Hazreti Muhammed’in Risaletinin Evrenselliği





min read. - Post Date: 08/04/2020
Clap

Prof.Dr. Said Ramazan el-BÛTÎ

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun! Efendimiz Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), ailesine ve tüm ashabına salât ü selâm olsun!..

Sahih bir hadiste Peygamber Efendimiz’in de haber verdiği üzere Allah (celle celâluhû), Efendimiz Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) diğer bütün resûl ve nebilerden ayrı olarak beş meziyet bahşetmiştir.1

Bu meziyetlerden birisi de; her resûl özellikle kendi kavmine gönderilirken, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün insanlara gönderilmiş olmasıdır. Allah’ın (celle celâluhû) Kitabı bu hususu pek çok âyetinde beyân etmektedir. Bunlardan birisi de, وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَۤافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا “Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe sûresi, 34/28) âyetidir.

Öyleyse, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaleti, farklı yer ve asırlardaki bütün insanlara yöneliktir. Ve O’nun çağrısı, Allah (celle celâluhû), yeryüzüne ve onun üzerindekilere vâris oluncaya kadar bütün insanlara yönelik kalacaktır.

Bizim, “Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaleti, evrensel bir risalettir.” sözüyle anlatmak istediğimiz şey budur. Bu husus, izah edilmeye veya delil getirmeye ihtiyaç duymayan bir hakikattir. Ancak, bizim burada üzerinde duracağımız husus şu olacaktır: Acaba Kur’ân-ı Kerim’in, risaletin evrenselliği ile ilgili haberini ve Peygamber Efendimiz’in kendisinin bütün insanlara gönderildiğini ifade eden hadis-i şerifini dikkate almadan, bu risaletin cihanşümûl olduğunu, bu risaleti bilip tanıyarak ve tabiatını araştırarak ortaya koymak imkânımız dahilinde midir?

Bu incelemenin sonucunda, muhteva ve konuları, insanlara hitap etme ve onlara risaleti anlatma yönüyle Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğinin evrenselliğinin apaçık olduğunu göreceğiz.

Evet, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletinin ihtiva ettiği akide, hukuk ve ahlâk esasları, bu risaletin temayül ve muhtevada, tezahür ve üslûpta evrensel bir risalet olduğunu gösteren hususlardır.

Fakat bana öyle geliyor ki, bu hakikati açıklamaya başlamadan önce, özellikle bu hakikati beyan sadedinde, bazan karmaşıklık ve belirsizliğin görüldüğü önemli bir noktayı açıklığa kavuşturmamız gerekiyor…

“İslâm”, kâinat, insan ve hayat gerçeğini, bu hayatın vücut bulduğu esasları ve döneceği sonu ortaya koyan bir akide olması yönüyle, bütün peygamberlere inen şeyin ortak adıdır. Uzun devirler boyunca ve değişik bölgelerde çok sayıda peygamberin gelmiş olması, onlardan her birinin kendi kavmine diğerlerinin getirdiğinden farklı bir akide getirdiği anlamına gelmiyordu. Ancak, peygamberlerin çok sayıda gönderilmesi, kâinatın tek olan gerçeğini, değişmez akideyi ihtiyaca binâen tekit etmeye matuf idi. Bu ise, bir peygamberin ardından uzun zaman geçtiğine veya birbirinden uzak millet ve toplumlar çoğaldığında yeni bir peygamberin gönderilmesiyle gerçekleşiyordu. Mahallî karakter ise, üslûpta, bu akideyi sunmada ve açıklamada belirginleşiyordu…

Anlatılan bu durum, İslâm’ın esası ve özü olan akide için geçerliydi. Akidenin mütemmimlerinden olan ibadetler, hukuk ve genel davranış kuralları ise gerek şekil gerek muhtevada, mahallî ve zamanla değişebilir nitelikte idi. Bu durum, Allah’ın (celle celâluhû), peygamberlerin sonuncusu Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün insanlara elçi olarak göndermesine kadar devam etti. Fakat bundan böyle söz konusu kurallar, değişik zaman ve devirlere uygunluk içeren bir genişliğe ulaştığı gibi farklı millet ve toplumları içine alacak bir muhteva da kazandı. Kur’ân’ın, إِنَّ هٰذِه۪ۤ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً “Muhakkak ki bu sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir.” (Mü’minûn sûresi, 21/52) âyeti bunu beyan buyurur.

Öyleyse geçmiş peygamberlerden her birinin görevi yöresel ve sınırlı da olsa onların bütün insanlara getirdikleri inanç esasları daima aynı olmuştur. Demek ki tüm peygamberlerin getirmiş olduğu İslâm akidesi evrenseldir. Bu, böyle olmuştur ve hep böyle de kalacaktır. Nebi ve Resûllerin çok sayıda olması akidenin de müteaddit olduğu veya bu akidenin bir peygamberle diğeri arasında farklılık gösterdiği anlamına gelmez. Kur’ân-ı Kerim bu gerçeği Allah’ın (celle celâluhû) şu beyanı ile ilân etmiştir: شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدِّينِ مَا وَصّٰى بِه۪ نُوحًا وَالَّذِۤي أَوْحَيْنَۤا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِه۪ۤ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسٰى وَعِيسٰۤى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ “Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye din olarak Nûh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrâhim’e, Mûsa’ya, İsa’ya tavsiye ettiğimizi sizin için hukuk düzeni yaptı.” (Şûra sûresi, 13/42) Hukuk ve ahlâk kurallarına gelince bunlar her millet ve topluma göre hususiyet arzederdi. Bu husus, Resûlüllâh’ın gelişine kadar devam edegeldi. Bu ikinci hakikati de Kur’ân-ı Kerîm şu şekilde açıklar: لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا “Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirlemişizdir.” (Mâide, 5/48)

 

Kur’ân’ın Arapça Oluşu ve Risaletin Evrenselliği

Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletiyle daha önceki semavî risaletler arasındaki ilişkiyi beyan ettikten sonra, O’nun risaletinin evrenselliğini izaha geçebiliriz. Kur’ân, Allah’ın (celle celâluhû) Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderdiği risaletin ilk kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerim’in Arapça indirildiği ve Arap kabilelerinin en üstün lehçesi olan Kureyş lehçesiyle formüle edildiği bilinen bir gerçektir.

Böyle bir kitap şayet semadan indirilmeyip yeryüzünde ortaya çıksaydı ilke ve fikirler itibariyle, üslûp ve metot bakımından çevre, bölge veya aralarından çıktığı ve dillerini kullandığı milletin eğilimlerinden şu veya bu şekilde etkilenmiş olurdu. Nitekim söz konusu durum bütün kitap ve telifler için geçerli olmuştur; bunlar, içinde çıktığı çevrenin rengini mutlaka almıştır. Fakat biz, bu Kitab’a yani Kur’ân’a baktığımızda onda içinde çıktığı çevrenin izlerinden hiçbirine rastlayamıyoruz. Arapça olmasının ötesinde onda ne şekil ve metot bakımından ne de muhteva ve öz bakımından millet, kabile veya aşiret karakterinin herhangi bir tezahürünü göremiyoruz. Biz, baştan sona onda kendimizi mutlak insan karakteri karşısında buluruz. Bu, kendisinden kaynaklanan ister akide ister ahlâk, ister şer’î hükümler olsun.. bütün bu alanlarda Kur’ân, reel, yani gerçek duruma, göze, mâhir bir terzi tarafından biçilip dikilmiş uygun bir elbise sunar. İnsanın yaratılışına tam gelir, ne eksik ne fazla. Bu elbiseyi ne kadar incelersek inceleyelim onda beşer toplumlarından hiçbirine veya herhangi bir tarih dönemine mensubiyet özelliği bulamayız. Evet ne içerik ve konu bakımından ne de görünüm ve tarz bakımından onda bu tür bir mensubiyet bulamayız.

O hâlde, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletinin yegâne kaynağı olan Kur’ân, mutlak insan temayülünü yansıtmaktadır. İlke, konu ve hükümlerinin özü açısından, üslûp ve metodu bakımından onun evrenselliği ile kastettiğimiz anlam işte budur. Aşağıda İslâm’ın bu evrenselliğinin Kur’ân kaynağındaki tezahürünü bu iki yönünü ayrı ayrı inceleyerek ele alacağız:

 

1- Muhteva Bakımından Kur’ân’da İnsanî Cihet

Kur’ân’ın ihtiva ettiği konular, akide, hukuk ve ahlâk esasları olarak özetlenebilir. Bu sınıflandırmanın dışında kalanlar ise, bunları teyit edici olmaktan öteye gitmezler. Bu konulardaki insanî temayülü ayrı ayrı görelim.

a-Akide

Kur’ân-ı Kerim, Cenab-ı Allah’ın hakimiyet ve ulûhiyetini herhangi bir millete tahsis etmeksizin ve bir bölge ile diğeri arasında ayrım yapmaksızın, O’nun varlığını, birliğini ve bütün âleme hükümranlığını, izah ve ispat etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ, sadece İsrailoğullarının veya Arapların ya da herhangi bir ırkın İlâhı değil, bütün insanların İlâhıdır. Cenâb-ı Hak bunu şu şekilde beyan eder: اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fatiha sûresi, 1/2), فَلِلّٰهِ الْحَمْدُ رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَرَبِّ الْأَرْضِ رَبِّ الْعَالَمِينَ “Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. (Câsiye sûresi, 45/36)

Bu yüzden Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) elçiliği, farklı bölge ve nesillerdeki bütün insanlara şâmildir. O’nun, belirli bir asırda ve Arap milleti gibi muayyen bir millet arasında ortaya çıkmış olması, risaletinin evrenselliğine bir halel getirmez. Aynı şekilde, Allah Teâlâ’nın, hitabını diğer millet ve toplumlara ulaştırmada özel olarak Arapçayı seçmiş olması, Peygamber’in bu risaletinin cihanşümul olmasına bir halel getirmez. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: قُلْ يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّٰهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا “De ki: Ey insanlar! Gerçekten Ben sizin hepinize, Allah’ın (gönderdiği) elçiyim. ” (A’raf sûresi, 7/158), تَبَارَكَ الَّذِي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلٰى عَبْدِه۪ لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيرًا “Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed’e Furkân’ı indiren Allah, yüceler yücesidir.” (Furkân sûresi, 25/1)

Kur’ân-ı Kerim, insanın Allah’a kulluğunu tespit ederken, bu kullukta ve gereklerinde bir ırk veya çevre ile diğer bir ırk ve çevre arasında hiçbir fark olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Öyleyse, Arap olsun olmasın hiçbir millet diğerlerinden farklı imtiyazlara sahip değildir. Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Araplar arasından çıkması ve onlara mensubiyeti ile Kur’ân-ı Kerim’in Arapça inmesi, İslâm ölçülerine göre, Araplara hukuk alanında veya dünyevî muamelelerde ya da Allah’a yakınlık hususunda birtakım ayrıcalıklar vermeyi gerektirmez. Biz bu gerçeği şu âyet-i kerimeden öğreniyoruz:

إِنْ كُلُّ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ إِلَّا اٰتِي الرَّحْمٰنِ عَبْدًا لَقَدْ أَحْصَاهُمْ وَعَدَّهُمْ عَدًّا “Göklerde ve yerde olan herkes, istisnasız kul olarak Rahman’a gelecektir. O, bunların hepsini kuşatmış ve bir bir tespit etmiştir.” (Meryem sûresi, 19/93-94)

Bu hakikat, şu âyette daha açık bir şekilde görülmektedir: با أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَأُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَۤائِلَ لِتَعَارَفُۤوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللّٰهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli ve üstün olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” (Hucurât sûresi, 49/13)

Kur’ân-ı Kerim, insanların dikkatlerini Allah’ın (celle celâluhû) varlığına ve birliğine çekerken, belirli bir çevreye özgü veya belirli bir toplumun alışkanlıklarına uygun düşen ya da bir kısım aydınların anlayabileceği delil serdetmez. Nerede bulunursa bulunsun, hangi düşünce ve kültür seviyesinde olursa olsun tüm insanların her yerde ve her zaman anlayabileceği deliller kullanır.

Allah’ın (celle celâluhû) varlığına ve birliğine delil teşkil eden âyetler çok olup, bunları anlatarak konuyu uzatmaya gerek yoktur. Bunlara baktığımızda, onların, farklı grup ve topluluklardaki genel insan düşüncesine hitap ettiklerini görürüz.

Kur’ân-ı Kerim, sahasında uzman kimselerin anlayabileceği, bu uzman kimselerin harikulâdelikler gördükleri ilmî veya felsefî delillere başvurabilirdi. Fakat, bu deliller diğer insanlar için boş bir söz mesabesinde kalırdı. O takdirde Kur’ân, sadece belirli bir kesim için mânâlı bir söz olurdu.

İşte bu sebepten dolayıdır ki Kur’ân-ı Kerim, insanlara verilen nimetlerin çeşitlerini arzetmek üzere getirdiği misalde, insanların emrine verilen binek çeşitlerinden atları, katırları ve eşekleri sayıp, zamanla ileride bulunacağını belirttiği diğer binek çeşitlerine işaretle şöyle buyurmuştur: وَالْخَيْلَ وَالْبِغَالَ وَالْحَمِيرَ لِتَرْكَبُوهَا وَزِينَةً وَيَخْلُقُ مَا لَا تَعْلَمُونَ “Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve süslenmeniz için yarattı. Allah, şu anda bilemeyeceğiniz nice (nakil vasıtaları) yaratır.” (Nahl sûresi, 16/8) Böylece bu hitap, bu muhtevasıyla, geçmişteki, günümüzdeki ve gelecekteki nesillere seslenebilme özelliği kazanmıştır. Çünkü, “…şu anda bilemeyeceğiniz nice (nakil vasıtaları) yaratır.” ifadesi, insanı taşımak ve bir yerden bir başka yere ulaştırmak için zamanla icat edilecek olan her vasıtayı içine alır.

Bu türden örneklere Kur’ân-ı Kerim’de sıkça rastlarız.

b- Risaletin Hukuk Alanında Evrenselliği

Dikkat edersek, her millet ve toplumun yasasının, ancak o toplumun yapısını aksettirdiğini ve o topluma özgü şartlara cevap verdiğini görürüz. Zira, bir milletin yasası, sadece o milletin ihtiyaç ve isteklerini göz önünde bulundurur.

Kendi problemlerini ya da hemcinslerinin problemlerini çözmeye çalışan insanoğlunun yapabileceği şeyin sınırı İşte budur. Her ne kadar görüş ve yargıda evrensel olmak istese de, yetiştiği çevrenin, geleneklerinin ve özlemlerinin etkisi altında kalır. Bu yüzden, ortaya koyduğu bakış ve çözüm yolu, içerisinde neşv u nema bulduğu atmosfere teslim olan bir yapıda ortaya çıkar. “Kişi çevresinin çocuğudur.” sözüyle anlatılmak istenen şey budur.

Ancak, Kur’ân hukuku ve onun mütemmimi olan sünnetin beyanatlarına baktığımızda, onda, belirli bir ırka temayül, herhangi bir çevreden ya da muayyen geleneklerden etkilenme kesinlikle göremeyiz. Kur’ân hukuku, mutlak insan esas ve ilkelerini temel alan bir hukuk olduğu için, tüm ahkâm ve fürûları, bütün insanların ihtiyaç ve maslahatlarıyla tam bir uyum içerisinde bulunur.

Bu gerçeği açıklamak için birkaç misal verelim.

1- Nisa sûresi, aile düzeni, kadın hakları, yargı sistemi, adaleti tesis ve özünü korumaya ilişkin şeriat hükümlerini konu edinen sûrelerden biridir. Sûrenin, daha sonra gelecek olan hükümlerin temel dayanağını tesis ederek nasıl başladığına dikkat edelim. Bakalım da sûrenin esas hedefinin olanca kapsamı ile insanlık ailesi olduğunu görelim, değişmeye maruz özel şartlara önem vermediğini anlayalım.. İşte temel dayanak:

يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثِيرًا وَنِسَۤاءً وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذِي تَسَۤاءَلُونَ بِه۪ وَالْأَرْحَامَ إِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا “Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar meydana getiren Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allak sizin üzerinizde gözetleyicidir. (Nisâ sûresi, 4/1)

Demek ki tüm ahkâm ve bunlara tâbi hukukların tesisinin çıkış noktası, kapsamlı insanlık ailesidir.

Sûreyi okumaya devam edince, söz konusu çıkış noktasındaki otoritenin şu hüküm ve düzenlemeler silsilesine uzandığını görüyoruz: Yetim hakları, kadın hakları, miras taksimatı, aile değerleri, yargı düzeni, hâkimin otoritesi, sosyal adalet ve dengeleri. Ve iyice bakınca, Sûre, esası ve çıkış noktası olan bütün insanlara şamil bakış açısını konu edindiğinden, bu dalların hiç birisinde, belirli bölge veya ırka ait görüşün ya da sınıfsal ayrıcalıkların yansımasını bulamıyoruz.

Bu hakikati ortaya koyabilmek için bu fer’î hükümlerin hepsini teker teker anlatmaya imkânın bulunmadığı açıktır. Bunlardan birkaç şâhit getirerek yetiniyoruz.

2- Tu’me b. Übeyrik adında Medineli bir kişi, komşusu Katade b. en-Nu’man’ın zırhını çalar. Zırhı, bir un çuvalına saklayarak getirip, Zeyd b. es-Semîn adındaki bir Yahudinin yanına gizler. Hâlbuki çuval deliktir ve bu delikten akan unlar, zırhın önce Tu’me’nin evine kadar geldiğini, sonra da Yahudinin evine gittiğini göstermektedir. Katade, Tu’me’yi hırsızlıkla suçlar, zırhı onda arar fakat bulamaz. Tu’me, yeminle, zırhı almadığını ve bu hususta bir bilgisinin de olmadığını söyler. Sonra, yola saçılan unun izini takip ederler ve Yahudi’nin yanına varıp onu yakalarlar. Yahudi onlara: Onu bana Tu’me b. Übeyrik verdi.” der. Kimse ona inanmaz. Tu’me’nin kavmi Benî Zafer, Resûlüllah’a gelerek O’ndan, arkadaşları Tu’me’yi, Yahudi’nin hırsızlıkla suçlamasına ve zırhı ona Tu’me’nin verdiği şeklindeki ithamına karşı müdafa etmesini isterler. Tu’me’nin arkadaşları, Yahudinin kendisini dinleyecek kimse bulamaması için, Resûlüllah’ı kendi taraflarına çekmek üzere aralarında gizlice anlaşmışlardı. Hazreti Peygamber bu hususta onlara itimat etti. ve Tu’me’yi beraat ettirip, Yahudi’nin hırsız olduğuna hüküm vermek üzereydi ki, Hazreti Peygamber’e hakikati açıklayan; münafıkların kendi aralarında kurdukları hileyi ifşa eden, Hazreti Peygamber’e mücerret adaletle karar verme yolunu gösteren Nisâ sûresindeki şu âyetler peş peşe indi:2

إِنَّا أَنْزَلْنَۤا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَۤا أَرَاكَ اللّٰهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَۤائِنِينَ خَصِيمًا وَاسْتَغْفِرِ اللّٰهَ إِنَّ اللّٰهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذِينَ يَخْتَانُونَ أَنْفُسَهُمْ إِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّانًا أَثِيمًا يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وَلَا يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللّٰهِ وَهُوَ مَعَهُمْ إِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لَا يَرْضٰى مِنَ الْقَوْلِ وَكَانَ اللّٰهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطًا هَۤا أَنْتُمْ هٰۤؤُلَۤاءِ جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَمَنْ يُجَادِلُ اللّٰهَ عَنْهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَمْ مَنْ يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَكِيلًا وَمَنْ يَعْمَلْ سُۤوءًا أَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّٰهَ يَجِدِ اللّٰهَ غَفُورًا رَحِيمًا وَمَنْ يَكْسِبْ إِثْمًا فَإِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلٰى نَفْسِه۪ وَكَانَ اللّٰهُ عَلِيمًا حَكِيمًا وَمَنْ يَكْسِبْ خَطِيئَةً أَوْ إِثْمًا ثُمَّ يَرْمِ بِه۪ بَرِيئًا فَقَدِ احْتَمَلَ بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُبِينًا وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّتْ طَۤائِفَةٌ مِنْهُمْ أَنْ يُضِلُّوكَ وَمَا يُضِلُّونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍ وَأَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا

“Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hainlere taraf olma! Ve Allah’tan bağışlanma iste, çünkü Allah, çok affeden, ziyadesiyle merhamet edendir. Kendilerine hainlik edenleri savunma: çünkü Allah, hainliği meslek edinmiş günahkârları sevmez. Onlar, insanlardan gizler de Allah’tan gizleyemezler. Hâlbuki geceleyin, O’nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken O, onlarla beraber idi. Allah yaptıklarını kuşatıcıdır (O’nun ilminden hiçbir şeyi gizleyemezler). Haydi, siz dünya hayatında onlara taraf çıkıp savundunuz, ya kıyamet günü Allah’a karşı onları kim savunacak yahut onlara kim vekil olacak? Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’ı çok affedici ve merhametli bulacaktır. Kim bir günah kazanırsa onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah her şeyi bilicidir, büyük hikmet sahibidir. Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. Allah’ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur.” (Nisâ sûresi, 4/105-113)

Bu âyetlere iyice dikkat edersen, ırkçılık, hısımcılık, aşiretçilik, ulusçuluk ve millet ayırımcılığı gibi değerlerin, İslâm hukukundaki adalet terazisinde nasıl eriyip yok olduğunu görebilirsin. Ortada bir tek itibar kalmıştır, o da mutlak insan değeri. O insan değeri ki, Allah Kelâmından, Yahudi bir adamı beraat ettirip Müslüman bir şahsı mahkûm eden, peşpeşe dokuz âyetin inmesini gerektiriyor.

3- Allah Teâlâ’nın, يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُۤوا إِذَا تَدَايَنْتُمْ بِدَيْنٍ إِلٰۤى أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ “Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın… (Bakara sûresi, 2/282) ifadeleriyle başlayan müdayene âyetine bir göz attığımızda bize öyle gelir ki bu âyet, sanki, yazının yaygınlaşıp, hukuk kurallarının olgunlaştığı medenî ve kültürlü bir toplum hakkında inmiştir. “Kitabet” (yazma) kelimesi, yalnızca bu âyette dokuz defa tekerrür etmiştir. Bu âyet, akitleri tevsik hususunda, şekil ve muhtevada günümüze kadar uyulagelen münevver, gelişmiş medenî bir yol çizmiştir.

Hukukî ve tevsikî muhtevasıyla bu âyetin, Arap yarımadasındaki okuma yazması olmayan Arap düşüncesinin ürünlerinden olduğunu farzetsek mantıklı davranmış olur muyuz?.. Şayet bu faraziye doğru olsaydı, Arap damgası, her türlü gelenekleri ve kültür düzeyi ile, bu âyette ortaya çıkardı ve Kitabet’ kelimesinin bu âyette dokuz defa değil bir defa dahi geçmesi beklenmezdi. Dahası, bu tevsik esaslarının hiçbirisi anlatılmazdı. Zira, Arapların ekonomik vb. ilişkileri o dönemde, kâtiplik, şehadet, borcun alacaklı tarafından yazdırılması ve bu konuda velilerin rolünün açıklanması gibi tevsik metotlarına ihtiyaç duymayacak basitlikte idi.

Bu hukukî talimatın, değişik bölge ve yörelerdeki bütün nesillere hitap ettiği açık bir gerçektir. Arap Yarımadasının rolü, bu buyruğu dinlemede diğer insanlarla müşterek olmaktan öteye gitmez. Her ne kadar bu bölge o sırada bunun gereğini ümmiliğin fazlalığı ve hayatın basitliği sebebiyle yerine getirmeye hazır değil idiyse de, yarımadadaki şartlar gelişme ve ilerleme temayülündeydi. Kur’ân’a ait bu hukukun evrenselliğini, yani, çevre, millet, muhit gerçeğinden uzak olduğunu gösteren bu delilden daha üstün bir delil bulabilir misin?..

c- İnsan Ahlâkı

Kur’ân’a göre üstün ahlâk, fazilet ve ahlâk değerleri üzerinde kendilerince araştırma yapan kimselerin benimsediği gibi, muayyen çevre ya da toplulukların ortaklaşa kabul ettiği davranış ve güzel huy ölçülerinin insicam hâlinde bulunduğu davranış şeklinden ibaret değildir.

Kur’ân-ı Kerim’e göre ahlâk ve fazilet, bir taraftan insanın temiz fıtratıyla uyum hâlinde olan, diğer taraftan fert ve toplum için insan saadetinin esaslarını tesis eden değer hükümlerinin ve davranış metotlarının yekünüdür. Bu sebeple, bu davranış metodlarında bir çevre ile diğeri arasında değişme ve farklılık göremezsin. Zira bunlar, belirli bir çevrenin gelenek ve görenekleri içerisinde neş’et etmemiş, insanın kapsamlı fıtratından beslenip vücut bulmuştur.

Bu göz alıcı gerçeği iyice kavrayabilmek için, tüm felsefe ve ahlâk bilginlerinin hayır-şer ölçüleri ile menfaat-maslahat kavramları için ileri sürdükleri değişik, hatta birbirleriyle çelişen düşünce ve nazariyelere ve bu nazariyelerin, yeryüzündeki gelenek, çevre ve toplumların sayısınca nasıl tenakuza düştüklerine bakmamız kâfidir… Sonra dönüp İslâm Hukukundaki hayır-şer, menfaat-madarrat ölçülerine bakıyoruz ve insanlığın faydasına olan bütün parçaları nasıl biraraya getirip onları faydalılık prensibine göre, dikey sütunları öncelik sırasına göre beş gaye (din, hayat, akıl, nesil ve malı korumak)’den, yatay sütunları ise öncelik sırasına göre düzenlenmiş üç düzeyden (zaruriyat, hâciyat ve tahsiniyat) oluşan dakik bir denge ağında nasıl dizdiğine bakıyoruz. (Yani, insanın dünya hayatında beş gayesi bulunmaktadır. Dünyada insan hayatı bu beş şey üzerine kurulmuştur. Şerefli bir hayat, ancak bunlar sayesinde mümkün olur. Bunlar; dini muhafaza, hayatı muhafaza, aklı muhafaza, nesli muhafaza ve malı muhafazadır. Bu gayeleri gerçekleştirmede muharrik unsurlar, dikkate alınacak ölçüler ise zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat kriterleridir.) Ben derim ki: Birbirine mukabil gelen bu iki bakışı incelememiz, İslâm hukukundaki ahlâk ölçüsünün evrenselliğinin boyutunu görebilmek ve diğer ahlâk nazariyelerinin gelenek, görenek ve toplumlardaki akımlar mahbeslerindeki kısırlığının boyutlarını anlayabilmek için yeterlidir.3

Kur’ân-ı Kerim’deki ahlâk esaslarından birisi de, farklı ırk, nesep ve çevrelerdeki bütün insanları tek bir insan haysiyeti ve hürriyeti ölçüsünde değerlendirmesidir. İnsanlar birbirlerinden ancak değerli ve faydalı çabaları ile ortaya koydukları özel başarıları sayesinde üstün olabilirler. Allah (celle celâluhû) buyurur ki: با أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَأُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَۤائِلَ لِتَعَارَفُۤوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ أَتْقَاكُمْ “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki, Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, takvâca en ileride olanınızdır.” (Hucurât sûresi, 49/13)

Kur’ân-ı Kerim’deki bir diğer ahlâk esası ise, çocuklara, ana-babalarına iyi muamele etmelerini ve onlara şefkat ve merhamet kanatlarını germelerini emretmesidir. Taraflar arasındaki görüşte uzaklık veya düşüncede farklılık olsa da. Bu, muayyen bir ırk ya da tabiatı nazar-ı dikkate almayan insanî bir ilkedir. Bunu, toplumun çekirdeğinden (aile) tedricî olarak yükselen insanlık ailesinin güvence altına alınması konusu gerekli kılar. Üstelik o, düşünce veya din ayrılıklarını da dikkate almaz. Bu hususu Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanında açıkça görüyoruz:

وَوَصَّيْنَا الْإِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ حَمَلَتْهُ أُمُّهُ وَهْنًا عَلٰى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ فِي عَامَيْنِ أَنِ اشْكُرْ لِي وَلِوَالِدَيْكَ إِلَيَّ الْمَصِيرُ وَإِنْ جَاهَدَاكَ عَلى أَنْ تُشْرِكَ بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا وَصَاحِبْهُمَا فِي الدُّنْيَا مَعْرُوفًا وَاتَّبِعْ سَبِيلَ مَنْ أَنَابَ إِلَيَّ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ “Biz insana ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce Bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır. Eğer onlar seni hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.” (Lokman sûresi, 31/14-15)

Kur’ân-ı Kerimin tesis ettiği bir başka ahlâk ilkesi de şudur: İnsan ancak yapmış olduğu şeylerden hesaba çekilir; başkasının işlediği bir amel yüzünden ya da tabiattaki tezahür ve hâdiselerden herhangi bir şeyle suçlu bulunmaz. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَكُلَّ إِنْسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَۤائِرَهُ فِي عُنُقِه۪ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنْشُورًا “Her insanın amel deflerini boynuna astık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.” (İsrâ sûresi, 17/13), مَنِ اهْتَدٰى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِه۪ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرٰى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتّٰى نَبْعَثَ رَسُولًا “Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir elçi göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” (İsrâ sûresi, 17/15)

Kur’ân-ı Kerim’in tavsiye etmiş olduğu tüm bu ahlâk esaslarına baktığımızda sadece insan mefhumu görürüz ki, bu mefhum, söz konusu esaslara davette ve bunları emretmede temel öğedir.

 

2- Üslûp Bakımından Kur’ân’da İnsanî Temayül

Kur’ân-ı Kerim, dile getirdiği bütün mevzû ve mefhumlarda, üslûp yönünden, herkese şamil insanî vasıf üzerinde durur. İnsanlara hitap etmede veya olaylara yaklaşım tarzında, okuyucunun düşüncesini herhangi bir çevrenin, ırkın, bölgenin ya da insanlardan muayyen bir topluluğun özelliğine yönlendirmez.

Kur’ân’ın, muhataplarına “ennâs”, “Benî Adem” ya da “mü’minûn” gibi kelimeleri kullanarak hitap ettiğini görüyoruz. Bir kerre de olsa, meselâ “Arap”, “Kureyş” kelimesi vs. gibi muayyen bir gruba mahsus hitap sigası vârid olmamıştır. Kur’ân’daki hitaplardan birkaç örnek arzedelim:

يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ إِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet vaktinin depremi müthiş bir şeydir.” (Hac sûresi, 22/1)

يَا بَنِي اٰدَمَ قَدْ أَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارِي سَوْاٰتِكُمْ وَرِيشًا وَلِبَاسُ التَّقْوٰى ذٰلِكَ خَيْرٌ ذٰلِكَ مِنْ اٰيَاتِ اللّٰهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ

“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. “(A’râf sûresi, 7/26)

أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي اٰدَمَ أَنْ لَا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ

“Ey Âdemoğulları! ‘Şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır.’ demedim mi? Bunu size peygamberlerim vasıtasıyla açık seçik bildirmedim mi?” (Yâsîn sûresi, 36/60)

Ve de ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize Allah’ın (gönderdiği) elçiyim.” (A’râf sûresi, 7/158)

Bildiğimiz gibi Kur’ân-ı Kerim, terbiyevi sebeplerden doiayı, tedricî bir şekilde; çeşitli olaylar münasebetiyle ve birtakım sual ve problemlere cevap olarak inmesine rağmen, hükümlerinden hiçbirisini bu vâkıa, hâdise ya da problemlere bağlamamıştır. Haklarında veya kendileriyle bağlantılı olarak âyet ve hükümler nâzil olan kimselerin hiçbirisinin ismi kayda geçmemiştir. Âyetler, herhangi bir şahıs ismine bağlanmadan, özel bir hâdise ya da problem düzeyine indirgenmeden nâzil olmuştur. Bu durum, Kur’ân-ı Kerim’in, metot ve muhtevada prensip ve metotlarını beşeriyetin tamamına vaz’ eden, hüküm ve nizamlarını bütün insanlığa koyan insancıl bir kitap olarak kalması içindir. Yalnız, Kur’ân-ı Kerim’de bu genel kurala uymayan iki istisnaî durum vuku bulmuştur.

Birinci Durum: Resûlüllah’a “Kahretsin! Bizi bunun için mi topladın?” diyerek eziyet etmesi üzerine Ebû Leheb hakkında inen ve تَبَّتْ يَدَۤا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ مَۤا أَغْنٰى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ “Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları onu kurtaramadı..” (Tebbet sûresi, 111/1-2) şeklinde başlayan kısa sûredir.

Bu istisnayı gerektiren sebep şudur: Hâdisenin karakteri, adalet terazisi hesabı aleyhine değerlendirme ve muamelede bulunulursa, Kur’ân-ı Kerim’in Ehl-i Beyt tarafını tutmasını ve onlara yumuşak davranıp, şefkat ve merhametle muamelede bulunmasını gerektiriyordu; şayet bu sahnede Ebû Leheb’in (ki bu şahıs Peygamber’in akrabasındandır) ismi bizzat zikredilmeseydi, bu durum gerçekleşmiş olurdu. Ancak isminin burada bizzat zikredilmesi bunun aksini, yani, Resûlüllah’ın amcası olan Ebû Leheb’in, hakirlikte ve kötülükte, hakla inatlaşan ve bâtıla uyan kimselere denk olduğunu tescil etmiştir.

Yani, burada Ebû Leheb’in isminin tayin edilmesi, objektiflik ve mutlak adalet mefhumunu pekiştiren bir husustur. İsminin zımnından, çevresel etkilenme, millet ya da topluluğa meyil anlaşılıyor gibiyse de.

İkinci Durum: Arap Yarımadası’ndaki evlâtlık edinme geleneğini ortadan kaldırmayı gerektiren şartlar ve bu meyanda bizzat Hazreti Zeyd’in isminin zikredilmesini gerektiren hâdisedir. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın şu âyetinde vuku bulmuştur: وَإِذْ تَقُولُ لِلَّذِۤي أَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِ وَأَنْعَمْتَ عَلَيْهِ أَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ وَاتَّقِ اللّٰهَ وَتُخْفِي فِي نَفْسِكَ مَا اللّٰهُ مُبْدِيهِ وَتَخْشَى النَّاسَ وَاللّٰهُ أَحَقُّ أَنْ تَخْشَاهُ فَلَمَّا قَضٰى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَيْ لَا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِۤي أَزْوَاجِ أَدْعِيَۤائِهِمْ إِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًا وَكَانَ أَمْرُ اللّٰهِ مَفْعُولًا “(Habibim!) Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine ikram edip (hürriyete kavuşturduğun) kimseye: ‘Eşini yanında tut, Allah’tan kork!’ diyorsun. Hâlbuki Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun. Oysa asıl korkmağa lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince Biz onu sana nikâhladık ki, (bundan böyle) evlâtlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestikleri (onları boşadıkları) zaman o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.”(Ahzab sûresi, 33/37)

Kur’ân’daki bu ikinci istisnanın sebebi şudur: Allah Teâlâ’nın, evlâtlık edinme geleneğinin yaygın olarak cereyan ettiği Medine’de, bu geleneğin iptalinin hemen arefesinde, gerçekleşmesini dilediği hâdise, Resûlüllah’ın evlâtlık edinip Hazreti Zeynep (radıyallahu anhâ) ile evlendirdiği Hazreti Zeyd b. Hârise’de bir burukluk bıraktı ya da bu özellikte idi. Zira bu iptalin anlamı, kendisiyle Resûlüllah arasındaki evlâtlık-babalık bağının kopması demekti. Hazreti Zeyd’de hazin bir iz bırakan bu felâket ne kadar da büyüktü!

* * *

Bu veciz araştırmamız sayesinde Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaletinin, yegâne kaynağı olan Kur’ân’daki evrenselliği meydana çıkmış oldu. Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerim’in diğer hüküm ve ilkelerindeki, ifade ve üslûbundaki mutlak insanî temayül açık bir şekilde görülmüş oldu.

Tüm bunların sonucu olarak anlıyoruz ki, bu Kur’ân, Allah katından vahiy olarak inmiştir; Kur’ân-ı Kerim’in telifinde ya da hükümlerini vaz’ etmede hiçbir beşerin veya başkalarının herhangi bir dahli yoktur.

Bu, kısaca, Kur’ân’ın i’cazının, yani, Rabbânî teşri’in i’cazının en bariz tezahürlerinden birisidir.

Hamd, her işin başında ve sonunda Allah’a mahsustur.

 

1 Hazreti Câbir’den (radıyallâhu anh) rivayet edilen ve müttefekun aleyh olan hadis şu hadistir: “Bana, benden evvel hiç kimseye verilmedik beş şey verilmiştir: Bir aylık (gibi uzun) bir mesafeden (düşmanın kalbine) korku salmakla (ilâhî) nusrete mazhar oldum. Yeryüzü bana namazgâh ve sebeb-i taharet kılındı. Bu itibarla, ümmetimden namaz vaktini idrak eden herkes (bulunduğu yerde) namaz kılsın! Ganimet, benden evvel kimseye helâl sayılmadığı hâlde bana helâl kılındı. Ve bana şefaat (hakkı da) verildi. (Yine benden evvel) her peygamber sadece kendi kavmine gönderiliyordu; ben bütün insanlığa elçi olarak gönderildim.” (Buhârî, teyemmüm 1, salât 56; Müslim, mesâcid 3, 5)

2 Hâdiseyi ayrıntılı olarak rivayet eden Tirmizî, hadisin garip olduğunu belirtmiştir. Ayrıca bu hadisi Muhammed b. İshak da rivayet etmiştir. Hadisi bir başka tarikle Müstedrek’inde rivayet eden Hâkim ise “Bu, Müslim’in şartını taşıyan sahih bir hadistir.” demiştir. (Tirmizî, tefsîru’l-Kur’ân (4) 22; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4/427)

3 Bu hususun ayrıntılı izahını bu araştırmanın yazarı Said Ramazan el-Bûtî’nin (Davabitu’l-Maslaha fi’ş-Şerîati’l-İslâmiyye, s.24-61) adlı eserinde bulabilirsiniz.

min read. - Post Date: 08/04/2020