Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük Tefsir Tarihi Hakkında Bir Değerlendirme





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 08/11/2020
Clap

Dinî meselelerin sabit olan mahiyetleri, asrın idraki bahanesi ile tağyir edilemez, belki bu meseleler asrın tefhim ve müdafaa usûlleri dairesinde tahrir ve telkin edilir.

Ömer Nasuhi Bilmen’in (rahmetullahi aleyh) yazdığı Büyük Tefsir Tarihi adlı eser, Usûl-i Tefsir ve Tabakâtü’l-Müfessirîn olmak üzere iki kısımdan ibarettir. Müellifimiz önce, bunlardan birincisini yazmıştır. Bu eserin plânını, Tefsir Usûlü’ne dair yazılmış gerek eski, gerekse muasır kitapların plânları ile karşılaştırınca ilk nazarda dikkati çeken bir durumla karşılaşırız. Şöyle ki: Öbürlerinde yer alan bazı konular Ömer Nasuhi Bilmen’in eserinde ya pek muhtasar olduğu veya bulunmadığı hâlde, onlarda pek üstünde durulmayan birkaç konuya Bilmen genişçe yer vermiştir. Bunda elbette kitabın yazıldığı ortam önemli rol oynamaktadır. Yahut diyebiliriz ki, müellifimiz başka eserlerde bulunabilecek konuları genişçe ele almaya ihtiyaç görmemiş; o malûmatı öbür eserlere havale etmiş, onların fazla yer ayırmadığı konularda tafsilât vermiştir.

Fakat bunlar geçerli olmakla birlikte, yaşadığı dönemde Kur’ân ve Tefsirin maruz kaldığı tehlikeleri bertaraf etmek için de kolları sıvadığını düşünebiliriz. Bizi böyle düşünmeye sevk eden gerekçeyi, eser hakkında kısa bir tanıtmadan sonra arz edeceğiz.

Müellifimiz önce, Tefsir tarihi ilmini, genel tarih çerçevesine yerleştirir [s.6-7]. Tefsir tarihi, beşeriyet tarihinde en büyük inkılâbı gerçekleştiren Kur’ân’ın özelliklerini ve kuvvetini inceleyen Tefsir İlmi’ni ve bu ilim dalında eser verenleri ve eserlerini tanıtma gayesine yöneldiğinden büyük bir önemi hâiz olduğunu bildirir.

Tefsir Usûlü kitaplarında esas konuları teşkil eden bahisleri müellifimizin pek kısa geçtiğini görüyoruz. Ezcümle: Esbâb-ı Nüzûl yarım sayfalık bir yer tutmakta [s.117], İ’râbü’l-Kur’ân yarım sayfa [s.119], mübhemât yarım sayfa [s.120], muhkem-müteşabih bir sayfadan az [s.121], âyetler arası tenasüp yarım sayfa [s.122]. Buna mukabil “Müfessirlerin muhtaç oldukları ilimler” bahsi on yedi sayfa [s.123-140]. Keza bu bahsi teyit eden “Müfessirlerin âdâp ve şerâiti” bahsi de oldukça uzundur [s.143-153]. Üstat buradan müfessirin doğru bir itikat, güzel maksat, diğer tefsirlerden farklı orijinal taraf, aklî ve naklî ilimlerle mücehhez olma, Kur’ân’a ve tefsirlerine vukuf, hadisleri bilme, Arap dil ve edebiyatının inceliklerine vâkıf olma şartlarını arar.

Buna mukabil Tencimü’l-Kur’ân’ın parça parça indirilmesinin hikmetleri üzerinde birçok eserde fazla durulmazken Ö.N. Bilmen’in bu hikmetleri altı madde hâlinde güzelce özetlediğini görüyoruz [s.15-16].

Bilmen’den önce yazılıp da Tencîm konusuna ayrı bir başlık altında yer veren müellif, Menâhilü’l-İrfan adlı eserinde A. Zerkânî’dir (Eser 1943’te yayınlanmıştır). Tencîm’in hikmetlerinin aslı Kur’ân’dan (İsra, 106 ve Furkan, 32-33 âyetlerinden) alındığından, onların çoğunda benzerlikler varsa da, formüle edilişleri oldukça farklı olduklarından, merhum Bilmen’in, Menâhil’deki bahisten istifade etmeksizin yazdığı kanaatini taşıyorum. Hatta Bilmen, Zerkânî’nin yazmadığı şu önemli hikmete yer verir: “Kur’ân’ın umumî heyeti birden nâzil olsaydı, başkası tarafından evvelce düşünülüp tertip edilmiş olduğu zannını uyandırabilirdi. Parça parça nüzûlü ise, bu zanna imkân bırakmamıştır.”

Eserin en orijinal sayılabilecek yerlerinden olan Tercîmü’l-Kur’ân bahsinin, kitabın fihristinde yer almaması çok tuhaftır. İndekste bile tencîm veya müneccem kelimelerine rastlanmaz. Keza Ahruf-i Seb’a bahsi fihristte görünmez. İndekste de ne Ahruf ne de yedi harf sırasında yer alır.

Bunlardan ve daha bazı karinelerden, bu eserin Usûl-i Tefsir kısmının çabuk yazıldığını düşünmekteyiz. Demek ki eserin konu fihristi ve indeks kısımlarını yeni baştan hazırlamak gerekir. Aksi hâlde okuyucu biraz eksik bilgilendirilmektedir.

Müfessirimiz önce yazdığı Usûl-i Tefsir ile sonra yazdığı Tabakâtü’l-Müfessirîn’i birleştirerek kitabına Büyük Tefsir Tarihi adını vermiştir.

“Müfessirleri tanıtan, ‘Tabakâtü’l-Müfessirîn’ adını taşıyan ve bizce malûm olan bazı eserler pek muhtasar şeylerdir ki, bunlar ne müfessirler hakkında malûmatı câmidir, ne de tefsirler hakkında beyanâtı, mütaleâtı muhtevîdir.” deyip, Süyûtî, Ahmed b. Muhammed adlı bir zat tarafından yazılmış Türkçe yazma bir eseri (Veliyyüddin Ef. Ktp. No:427), Sırrı Paşa, Davûdî (Hamidiye Ktp. No:179) eserlerini sayar. Bunlardan Davûdî’nin yazmasını aradığını, fakat başka yere nakledildiğinden okuma imkânı bulamadığını söyler [s.180].

Kendi eserinin ise müfessirlerin tefsir sahasındaki meslekleri, hayatları ve diğer eserleri hakkında bilgi verdiğini, böylece 464 müfessir tanıttığını bildirir. Tevazuan, bu eserin ulemanın hakkını vermekten uzak olduğunu, fakat büsbütün yazmamaktansa bu şekilde kaleme almanın daha iyi olacağı mülâhazası ile yayınladığını bildirir. Sıra dışı mümtaz müfessirler tabakasında, Hülefâ-i Râşidîn başta olarak ashabın müfessirleri ile başlar. Bunlar 15 zattır. Sonra birinci tabakada, ilk asırdaki 6 müfessiri anlatır. Sonra asırlarına göre on dört asırda yaşayan müfessirleri tanıtır.

Terceme-i hâlini verdiği her müfessirin önce kısaca hayatını, sonra “mevki-i ilmî”sini, tefsirdeki mesleği, eserlerini ve o müfessiri anlatırken başvurduğu kaynakları bildirir.

Eserin bizce önemini artıran husus, Türk müfessirlerine geniş yer ayırmasıdır.

Hacı Paşa (Aydınlı), Kutbeddin İznikî, İbn Kâdı Simavna Bedrüddin, Kara Yakub b. İdris, Molla Fenârî, Yazıcızade Mehmed Efendi, Alaeddin Çelebi, Seyyid Ahmed Kırımî, Muhyiddin Kâfiyeci, Hasan Çelebi b. M. Şah Fenârî, Molla Hüsrev, Molla Gurânî, Cemal Halvetî, M. Necib Karahisarî, Hüsameddin Ali Bitlisî, Bayezid-i Rûmî, Muhyiddin Niksarî, Kemaleddin Karamânî, Abdurrahman Müeyyed Amasyalı, Celaleddin Karamanî, Yahşi Halife Amasyalı, İbn Kemal Paşa, Karabağî Muhyiddin, Bedreddin Mehmed Aydınlı, Bustanzade Mehmed Efendi, Muslihuddin Lârî, Kınalızade Alaeddin, Muhammed Birgivî, Ebussuud, Yusuf Sinaneddin Amasyalı, Molla Avâd Alâiyeli, Tatarpazarcıklı Mehmed Efendi, Muhammed Emir Padişah-ı Buhârî, Bedreddin Akhisarî, Galatalı Mehmed Efendi, Ahmed Şemseddin Karabağî, Şeyhülislâm Sun’ullah Efendi, İsmail Ankaravî, Allâmek Mehmed Bosnalı, Abdülmecid Sivasî, Beypazarî Muslihuddin, Vardarlı Mehmed Efendi, Hıdır b. Muhammed Amasyalı, Minkarîzade Yahya Efendi, Kurabzâde Abdullah, Ali Çelebi İznikî, Şeyh İsmail Usturumcalı, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, Kara Halil Boyabâdî, Halil Naimî Manisalı, Saçaklızade Mehmed Efendi, Mestçizade Abdullah Efendi, Muhammed Emin Üsküdârî, Abdurrahman Rahmi Bursalı, Muhammed b. Veli İzmirî, Muhammed Hadimî, Mehmed Hâzık Erzurumî, Abdülgafur Lebib Amidî, Konevi İsmail Efendi, Lütfullah Erzurûmî, Müstakimzade Süleyman, Gözübüyükzade İbrahim, M. Said Kayserili, Molla Halil Siirdî, Burdurlu Halil Efendi, Karslı Hamid Efendi, Şeyhülislâm Muhtar Ahmed Efendi, Kilisli Abdullah Efendi, Yozgatlı Keşfî Efendi, Sırrı Paşa, Ali Yekta Efendi, Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Konyalı Mehmed Vehbi Efendi bunlardan bir kısmıdır.

Müellifimiz, asrımızda alıştığımız üzere, eserin başında veya sonunda kaynaklarını liste hâlinde vermez. Bu sebepten onun geniş bir literatüre dayandığı intibaı hasıl olmaz. Fakat kitap okununca onun gerçekten zengin bir literatürden yararlandığı ortaya çıkar. Bunların büyük bir yekûnünün yazma olması, merhum müellifin ilim uğrundaki azim ve sebatının bir göstergesidir. İstifade ettiği yazmaların Kütüphane ve kayıt numaralarını da belirtmektedir. Bu eserlerin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

Zerkeşî’nin el-Burhân’ı [s.19-20, 24]; Muhadarâtü’l-Evâil ve Müsameratü’l-Evâhir [s.28]; Ebû Amr ed-Dânî’nin el-Muknî [s.27]; Âlusî’nin Rûhu’l-Meânî’si [s.28]; M. Mahlûf’un Ünvânü’l-Beyan fî Ulûmi’l-Kur’ân [s.28]; Corci Zeydan, Medeniyet-i İslamiyye Tarihi [s.29]; Kâdı İyâd, Şifa-yı Şerif [s.30, 46]; Keşfü’z-Zünûn [s.30]; Kitabü’n-Nakt [s.32]; Ahmed İbn Mübarek’in el-İbrîz’i [s.33]; Ahmed Dimyatî’nin İthâf’ı [s.34]; Tefsir-i Keşşâf [s.34]; İbn Deresteveyh’in Kitâbü’l-Kûttâb ve Şeyhülislâm Merginânî’nin Tecnîs’i [s.34]; ez-Zikra’l-Muhammediyye Dergisi [s.34, 46]; Tefsiru’l-Menâr [s.46]; T. V. Arnold’un İntişar-ı İslâm Tarihi [s.52]; İmam Gazâlî’nin el-Hikme fî Mahlukâtillâh [s.80]; Hasaneyn Mahlûf’un el-Medhâlü’l-Münîr fî Mukaddimeti İlmi’t-Tefsir, Muhammed Süleyman’ın el-İkdâm alâ Tercemeti’l-Kur’ân, İbn Haldun’un el-Mukaddime’si [s.110]; Cemaleddin Aksarayî’nin Es’ile ve Ecvibe-i Kur’âniyye’si [s.157].

Bu listeden anlaşılacağı üzere o, eski ve muasır; matbu ve yazma, tefsir veya diğer ilimlere dair birçok kitaba bizzat müracaat etmiştir. Birinci cildin son sayfasında istifade ettiği bazı eserleri, belli belirsiz bir tarzda şöylece üç-beş satırda yan yana yazıvermiştir: Tefsir-i Kurtubî Mukaddimesi, Tefsir-i İbn Atiyye Mukaddimesi, Tefsir-i Nîsâbûrî Mukaddimesi, Tefsir-i İbn Arefe Mukaddimesi, Aynü’l-A’yan Mukaddimesi, Sevati’u’l-İlham Mukaddimesi, Tefsir-i Âlûsî Mukaddimesi.

Şu eserlerin isimlerini de Arapça olarak yazmıştır: el-İksîr fi Kavâidi’t-Tefsir, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, el-Münîr fî İlmi’t-Tefsir, et-Ta’bir fî Kavâidi’t-Tefsir, el Cevâhir fî İlmi’t-Tefsir, Takrîbü’l-İksir fî Usûli’t-Tefsir, el Medhalü’l-Münîr fî Mukaddimet-i İlmi’t-Tefsir (Hasaneyn Mahlûf), el-Cevâhir fî Ulûmi’t-Tefsir, Kavâidü’t-Tefsir, Kitâbü Hattı’l-Mesâhif, Hülâsatü’l-Beyan fî Te’lifi’l-Kur’ân, Mukaddimetün li İlmi’t-Tefsir, el Fevzü’l-Kebîr fî Usûl-i Tefsir. Müellifimiz bu eserlerin sadece isimlerini yazar; müellifleri, basıldığı yerler veya kütüphane yazma kayıt numaraları gibi bilgilere yer vermez.

Buna mukabil Büyük Tefsir Tarihi eserinde bazı faydalı ekler ve fihristler yer almaktadır. Bunlardan birincisi: Alfabetik sıraya göre tefsirlerin ve müfessirlerin listesi (s.799-839 arasında 40 sayfa hâlinde). Bu cetvelde kitabın adı, müellifinin adı ve vefat tarihi ve Büyük Tefsir Tarihi’ndeki terceme numarası bildirilir. İkincisi: Kıraat, i’râb, i’câz, fezâil, meâl, usûl-i tefsir, ulûmü’l-Kur’ân gibi sahalarda yazılmış kitap ve müelliflerinin fihristi, zeyl başlığı altında, (s.800-872 arasında 72 sayfa hâlinde) verilir ve burada 489 eser yer alır. Üçüncüsü: Eserde hayatı anlatılan müfessirlerin isimlerine göre alfabetik fihristi [s.873-878] ve nihayet dördüncüsü: Kitabın İçindekiler kısmı.

Büyük Tefsir Tarihi kitabının elimizdeki 1973 tarihli neşri maalesef, mazur görülebilecek nispetten fazla miktarda dizgi hataları ihtiva etmektedir. Hata-Savâb Cedveli de ilâve edilmemiştir (Kaldı ki o da derde derman değildir).

Meselâ: “Kur’ân-ı Hakim’in terceme-i harfiyye sureti ile tercemesi tecviz edilmiştir => edilmemiştir.” [s.100]. Bu önemli bir hatadır; zira doğrusu ancak müellifin bu husustaki fikrini bilmekle anlaşılabilir. Aksi hâlde sadece bu paragrafa bakan kimse, tamamen tersine bir kanaate sahip olur.

Kamîsün aleyh => Makîsün aleyh [s.28]. İklimlerinde => Kelimelerinde [s.27]. El-İman => El-İmam [Mushaf] [s.30]. Ve ki vechile kıraata mustaid => iki vechile [s.30]. Şek-i Kur’ânî => Şekl-i Kur’ânî [s.32]. Tarfe => Tarafe [s.39]. Tarif => Ta’riz [s.97]. بِسَلاَمٍ <= بِسَلاَحِهِ [s.39]. Hiçbir meha-yı mezhebî => deha-yı mezhebî.

Kanaatimize göre merhum Ö. N. Bilmen, Usûl-i Tefsir eserini yazarken Türkiye’de yaşanan bir sıkıntının sancısını çekiyor, Kur’ân’ın etrafındaki surda meydana gelen bazı yıkıntıları tamir etmeye çalışıyordu. O sıkıntı şudur: Önce gelenek ve müçtehitleri taklit etme kınandı. Sonra tefsirler hafife alındı; beşer eseridir diye hatalar ve eksiklerle dolu olduğu zannı uyandırıldı. Sadelik adı altında yalnız Kur’ân’a yönelmek, Kur’ân’ın tercümesiyle yetinmek revaçlandırıldı. Tabiatıyla böyle bir sathi bakışla Kur’ân’ın, İslâm ümmeti ve İslâm medeniyetindeki mevkiinin anlaşılabilmesi de kolay olmayacaktı. İşte bu tehlike karşısında Kur’ân’ın ehemmiyetini, geniş kapsamlı olduğunu, başlıca İslâmî ilimlerin kaynağı olduğunu anlatmak, dolayısıyla onun sathi tercümesinin muteber olmayacağını bildirmek, Tefsire duyulan ihtiyacı vurgulamak, Tefsirde ihtilâf sebeplerini bildirmek gerekiyordu. Müellifimiz bundandır ki, klasik tefsir usûlü kitaplarında pek az yer verilen bu konulara büyük önem vermiştir.

Kur’ân’ın ihtiva ettiği ilimler konusuna s.46-95 arasında kırk sayfalık yer ayırır. Yalnız unutmamalı ki, sarahaten veya işareten ihtiva ettiği ilimleri ayırdeder.

Kur’ân-ı Mübin’in Sarahaten veya İşareten İhtiva Ettiği İlimler

“Bilgili olan her kimse, Kur’ân’ın mübarek âyetlerini okudukça birçok ilimlerin, fenlerin mâbihi’l-kıyâmı olan eserlere, umdelere, düsturlara muttali olabilir. Bu cihetledir ki, İslâm alimleri Kur’ân-ı Mübin’den birçok ilimlerin esaslarını istinbat etmişlerdir. Bunlar Kur’ân-ı Kerim’den bast ve tefsir edilmiş bulunur. Bir nice âyetler de vardır ki, başka birtakım ilimlerin, fenlerin mevzularını teşkil eden maddeleri, meseleleri i’cazkârane bir surette hulâsaten veya işareten muhtevi bulunmaktadır.” [s.46] deyip sonra şu ilimleri sayar: Tefsir, Hadis, Tevhid (Kelâm), Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Hikmetü’t-Teşri’, Hitabet ve Mev’ıze, Ahlâk, Havas, Rüya İlmi, Belâgat, Mantık, Riyâziyye, Hey’et, Tasiiyyat denilen ilimler (fizik, kimya, nebatat, hayvanat, meâdin), Hikmetü’t-Tekvin, Siyer ve Tarih, İçtimaî İlim (Sosyoloji). Sonra şöyle bitirir:

“İşte Kur’ân-ı Azîmüşşan, yukarıdan beri yazdığımız bu ilimleri ve bunların nice emsalini bir i’caz dairesinde sarahaten veya işareten muhtevîdir. Bir müfessir için yazacağı tefsirde bunları mümkün mertebe nazara almak bir vazifedir.” [s.95]

Kur’ân’ın geniş kapsamını anlattıktan sonra sıra onu tercüme etmenin zorluğuna gelir.

Evvelce Tefsir İlmi’nin geniş bir tarifini yapmakla, Kur’ân’ın sathi bir tercüme ile geçiştirilemeyeceği fikrini okuyucuya vermek ister: “Tefsir, Kur’ân-ı Kerim’in lafızlarının nasıl okunacaklarını ve bunların mânâlarını Arap lugatına ve lisan kaidelerine tatbikan beyan, âyetlerin mânâlarını, medlûllerini, hükümlerini, ihtiva ettikleri kıssaları izah, bu âyetlerin muhkem ve müteşabih olanlarını, nâsih ve mensûh olanlarını tasrih, aralarındaki irtibat ve insicamı izhar ve bunlardaki nükteleri, mezaya-yı beşeriyetin takati mikdarınca da tebyin ve tavzih etmekten ibarettir.” [s.97]

Daha sonra “Tefsir ile Terceme arasındaki fark” başlığı altında, tefsire dayanan ve bir nevi tefsir olan tefsîrî tercemenin caiz, fakat terceme-i harfiyyenin caiz olmadığı gibi, mümkün de olmadığını ispatlar. Bu hususta icma-i ümmet var diye birçok eski, Hasaneyn Mahlûf, Muhammed Bahid, Muhammed Süleyman gibi bazı muasır âlimlerin de bu görüşte olduklarını belirtir. [s.100-101]

Daha sonra terceme-i harfiyyenin caiz olmayışının gerekçelerini on bir madde hâlinde hulâsa eder ki bu, usûl kitaplarında kolay kolay rastlayamayacağımız bir durumdur. [s.101-104]

Şu hâlde merhum üstad Ö. N. Bilmen, Yirminci Asrın başlarından itibaren ortaya çıkan ve arada bir alevlendirilen “Kur’ân terceme edilsin” davasının asıl maksadını pek iyi anlamış ve gerek Tefsirden habersiz aydınları, gerekse geniş halk kitlesini bu konuda aydınlatmak istemiş ve bunu başarı ile yapmıştır. Gerçekten tercüme isteyenlerin büyük bir kısmı, dinî bir gayretle bu işe teşebbüs edenler değildi. Sadelik iddiası altında, Kur’ân’ın birçok özelliklerini gözden uzak tutmak, onu sıradan bir kitap durumuna indirmek, ondan çok mânâ ve işaretler çıkarmış olan ulema hakkında yanlış düşünceler uyandırmak, mezhepleri reddetmek ve netice itibariyle toplumu Kur’ân’dan uzaklaştırmak isteyenler bu işin başını çekiyordu. Belki tek tük bazı dindarlar da bunlara aldanmış olabilirdi. Ama halk genel olarak sağduyusu ile onların gerçek maksadını anlıyordu. O yüzdendir ki, İslâmî hassasiyetten uzak, hatta yıl boyunca İslâm ve Müslümanlar aleyhinde yayın yapmaktan geri durmayan bazı gazetelerin çıkardıkları, hatta parasız olarak kupon karşılığında dağıttıkları Kur’ân tercümelerine halkımız itibar etmediği gibi, bu arada iyi bir niyetle Diyanet İşleri Başkanlığı’nca, 1960 askeri darbesini müteakip hazırlatılan Meâle karşı da soğuk kalmıştır.

Ö. N. Bilmen’in darbeyi müteakip Diyanet İşleri Başkanlığı’na getirilip sekiz ay kadar sonra ayrılmasında bu husustaki baskıların tesirleri olabileceğini düşünmek lâzımdır. Tercüme kampanyası 1960 ihtilâlinden hemen sonra alevlendiği gibi, 1955’lerde de ortaya atılmış, devrin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu buna karşı koymuştu.

Ö. N. Bilmen, Kur’ân tercümesi fikrine karşı koymak için, diğer taraftan, Tefsir İlmi’nin ehemmiyeti, prensipleri, kaynakları, müteaddit bilimlerle münasebetleri, tefsirlere olan ihtiyaç üzerinde uzun uzadıya durmak ihtiyacını hissetmiştir [s.104-107]. Bu bahsin peşinden “Müfessirler arasında görülen bazı ihtilâfların sebepleri” [s.153-160] üzerinde durmuştur. Dikkat edilirse bu bahis de aynı mihver mânâyı, yani Kur’ân tefsirinin çok geniş bir deniz olduğu mânâsını teyit maksadına matuftur.

Kur’ân Harfleri

Yirminci Asrın ilk çeyreğinden sonra harf inkılâbı yapılmasının ardından yeni nesil Kur’ân okuma, öğrenme imkânından uzak kaldı. Bir çok resmi ağız Buna lüzum yok deyip, gerekirse ayetlerin latin harfleri ile de yazılabileceğini söylediler. Onun yazı konusundaki sıkı tutumu, bu ihtiyaçtan ileri gelmiş olabilir.

Resm-i hattın tevkifî olduğunda ısrar eder [s.27]. “İlm-i Resmi’l-Kur’ân, Mushaf’a mahsus hatt-ı ıstılahî ile hatt-ı kıyasî arasındaki farkları ve onların hikmetlerini göstermek içindir. Hazreti Osman mushafinın imlâsına uymak icap ettiğinden basılacak mushafların bu esasa mutabık olmak lâzımdır [s.27] ve ümmete farz-ı kifayedir.” Bu görüşte olan İmam Ahmed b. Hanbel, Âlûsî, M. Mahluf ve benzerlerinin görüşlerini nakleder [s.27-28]. Medeniyet-i İslâmiyye Tarihi [s.29], el-Muknî [s.29]; Neşr (el-Cezerî ?) ve Şerh-i Mecâmi gibi zevata dayanarak, hatt-ı Osmânî’ye uymanın vücûbunu ifade eder.

Fakat, imam mushafın hattına uyma şartını: a) tahkikî b) takdirî çeşitlerine ayırır. “Meselâ, el-Muknî’de mezkûr olduğu veçhile مالك şeklinde yazma tahkikî, ملك şeklinde yazma ise takdirî muvafakattır. Çünkü bu elifler Mesâhif-i Osmaniyye’de ihtisar için hazfedilmiştir, okunuş itibari ile yine mevcuttur. Binaenaleyh مالك yerine, ملك yazılması, asl-ı kıraata uygun olduğundan Hatt-ı Osmânî’den bir inhiraf sayılmaz. Emsali hakkında da hüküm böyledir. Nitekim bizim Türkçemizde داها ناصل بشقة gibi birçok kelimeler, sırf ihtisar için نصل دها بشقة şeklinde elifsiz yazılagelmiştir.” [s.28-29]

“İşte bunun içindir ki, İslâm âleminde Kur’ân-ı Kerim’in resm-i hattına son derece itina edilegelmiştir (…) Hemze, ta’şir, fasıla işaretleri bilâhare kabul edilmiştir. Bunlar Kur’ân-ı Kerim’in asıl yazısından hariç, onun şekil ve mahiyetini tağyirden berî; bir nevi tefsirden ibaret olup, mücerret tilâvetini teshile hâdim, ziyadesiyle zabt ve beyana elverişli işaretlerdir. Âyetlerin başlarındaki fâsılalar ile vakf ve ibtidaya ait rumuzlar da bu cümledendir. Bunlar kelimelerin cevherlerinden hariç, resm-i hattı tağyirden berî olduğundan, cumhûr-u müslimîn tarafından tasvip edilmiştir.” [s.30-31]

II. cildin baş tarafındaki Müteaddit Tefsirler Yazılmasındaki Hikmet başlığı da aynı mânâyı tekit eder [s.181-183]. Hatta müteakip Müfessirlerin Meslekleri de [s.183-187] tefsir çeşitlerini tanıtarak aynı mânâyı pekiştirir.

İbrîz’den “Kur’ân’ın hattı tevkifî olup, nazmı mu’ciz olduğu gibi resmi de ayrıca mu’cizdir.” sözünü nakleder [s.33]. Bundan sonra Kur’ân’ı Arapça olmayan bir kalemle yazmanın veya Arapçanın gayrı ile tilâvetinin doğru olmadığını bildirir [s.33]. Meseleyi biraz incelerken Zerkeşî’nin cevaz araştırmasını nakletmesini eleştirir.

Ezher ulemasının yayınladığı ez-Zikra’l-Muhammediyye dergisinde, söz Kur’ân’ın Latin harfleriyle yazılmasının caiz olmadığı şeklinde bitirilir. [s.34]

Münferid harflerle basılmış bir risale hakkında mülga fetva emanetinin fetva vermediği nakledilir. [s.34-35]

Devamla: “Kur’ân-ı Kerim’in resm-i hattını değiştirmek arzusu, Arapça bilmeyen Müslümanların Kur’ân-ı Mübin’i kolayca okuyabilmesini temin gibi bir maksada müstenit olabilir. Fakat güzelce mülâhaza edilince bu maksadın daha güzel tecellisi için Kur’ân’ın resm-i hattını muhafazadan başka çare olmadığı tezahür eder. Bir kere bu yazının yerine başka yazıların kaim olamayacağını yukarıda söylemiş bulunuyoruz. Sonra resm-i hattın hafızalara pek büyük yardımı vardır. Kur’ân’a has resm-i hat ise bu hususta birinciliği haizdir. Binaenaleyh Kur’ân-ı Kerim’i kendisine mahsus bir resm-i hat ile okuyup bellemek, bilfarz bariz fazla bir zaman sarfına muhtaç olsa da yine faideli olacak ve İslâm âlemine ait, müstakil, tarihî bir resm-i hatta ittila peyda edilmiş bulunulacaktır. Medenî müterakkî milletler birçok yabancı kavimlerin dillerini, yazılarını öğrenip dururken Müslümanlar umum İslâm âlemine ait, din bakımından da pek büyük bir kudsiyeti hâiz olan bir yazıyı niçin bellemesinler? Aynı zamanda ibadetten de sayılan bu bilgiyi niçin tahsile çalışmasınlar?” [s.35-36]

Fennî Tefsir Hakkındaki Tutumu

Müellifimiz bu hususta açık fikirli olmakla birlikte fennî tefsir konusunda aşırı gidenlere karşı tavrını belirtmeyi ihmal etmez. Meselâ şöyle der:

“Şu da bedihîdir ki: Kur’ân-ı Mübin’in gayesi gök cisimlerinin şekillerini, tavırlarını, miktarlarını, uzaklıklarını tayin etmek, sema tabakalarının şu mahiyette, bu mahiyette bulunduğunu bildirmek değildir. Belki (bilâkis) kısmen müşahede edebildiğimiz ve letafetlerine, nuraniyetlerine meclûp bulunduğumuz gök cisimlerinin birer kudret âyeti, birer azamet numûnesi, birer ulûhiyet şâhidi olduğunu telkin ile insanları tefekkür ve intibah dairesine celbetmektir.” [s.709]

Fakat Küre-i Arzın teşekkülü konusunda fenni esas alır: “Kant ve Laplas nazariyesine göre evvelce Güneş ile yer ve bütün seyyareler bir kül hâlinde ve kürevî bir şekilde bulunmakta idi. Fezada dönen bu küreden kopmalarla seyyareler ayrıldı ve fakat Güneş’in cazibesinden kurtulamadılar.” der. [s.74]

Bazı âyetleri (Fussilet, 11; Enbiya, 30) buna delil getirir. Fakat bu konuda örnek olarak şöyle bir tutum belirtir: “Kant ve Laplas, kendi nazariyelerinin bu babdaki beyanat-ı Kur’âniye’ye yaklaşmasıyla pek ziyade müftehir olabilirler.” [s.75] ve diğer misallere dair âyetler zikreder. [s.75-79]

Ö. Nasuhi Bilmen, müfessirlerin âdabı bahsini yazarken de:

“Müfessir, tabiî ilimlerin sahasına giren konuları ele alırken ihtiyatlı olmalıdır. Birtakım fennî nazariyelere kesin gözüyle bakıp Kur’ân’ın yüksek beyanlarıyla bağdaştırmaya kalkmamalıdır. Zira fennî nazariyeler değişmektedir.

Nitekim bazı âyetleri Batlamyus nazariyesi ile bağdaştıranların gayretleri bugün kıymetini kaybetmiştir. İşin künhünü Allah Teâlâ’nın ilmine havale eylemelidir.” [s.151]

Tatlı İkazlar

Yapılması gereken bir iş de, Kur’ân tefsiri aleyhindeki bid’atları bildirmek, tatlı ikazlarda bulunmak suretiyle onlara aldanmayı önlemektir.

Ezcümle, M. Sıddık Hasan Han’ın “Fethu’l-Beyân” tefsiri hakkında: “Şu kadar var ki, müellifi Selefiye mezhebine hizmet emelinde, iddiasında bulunduğundan bir çok sahifelerinde Eş’arî Mezhebine muhalif yazılar yazmış, Ehl-i re’y ve Ehl-i bid’at diye bazı zevata -haksız yere- târizlerde bulunmuştur. Bunlar bir kusur ise de muhterem müellifin hüsn-i niyetine bağışlanabilir.” demiştir. [s.758]

Bu tutum müfessirimizin genel çizgisidir. Yani, tenkide müsait yerleri görür, kabul eder. Fakat kusur buldu diye kusuru büyütmeye, şahsı çürütmeye gitmez, bilâkis özür arar, tevil ederek onun hakkında iyi düşünceler uyandırmaya çalışır. Fakat ikaz vazifesini yapmaktan asla çekinmez.

M. Abduh üzerinde tafsilâtlı olarak durmuş [s.163-170], onun ilmî kudreti yanı sıra Avrupa’nın ve yeni fikirlerin tesirinde kalarak bazan nasları zorladığını, delilsiz tevil yaptığını, hürmetli bir ifade ile belirtmiştir.

“Şeyh Reşid Rıza merhumun, tefsiri ve sair dinî mevzulara dair bir kısım yazılarında, mu’cizat-ı kevniyeye kail olmadığını işaret eden bazı tevcihleri vardır ki, bunlar ulemadan bazı zevatın ve bilhassa Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi’nin el-Kavlu’l-Fasl ünvanlı eserinde tenkitlerini celbetmiştir.” [s.783]

Ömer Nasuhi Bilmen, Tantâvî Cevherî’ye yöneltilen tenkidi naklettikten sonra, “Hâsılı, muharririn asıl gayesi, Allah Teâlâ’nın halk hususundaki acayip sun’unu hatırlatarak Müslümanları, siyasetin, kuvvet ve izzetin istinatgâhı olan ilimleri tavsile teşvik etmekten ibarettir.” demiştir. [s.784]

Bilmen, yenilik hususundaki anlayışını, Elmalılı’ya yöneltilen, “Eskiye bağlı idi. Bütün İslâm meselelerini asrın idrakine söyletemedi.” tenkidini cevaplandırırken ortaya kor: “Ya ‘İslâm meselelerini asrın idrakine söyletemedi.’ sözünün mânâsı ne olabilir? Asrın kabul edebilmesi için İslâm meselelerine başka bir mahiyet mi vermeli? İslâm namına başka bir hüviyet mi meydana çıkarmalı? Dinî meselelerin sabit olan mahiyetleri, asrın idraki bahanesi ile tağyir edilemez, belki bu meseleler asrın tefhim ve müdafaa usûlleri dairesinde tahrir ve telkin edilir. İşte bu Elmalılı Hamdi Efendi de bu vechi ile hareket etmiştir.” [s.791]

Muasır Hâdiseler

Ömer Nasuhi Efendi, nadiren de olsa bazı muasır hâdiselere temas eder. Erzurumlu Mehmed Hazık Efendi’yi tanıttıktan sonra: “Bir teessüf” diye başlayan paragrafında: Hazık Efendi’nin kabrinin yanında Maksud Efendi (Ö. N. Bilmen’in babasının dayısı), Gıdalızade Şeyh Mehmed Efendi, Solakzade Ahmed Efendi (v.1314). “Bu dört zatın medfun bulunduğu kabristanın kaldırılarak yerleri bînam ve nişan kalmıştır. Malûmdur ki bir belde için, belki bir ülke için büyük bir âlimin, yüksek bir edibin kabri, binlerce muhteşem binadan daha ziyade bir zinet teşkil eder.”, diye başlayan teessüfünü, Eşref merhumun şu beyti ile bitirir:

Gözlerim ebnâ-yı asrımdan o rütbe yıldı kim,

İstemem ben Fatiha, tek kırmasınlar taşımı. [s.726-727]

Mushaflar Tetkik Heyeti ülkemizde bulunup Kur’ân neşrindeki en cüz’î de olsa yazı ve basım yanlışlığının önlenmesi vecibesini îfa etmektedir. Ö. N. Bilmen bunu takdirle anlatır. [s.26]

“Nokta sadr-ı İslâm’da vardı, bilâhare birçok yazışmada kullanılması terk olunmuş, nokta konması muhatabın vukufsuzluğuna bir târiz gibi telâkki edilegelmişti. Nitekim bir zamanlar bizde de imzaya nokta konulması doğru görülmezdi.” [s.31]

Böylece Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi, yazıldığı dönemin şartları içinde faydalı bir eser ortaya koymuştur. Allah Teâlâ’dan bu eserini hasenat mizanına koyacağını umuyor ve kendisi için rahmet diliyoruz.

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 08/11/2020