Oryantalizm ve Medeniyet Çatışması
İşin biraz derinine gidilecek olursa “oryantalist” teriminin esnek bir tabir olduğu görülür. Onun içindir ki bu terimin tarifleri bir yazardan diğerine değişiklik gösterir. Bununla beraber genel hatları az çok bilinmektedir.
Oryantalizmin öneminden bahsederken şuna da temas etmek gerekir: Bildiğimiz ve gördüğümüz gibi, dünyayı en çok meşgul eden konu, medeniyet ve kültür çatışmasıdır. Bilhassa Batı ile İslâm medeniyetinin mücadelesidir. Çünkü asırlardır dünyanın ve insanlığın büyük ekseriyetinin durumunu bu iki medeniyetin mücadelesi tayin etmektedir. Oryantalizm ise bu meselenin ayrılmaz bir parçasıdır. Hatta denebilir ki, oryantalizm bu çatışmanın arka planında etkili olan Batı fikir ve zihniyetini temsil etmektedir. Batılılar’ın Müslümanlar ve İslâmî değer hükümlerinin oluşmasında önemli rol oynayan oryantalizmi küçümsemek mümkün değildir. Batı’ya karşı tavır koyan, Batılılaşma sancıları çeken, kültür emperyalizmine hedef olan İslâmdünyasında -kabul etsek de etmesek de- oryantalizmin tesirleri büyük olmuştur ve olmaktadır. Son iki asırda 1960 yılına kadar Batılı oryantalistler tarafından Müslümanlarla ilgili olarak 60 bin kitabın yazıldığı tahmin edilmektedir. İslâmî alanda yayınlanan araştırma ve bilimsel makale isimlerini toplayan Index Islamicus, XX. Asrın başından beri yapılmış çalışmaları kapsamaktadır. Başlangıçta her 5 yılda bir cilt, daha sonraki yıllarda senede bir cilt şeklinde yayınlanmıştır. Bu geniş ilim ve kültür hamulesi elbette küçümsenecek bir şey değildir. Düşünelim ki, dünya ticaretinde büyük söz sahibi olan ülkeler, süper güçler, İslâm ve Müslümanlar hakkındaki fikirlerini, değerlendirmelerini, büyük ölçüde bu oryantalistlerin çalışmalarından almakta, dolayısıyla icraatları onlardan etkilenmektedir. Meselâ, Napolyon 1798’de Mısır’ı işgal ettiğinde beraberinde bir oryantalist ekibi bulunmuşve onlar üç yıllık işgal döneminde çeşitli yönleriyle Mısır’ı anlatan La Description de l’Egypte adında muazzam bir bilimsel eser hazırlamışlardır. Bu çalışma, Mısır’ı tarih, coğrafya, dinî inançlar, dil, etnik yapı, ekonomi, ziraat, ticarî yönlerden ayrıntılıolarak incelemiştir. Günümüzde de başvurulan bir kaynaktır. Binaenaleyh şarkiyatçıların çalışmalarını yakından takip etmek, onlardan yararlanmak, hataları konusunda ise gerekli cevapları, tenkitleri hazırlamak ve onların menfi tesirlerini azaltacak tedbirleri almak, Müslümanlara terettüp eden önemli işlerden sayılmalıdır.
Şarkiyatçıların İslâm Medeniyetini Araştırma Metotları
Oryantalistlerin İslâm medeniyetini incelemede uyguladıkları metot bir çok sebepten önemlidir. Bu mesele, oryantalizmi inceleyen Şarklı ve Garplı araştırmacıya hâkim olan bir meseledir. Batılı araştırıcı bu konuya belirli bir açıdan bakar, “Batı, Şark meselesini nasıl ele almıştır? Şark, Batı’nın ideolojik çerçevesine ne derece uyabilir?” Müslüman ve Şarklıaraştırmacı ise, bu meseleye başka bir gaye ile önem verir, “Batı, Şark’a neden su-i zanla ve yukardan bakmaktadır?”1
Tanınmış müsteşriklerin çeşitli bilim dallarında yazdıkları kitaplar, meselenin olumlu yönünü teşkil etse de, oryantalizm ile bu hareketin arkasında duranlar hakkında yapılan yayınlar, son dönemde gittikçe artmıştır.2
Genelde sosyal bilimlerde, özelde de tarihî araştırmalarda, metot meselesi oldukça önemlidir. “Tarih nedir?” “Tarihi nasıl yazmak gerekir?”, “Tarih yazımındaki gayeler neler olmalıdır?” gibi tarih felsefesi ile alâkalı sorular, İslâm tarihi açısından da ehemmiyetlidir. Müsteşriklerin, İslâm medeniyetleri tarihini araştırırken uyguladıkları metodu da incelemek gerekir. Zira mesele İslâm tarihinin mahiyeti ve esası gibi hassas bir konuyla ilgilidir. Burada daha büyük bir hassasiyet uyandıran sual şudur: Müsteşrikler İslâm dünyasındaki gelişmeler esnasında ortaya attıkları bir takım konular, teoriler, varsayımlar ile nasıl bir tesir icra etmeye çalışmışlardır? Onların çalışmalarındaki akademik görünüme rağmen genelde Şark, özelde İslâm dünyası üzerinde hakimiyet kurmak isteyen Batı emperyalizminin ve Hıristiyan misyonerliğinin gizli hedeflerinin payı ne kadardır? Müsteşriklerin metodunu incelemede bazı müşküller vardır. Bunlardan birincisi, uygulanan metot değişikliğindedir.
XIX.Asırdan Sonraki Metot Değişikliği
XIX.asrın ortalarından beri çeşitli sebeplerden ötürü müsteşrikler metot değişikliğine gitmişlerdir. Eskiden taasupları aşikâr iken bundan böyle kendilerine tarafsız ilim adamı görünümü vermeye çalışmışlardır.
Birinci dünya savaşından sonra sosyal bilimlerdeki gelişmelerin, müsteşriklerin İslâm medeniyetini incelemelerinde de tesirini gösterdiğini fark ederiz.3
Ne olursa olsun, müsteşriklerin istikbalde tutacakları yol hakkında net bir şey söylemek kolay değildir. Zira bu hareket, çeşitli etkenlerin tesirlerine maruzdur.4
Bununla beraber diğer çalışmalar meyanında, özellikle E. Said’in Oryantalizm eseri, mâzideki metoduna getirdiği tahlillerle, istikbaldeki yönelişlerine dair, oryantalizm hakkında tahminlerde bulunma imkânı da vermektedir. Bununla beraber, bu tahmin kolay değildir. Zira oryantalizmin belli bir mekânı olmadığından homojen (mütecanis) bir oryantalizmden bahsetmek mümkün değildir. Diğer taraftan işin malî faktörü de vardır ki bu da Batı üniversitelerinde şarkiyat araştırmalarında ağırlığınıkoruyan bir konudur. Son dönemde bazı petrol ülkelerinin A.B.D., İngiltere, Almanya gibi bazı Batı ülkelerindeki üniversitelerde Ortadoğu araştırma merkezlerine maddî katkılarda bulundukları görülmektedir. Teorik yönden bu desteklerin, o üniversite merkezlerinin yönelişlerini etkileyemeyeceğini söylemek mümkündür. Fakat pratikte bazı tesirler olabilir, hatta bazı durumlarda bu destekler, şartlı verilmiş de olabilir. Fakat her hâlükârda bu merkezler, bağlı oldukları üniversitelerle ve ait oldukları devlet cihazlarıyla irtibattadırlar. Onların esas siyasetlerini bu faktörler etkileyecektir.
İslâm medeniyetleri araştırmalarında, oryantalizmin metodu konusu son derece karmaşık (kompleks) bir konudur. Zira konuyla ilgi terimler, çeşitli yorumlara elverişli olduğundan akışkandır. Bundan ötürü bu makalede bizim de meseleyi tam anlamıyla ortaya koymamız mümkün değildir. Fakat şunu söyleyebiliriz ki, çeşitli etkenlerin tesiri altında olması sebebiyle ve özellikle XIX. ve XX. yüzyıllarda kaydettiği ilerlemelerle oryantalizm, çok geniş ve karmaşık bir konu hâline gelmiştir.
Bu karmaşıklığı çeşitli sebeplere irca edebiliriz. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya gibi oryantalizmde büyük payı olan ülkelerdeki millî tutum ve davranışların büyük ölçüde artması, bu tutumları oluşturan muhtelif bilimlerin tesirleri, en seçkin müsteşrikler üzerinde bile tesirler gösteren çeşitli sosyal ve siyasî güçler ve çeşitli fikir akımları bu konuda birinci derecede rol oynamaktadırlar. Nitekim N. Daniel, emperyalist tesirlerin oryantalistlerin çalışmaları üzerinde oynadıkları oyunu konu edinen bir kitap yazmıştır: İslâm, Avrupa ve Emperyalizm, Edinburgh 1966. Onun bu kitabı, daha önce yayınlamış olduğu şu eserinin devamı durumundadır: “İslâm ve Batı (Portre Belirleme Denemesi, 3.basım, Edinburgh, 1966). Fakat o, “İslâm, Avrupa ve Emperyalizm” kitabında, İslâm dünyasının 1789-1900 arasındaki dönemini ele aldığından, muayyen bölgeler ve muayyen tarihî dönemler üzerinde derinliğine duramamıştır. Dolayısıyla bu kitap, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Avrupa’daki İslâm imajıkonusunda bir başlangıç sayılmalı ve konu daha iyi tahlillerde bulunan eserlerle devam ettirilmelidir. Bu konuda Y. Moubarac’ın iki önemli çalışması vardır.
Diğer taraftan zaman, mekân, alan ve konuların çokluğu ve şarkiyatçıların uyguladıkları uslûpların da farklıolmasından dolayı yapılan çalışmaların çalışmaların sadece muayyen bir kısmını göz önünde bulunduracağız. Onların İslâmtarihine uyguladıkları metot, bir taraftan yeknesaklık, diğer taraftan çeşitlilik arz eder. Batı’da genel bilimsel çalışma yöntemleri bakımından bir birlik görüldüğü gibi farklı ülkelerde olsalar bile müsteşriklerin birbirleriyle irtibat ve yardımlaşmalarıkonusunda da bir koordinasyon görülür. Ayrıca farklı devreleri veya konunun farklı yönlerini incelemekten ileri gelen çeşitlilik ile karşılaşırız. İslâm âleminin değişik coğrafyalarını ve değişik devrelerini incelemek, haliyle değişik tarzları gerektirecektir. Bu çeşitliliğin bir kısmı da araştırma usûlünden ve felsefî alt yapılardaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Bu gibi mâniler ortada iken Batılıların İslâmî araştırmalarda tek bir metot kullandıklarını söylemek doğru olmaz.
Buna müsteşriklerin kullandıkları dillerin farklı olmasını da ilâve edebiliriz. İngilizce, Fransızca, Arapça, İspanyolca bilen bir araştırmacının çok avantajları vardır. Ama bu da izafidir. Zira bu diller dışındaki alanı kapsamayan bir çalışma, başarısız olmaya mahkûmdur. İslâmî araştırmalarda öncü olan Alman müsteşriklerinin çalışmaları hesaba katılmadan, çalışmayı tamamlamak mümkün değildir.
Bir başka engel de şudur: Başta Ruslar olmak üzere İtalyan, Macar, Hollandalı ve İsveçli şarkiyatçıların çalışmalarına ulaşmak zordur. Bunlar tercüme ettirilse bile bir çok tercümenin asıllarının yerini tutmadıkları meydandadır.
Bu durumda, kendimize mütevazi bir çerçeve çizerek Batılıların metotlarının genel eğilimlerini ele almamız gerekir. Bunu yaparken, konuyu daha etraflıca ve derinlemesine araştıran aydınların tatmin olması için realist ve eleştirel çalışmaların yapılması gerekir. Bunlar sadece Müslümanlara değil, bütün gayrimüslim dünya entellektüellerine de hitap edecek şekilde sunulmalıdır. Batılı müsteşrikler uzun zaman, sadece kendi toplumları için yazdılar. Ama Müslümanlar onların yaptıkları gibi sadece kendi toplumlarına veya şarkiyatçılara değil, bütün bir okuyucu dünyasına hitap edecek nitelikte meselelerini takdim etmelidirler.
Batılıların metotlarını anlamak için şöyle sorular sorulabilir:
İslâm medeniyeti hakkında çalışma yapan Batılıların gösterdikleri gelişimin tarihî arka planı nedir?
Bunların gelişmesine etki eden genel faktörler neler olabilir?
Bu tarihî arka plan, oryantalistlerin genel yönelişlerini, kullandıkları araştırma uslûplarını ve usûllerini ne dereceye kadar etkilemiştir?
Başka şartların bulunması durumunda, o uslûpların değişmeleri mümkün müdür?
Şarkiyatçıların Farklı Tutumları
Şarkiyatçıların özellikleri ve içinde bulundukları şartlar farklı olduğundan herkesi tatmin edecek bir metottan bahsedemeyeceğimizi daha önce söylemiştik. Meselâ, üç şarkiyatçı düşünelim: Bunlardan ilk ikisi Emevi dönemini üçüncü müsteşrikten tamamen farklı bir şekilde yorumlamaktadırlar. Ama aynı anda birinci ve üçüncü şarkiyatçı Abbasi dönemini yorumlamakta fikir birliği içinde olsalar da, ikinci müsteşrik tamamen farklı düşünebilir. Bu misalde ikincinin, birinciyle Emevi devrini değerlendirmede birleştiğini, fakat ikinci ile üçüncünün her iki mevzuda da farklı görüşlere sahip olduklarını görüyoruz. Bu durumda bunların hepsi hakkında geçerli olacak bir metotdan bahsedemeyiz.
Diğer taraftan, aynı guruba dahil olan şarkiyatçılar, her zaman aynı tutum içerisinde olmayabilirler. Çapraz ve paradoksal durumlar görülebilmektedir. Canlı bir misal vermek için şunu söyleyelim: Aslen bir din adamı olan M. Watt’ınMuhammed’in Mekke Dönemi, Muhammed’in Medine Dönemi kitaplarında Hazreti Peygamber’in siretini sosyolojik (buna sosyalist de diyebiliriz) yorumu, marksist ideolojiden olan M. Rodinson’un5 Muhammed (Mahomet, Paris 1961) adlı eserindeki yorumla bazı noktalarda uyuşmaktadır. Watt bu yorumuyla, dindaşlarından siret-i Nebeviyeyi kıyamet fikrinin ağır basması ile izah eden dindaşlarından –özellikle Casanova6– yahut tek ilâh fikrinin veya –hâşâ!- marazî problemlerinin ağır basmasıyla izah eden D.B. Macdonald’dan7 hayli farklıdır. Buna mukabil, D.B. Macdonald’ın “marazî problem” iddiasını Rodinson’un benimsediğini görüyoruz. Hâlbuki Macdonald’ın dindaşı olan Watt’ın marazilik isnadını reddettiğini görüyoruz.
Şarkiyatçıların uyguladıkları metotları tasnif etmeyi zorlaştıran sebeplerden biri de, İslâmî ilim dallarının ve onlarıincelerken müsteşriklerin yararlandıkları bilimsel disiplinlerin çokluğu ve içiçe girmesi yanında birbirlerinden de farklıolmalarıdır. Meselâ, üç şarkiyatçı düşünelim: Birincisi filoloji uzmanı ve ikincisi filozof olabilmekte ancak üçüncüsü ile bir ideolojide veya tarihçi olmakta birleşebilmektedirler. Fakat kendisinde, ikinci müsteşrik seviyesinde sosyoloji veya edebiyat formasyonu olmayabilir. Veyahut üçüncünün seviyesinde hukuk formasyonu olmayabilir. Keza şarkiyatçılar, bazı alanlarda müşterek olup bazılarında birbirlerinden farklı olabiliyorlar. Hatta aynı alanda olanlar arasında bile bazıları daha net, daha parlak, bazıları ise ondan daha geri durumda olabiliyor. Bütün bunlar elbette onlarda metot birliği fikrinin yersiz olduğunu gösterir. Bundan şu sonuç da çıkarılabilir: “Öyleyse her şahsın metodunu ayrı ayrı incelemekten başka çare yoktur.” Bununla beraber birtakım özelliklerin ve genel bir çerçevenin olduğu söylenebilir. Genel olarak aynı coğrafyaya mensup olma, Batı’da hâkim olan aynı felsefî akımlara taraftar olma, çalışmalarda metot benzerliğine yol açabilir. Keza fert veya topluluk olarak müşterek menfaatlerin de onları birleştirdiği görülebilir.
Günümüzde İslâmî araştırmalarda interdiciplinaire ve çok yönlü çalışma yapma ihtiyacı meydandadır. Gerçekte böyle çalışmalar, yapılan araştırmaları zenginleştirmektedir.
Muhtelif dinlerin, fikirlerin ve medeniyetlerin İslâm üzerinde tesirlerinin olup olmadığı, Batılı müsteşriklerin eserlerinde görmeye alıştığımız durumlardandır. Onlar, bu alanda varsayımlar öne sürer; İslâm düşüncesi, Arap edebiyatı, fıkıh, kelâm, tasavvuf gibi çeşitli bilim dallarına ait meseleleri ele alırlar ve ele aldıkları meselelerde dış tesirler iddiasında bulunurlar. Oysa tesir, iki şey arasında temasın bulunmasını gerektirir. Dış tesir denilen şeylerin çoğunda İslâm ile böyle bir temas söz konusu değildir. Tartışmanın esası da zaten bu noktadadır. Aslında önemli olan, bu temasın, bu buluşmanın mahiyeti olmalıdır.İslâm, aslında Allah’ın beşeriyete asırlar boyunca peygamberler aracılığı ile risalet yoluyla vahyettiği tevhid dininin kemal seviyesidir. Bütün peygamberlerin tebliğleri, şeriatleri aynı noktadan kaynaklanmıştır. Tesir tartışmasında biz Müslümanlar pek rahat bir durumdayız. Müslümanlar, kendi dinleriyle önceki dinler arasındaki münasebeti inkâr etmezler, fakat müsteşriklerle bu konudaki ihtilâfları, bu münasebetin mahiyetinden ileri gelmektedir. Ama şarkiyatçıların bazan akademik araştırma dışında hedefleri bulunmakta, kitaplarını da buna göre yazmaktadırlar. Böylece bazı İslâmî müesseseleri dış etkilere mal etmektedirler.
Batı’da görülen genel manzara şudur: İslâm araştırmalarına başlayan bir araştırmacı, İslâm medeniyetinin yabancıtesirler toplamından oluştuğunu farz eder. Meselâ, Batı’da hazırlanmış “İslâm ve Hırıstıyanlık” kabîlinden kitaplar bulunmaktadır. Bunlarda şu veya bu şekilde bu peşin fikrin izleri görülebilir. Bununla beraber L. Massignon, M. Asin Palacios gibi nadir müsteşriklerin, çalışmaları ile kendi çağdaşlarından olan emsallerinin önüne geçtiklerini ve İslâmî çalışmalarında ortaya koydukları bir orjinaliteye, bir derinliğe delâlet eden önemli çalışmalar yaptıklarını görüyoruz. Fakat yine de bulunduklarıdöneme hükmeden sömürgecilik zihniyetinden, büsbütün sıyrılamadıklarını da fark ederiz. Her hâlükârda Batılı müsteşriklere göre İslâm, asırlar boyunca yukardan yuvarlanan bir kartopu durumunda olmuş, kendisine dışardan eklenen fikirler, bulunduğu bölgelere göre bu kartopunun hacmini büyütmüştür.
Şarkiyatçıların çok ilgilendikleri bir konu da, İslâm’ın ilk dönemdeki parlaması ve çok hızlı yayılmasının sebepleridir. Onlardan bir çoğu bunu, İslâm’ın yeni ve sade bir din olarak haiz olduğu dinamizme bağlarlar. Bazıları bedevi Arapların alâmetlerinden olan saldırganlık esprisine mal ederler. Bazıları İslâm’a giren toplumların, daha önceki toplumsal çözülme ve çürümelerine verirler. Bazıları İslâm hilâfetinin organizasyon kuvvetine, bazıları Arap Yarımadasındaki nüfus patlamasına, bazıları Arapların üstün silâhlar kullanmasına verirler. Bazıları İslâm ordularını iyi sevk ve idare eden komutanlarına, bazıları Müslüman orduların üstün mâneviyat gücüne, bazıları tarihi etkenlerin tesirlerine (Bizans ve Sasani İmparatoruluklarının devamlı çatışmaları gibi) veya dahilî istikrarsızlıklara mal etmek isterler. Oysa en basitinde şöyle düşünselerdi, meseleyi iyi değerlendirme imkânına sahip olurlardı: Eğer İslâm’ın bu yayılması bir veya bir kaçına verilecek olursa pek haklı olarak şöyle sorulabilir: “Bunlar İslâm’ın gelmesinden önce de vardı. Öyleyse neden bu inkılâp o dönemlerde zuhur etmedi de ancak İslâm’dan sonra zuhur etti?” Öyleyse Batılılar’ın noksanlıkları, bu sebeplerin başına İslâm’ın Allah’ın dini olma hakikatini koymamalarıdır. Ancak bunu kabul ettikten sonra içtimaî, siyasî, teknik, askerî, psikolojik ve tarihî şartlardan bahsetmek bir şey ifade eder.
Bir daha vurgulayalım ki, oryantalizmin başta gelen eksiklerinden biri, İslâm’ın dinî boyutunu görmezlikten gelmesidir.
Batı Üniversitelerindeki Şarkiyat Bölümlerine Genel Bakış
Bir şarkiyatçı ile profesyonel bir Batılı tarihçiyi karşılaştıracak olursak müsteşriğin, ona göre öğrenmesi gereken çok şeyi olduğunu anlarız. Meselâ L. Provincal’ın L’historie de l’Espagne Musulmane (İspanya Müslümanları Tarihi) kitabını ele alalım. Bu kitabın incelediği konuya getirdiği katkılarına rağmen, çeşitli yönlerden üzerinde durulması ve düzeltilmesi gereken noktaları vardır. Oysa İngiltere’de endüstri inkılâbını yazan bir tarihçi, ona göre çok daha başarılıdır. Zira L. Provincal’ın bazıvarsayımları geçersizdir, çürüktür. Yahut fıkıh konusuna bakacak olursak; şarkiyatçıların fıkıh konusunda yaptıkları çalışmaların, İngiliz hukuku alanında yapılan çalışmaların kalitesi yanında, daha düşük olduğunu görürüz. Meselâ, İngiliz hukukunu incelerken ihtisasa riayet ettikleri hâlde, fıkıhta böyle bir ihtisaslaşma görmüyoruz.
Bu sathilik, şarkiyatçıların İslâmî çalışmalarında, ilmin hemen bütün branşlarında kendini gösterir. Nitekim müsteşriklerin yaptıkları İslâm araştırmalarının, Batı’da diğer alanlar üzerindeki tesirleri çok nadirdir. Oysa bunun aksi doğrudur.Şarkiyat çalışmalarını müzelik, arkeolojik, cansız bir şey olarak görürler. Oryantalistler, İslâm’ın gerçek yüzünü Batı’dan saklamaya çalışmışlardır. Onun için Batı’da diğer sosyal bilimler ilerlerken şarkiyat çalışmaları kısır kalmıştır.
İslâmi araştırmaların Batı’da bir ilim olarak okutulduğunu söylerken şuna dikkat etmek gerekir: Batıüniversitelerinde İslâmî incelemeler, –meselâ Çin araştırmaları gibi– genel hatlarıyla öğretilen bölümlerdendir. Dolayısıyla üniversitedeki diğer bölümler gibi ihtisas seviyesinde değildir. Bu itibarla Batı üniversitelerinde İslâmî araştırmaların, İslâmüniversitelerinde tefsir, hadis, fıkıh, kelâm vb. gibi müstakil bilim dalları şeklinde öğretilmek yerine, daha genel bir çerçeve niteliğinde, genel İslâmî etütler tarzında okutulduğunu görürüz. Fransa’daki bir üniversitede Arapça öğretilmesi, Tunus veya Fas’taki bir üniversitede Fransızcanın öğretilmesi tarzında olur. Tunus veya Fas’ta Fransızca, filoloji bölümündeki öğretim gibi ihtisas alanları tarzında değil, genel çerçevesiyle bir yabancı dil olarak öğretildiği gibi, Batı üniversitelerinde de Arapça, filolojik ihtisas tarzında olmayıp dil öğretimi tarzında gerçekleştirilir. Diğer İslâmî ilimler de böyledir. Fakat şu farkla ki: Fransızca, Tunus ve Fas’ta hâkim bir dildir. Buna mukabil Arapça, Fransa’da ölü bir dil hükmündedir. Bunu anlamak için Fransa’da Arapça konuşan bir turist düşünelim. Herkesin o turiste tuhaf tuhaf baktığını görürüz.
Oysa Tunus’ta Fransızca konuşan bir turist, hemen kendisine Fransızca karşılık veren ve kendisiyle konuşmayıdevam ettiren bir çok insan bulabilir.
Doğrusu Batı üniversitelerinde, İslâmî araştırmaların ihtisas esaslarına göre tedris edilmesi temenni edilir. Böyle bir ihtisasla, Batılıların İslâmî konularda fikir yürütürken genel çerçevede kalıp incelikleri görememeleri sebebiyle yaptıkları hatalar da önlenebilir. Böyle bir öğretim Batı üniversitelerini, İslâmi araştırmalar bakımından daha verimli bir duruma getirebilir. Fakat bu, bizim temennimiz ile olacak bir iş değildir. Şunu da unutmamak gerekir ki, bu konuda önemli olan, dengeyi sağlamak ve muhafaza etmektir. İlmî araştırmalarda genel çerçevede kalmak yanlış olduğu gibi, ihtisasta aşırı gitmek de fikrî bir uzlete dönüşebilir ve bilim adamlarını başka branşların katkılarından mahrum bırakıp sathiliğe, kuruluğa yol açabilir
Şarkiyatçıların Kendi Ortamlarından Etkilenmeleri
Şarkiyatçıların anlamakta zorluk çektikleri veya anlamaya yanaşmadıkları bir husus da İslâm dininin mahiyeti icabı, Lâhut ile Nâsut’u, din ile dünyayı ayırmaksızın bir bütünlük içinde değerlendirmesidir. Onlar, konuya bu açıdan bakmayınca, zaman zaman, kesin olarak birbirinden ayrılıp karıştırılmaması gereken iki planın birbirine karıştırıldığı intibaına sahip olmakta ve bunu yanlış bulmaktadırlar. İslâm medeniyeti tarihine laikçi bir zihniyetle yaklaşmak, insanı bu tarihin çehresini değiştirmeye götürür. Nitekim birçok müsteşrik, kendilerinin yetişme dönemlerinde aldıkları eğitimin tesirinde kaldıklarından ve bu çerçeveyi aşamadıklarından değerlendirmelerinde eksikler ve hatalar ortaya çıkmaktadır. Şu hâlde, İslâm medeniyetini incelerken din ile toplumun, din ile ekonominin, din ile siyasetin, birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığını düşünmek isabetli olmamıştır. Bu vartadan, M. Asin Palacios ve L. Massignon gibi mahir müsteşrikler bile kendilerini kurtaramamışlardır. Anlaşılan, onlar kendilerini etkisi altında tutan atmosferin dışına çıkamamışlardır. Zira insanın, kendisini kuşatan şartların dışına çıkması kolay değildir.
Bununla beraber değişen dünya şartları içerisinde, son dönemde bazı şarkiyatçılar, sosyal bilimlerde modern araştırma metotlarını kullanarak İslâm toplumlarında dinî boyutun ehemmiyetini daha iyi anlamışlardır. Her hâlükârda şunu görüyoruz ki bir kısım şarkiyatçılar İslâmî araştırmaları yaparken hükümlerini ve tenkitlerini belirtmeden önce Müslümanların anladıkları gibi dinî boyutu da öğrenirken, daha başka bir kısım şarkiyatçılar meseleye peşin hükümlerle yaklaşmakta ve henüz etraflı bir şekilde araştırmalarını tamamlamadan aleyhte olabilmektedirler. Meselâ, aynı ülkeden ve aynı dönemden olan iki İngiliz müsteşriğini misal verelim: M. Watt ile B. Lewis. Bunların her ikisi de çok sayıda ve kaliteli çalışmalarıyla Avrupalımeslektaşlarının takdirlerini kazanmışlardır. Her ikisi de İslâm tarihinin muayyen taraflarını incelemiş, eşine nadir rastlanabilecek derecede üretken olmuşlardır. Her ikisi de İslâm tarihinin dinî boyutunu araştırmışlardır. Bununla beraber onlardan her biri diğerinden, esas bakımından ayrı tarzda çalışmıştır. Bu yüzden de çağdaş Müslüman ilim adamlarının bu iki zat hakkındaki hükümleri çok farklı olmuştur. Watt, İslâm’ı peşin hükümsüz anlamaya çalışırken, Lewis peşin bakış açısının tesirinden kendisini kurtaramamış olarak değerlendirilmiştir.
Bölüm sonuna yaklaşırken, bu objektiflik konusu üzerinde durmakta fayda görüyoruz. Zira İslâmî araştırmalarda metot konusunu ele alırken, bu husus üzerinde durmamak olmaz. Mutlak tarafsızlık mümkün olmayabilir fakat başka bir dini, başka bir kültürü ve fikri incelerken tarafsızlık zor olsa da insaflı olmak mümkündür. Diğer taraftan dünyadaki gelişmelerin veya ferdî bakış açılarının da, insanın çalışmalarının yönünü etkileme özelliği unutulmamalıdır. Bu meseleyi de canlı bir misal vererek şöylece açıklayalım: Şu çalışmalar objektiflik konusunda yararlı olabilecek niteliktedirler. N. Daniel, Avrupalılar’ın İslâm’ı nasıl algıladıkları konusuna onların XVIII. ve XIX. asırlarda ticarî yönden büyümeleri sonucunda Ortadoğu ülkelerine uzanmalarıyönünden yaklaşır.8 Muhammed Abbud bu konuyu “Emperyalizmin, Misyonerliğin ve Yahudiliğin Oryantalizm Üzerindeki Tesirleri” adlı bir makalesinde incelemiştir.9 Fakat Edward Said’in “Oryantalizm” adlı kitabı, şark fikrinin gelişmesinin arkasındaki kuvvetler konusunda en derin tahlilleri yapan bir çalışma niteliğini sürdürmektedir. O, bizzat şarkiyatçıların kitaplarından yaptığı nakillerle, Batı’nın nasıl gerçeğe uymayan ve kendisine ait olan bir Şark imajı meydana getirmiş olduğunu pek bariz bir şekilde göstermiştir. Edward Said, mukayeseli edebiyat uzmanı olarak metinleri tahlil etme formasyonundan istifade etmiş, sosyal bilimlere ve tarihe olan vukufu da kitaba interdisipliner bir özellik vermiştir. Bu itibarla bu kitap, dünyanın bir çok yerinde takdir toplamıştır. Bazı marjinal hücum ve tenkitlere rağmen dünyada genel kabul görmesi, kitabın gerçek bir değer taşıdığının delilidir. Bununla bereber eski mutaasıp tutumu devam ettirmek isteyen bazı Batılıların öfkelerini çekmiştir. Meselâ, Bernard Lewis, onu tenkit edenlerden biri olmuştur.
Bir de şunu eklemekte fayda görmekteyim: Şarkiyatçıların çoğunun İslâm ve Müslümanlar hakkındaki değerlendirmeleri İslâmî değerlere göre değil de kendi değer hükümlerine ve kültürlerine göredir. İnsan, oryantalizmin ortaya koyduğu litaratürü, temsil etme iddiasında bulunduğu kendi ölçüsüne göre eleştirebilir. Tarihî seyir içinde şartlar müsteşrikleri, objektiflik istikametinde ilerlemeye sevketmiştir. Şöyle ki: Geçen dönemde şarkiyatçılar daha çok kendi toplumları için yazıyorlardı. Oralarda kendilerini eleştirecek kimseler pek çıkmadığı için, ilmî bir esasa dayanmadıkları hâlde, kendilerine göre sözümona ‘bilimsel’ varsayımlar üretiyorlardı. Şarkıyatçılar tarafında ortaya çıkan sükût veya ilgisizlik, Batı’da uzun zaman oryantalistlerin neden mübalatsız bir şekilde ahkâm kesebildiklerini açıklayıcı niteliktedir.
Bundan daha fenası, şarkiyatçıların çoğunun, İslâm aleyhinde mâziden kalan iftira ve ithamların tesirinde kalmaya devam eden Batı toplumları geleneklerinin suyunda gitmeleridir. İşin gerçeğini bilen kimseler olarak o toplumlara doğruyu bildirmek yerine, o iftiralara ve yanlışlara göz yummaları hiçbir ahlâk anlayışında yeri olmayan bir davranıştır. Youakim Moubarac, bu alçaltıcı tutumdan rahatsızlığını dile getirenlerden biridir. Böylece tüketime alışmış Batı toplumları, diğer ürünleri tükettikleri gibi oryantalistlerin İslâm ve Müslümanlar hakkında verdiklerini de tüketegelmişlerdir. Bir taraftan seçkin Müslüman düşünürlerin meselelerine sahip çıkmamaları veya Batı kültür hayatında ortada görünmemeleri; diğer taraftan seçkin Batılı bilim adamlarının kayıtsızlıkları veya konulara vakıf olmamaları, bir kısım oryantalistlerin meydanı boş bulup kendilerini rahat hissetmelerine sebep olmuştur.
İşin daha kötüsü, bazı müsteşriklerin Batılıların çalışmalarına fazlaca güvenerek onların genel tutumlarını inceleme ve eleştirme ihtiyacı duymadan, kesin doğru şeklinde kabul etmeleridir. Meselâ kitabımızın üçüncü bölümünde, Rahman isminin Kur’ân’da kullanılışı veya şeytanın Kur’ân vahyine müdahale etme iddiasına dair bahisler okunduğunda, bu tezahürün örnekleri iyice görülebilir.
Fakat oryantalizme dair çağdaş eleştirel çalışmalar, büyük ölçüde şarkiyatçıların içinde yaşadıkları fildişi kuleyi sarsmaya başlamıştır. Artık müsteşrikler, başlarına gelen bu dehşetle, bir telâş içine düşmüş durumdadırlar. Diğer taraftan Edward Said’in ve başkalarının objektif tenkit karşısındaki olumsuz tutumlarını eleştirdiği geleneksel şarkiyatçıların da tutumlarını değiştirdiklerini görüyoruz. Ancak bu, henüz olması gereken düzeye ulaşmamıştır.
Hulâsa olarak şunu ifade edelim ki bu makalemizde şarkiyatçıların metotlarına ve uslûplarına değinmeye çalıştık. Ama bu konuları bütün yönleriyle incelemek elbette mümkün olmamıştır. Bu meseleleri daha derinlemesine ele alan çalışmaların yapılması, elbette temenniye şayandır. Biz sadece bazı sualler ortaya koyup onlara kendi açımızdan mümkün gördüğümüz cevaplar önerdik. Bu cevapları teyit veya tenkit etmek, konuyla ilgili olan değerli ilim adamlarına düşer. Unutmamak gerekir ki hangi mesele olursa olsun onu çözmenin ilk merhalesi doğru sorular yöneltmektir. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, şarkiyatçıların metodu ve uslûpları hususunda sadece bazı noktalara temas edebildik. Konunun çok çeşitli yönleri üzerinde daha dokümanter ve daha ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç olduğu aşikârdır.
ABD’de Çağdaş Oryantalizm
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya siyasetinde birinci derecede ağırlığını hissettiren Amerika Birleşik Devletleri, oryantalizmde pragmatizm (faydacılık) düşüncesini ön plana çıkaran bir yaklaşım uygulamıştır. Bu zihniyeti temsil eden ve Harvard’da “Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Direktörlüğü”nü uzun zaman deruhte etmiş bulunan H.A.R. Gibb, oryantalist hakkında artık kültürel alan uzmanı adını kullanıyor, oryantalizme “kültürel alanları yeniden düzenleme” misyonunu veriyordu. Bununla beraber geleneksel görüntüden ayrılmak istemiyordu. Diyordu ki, “Şimdi bize lâzım olan, geleneksel bir oryantalist ve ona eklenen ve onunla birlikte çalışacak olan beşerî bilimler uzmanıdır.” Bu iki uzman, bilimsel disiplinleri birleştirerek araştırmalarını sürdüreceklerdi. Bununla beraber oryantalist artık, Doğu hakkında modası geçmiş bilgi getirmeyecek, bu konuya henüz eğilmiş çalışma arkadaşlarına “kültürel alanları” işaret edecek ve “Batı politik kuruluşlarında yer alan psikoloji ve mekanizm deneyini, Asya’da ortaya çıkan yeni durumlara uydurmak” görevini yüklenecekti.
Gibb’in vardığı sonuç, oryantalizmin, Batı için taşıdığı siyasî önemin boyutlarının genişliğini yoruma ihtiyaç bırakmayacak tarzda gösterir: “Oryantalizm, oryantalistlere bırakılmayacak kadar önemlidir.”10
Bu itibarla Gibb, daima politikaya yön veren organizasyonların önemli bir kaynağı sayılmış, Ortadoğu ve Büyük Dünya Güçleri adını taşıyan kitabında şöyle demişti: “Asya ve Afrika ülkeleri karşısında Batılılar’ın durumu, bütünü ile değişmiştir. Savaş öncesinde büyük bir rol oynadığı anlaşılan prestij faktörüne artık geri dönemeyiz. Biz rahatça uzanıp yatarken Asya, Afrika yahut Doğu Avrupa ülkelerinin yanımıza gelerek bizden bir şeyler öğrenmelerini bekleyemeyiz.”11
Daha sonra bu istikamette ilerleyecek olan Gibb’e göre, Doğu incelemelerini bilimsel faaliyetler olarak değil, bağımsızlığını yeni kazanmış eski sömürgelere karşı ulusal politika aracı olarak kullanmak gerekiyordu. Görüşlerini düzenleyerek yeni bir anlayışa kavuşan oryantalist, böylece Atlantik Birliği’nin en önemli elemanı oluyordu. Dünyanın bu bölümünde rehberlik görevini üstlenecek, yeni kuşaklar içinde politikaya yön verecek kişilere, iş adamlarına ve bilginlere yol gösterecekti. Özellikle Amerikalılar, Doğu’yu geleneksel ve egzotik açıdan değil, stratejik ve ekonomik yönden ele almışlardır. “Amerika’da üniversite öğretim üyesi bulunan Edward Said böyle diyor.12 Müsteşar Kler hakkında şöyle bir genel hüküm veriyor: “E. Renan’dan Gibb’e kadar ve en yeni müsteşriğe kadar, her oryantalist bir karar alır: Doğu Doğu’dur, Batı Batı’dır, bunlar birleşemez, buluşamazlar.” ve bu peşin hüküm her türlü çalışmasını şartlandırır.13
1Jean-Jacques Waardenburg, L’Islam dans le mirioir de l’occident (Müsteşriklerin Aynasında İslâm) adını verdiği kitabında (3. basım, Paris-Lahey,1962) şu beş müsteşrikin fikirlerini esas alarak konuyu işlemeye çalışmıştır: I. Goldziher (1850-1921), S. Hurgronje (1857-1936), H. Becker (1876-1933), D.B.Macdonald (1863-1943), L. Massignon (1883-1962). Bu kitap İslâm ile, müsteşrikler nezdindeki İslâm imajı arasında ayrım yapan ilk eserlerdendir. Diğer taraftan dinî boyutu vurgulamasıyla dikkat çekmektedir. Bu, sadece seçtiği müsteşriklerin özelliklerine değil, izlediği metoda da racidir. Zira müellif işin tarihî vesair yönlerine fazla girmeyip bilgi teorisi üzerinde çok durmaktadır. Jean-Jacques Waardenburg’un yaptığına benzer bir işi M. Watt da kısa bir makalesinde yapmıştır. Watt, orta çağ literatüründe Hazreti Peygamber (aleyhisselâm) hakkında “Batının gözünde Muhammed”, Boston Üniversitesi dergisi, c. XXII, s.3 (1974 Sonbahar), s.81-89 yazmıştır. Fakat Batılıların Şarkın suretini ne derece çirkinleştirdikleri Edward Said’in Oryantalizm kitabında daha açık ve ayrıntılı bir şekilde ortaya konulmuştur (Orientalisme, New York 1978). Bu kitabın Türkçeye üç ayrı tercümesi yapılmıştır. Birincisi: Oryantalizm: Doğubilim: Sömürgeciliğin Keşif Kolu, çev. Nezih Uzel, İstanbul, Pınar yayınları, 1982. (Bu tercüme birinci basımından sonra birçok defa yeniden yayınlanmıştır). İkincisi, Oryantalizm, çev. Selahaddin Ayaz, İstanbul, Pınar yayınları, 1981. Üçüncüsü: Şarkiyatçılık: Batının Şark Anlayışları, çev. Berna Ülner, İstanbul, Metis Yayınları, 1999 (Bu tercüme, yazar Edward Said’in kendisine yöneltilen eleştirilere verdiği cevapları da ihtiva etmektedir).
2 Yine hatırlatalım ki E. Said’in “Oryantalizm”i bu hususta en bariz örnektir. Bundan başka bir takım kitaplar veya makaleler oryantalizmi eleştirmek üzere çeşitli yazarlar tarafından kaleme alınmıştır. Meselâ, Enver Abdulmelik, “Oryantalizmin Çıkmazı”, Diyojen, c. 44 (1963 Kış), s.103-140.
3 Meselâ, M. Watt’ın Muhammad at Mecca “Muhammed’in Mekke Dönemi”, (Oxford 1953) ve Muhammad at Medina “Muhammed’in Medine Dönemi”, (Oxford 1956) adlı kitapları Arap yarımadasındaki sosyal ve ekonomik şartlara ağırlık veren antropolojik bir çalışma olarak karşımıza çıkar.
4 İşin biraz derinine gidilecek olursa “oryantalist” teriminin esnek bir tabir olduğu görülür. Onun içindir ki bu terimin tarifleri bir yazardan diğerine değişiklik gösterir. Bununla beraber genel hatları az çok bilinmektedir. Oryantalizme, istikbalde şu iki faktör etkili olacaktır: 1- Sosyal bilimlerdeki araştırmalarla İslâmî araştırmalar arasında gittikçe artan ilişkiler. 2- Batı üniversitelerinde, bilhassa ünlü müsteşriklerin yanında yetişip kendilerini İslâm medeniyeti tarihi araştırmalarına veren, Doğulu bilim adamlarının tesirleri. Bu yeni nesil oryantalizm hareketini dışarıdan inceleme imkânına sahiptir. Bu tarz incelemeler, İslâm dünyasının değişik yerlerinde bulunmaktadır. Meselâ, Pakistan’da Aziz Ahmed, İran’da Seyyid Hüseyin Nasr, Mısır’da Enver Abdulmelik, Libya’da Salim Sasi el-Hac gibi. Bu konuda Türkiye’de de önemli bir birikim olduğu söylenebilir. Nitekim 11-12 Mayıs 2002 günlerinde Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde düzenlenen: “Batı’da İslâm Araştırmaları: Oryantalizmi Yeniden Okumak” adlı iki gün süren ve 35 kadar tebliğin sunulduğu sempozyum bu birikimin ürünlerinden güzel bir örnek teşkil etmiştir. Dr. Recep Şentürk, Oryantalizm ve Sosyal Teori; Doç. Dr. Ali Dere, Doğu ve Batı Karşılaşmasında Bir Süreç: Oryantalizm; Yard. Doç. Dr. Bülent Şenay, Yahudi-Hıristiyanlık İlişkileri Tarihinde Anti-Semitizm’den Oryantalizme Anti-İslamizm ve Avrupa merkezci Tarih Anlatımı; Dr. Ahmet Kavas, Klasik Fransız Şarkiyatçılığının Günümüze Yansıması; Dr. İbrahim Hatipoğlu, Yakındoğu Seyahati ve Eserleri Bağlamında Ignaz Goldziher ve İslam Dünyası ile Fikri Etkileşim; Dr. İbrahim Hakkı İnal, Oryantalist Söylemde Sosyo Politik Olay-Kelâm İlişkisi; Yard.Doç. Dr. Şamil Dağcı, Batı’da Son Dönem Kur’an Çalışmaları ve Yeni Gelişmeler; Yard. Doç. Dr. M. Sait Reçber, Watt ve İslâm Vahyi’nin Kaynağı: Eleştirel bir Analiz; Dr. Burhanettin Tatar, Toshihiko İzutsu’nun Kur’ân Semantiği Üzerine Çalışmalarının Kur’ân Hermenötiğine Katkısı; Yard. Doç. Dr. Yavuz Köktaş, Peygamberin Sünneti Tabiri ile İlgili Oryantalist Bir Yaklaşıma Oryantalist Bie İtiraz: M.M.Bravmann Örneği; Yard. Doç. Dr. Mustafa Ertürk, Hadis Oryantalisti G.H.A.Juynboll: Hadis/Sünnet Alanındaki Çalışmaları ve Yaklaşımları; Dr. Özcan Hıdır, İsrail’de Hadis Çalışmaları ve M.J.Kister; Dr. Fikret Karapınar, Harald Motzki ve İlk Dönem Hadis-Fıkıh İlişkisiyle İlgili Klâsik Oryantalist Görüşe Getirdiği Eleştiri; Dr. Mehmet Akif Koç, Oryantalistlerin Rivayetlerin Güvenirliği Konusundaki Yaklaşımları Çerçevesinde Berg’in Uyum Teorisi; Dr. Muhammed Kılıç, Klâsik Oryantalist Söylemin İslâm Hukukuna Bakışına Eleştirel Bir Yaklaşım: Wael B. Hallaq Örneği; Yard.Doç.Dr. Murteza Bedir, İslâm Hukuku’nun Niteliği Üzerine Oryantalist Tartışmalar; Doç.Dr. Bilal Gökkur, Batı’da İslâm Araştırmaları (Başlangıçtan Günümüze Bir Değerlendirme); Doç. Dr. Ferhat Koca, Osmanlı ve Türk Tarihçisi Uriel Heyd ve Osmanlı Hukuk Tarihi Üzerine Görüşleri; Yard. Doç. Dr. Ramazan Biçer, Georges Anawati’nin Kelâm İlmine Bakışı; Dr. Mehmet Toprak, Oryantalizm ve İmamiye Şiası; Dr. Süleyman Derin, Müsteşriklerin Tasavvufa Bakış Açısı ve Bu sahada Yaptıkları Araştırmalar; Yrd. Doç. Dr. İsmail Albayrak, “Oryantalizmi Yeniden Okumak: Batı’da İslâm Çalışmaları Sempozyumundan Genel İzlenimler” adlı makalesinde bu tebliğleri değerlendirmiştir, SAÜ İlh. Fak. Dergisi 5, 2002, s.191-212.)
5 Rodinson’un bu kitabı 1969 yılında Türkçeye çevrilmiştir. Merhum Doç. Dr. Kasım Küfrevi 1969’da “Hazreti Peygambere Dil Uzatanlar” adlıküçük hacimli ve dolgun muhtevalı bir eserle cevap vermiştir. Nüshaları tükenmiş iken şu derleme içinde bu kitaba yer verilmesi isabetli olmuştur: Ahmet Parlakışık, Oryantalizmin Soruları, ikinci basım, İnsan yayınları, İstanbul, 1995, s.153-199.
6 Casanova, Muhammad et la fin du monde, Paris 1911, s.3.
7 D.B.Macdonald, İslâm’ın Bazı Yönleri, New York 1911 s. 60’dan M. Abbud, Menheciyyetu’l-İstişrak, s.226.
8 Norman Daniel, Islam, Europe and Empire, (İslâm, Avrupa ve Emperyalizm), Edinburgh 1966.
9 Muhammed Abbud (I Q, Islamic Quarterly), 27-28 (1982), s.199-215. Fransızca; 26 (1982), s.3-15.
10 Edward Said, Oryantalizm, Çev. N. Uzel, s.187.
11 Oryantalizm, s.454.
12 Oryantalizm, s.454.
13 Oryantalizm, s.457.