RECÂ, (Çağlayan Dergisi, Ağustos-2020)
Günahlardan kaçınıp Allah’tan inâyet beklemek; yarışırcasına hayrât ve hasenât yolunda koşup sonra da Allah rahmetinin enginliği mülâhazasıyla o kapıya yönelmek, sâdık bir recâdır ve sâdıkların ümit ufkudur.
Recâ’nın kelime manası
İyi bir şeyi bekleme ve elde edebilme ümidi.. Allah’ın lütuf ve ihsanlarını umma hissi.. gelecek adına emellerle dopdolu olma ve arzu edilen şeylerin elde edilebileceği mülâhazasıyla yaşama mânâlarına gelen recâ,
Recâ’nın ıstılah manası
Sofîlerce: “Gönülden istenen bir şeyin tahakkuk etmesi inancıyla, onun meydana geleceğini ümit etme ve bekleme” (el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.222) şeklinde tarif edilmiştir. Bu itibarla, hasenât adına bir şeyi işleyip kabulünü beklemek, kezâ ma’siyetten tevbe edip hüsn-ü kabul göreceği mülâhazasıyla ümitlenmek birer recâdır.
Recâ’nın mahiyeti ve Recâ’da denge
Hata, günah ve seyyiâtın şahsa yüklenmesi, hasenâtın ise, Allah’ın rahmetine atfedilmesi esasına dayanan recâ, sâlikin, bir kısım yanlışlıkların, kötülüklerin ve yakışıksız şeylerin ağına düşmemesi, iyilikler ve güzelliklerle de şımarıp küstahlaşmaması için, istiğfar ve dua kanatlarıyla sürekli “seyr ilallah” ufkunda[1] seyahatle şerlerden kaçınıp hayırlara sığınması; inâbe ve tazarru lisânıyla da devamlı “seyr maallah” ikliminde Hak kapısının tokmağına dokunmasından ibaret sayılmıştır. Böyle bir denge kurulabildiği takdirde, ne havfta inkıtâ ve yeis, ne de recâda gevşeklik ve şatahat olur.[2]
Gerçek Recâ’ya ulaşmada takip edilmesi gereken yol
Evet, günahlardan kaçınıp Allah’tan inâyet beklemek; yarışırcasına hayrât ve hasenât yolunda koşup sonra da Allah rahmetinin enginliği mülâhazasıyla o kapıya yönelmek, sâdık bir recâdır ve sâdıkların ümit ufkudur. Aksine, amelsiz hasenât beklemek veya ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde, Allah’ı kendi hesaplarıyla bir şeylere -estağfirullah- icbar ediyor gibi “bühbühe-i cennet”ten dem vurmak, yalancı bir recâ ve Hazreti Rahmânü’r-Rahîm’e karşı da bir saygısızlıktır.
Recâ ve Temenni arasındaki fark
Recâ, bir temennî değildir; temennî, herhangi bir tasavvur ve beklentinin meydana gelmesi mevzuunda kat’iyet bulunmayan, dolayısıyla da ümit vaad etmeyen kuru bir intizar olmasına mukabil, recâ; matluba ulaştıracak bütün vesileleri değerlendirip, rahmeti ihtizâza getirme yolunda peygamberâne bir basîret ve şuurla bütün ilticâ kapılarını zorlamanın ad ve unvanıdır.[3]
Recâ, ümit ve Allah’ın rahmeti arasındaki münasebet
Bir diğer ifade ile recâ; ilim, kudret ve irade sıfâtları gibi, rahmet ve affediciliğin de ihâta ve şümûlüne inanıp, ehadiyet dalga boyunda bir kısım teveccühlere muntazır olmak demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in rahmetin her şeyi aştığını;[4] bir kudsî hadisin de, ilâhî rahmetin her zaman gazabın önünde bulunduğunu ifade etmesi,[5] zannediyorum işte bu gerçeği hatırlatmaktadır.
Recâ:
“Kerem kıl kesme Sultanım keremin bînevâlerden
Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden..”
- Lütfi Efendi
deyip kalben Kerîm ü Vedûd’un cömertliği etrafında pervâz ederek O’na sığınma yollarını araştırmaktır.[6]
Recâ’nın kula kazandırdıkları
Rabbin hususî mülâtefesi sayılan böyle bir mazhariyeti elde etmiş olanlar, hiç tükenmeyen bir hazine bulmuş sayılırlar. Hele insan sahip olduğu şeylerin bütününü kaybettiği veya ona karşı her türlü musibetin sökün edip geldiği veyahut hayra muvaffak olamamanın, şerden kurtulamamanın verdiği ızdırap ve inkisârın vicdanlarda duyulduğu; yani sebeplerin bitevî sukût edip her yolun “Müsebbibü’l-esbâb”a döndüğü hengâmda, recâ, bir berk olur, burak olur.. onun yollarını aydınlatır ve onu, ulaşılması insan gücünü çok çok aşan ulaşılmazlara ulaştırır.[7]
Bir Recâ kahramanı
Gazze’de son dakikalarını yaşayan İmam-ı Şafiî’nin recâ adına şu son ve dolgun soluklarını kaydetmeden geçemeyeceğim:
وَلَمَّا قَسَا قَلْبِي وَضَاقَتْ مَذَاهِبِي جَعَلْتُ الرَّجَا لِعَفْوِكَ سُـلَّمَا
تَعَاظَمَنِي ذَنْبِـي فَلَمَّا قَرَنْـتُـهُ بِعَفْوِكَ رَبي كَانَ عَفْوُكَ أَعْظَمَا
“Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.” (İmam eş-Şâfiî, Dîvânu’l-İmam eş-Şâfiî s.100; ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ 1/150)
Recâ ve havf’ın zamanlaması
Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, O’na yönelttiği, O’na yaklaştırdığı yerlerde sürekli “havf” soluklamak; yeis çukurlarına düşüldüğü veya ölüm emârelerinin belirdiği zamanlarda da “recâ”ya sarılmak, havf-recâ dengesi adına ölçü sayılacağı gibi, ruhta hâsıl olan emniyet duygusuna karşı korku unsurlarını harekete geçirmek, ümitsizlik hazanlarının esip-durduğu hengâmda da recâ seralarına sığınmak, havf-recâ dengesi adına ayrı bir yorum. Bu itibarla, bazen en mükemmel amelin yanında duman duman korku tütebilir ve az bir amelin sağında-solunda da recâ tüllenebilir...
Amele değil, Allah’ın rahmetine güvenme
Yahyâ b. Muaz’ın bu mülâhaza için bir tazarruunu kaydetmek istiyorum: “Allah’ım, çok defa günah ve hatalara bulaştığım zaman, ruhumda taşıdığım recâ, en mükemmel amellere iktirân eden recâdan daha güçlü görünüyor; zira ben arızalarla ma’lûl bir insanım; kat’iyen masûn sayılamam; günahlara bulaştığım zaman hiçbir iş ve amele değil, bilâ kayd ü şart Senin affına itimat ederim. Nasıl etmem ki, Sen cömertlikle mevsufsun!” (el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.224; el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/153; İbn Kayyim, Medâricü’s-sâlikîn 2/36-37)[8]
Recâ ve Allah hakkında hüsn-ü zan
Zaten çoklarınca recâ, Zât-ı Ulûhiyet hakkında hüsn-ü zan beslemenin bir başka buudu sayılmıştır. Ve:
أَنَا عِنْدَ ظَنِ عَبْدِي بِي “Benim kulumla maiyyet ve muamelem, onun Benim hakkımdaki zannına bağlıdır.” (Buhârî, tevhid 15; Müslim, tevbe 1; Tirmizî, deavât 132) meâliyle vereceğimiz kudsî hadis de bu hususî mülâtefenin ifadesidir.
Ebû Sehl’i, rüyada tarifler üstü nimetler içinde yüzüyor görür ve sorarlar: “Üstad bu yüksek pâyeyi nasıl elde ettiniz?” Ebû Sehl cevap verir: “Rabbim hakkında beslediğim hüsn-ü zan sayesinde.” (el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.225; el-Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dî4/153)[9]
Recâ Cenab-ı Hakk’ın şe’n-i hassasıdır
Bu itibarla denebilir ki, eğer recâ, Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetiyle tecellî etmesi için bir vesile ise, insan iyi-kötü hiçbir halinde bu vesileyi elden bırakmamalıdır. Evet, insanın ameli, ihlâsı, hasbîliği, diğergamlığı önemli birer güzellik buudu sayılsalar da, insanla alâkalı olmaları itibarıyla, Allah’a ait bulunan affın yanında çok önemsiz kalırlar. Zira öncekiler, zâhîrî esbap açısından insanın işi ve davranışları sayılmasına karşılık, ikincisi doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk’ın rahmet buudlu şe’n-i hâssı ve mülâtefesidir.
Allah’ın kula en büyük armağanı: Recâ
Havf ü recâ insan gönlüne Allah’ın en büyük armağanıdır. Bundan daha büyük bir armağan varsa o da, bu iki duygu arasındaki muvazeneye riâyet ederek, onları Allah’a ulaşmada birer nurânî kanat olarak kullanmaktır.
اَللَّهُمَّ أَحْسِنْ عَاقِبَتَنَا فِي الأُمُورِ كُلهَا وَأَجِرْنَا مِنْ خِزْيِ الدُّنْيَا وَعَذَابِ الآخِرَةِ
وَصَل وَسَلمْ عَلَى مَنْ أَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلَى أَصْحَابِهِ أَجْمَعِينَ
RECÂ İLE İLGİLİ AYETLER
اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَالَّذ۪ينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللهۙ اُو۬لٰٓئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللهۜ وَاللهُ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
“İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara sûresi, 218)
اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ يَدْعُونَ يَبْتَغُونَ اِلٰى رَبِّهِمُ الْوَس۪يلَةَ اَيُّهُمْ اَقْرَبُ وَيَرْجُونَ رَحْمَتَهُ وَيَخَافُونَ عَذَابَهُۜ اِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ كَانَ مَحْذُوراً
“Onların yalvardıkları bu varlıklar, "hangimiz daha yakın olacağız" diye Rablerine vesile ararlar. Onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur." (İsrâ sûresi, 57)
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا وَرَضُوا بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَاطْمَاَنُّوا بِهَا وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَنْ اٰيَاتِنَا غَافِلُونَۙ
"Şüphesiz bize kavuşacağını ummayan ve dünya hayatına razı olup onunla yetinerek tatmin olan kimseler ile âyetlerimizden gafil olanlar var ya işte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden, varacakları yer ateştir." (Yûnus sûresi, 7-8)
وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُج۪يبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِۙ فَلْيَسْتَج۪يبُوا ل۪ي وَلْيُؤْمِنُوا ب۪ي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ
"Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler." (Bakara sûresi, 186)
قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَم۪يعاًۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ
"De ki: Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir." (Zümer; 53)
نَبِّئْ عِبَاد۪ٓي اَنّ۪ٓي اَنَا الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ
"Ey Muhammed! Kullarıma, benim elbette çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğumu, azabımın da elem dolu azap olduğunu haber ver." (Hicr; 49-50)
RECÂ İLE İLGİLİ HADİSLER
“Allahım! Rahmetini ümit ediyorum.” (Ebû Dâvûd, Edeb 101)
-Efendimiz (as) can çekişen biri hakkında, “Allah ona umduğunu verir, korktuğundan emin kılar” dediği rivayet edilmektedir. (Tirmizî, Cenâiz 11; İbn Mâce, Zühd 31)
“Rahmetim gazabımı geçmiştir.” (Buhârî, Tevḥîd 55; Müslim, Tevbe 14)
Mahşerde Allah’ın rahmetinden şeytan bile ümitvar olur
عَنْ حُذَيْفَةَ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَيَدْخُلَنَّ الْجَنَّةَ الْفَاجِرُ فِي دِينِهِ، الْأَحْمَقُ فِي مَعِيشَتِهِ، وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَيَدْخُلَنَّ الْجَنَّةَ الَّذِي قَدْ مَحَشَتْهُ النَّارُ بِذَنَبِهِ، وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَيَغْفِرَنَّ اللهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مَغْفِرَةً يَتَطَاوَلُ لَهَا إِبْلِيسُ رَجَاءَ أَنْ تُصِيبَهُ.
“Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki dini hayatı iyi olmasa da (inanan) biri veya geçimini sağlamaktan bile aciz olan ahmak dahi cennete girecektir. Yine nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, cehennemde günahından dolayı ateşin kendini sardığı (inanmış fakat günahkar) bir insan bile öyle bir mağfirete mazhar olacak ki, hatta şeytan bile o (rahmetten ümitlenerek) affedilme umuduyla başını kaldırıp bakacak.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebir, hadis no: 2952)
NOT 1: YAHYA B MUAZ
170 (786) yılı civarında Rey’de doğdu. Hayatının çoğunu Nîşâbur’da geçirdi. Bağdat, Şîraz ve Belh gibi ilim ve kültür merkezlerine çeşitli seyahatler gerçekleştirdi. Kendisinden nakledilen sözler iyi bir eğitim aldığına işaret etmektedir. Hocaları ve şeyhleri arasında Ahmed b. Harb ve Fudayl b. İyâz gibi isimler bulunmaktadır.
Kaynaklarda Yahyâ’nın Bâyezîd-i Bistâmî, Hâtim el-Esam, Ebû Türâb en-Nahşebî ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfîlerle görüştüğü kaydedilmektedir. Ondan faydalananlar arasında Ebû Osman el-Hîrî, Hakîm et-Tirmizî, Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî gibi isimler vardır. Mezhepler tarihine dair en eski kitaplardan er-Red alâ ehli’l-bida’ ve’l-ehvâ adlı eserin müellifi Mekhûl b. Fazl en-Nesefî de Yahyâ’nın öğrencilerindendir. Kaynaklarda “vâiz” sıfatıyla anılan Yahyâ b. Muâz, amelî yönden Hanefîdir.
Yahyâ b. Muâz’ın kaynaklarda zikredilen sözlerinde zühd döneminden tasavvuf dönemine geçişin izleri görülür. Bunlar bir taraftan zühd anlayışını yansıtırken diğer taraftan tasavvuf döneminin unsurlarını ihtiva etmektedir. Onun kalbin mânevî seviyeleriyle tasavvufî makamlara yönelik tasnifleri, muhabbetle ilgili yorumları, semâ ve raksın yüceltilmesine dair görüşleri, fakr anlayışı yerine gınâyı, havf yerine recâyı tercih etmesi bunlara örnek olarak gösterilebilir. Seyrüsülûk makamlarından sistemli şekilde bahseden ilk sûfîlerden olan Yahyâ b. Muâz’ın makamlarla ilgili yaptığı yedili tasnif daha sonraki mutasavvıflar tarafından benimsenmiştir.
Müridlerin uyması gereken kurallara dair Kitâbü’l-Mürîdîn adlı eseri de (Sezgin, I, 646) bu alanda yazılmış ilk kitaplardandır. Yahyâ, tasavvufî düşüncenin temel meselelerinden olan velâyet konusundaki ilk teorik açıklamaları yapan sûfîlerdendir. Ayrıca işârî tefsir hareketinin ortaya çıkıp gelişmesine öncülük etmiş, hadis ilmiyle de meşgul olmuştur.
Nefis konusunda çağdaşı Hâris el-Muhâsibî’ye benzer şekilde özgün görüşler ortaya koyan Yahyâ b. Muâz, nefis terbiyesi için riyâzetin gerekliliği ve bu husustaki uygulamaların şekli konusunda çeşitli uyarı ve önerilerde bulunmuştur. Bu çerçevede, riyâzetin insanın biyolojik ve psikolojik yapısıyla ve dinin temel esaslarıyla çelişmemesi gereği üzerinde durmuş, nefsi terbiye gayesiyle dinen helâl olan şeyleri haram kılmanın yanlışlığını vurgulamıştır. Onun bu görüşleriyle dengeli ve mutedil bir tasavvuf anlayışını geliştirmeye çalıştığı söylenebilir.
Ebû Hayyân et-Tevhîdî, Yahyâ b. Muâz’ın sözlerini ve dualarını eserlerinde nakletmiş ve dualarındaki üslûbunu aynen benimsemiştir. Yahyâ b. Muâz’a nisbet edilen duaların muhtevası dikkate alındığında bunların ihlâs, muhabbet ve recâ kavramları üzerine kurulu tasavvuf anlayışını yansıttığı ve zühdden tasavvufa geçiş döneminin özelliklerini içerdiği görülür. Ona göre havf insanı duaya yönelten temel etkendir. Allah her durumda dualara icabet etmektedir; dolayısıyla kişi günahları sebebiyle çekinip dua etmekten geri durmamalıdır. Ayrıca dua hakkında “kazânın belâ tuzağını dua kalkanıyla savuşturma” şeklindeki ifadesiyle duanın fonksiyonuna dair kanaatini belirtmektedir. Öte yandan Yahyâ’nın gerek şiirlerinde gerekse dualarında Allah ile samimi bir üslûpla söyleşmesi, kendisinden sonra tasavvuf yolunda daha da belirginleşecek olan bir neşvenin başlangıcına işaret etmektedir.
Louis Massignon, Émile Dermenghem, Ebü’l-Alâ Afîfî ve Annemarie Schimmel gibi araştırmacılar tasavvuf alanında yaptıkları çalışmalarda Yahyâ b. Muâz’ın görüşlerine temas etmişlerdir. Fritz Meier, Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’a dair çalışmasında Yahyâ b. Muâz’a bir bölüm ayırmış, onunla Ebû Saîd arasında bazı karşılaştırmalar yapmayı denemiştir. Saîd Hârûn Aşûr, Yahyâ b. Muâz’ın sözlerini derleyip şerhetmeye yönelik Cevâhirü’t-taṣavvuf adlı çalışmasında (Kahire 2002) daha ziyade onun tasavvufî eserlerde bulunan sözlerine yer vermiştir. Salih Çift, Yahyâ b. Muâz’ın hayatı ve tasavvufî görüşleri hakkında müstakil bir çalışma gerçekleştirmiştir (Tasavvufta Sevgi ve Ümit Yolu: Yahya b. Muâz er-Râzî, Bursa 2008).
[1] SEYR İLALLAH - SEYR FİLLAH - SEYR MAALLAH:
Seyr-i urûcî ise; varlık ağacının en câmi meyvesi olan insanın, upuzun bir seyr u sülûk-i ruhanîyle yeniden irade, his, şuur ve latîfe-i Rabbaniye uğrunda mebdeine ve merciine yönelerek, Hazreti Vacibü’l-Vücud’un ziya-i vücudunda beden ve cismanî arzuları itibarıyla tamamen muzmahil olmasıdır ki; işte biz burada, mebdeden müntehâya, “seyr” unvanıyla dört mertebede bu ruhanî yolculuğu tahlil etmeye çalışacağız:
Birinci mertebe, “seyr ilallah” mertebesidir ve Hakk’a yürümenin başlangıcı olması itibarıyla buna “sefer-i evvel” de denir ki, Müsemmâ-i Akdes de diyebileceğimiz Hazreti Zât mülâhazası mahfuz, ef’âl âleminden isimler ufkuna, sonra da bu isimlerin gölgesinde mebde-i taayyün olan isme ulaşmakla nihayet bulan bir yolculuktur; sâliki çok, müdavimi ona nisbeten az, herkese açık bir seyahat-ı kalbiye ve ruhiyedir. Bu seyahat ister “sülûk” unvanıyla “seyr-i âfâkî” olsun, ister “cezbe” namıyla “seyr-i enfüsî” şeklinde tecellî etsin, yolculuk sona erince sâlikin kalbinden “mâsivâ” alâkası büyük ölçüde silinir-gider ve hak yolcusu kendini “fenâ fillâh” gel-gitleri içinde bulur ki, erbabı bu mazhariyete “vilâyet-i suğrâ” diyegelmişlerdir.
İkinci mertebe, “seyr fillâh mertebesidir ve yine bir hamle hazırlığı ihtiva ettiğinden dolayı da buna, ikinci yolculuk mânâsına “sefer-i sânî” dendiği gibi “cem” de denmiştir ki, –fâni, bâki gerçeği mahfuz– sâlikin beşerî sıfatlardan tecerrütle ilâhî sıfatlarla ittisaf etmesi, istidadı ölçüsünde esmâ-i ilâhiyeyi temsilen Kur’ân ahlâkıyla tahalluk ederek –buna Allah ahlâkı da diyebiliriz– “ufk-i a’lâ”ya ulaşmasıdır ki, bu yolculuğun son konağına erenlere büyük ölçüde varlığın perde arkası inkişaf eder ve onların gönüllerine “ilm-i ledün” akmaya başlar; başlar ve hak yolcuları isimler, sıfatlar, zâtî şe’nler âlemlerine ait mârifet şuâları karşısında eriye eriye nisbet-i tâmmenin zuhuruna ererler ki, böyle bir mazhariyete de “bekâ billâh” denegelmiştir.
Üçüncü mertebe, “seyr maallah” ve diğer namıyla “sefer-i sâlis” veya “fark maa’l-cem” mertebesidir ki, bir “vâsıl” için bu mertebede “bî kem u keyf” sadece O görülür, O bilinir, O duyulur; her yanı O’nun mârifet nurları sarar ve âdeta sübühât-ı vech her şeyi siler-süpürür-götürür de her tarafta
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍوَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ
“Artık yeryüzünde olan her nesne fenâ bulmuş ve sadece senin Rabbinin zâtı bekâsını devam ettirmektedir.”[1][2] hakikati nümâyân olmaya yüz tutar... (“Seyr-i Sülûk”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2)
[2] MUTLAK RECÂ MUTLAK HAVF KÜFÜRDÜR:
Ayrıca selef-i sâlihîn, emniyeti ve ümitsizliği küfür saymışlar (et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd 2/259) ve bir insanın, “Nasıl olsa ben Cennet’e gideceğim.” diye kendini salmasına küfür dedikleri gibi, Allah’ın rahmetinden ümidini kestiğini ifade eden ve “Ben Cehennem’e gideceğim, benim için kurtuluş yoktur.” şeklindeki düşüncelerine de küfür nazarıyla bakmışlardır. Bu ikisi arasındaki ölçüyü yakalama adına Hazreti Ömer Efendimiz’e nispet edilen şöyle bir söz vardır: “Eğer tek insan hariç bütün insanlar Cennet’e gidecek deseler, korkarım ki o ben olayım. Yine bir insan hariç bütün insanlar Cehennem’e gidecek deseler, rahmet-i ilâhiden ümit ederim ki o ben olayım.” (el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 4/165) (PRİZMA 9)
[3] RECÂ-TEMENNİ FARKI:
İmam Gazâlî hazretlerinin yaklaşımıyla, Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, sevap atmosferine yaklaştırdığı yerlerde sürekli havf soluklamak; yeis çukurlarına düşmenin muhtemel olduğu veya ölüm emârelerinin iyice belirdiği zamanlarda da recâya sarılmak bir esas olmalıdır. Evet, insanı lâubâliliğe iten “nasıl olsa kurtulurum” mülahazasına karşı korku unsurlarını öne çıkarmak, ümitsizlik hazanlarının esip-durduğu anlarda da recâ seralarına sığınmak lazımdır. Şu kadar var ki, recânın boş ve amelsiz bir temennî değil, rahmeti ihtizâza getirme yolunda kavlî ve fiilî bütün vesileleri değerlendirerek, ilahî dergaha ilticâ kapılarını zorlamanın unvanı olduğu da hiç unutulmamalıdır.
MİSAL: Bütün hayatını boş geçirmiş ve amel defterine hiçbir şey kaydetmemiş bir insanın, o gün amel defteri soldan ve salih amel işlemiş, defterini sağlam tutmuş bir insanın defteri ise o gün sağdan verilir. فَاَمَّا مَنْ اُوتِى كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَاؤُمُ اقْرَؤُا كِتَابِيَهْ “O gün defteri sağdan verildiğinde, gelin işte bu kitabı okuyun.” diyecek insanın sevinci ancak böyle ifade edilebilir. Defterini solundan veya arkasından alana gelince, o da kitabını eline aldığı zaman: “Ah keşke bu kitap verilmeseydi de, içinde olanları bilmeseydim; zaten malımın mülkümün de bana hiçbir faydası olmadı.” diye feryat edecektir. Ancak, bu temenni ve kuruntuların hiçbir faydası olmayacaktır. Kur’ân-ı Kerim ve bilhassa bu sûre bu hususu öyle tablolaştırır ki üstünde başka tablo olamaz
وَاكْتُبْ لَنَا ف۪ي هٰذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْاٰخِرَةِ اِنَّا هُدْنَٓا اِلَيْكَۜ قَالَ عَذَاب۪ٓي اُص۪يبُ بِه۪ مَنْ اَشَٓاءُۚ وَرَحْمَت۪ي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍۜ فَسَاَكْتُبُهَا لِلَّذ۪ينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَالَّذ۪ينَ هُمْ بِاٰيَاتِنَا يُؤْمِنُونَۚ
"Bizim için bu dünyada da bir iyilik yaz, ahirette de. Çünkü biz sana varan doğru yola yöneldik." Allah şöyle dedi: "Azabım var ya, dilediğim kimseyi ona uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kapsamıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekatı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım." (A'râf sûresi, 156)
[5] Rahmetim gazabıma sebkat etmiştir.” (Buhârî, bed’ü’l-halk 1; Müslim, tevbe 14, 15, 16)
[6] TEVBE KAPISI VE ÜMİT:
Buraya kadar anlattıklarımızdan ayrı olarak, bir de işlenen günahlardan, kalbin tatminsizliğinden, ibadetlerle beslenememeden, arkadaşsızlıktan, okuma ve tefekkür adına boş bulunmaktan, meşguliyetsizlikten ve dine hizmet etmemekten kaynaklanan bazı sıkıntı, hafakan ve bunalım halleri vardır ki, bunlar insan gönlünde şeytanın her zaman nüfuz edebileceği gedikler açarlar. Şeytan, daha ziyade böyle âtıl insanlara, gevşeklik ve tembellik içinde miskin miskin oturanlara hücum eder. İşte bir insan, şeytanın hücumlarına yenik düşmüş ve kendini büyük günahlara salmışsa, kumar oynuyor, içki içiyor, sürekli hevâ ve heves peşinde koşuyorsa; fakat, yer yer aklı başına geliyor ve “Ne olacak benim hâlim?” diyor ve pişmanlık da izhar ediyorsa, ona da diyeceğimiz bazı şeyler vardır: Her şeyden önce, Allah’ın rahmeti çok geniştir; O, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’raf sûresi, 7/156) buyurmakta ve bir kudsî hadiste ilâhî rahmetin her zaman gazabın önünde bulunduğunu ifade etmektedir. Ötede, şeytanların bile ümit ve beklentiye kapılacağı böyle engin bir rahmete karşı lâkayt kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr mânâsına gelecek şekilde ümit hissini yitirip ye’se kapılmak büyük bir günahtır…
Bu açıdan, bir insan, çok büyük hata ve günahlar işlese, -Allah korusun- adam öldürse, zina etse, içki içse bile, bütün bunlarla ye’se düşeceğine, hemen kendisini Cenâb-ı Hakk’ın rahmet deryasına salmalı ve tevbeye sığınmalıdır. Allah Teâlâ, her insana, onun irfan ve idrak seviyesine göre Kendisine yönelme merdiveni uzatmış; kulları için tevbe, inâbe ve evbe basamakları kurmuştur. Bir kudsî hadiste, “Ey âdemoğlu, Bana dua eder ve Benden affını istersen, günahın ne kadar çok olursa olsun onu affederim. Ey insan, günahların ufukları tutacak kadar çoğalsa ama sen yine istiğfar etsen, onun çokluğuna bakmadan günahlarını bağışlarım. Ey âdemoğlu, dünya dolusu hatayla da olsa bana ortak koşmadan huzuruma gelirsen, Ben de dünyayı dolduracak kadar mağfiretle sana muamele ederim.” buyurmuştur. Öyleyse, bir kulun günahı ne olursa olsun, ona düşen, yaptığı şeylere bir daha dönmemek, günahlardan uzak durmaya azm ü cezm ü kast eylemek ve bu kararında sağlam durmaya çalışmaktır. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) haber vermişlerdir ki, bir insan yüz defa tevbesini bozmuş olsa bile, “Allah’ım, ben yine düştüm; günahımı bağışla, beni affet..” diyerek ve o çirkinliklere dönmeme hususunda kesin karar vererek bir kere daha tevbe etse, Allah onun tevbesini yüzbirinci defa da kabul eder. Evet bu hususta önemli olan, “Hem endişe, hem de ümit ile O’na yalvarın. Muhakkak ki Allah’ın rahmeti iyi kimselere yakındır.” (Ârâf, 7/56) mealindeki ayete uygun bir şekilde endişe duygusunu ümitle dengeleyerek O’na yalvarmaktır; “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet etsin ve Bana hakkıyla inansınlar ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.” (Bakara, 2/186) ilahî beyanına itimad ederek O’na yönelmek ve O’nun icabet edeceğine de katî inanmaktır. (Kırık Testi)
[7] DÜŞSEN DE KALK:
Ama bunlarla beraber, bir insanın yer yer düşmesi ve sürçmesi de fıtrat-ı beşeriyenin gereğidir. Sahih bir hadiste Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir gün bu hakikate dair şöyle buyurmuşlardı: “Hazreti Âdem yanıldı, evlatları da yanıldı.” Binaenaleyh yanılma, unutma ve hata etme, fıtrat-ı beşeriyede mündemiç bir hakikattir. Bu itibarla da insanın yanılması her zaman ihtimal dâhilindedir. Şu kadar vardır ki, kendisini umumiyetle iradeli ve dimdik ayakta tutabilenler daha az yanılırlar, kendini salıvermiş bir kimse ise pek çok defa yüzüstü düşebilir ve kendini şeytanın esiri ve zebunu hâline getirebilir. Bu itibarla da yer yer nefs-i emmârenin bize çelme takması kaçınılmazdır. –Allah, nefsin bu desiselerinden bizi muhafaza buyursun– ama inanan gönüller de her an bu tür çelmelere maruz kalabilir. Zira Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm), Ka’b İbn Malik’ten rivayet edilen sahih bir hadiste bildirdikleri gibi: “Mü’min ekin gibidir. Rüzgâr onu eğiltir. Kimi zaman yıkar, kimi zaman doğrultur. Nihayet sonunda kalkar doğrulur. Kâfir ise kökü üzerinde dimdik duran ‘erze’ ağacı gibidir. Onu hiçbir şey eğiltemez. Nihayet devrilince de bir daha doğrulamaz.”[7][2] Binaenaleyh mü’min, her zaman “Aman yâ Rabbi!” deyip Allah’a koşar, kâfir ise gürül gürül ses çıkarmasına ve çok heybetli görünmesine rağmen bir kere yıkıldı mı bir daha doğrulamaz. Bu mânâda mü’min, düşse dahi kalkacak, yürüyecek ve yine Allah’a doğru olan yolculuğunu devam ettirecektir. Her mü’min, düşmeyi ve nefs-i emmâreye mağlubiyeti bu şekilde kabul etmelidir ki, meselenin bir yönü bundan ibarettir. (Prizma, 9)
KABZ VE BASTIN VARTALARI VE HAVF RECÂ DENGESİ:
Nur Müellifi, Kastamonu Lahikası’nda kabz u bast gibi halleri şöyle değerlendirmektedir:
“Sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye’sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve Recâ müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemâl tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.” Demek ki, bazı ruhî sıkıntılar ve gönül darlıkları Cenâb-ı Allah tarafından, insanları sabra ve nefisle mücahedeye alıştırmak için verilen Rabbânî birer kamçı gibidir. Tembelleşen bir hayvanın kamçı ile harekete geçirilmesi misillü, hantallaşan ve ülfet içinde kıvranan insanlar da bu kabz ve bast halleriyle adeta kamçılanmakta ve vazifelerinde canlılığa, ciddiyete ve gayrete sevk edilmektedirler. Bediüzzaman Hazretleri, bu ifadeleriyle kabz u bastın vartalarına da dikkat çekmektedir: Aslında insan daima sabır ve şükür kanatlarıyla yol almalı; havf ve Recâ dengesini de hep korumalıdır. Ne var ki, bazı kimseler sıkıntı ve zorluk anlarında Recâ ve sabırla hareket edeceklerine ye’se düşebilmekte; rahat ve huzurlu dönemlerde ise havf ve şükür esaslarına bağlı bir tavır alacaklarına emniyet duygusuyla dolup kendilerini bütün bütün rehavete salabilmektedirler. Oysa, her zaman havf ve Recâ dengesini gözetmenin hayati ehemmiyeti vardır. İnsan, meleklerle aynı safta yer aldığını görse bile, asla nefsine güvenmemeli, âkıbet ve âhiret hesabına emniyette olduğunu sanmamalıdır. Mutlak yeis küfür olduğu gibi, mutlak emniyet de küfürdür. Evet, nasıl ki âkıbet ve âhiret konusunda bütün bütün ümitsiz olmak bir küfür sıfatıdır; bir insanın ameline güvenmesi, âkıbetinden hiç endişe etmemesi ve Cennet’e gireceğinden emin olması da bir küfür vasfıdır. (Kırık Testi 7)
[8] YAHYA B MUAZ HK KISA BİLGİ (Bknz: Not 1)
[9] MEVLÂ-YI MÜTEÂL HAKKINDA HÜSN-Ü ZAN:
Diğer taraftan, insanlar hakkında her zaman hüsn-ü zanna memur olan mü’minlerin, Yüce Yaratıcı’nın muamelelerine karşı sû-i zan ifade eden hoşnutsuzlukları da asla düşünülemez. Bir mü’min her şeyden ve herkesten evvel Mevlâ-yı Müteâl hakkında hüsn-ü zan sahibi olmalıdır. “Benim kulumla maiyyet ve muamelem, onun Benim hakkımdaki zannına bağlıdır.” meâlindeki kudsî hadis de Allah Teâlâ’ya hüsn-ü zan beslemenin ehemmiyetini ve bunun ne büyük bir vesile-i necât olduğunu nazara vermektedir. Rabb-i Rahim hakkındaki güzel mülahazaların ötede nasıl afv fermanına dönüştüğü bir hadis-i şerifte şöyle anlatılmaktadır: Amel sandığında hayr u hasenâtının yanı sıra pek çok günahı da bulunan bir kulun hesabı görülür; mizanda sevap kefesi daha hafif gelince, azap ehlinden olduğuna dair hüküm verilir. Cezaya müstehak o kul derdest edilip perişan bir vaziyette, adeta sürüklene sürüklene mücâzat mahalline doğru götürülürken, ikide bir geriye döner ve bir sürpriz bekliyormuş gibi etrafına bakınır. Cenâb-ı Hak, meleklerine “Kuluma sorun bakalım; niçin geriye bakıp duruyor?” buyurur. (Geriye bakma meselesi bizim anlayacağımız şekilde konuşmanın gereği olarak, fizik âlemiyle alâkalıdır; yoksa, Zât-ı Ulûhiyet için mekan ve yön mevzubahis değildir.) Adamcağız der ki, “Rabbim!.. Hakkındaki hüsn-ü zannım böyle değildi; evet, âlem sevaplarla gelirken -maalesef- ben günah getirdim; fakat, Senin rahmetine olan inanç ve itimadımı hiçbir zaman kaybetmedim!.. Recâm oydu ki, bana da merhametinle muamele edesin ve beni de bağışlayasın!..” İşte, bu mülahazalar ve Allah Teâlâ hakkındaki hüsn-ü zan, o insanın kurtuluşuna kapı aralar; neticede adamcağız “Kulumu Cennet’e götürün!” müjdesini duyar.
Kezâ, dâr-ı bekâya irtihalinden sonra, Ebû Sehl hazretlerini, rüyada tarifler üstü nimetler içinde yüzüyor görüp sorarlar: “Üstad, bu yüksek pâyeyi nasıl elde ettiniz?” Ebû Sehl cevap verir: “Rabbim hakkında beslediğim hüsn-ü zan sayesinde.”
Aslında, bir mü’min hayatının her diliminde Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zanna sarılmalı ve hep bu Recâyla yaşamalıdır. “Ben günahkâr olabilirim; hatta hâlâ O’na ancak pamuk ipliği ile bağlı olduğum için her an bir kopukluğa da düşebilirim. Fakat, o Gafûr ve Rahîm’dir; gufrân deryasına beni de alacağına dair inancım kavîdir!..” demeli ve bağışlanacağı ümidini beslemelidir. Şu kadar var ki, hüsn-ü zan ve Recâ duygusu insanı yeni yeni günahlar işlemeye sevk etmemelidir. Hâlis bir mü’min, günahtan yılandan çıyandan kaçar gibi kaçmalı; ezkaza bir cürüm işlemişse, o zaman da hemen tevbeye koşmalı ve yarlığanacağını umarak mağfiret dilenmelidir. Bu meselede çok hassas bir denge söz konusudur; günahlardan uzak durmak ile kazarâ bir cürüm işledikten sonra ye’se düşmemek arasında ince bir husus mevcuttur. Zira, yeis günahtan daha büyük bir tehlikedir; “Artık benim işim bitti!” demek, özünü gaflete salmak, masiyet bataklığında yuvarlanmak ve nihayet kendi canına kıyacak kadar karamsarlığa kapılmak, bu hale yol açan günahlardan daha büyük bir cürümdür.
Halbuki insan, hangi hal üzere olursa olsun, “Kur’an-ı Kerim’de kendisini Rahman u Rahîm isimleriyle vasfeden ve hayatını boşa harcayan kimselere hitap ederken bile “kullarım” diyen bir Rabbim varken niçin ümitsizliğe düşeyim ki!.. İşin doğrusu, böyle bir Rabb-i Rahim’e karşı günah işlemek de çok yakışıksız oluyor. Öyleyse, bundan sonra masiyete nasıl girebilirim ki?!.” diyebilmelidir. Evet, insan ne kendisini salmalı ne de ümitsizliğe düşmelidir. Bilhassa yaşlılıkta ve ölüm anında Recâ hissini daha da coşturmalı ve Allah’a yürürken O’nun hakkında hep güzel mülahazalarla dolu bulunmalıdır. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Sakın, sizden biriniz Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zan etmediği bir hal üzere ölmesin.” buyurmuştur.
Ayrıca, “Kulum Beni nasıl zannederse, ona öyle muamelede bulunurum!” mealindeki hadis-i şerifi dar bir çerçeveye hapsetmemek ve onu daha şümullü olarak değerlendirmek gerekir. Evet, “Beni çeşit çeşit nimetleriyle sevindiren, sırat-ı müstakîme yönlendiren, sürçmelerimi bağışlayan ve günahlarımı yarlığayan bir Rabb’im var.” demek, hüsn-ü zannın ifadesidir. Fakat, bir de, hayatımız adına takdir buyurulan her meselede bizim saadetimizin esas alındığına ve her şeyin bir profil gibi bizim üzerimize işlenmiş olduğuna inanmak vardır ki, Rabbimiz hakkındaki hüsn-ü zannımızın tamamiyeti bu inanca bağlıdır. Cenâb-ı Hak dilerse, bizi sürgün eder, sizi başka bir imtihana tâbi kılar, bir başkasını zindana atar; ama ne yaparsa yapsın, Rabbimizin her icraatı neticede bizim faydamızadır; hep bizi bir yere celbetmeye, cezbetmeye ve ebedî mutluluğa ulaştırmaya matuftur. Namaz, oruç, hac ve zekat gibi mükellef bulunduğumuz ibadetlerden zahirî bela ve musibetlere kadar mazhar olduğumuz ya da maruz kaldığımız her şey bizim lehimize planlanmıştır. İşte, bu hakikate gönülden iman etmek Mevlâ-yı Müteâl hakkındaki hüsn-ü zannın doruk noktasını tutmaktadır.
Sözün özü; iyi niyet, müsbet düşünce ve güzel görüş, insanın gönül saffetinin ve vicdan enginliğinin emaresidir. İnsan, bir kere başkalarını sorgulamaya başlayınca sanık sandalyesine oturtmadık hiç kimse bırakmaz; daha baştan hüsn-ü zanna yapışmazsa, herkesi ve her şeyi yargılamaktan uzak kalamaz. Dolayısıyla, her fert nefsiyle hesaplaşırken –ye’se düşmemek şartıyla– kendini yerden yere vurmalı; fakat, diğer insanlar söz konusu olduğunda hüsn-ü zanna sarılmalıdır. Unutulmamalıdır ki, sû-i zanda isabet etmektense hüsn-ü zanda yanılmak daha hayırlıdır. (Kırık Testi)