözü uydurmuşlardı.”[33]
5- İbnu’l-Kelbî (ö. 204) Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı) adlı kitabında, cerh ve tâdil kaidelerini de tatbik etmeksizin, putlarla ilgili her türlü haberi toplayıp naklettiği hâlde bunu zikretmez. Buna mukabil cahiliyye Araplarının Kâbe’yi tavaf ederken: Lât hakkı için, Uzzâ hakkı için, üçüncüleri Menât hakkı için! Onlar yüksek kuğular (dişi tanrıçalardır), onların şefaatlerine ümit bağlanabilir.”[34] dediklerini nakleder.
Yakut el-Hamevî de Mu’cemu’l-Büldan adlı ansiklopedik coğrafya lugatinde Uzzâ’yı anlatırken[35] müşriklerin bu sözlerini nakleder. Bu son iki cümle, Garanik rivayetinde, şeytanın Peygamberimiz’e söylettiği iddia edilen sözün aynısıdır. Büyük ihtimal Garanik kıssasının menşei, müşriklerin bu sözleridir.[36] “Demek ki garanik teşbihi Peygamber’den evvel söylenegelmiş bir sözdür. Muhtelif şekillerde söylenmiş olması da buna delâlet eder. O hâlde bu söz esas itibarıyla müşriklere bir ilka-yı şeytanîdir.”
6- Bunca tutarsızlığına rağmen, bu Garanik kıssasını, vahiy ve nübüvvet akidesine gölge düşürmeye elverişli bulmaları sebebiyle gerçek kabul eden müsteşrikler, gerçekten acınacak bir ilmî sefalet sergilemektedirler. W. Muir, R. Dozy, Brockelmann, Nöldeke, Blachère, M. Gudefroy-Demombynes, M. Watt bunlar arasındadır. İşte araya peşin hüküm girince, bu şarkiyatçıların zekâları ve ilmî maharetleri, kendilerini bu tenakuza düşmekten kurtaramamıştır.[37]
Bununla, beraber, müşteşriklerin ele aldıkları hemen her meselede olduğu gibi, bu mevzuda da içlerinden bu hususta hakkı teslim edenleri çıkmamış değildir. Ezcümle -birçok mevzuda garazkâr ve peşin hükümlü olan- L. Caetani,[38] isabetli bir tahlille bu hikâyenin uydurma olduğunu açıklamıştır:
“(...) Çünkü bunu uyduranlar, iki büyük gayri tabiîliği ve tezadı bertaraf edememişlerdir. Yalanın bacağı kısadır. Yukarıdaki hadislerin hepsi ispat etti ki Muhammed ile Kureyşliler arasındaki ihtilâf, Kureyşlilerin düşmanlığı karşısında Müslümanları muhacerete mecbur bırakacak kadar şiddetlidir. Şimdi tetkik etmekte olduğumuz hikâyeyi bize nakleden muhaddislerin sözlerine inanırsak, Müslümanlar birkaç Kur’ân âyetini alenen okurlarsa gayet şiddetli fena muameleye maruz kalıyorlardı. O hâlde Muhammed’in bütün Kureyşliler önünde koca bir sûreyi baştan aşağı okuması, Kureyşlilerin de ne söyleyeceğini bilmeden dinî bir dikkat ile kendisini dinlemeleri mânâsız olmaz mı? Bundan başka, bu hikâye iyi düşünülmüş de değildir. Muhammed, şeytanın talim ettiği âyetleri okuyor ve bunların mânâlarını anlamıyor yahut başka âyet bilemiyor gibi görünmektedir.”[39] Keza şöyle der:
“Muhammed hakikî bir devlet adamı idi, kendisinde gayet ince bir fikr-i siyasî vardı. İnsanlarla müzakerede, insanları idarede fevkalâde maharet sahibi idi. Üç puta karşı ibadeti muvakkaten kabul etmek gibi, kaba hataların ondan sadır olması gayri kabildir. Çünkü bu hareket, geçmiş senelerin cesur çalışmalarını bir an içinde birden bire yıkmaya ve kendi kendisini mahvetmeye müsavi idi.”[40]
Fakat şarkiyatçılardan, üstelik ciddî tanınan (Arap Dil Akademisi azalığı ile de taltif edilen) R. Blachère’in irtikapettiği, ciddiyetsizlikten de öte, metin tahrifini kimse yapmamıştır. Zira bütün dünyada bir kelimesi bile farklı olmayan Kur’ân-ı Kerim’i Fransızca’ya tercümesinde “sözüm ona iki âyet” ilâve etmiştir. Yaptığı ilâveler Necm sûresinin 20. âyetinden sonra 20bis, 20 ter diye yazıp tercüme ettiği bu şeytanî sözlerdir. Bu tahrifi yaparken dipnotta bir gerekçe (!) yazmaya ve kitabınınönsözünde bir açıklama yapmaya bile teşebbüs etmemiştir.
Blachère, daha önce yayımladığı ve nüzûl sırasına göre sûreleri sıralayarak tercüme ettiği Kur’ân mealinde ise[41] buşeytanî sözleri yine âyet diye dercetmekle beraber, buradaki âyetlerin nüzûl tarihi konusunda bir iddia ileri sürer. Az önceNecm sûresinden iktibas ettiğimiz pasajda âyet: 19-23 kısmını yine göz önüne getirelim.
Kur’ân’ın üslûbunu az çok bilen bir kimse, burada hiçbir mânâ boşluğu bulamaz, fikirler teselsül hâlindedir, kopukluk yoktur. Kelâmın gelişmesinde muhatap 20. âyetten sonra, yani putları tahkire yapılan girizgâhtan sonra “Demek erkek size, kadın Allah’a, öyle mi? O hâlde bu, insafsızca bir taksim!” kısmını bekler. Blachère bu putları daha ayrıntılı tarzda reddeden 23. âyetin “muahhar” olduğunu iddia etmektedir. Bunun tek sebebi bu âyetin, putları metheden o uydurma söze imkân bırakmamasıdır. Blachère’in gösterdiği gerekçe de 23. âyetin “arythmique” yani öbürlerine göre uzun olmasıdır. Kur’ân’ın şiir gibi her zaman “rythmique” olduğunu kim görmüş? Bunu iddia eden mi var? En açık misallerinden biri Fatiha sûresidir. Bu sûrenin 7. âyeti diğerlerine göre açıkça uzun diye, sonradan eklendiğini mi söylemek gerekir? Kitab-ı Mukaddes kritiğinde formgeschichtliche adıyla bilinen Alman metodunu Kur’ân’a uygulamak isteyen bu şahıs, mezkûr tercümesinin birçok yerinde çok tuhaf ve zor durumlara düşmüştür. Meselâ ona göre Asr sûresi önce “Asr’a andolsun ki insanlar ziyandadır.” şeklinde idi. Kalan kısmı sonradan ilâve edilmiştir. Ona kalsa bu nevi istisnalar Medine dönemine ait olmalıdır.
Necm sûresinde, 23. âyeti, şimdilik bir tarafa bıraksak bile 21. ve 22. âyetler de bulunmakta ve onlar da putları açıkça reddetmektedir. Müşrikler erkek evlât ister, kız çocuklara hiç değer vermezlerdi. Burada onların bu telâkkilerine işaret olunarak, Allah’ı, kendilerinden daha dûn bir mevkiye düşürmelerindeki saçmalık belirtilmiş olmaktadır. Blachère, bunların sonra ilâve edildiğini söylemiyor, aksine bu metinlerin “eski” olduğunu tasrih ediyor. Diğer taraftan o, Tûr sûresini nüzûl bakımından 22. sıraya koyar. Necm sûresi ise ona göre 30. sıradadır. Tûr sûresinin 39. âyeti “Demek oğullar sizin de kızlar O’nun öyle mi?” diyerek, aynı şekilde bir taraftan putların bir taraftan puta tapanların hakirliklerini ortaya koymaktadır. Blachère’in dediği gibi: “Kur’ân, dişi tanrıları ret delilini tekrar ele almıştır.” Öyleyse, bu daha önce yapılmış iken, Necm sûresinde de aynı kelâm içinde tekrar edilmiş iken, bu bâtıl tanrıların hak olduklarının, üstelik öğülmelerinin mânâsı kalır mı? Sonra gelen 26. âyet, Allah isteyip razı olmadıkça, meleklerin bile şefaatlerinin muteber olmayacağını bildiriyor, yani putların şefaatlerinin asla mevcut olmadığını anlatmak istiyor. Bütün bunlar, müşriklere ait olan bu uydurma sözün, bu muhtevaya ne derece zıt olduğunu göstermeye kâfidir.
Garanik meselesine sarılarak İslâm aleyhinde şüphe uyandırmaya çalışan şarkiyatçılar dürüst davranmamaktadırlar. Davransalar, İslâm incelemelerinde, Müslümanların, “Bizim malımızdır.” diye sahip çıktıkları hususları tetkik edip onlar hakkında değerlendirme yapmaları gerekirdi. Onların, “Bu sabit değildir, bizim malımız değildir.” dedikleri şeyleri ise bir tarafa bırakmaları gerekirdi. Dürüstlük bunu gerektirir. Fakat onların çoğu duruma göre, bazen, Buhârî’nin kitabı gibi Müslümanlar’ın ittifakla kabul ettiği bir kitaptaki hadisleri kabul etmez de tarihî usûle, Müslüman hadisçilerinin koydukları cerh ve tâdil kaidelerine uymayan rastgele bir kitaba girmiş[42] rivayetleri İslâm hakkındaki hükümlerine esas alırlar. Fakat bu, onlar farkında olmaksızın İslâm’ın hakkaniyetine ayrı bir delil oluşturmaktadır. Çünkü böylece onlar, tarihen sabit kat’i naslarda aleyhte kullanacak tutamak bulunmadığını fiilen tasdik etmiş olmaktadırlar.
[1] Âlusî, XVII, 33.
[2] Müfredat, s. 476.
[3] Alusî, XVII, 33.
[4] Âlusî, XVII, 175.
[5] M. T. İbn Âşur, Tefsiru’t-Tahrir, 1XVII, s. 299-300.
[6] Krş. A. H. Aksekili, Hatemu’l-Enbiya Hazretlerine İsnad Olunan En Çirkin İftiranın Reddiyesi, s. 61-67; İbn Aşur, Tefsiru’t-Tahrîr, XVII, s. 300-301.
[7] Aksekili, a.g.e. s. 69
[8] İbn Âşur, XVII, s. 303.
[9] İbn Âşur, bu mânâdan ve bunun şahidi olarak Hassan İbn Sabit’e (radiyallahu anh) nispet edilen beytin ona mensup olduğundan şüphesini izhar eder.
[10] Arapçada reâ fiili, soru cümlesi olarak, sözün başında geldiği zaman peşinden, merdud bir şeye dikkat çekileceğini gösterir. “Araplar, bir kimsenin reddettikleri bir işinden dolayı, bir başkasının da tuhaf karşılamasını sağlamak istediklerinde bu tabiri kullanırlar.” (Taberî, Bakara, 2/158 âyetini tefsir ederken.). Kur’ân’da da bu şekilde kullanılmıştır (Ferra, Meanî, I, 170) “ أَفَرَأَيْتَ الَّذِي تَوَلَّى/Baksana o yüz çevirene!” (Necm, 53/33 (Keza Şuarâ, 26/75, Fâtır, 35/40).
[11] Elmalılı H. Yazır, VI, 4591
[12] Taberî, 27-58; Elmalılı, VI, 4596
[13] Buhârî, el-Cami’us-Sahîh, Necm sûresinin tefsiri, İmam Ahmed, Müsned, 6/399-400 ve Nesaî, İftitah, 2/160
[14] İzmirli İsmail Hakkı’dan naklen Akseki, a.g.e., s. 46-47
[15] Taberî, Camiu’l-Beyân, c.XXVII, s.186-189.
[16] Necm sûresi, 53/19.
[17] Hac sûresi, 22/52.
[18] Taberî, a.g.e., XXVII, 187-188.
[19] M.H. Heykel, s.96; Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, Necm sûresinin tefsiri, 27/73.
[20] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, Hac sûresi, 52 tefsirini yaparken, VI, 249’da bu ihtimali bildirmekle beraber isabetli bulmaz.
[21] Necm sûresi, 53/2-4.
[22] Bkz.: Hakka sûresi, 69/46; Yûnus sûresi, 10/15; İsrâ sûresi, 17/74; Furkan sûresi, 25/32; A’lâ sûresi, 87/6.
[23] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, c.VI, s.245.
[24] eş-Şifa, c.II, s.111.
[25] Süheylî, er-Ravdu’l-Unuf, c.I, s.229.
[26] Bu zatların fikirleri hk. bkz.: Tefsîru İbn Kesîr, Râzî, Hatib Şirbinî, Ebu’s-Suûd, Âlusî tefsirlerinin Hac sûresi, 22/52 âyetine dair yaptıkları açıklamaları.
[27] Bkz.: Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hazreti Peygamber, c.I, s.487. Bu konuda daha başka tevcihler de yapılmıştır: Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, c.I; A. H. Berkî-O. Keskioğlu, Hatemu’l-Enbiya, s.96-106.
[28] Aksekili, a.g.e., s.16-17.
[29] Aksekili, a.g.e., s.22.
[30] Aksekili, a.g.e., s.26.
[31] Habeşistan’a hicret eden Müslümanların bir kısmı Hicret-i Nebeviye’ye yakın, bir kısmı ise hicreti müteakip, bir kısmı ise çok daha sonra dönmüşlerdir. (A. H. Berkî-O. Keskioğlu, Hatemu’l-Enbiya, s.96)
[32] Abdullah İbnu’z-Ziba’râ, başlangıçta İslâm’ın en şiddetli aleyhtarlarından biri idi. Mekke’nin fethinden sonra Necran’a kaçtı. Daha sonra dönüp özür diledi, özrü kabul edildi. 15/636’da vefat etti. (Zirikli, A’lâm)
[33] İbn Âşûr, Tefsîru’t-Tahrîr, c.XVII, s.305.
[34] İbnu’l-Kelbî, Kitabu’l-Asnam, trc: B. Bilgin, metin, s.13; trc.s.32.
[35] Yakut el-Hamevî, Mu’cemu’l-büldan, 4/116-118.
[36] Elmalılı, H. Yazır, VI, 4597.
[37] Bu müsteşriklerin, garanik konusuna temas eden eserleri için bkz.: Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, AÜİF Dergisi, XXIV (1981), “Garanik Meselesinin İstismarcıları”, s.69-91. Muhterem hocamız bu değerli çalışmasında oldukça geniş bir bibliyografya vermektedir.. W. Muir, Life Of Mahomet, London, 1984 p, 78-82; R Dozy, Tarih-i İslâmiyyet (trc.A. Cevdet), Mısır, 1908, 1/68-72; Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihî, trc. N.Çağatay, Ankara, 1964, s.13, T. Nöldeke, Geshichte des Qorans, 1909, p. 100-103; Blachère, Le probleme de Mahomet, Paris, 1952, p. 40-41; M.Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, Paris, 1957, 84-88; M. Watt, Muhammed at Mecca, Oxford, 1953, p. 101-109; M. Watt, Hazret-i Muhammed, çev. Hayrullah Örs, İstanbul, 1963, s.65-71.
[38] Leone Caetani, Arapça ve Farsça dahil yedi dil öğrenmiştir. Kendisi prens olup Washington’da İtalya sefiri olarak vazife yapmıştır. Çok büyük bir serveti olup bunu ilmî çalışmalarında değerlendirmiştir.
[39] Caetani, İslâm Tarihî, c.II, s.264-265.
[40] A.g.e., s.265-266.
[41] Le Coran: Traduction selon un essai de reclassement des sourates, Paris, 1949.
[42] Meselâ el-Eğânî, el-İkdu’l-ferid, Kitabu’l-Hayavan gibi bir edebiyat kitabında bulunan bazı rivayetleri kesin delil olarak ileri sürdükleri vakidir.