Sa'lebe Kıssasıyla İlgili Rivayet Üzerine Sened ve Metin Esaslı Tahliller
Sa‘lebe hadisi, Kütüb-i Sitte gibi temel kaynaklarda yer almamaktadır. Taberânî ve Beyhakî’nin eserleri gibi zevâid türünden bazı hadis kaynaklarında ve tefsir, tarih, tabakat kitaplarında bulunmaktadır.
Asırlar boyunca İslâm Âlemi’nde yaygın hâle gelen Sa‘lebe hadisi, özellikle halkı zekât vermeye teşvik etmek, cimrilik ederek vermeyenleri Sa‘lebe’nin durumuna düşmekten sakındırmak için nakledilmektedir. Ülkemizde de bu rivayet daha ziyade Ramazan ayında vaiz ve hatiplerin cemaate büyük bir hararet ve heyecanla anlattıkları en çarpıcı misallerden biri olarak güncelliğini korumaktadır. Aynı zamanda gazete ve mecmuaların Ramazan sayfalarında sunulan en popüler malzemelerden birisi sayılmaktadır.
Sa‘lebe hadisi, Kütüb-i Sitte gibi temel kaynaklarda yer almamaktadır. Taberânî ve Beyhakî’nin eserleri gibi zevâid türünden bazı hadis kaynaklarında ve tefsir, tarih, tabakat kitaplarında bulunmaktadır. Kıssanın kahramanı Sa‘lebe b. Hâtıb ise Bedir ashabındandır. Bu makalede Sa‘lebe hadisinin senet ve metin yönünden tahlili yapılarak sıhhat durumu ele alınacaktır.
Sa‘lebe Hadisi
Taberî, İbn Kâni‘, Taberânî, Beyhakî, İbn Abdulber ve Vâhidî gibi müelliflerin Ebû Umâme’den naklettikleri rivayet şöyledir:
Sa‘lebe b. Hâtıb Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldi ve, “Yâ Resûlallah, bana mal vermesi için Allah’a dua et!” dedi. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Yazık ey Sa‘lebe, şükrünü eda ettiğin az mal, şükrüne güç yetiremediğin çok maldan hayırlıdır.” buyurdu. Sa‘lebe tekrar aynı şeyi istedi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Yazık ey Sa‘lebe, benim gibi olmak istemez misin? Zira şu dağların altın ve gümüş olarak benimle beraber yürümesini dileseydim mutlaka gerçekleşirdi.” buyurdu. Sa‘lebe tekrar ısrarla, “Yâ Resûlallah, bana mal vermesi için Allah’a dua et! Yemin ederim ki, Allah bana mal verirse her hak sahibinin hakkını mutlaka vereceğim.” dedi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle dua etti: “Allah’ım Sa‘lebe’ye mal ver!”
Derken Sa‘lebe birkaç koyun edindi. Koyunları tırtılların üremesi gibi sürü hâline geldi. Medine’ye sığmaz olunca taşraya göç etti. Daha önce vakit namazlarını Rasûlüllah’ın arkasında kılarken sadece öğle ve ikindiye iştirak etti. Koyunları biraz daha çoğalınca ancak cuma namazına katıldı. Koyunları daha da artınca uzak bir vadiye intikal etti; cuma ve cemaati terk etti.
Bir defasında Rasûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabına, “Sa‘lebe’ye ne oldu (hiç görünmüyor)?” diye sordu. Vaziyetinden bahsedilince üzülerek –üç kez- “Yazık oldu Sa‘lebe’ye!” buyurdu. Bu arada Hazreti Peygamber’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) zekâtı emreden şu âyet nâzil oldu: “Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları temizleyesin, arındırasın. Onlar için dua da et; çünkü Senin duan onlar için sükûnettir. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, bilendir.” (Tevbe sûresi, 9/103)
Bunun üzerine Peygamber (sallahu aleyhi ve sellem) Cüheyne ve Benî Selime kabilesinden seçtiği iki zâtı zekât memuru olarak görevlendirdi. Hayvanların nisap miktarlarını belirten bir nâme verdi. Sa‘lebe ile Benî Süleym’den falanca şahsın zekâtlarını tahsil etmelerini emretti. Onlar da Sa‘lebe’ye varıp zekâtını tahsil etmek istediler. Ancak Sa‘lebe bunun bir cizye ya da haraç olduğunu öne sürdü. Önce diğer insanlardan tahsil etmelerini, dönüşte kendisine uğramalarını söyledi. Onlar da Benî Süleym’deki şahsa vardılar. O şahıs zekât memurlarının geldiğini haber alınca develerinin en seçkinlerini hazırlayarak güzellikle karşıladı. Zekât memurları ona en iyilerini vermesinin gerekmediğini, zira kendilerinin böyle bir niyetlerinin olmadığını söylediler. O da bilâkis bu seçtiklerini alıp götürmelerini, zira bunları gönül hoşnutluğuyla Allah’dan hayır murat ederek verdiğini ifade etti. Zekât memurları develeri alıp yola koyuldular. Tekrar Sa‘lebe’ye uğradılar. Sa‘lebe zekât kayıtlarına baktı ve ‘Bu cizyeden başka bir şey değildir. Gidin, beni rahat bırakın!’ diye başından savdı. Onlar da Medine’ye döndüler. Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onları görür görmez –henüz onlar bir şey demeden- “Yazık oldu Sa‘lebe’ye!” buyurdu. Benî Süleym’den zekâtını veren şahıs için de hayır (bereket) duasında bulundu. Bir müddet sonra Sa‘lebe hakkında şu âyetler nâzil oldu: “Onlardan kimi de Allah’a şöyle kesin söz vermişlerdi: Eğer Allah bize lütfundan verirse biz de mutlaka sadaka (zekât) vereceğiz ve elbette sâlihlerden olacağız. Fakat Allah lütfundan onlara (servet) verince cimrilik edip onun hakkını vermediler. Allah’a verdikleri sözden dönmeleri ve yalan söylemeyi âdet edinmeleri sebebiyle Allah da bu işlerinin neticesini kalplerinde kıyamet gününe kadar sürecek bir münafıklık kıldı.” (Tevbe sûresi, 9/75-77) Bu âyetleri işiten Sa‘lebe’nin bir yakını gidip ona dedi ki: ‘Yazıklar olsun sana ey Sa‘lebe! Sen helâk oldun; Allah senin hakkında bu âyetleri indirdi!’ Sa‘lebe ağlayarak Medine’ye geldi ve ‘Yâ Resûlallah, zekâtımı kabul et!’ diye yalvardı. Ama Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun zekâtını kabul etmedi. Daha sonra Halife Hazreti Ebû Bekr’e bilahare Hazreti Ömer’e geldiği hâlde onlar da kabul etmediler. Nihayet zekâtı kabul edilmemiş olarak Hazreti Osman devrinde öldü.1
Rivayetin Senet Yönünden Tahlili
Bu rivayet, sahabî Ebû Umâme ile birlikte ilk dört tabakada tek râvi kanalıyla nakledilmekte; beşinci tabakadan itibaren râvilerin sayısı artmaktadır. İlk dört tabakada yer alan râviler şunlardır: Ebû Umâme, Kasım, Ali b. Yezîd ve Mu‘ân b. Rifâa. Bu râvilerin cerh ve ta’dil durumları ise şöyledir:
1) Ebû Umâme Sudey b. Aclân el-Bâhilî (ö.86/706) Şam bölgesine hicret ederek o civarda hadis rivayetinde bulunmuş ve Humus’ta vefat etmiş dönemin son sahabîlerinden biridir. Kütüb-i Sitte râvisidir. Hadis imamlarının ittifakıyla sahabenin hepsi âdildir.2
2) Kasım b. Abdurrahman (ö.112/731) tâbiîndendir; Sünen-i Erbaa râvisidir. Yahya b. Maîn, İclî ve Tirmizî onun makbûl bir râvi olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hâtim de sika râvilerin kendisinden naklettiği rivayetlerin müstakim olduğunu, fakat zayıf ravilerin ona münker rivayetleri nisbet ettiklerini belirtmiştir.3
3) Ali b. Yezîd el-Elhâni ed-Dımaşkî (ö.117/737), Kasım’ın arkadaşıdır ve genellikle ondan rivayette bulunur. Tirmizî ve İbn Mâce’nin ricalindendir. Ancak Tirmizî’ye göre zaîf bir râvidir. Ahmed b. Hanbel onun ve şeyhi Kâsım’ın zayıf olduklarına temas eder ve kendilerinden şaşılacak derecede illetli rivayetlerin geldiğini söyler. İbn Maîn ve Ebû Hâtim, bu râvinin Kasım yoluyla Ebû Umâme’den naklettiği bütün rivayetlerin zayıf hatta münker olduğunu ve isnadttaki illetin Ali b. Yezîd’den kaynaklandığını belirtirler. Buhârî, Ali b. Yezîd hakkında “Münkeru’l-hadîs” tabirini kullanmıştır ki, bunun anlamı söz konusu râviden hadis nakletmek caiz değildir. Ebû Zür‘a, Nesaî, Dârakutnî, İbn Adiy, Hâkim ve daha bir çok muhaddis mezkûr râvinin rivayetlerinin ittifakla terk edildiğini (metrûk olduğunu) söylemişlerdir.4
4) Mu‘ân b. Rifâ‘a es-Selâmî ed-Dımaşkî (ö.157/774), İbn Mâce’nin ricalindendir. İbnu’l-Medînî ve Ebû Dâvûd’a göre makbûl bir râvidir. Ebû Hâtim’e göre hadisleri yazılabilir ama ihticac edilemez. İbn Maîn’e göre zayıf bir râvidir. Cûzecânî’ye göre hüccet değildir. Ya‘kub el-Fesevî’ye göre leyyin (gevşek) bir râvidir. İbn Hibbân’a göre münkeru’l-hadîstir, münker rivayetleri çoktur. İbn Adiy’ye göre ise naklettiği rivayetlerin umumuna mütâbaat yoktur.5
Hadis otoritelerinin râviler hakkında beyan ettikleri bu ifadelere göre Sa‘lebe hadisi, isnat yönünden son derece zayıf, illetli ve münker bir rivayettir. Özellikle üçüncü râvi Ali b. Yezîd, içlerinde en şiddetli tenkit edilen ve rivayetleri ittifakla terk edilen bir şahıstır. Buhârî, “münkeru’l-hadîs” tabiriyle cerh ettiği bu tür râvilerden hadis nakletmenin caiz olmadığını söylemiştir. Ebû Hâtim ile Yahyâ b. Maîn de Ali b. Yezîd’in rivayetlerinin tamamının illetli olduğunu ve bilhassa Kasım’dan naklettiği haberlerin münker olduğunu belirtmiştir. İbn Hibbân ise şu uyarıda bulunmuştur: “Ali b. Yezîd’in rivayetlerini alırken ciddî bir ayıklama yapmak gerekir. Çünkü o genellikle muasırı Kasım’dan nakilde bulunur. Kendisinden nakledenlerin ekserisi de tenkit edilen kimselerdir. Öyle ki, bu şahsın bulunduğu isnatta sadece kendisi cerh edilmekle kalmıyor, bazen iki yahut üç mecrûh râvi bulunuyor. Hâl böyle olunca bazen illetin hangisinden kaynaklandığını tespit etmek zorlaşıyor... Mu‘ân b. Rifâa da mecrûh bir râvidir; mürselleri merfû yapar; meçhûl kimselerden münker şeyleri nakleder. Eğer rivayetlerinde maklûb, münker ve akl-ı selime zıt hususlar ağırlıkta ise derhal terk edilmelidir.”6
Hadis Münekkitlerinin Rivayeti Değerlendirmeleri
Sa‘lebe hadisinin sıhhat yönü hakkında âlimlerin ifade ettikleri görüş ve değerlendirmeler şöyledir:
İbn Hazm, Sa‘lebe hadisinin Mu‘ân b. Rifâa, Ali b. Yezîd ve Kasım gibi zayıf râviler kanalıyla nakledilen asılsız ve bâtıl bir rivayet olduğunu; ayrıca nüzûl sebebi yönünden de Tevbe Sûresi 75-77 âyetlerinin münafıklar hakkında genel olduğunu, dolayısıyla bunun Sa‘lebe ile bir ilgisinin bulunmadığını kaydeder.7
Sa‘lebe b. Hâtıb’ın Biyografisi
Beyhakî, Şuabu’l-Îmân adlı eserinde Sa‘lebe’nin münafıklardan olduğu ve bu münasebetle zekâtının kabul edilmediği kanaatindedir.8 Delâilu’n-Nübüvve’de ise bu hadisin tefsir ehli arasında (müfessirler mâbeyninde) meşhur olduğunu ancak zayıf isnatla mevsûl olarak rivayet edildiğini belirtir.9
İbn Abdulber, ed-Dürer’de Sa‘lebe b. Hâtıb’ın zekât vermekten imtina etmesi sebebiyle hakkında Tevbe Sûresi, 9/75 âyetinin indiğini ancak bu âyetteki münafık nitelemesinin Bedir’e iştirak eden bir sahabi hakkında vârid olan haberlere zıt düştüğünü, dolayısıyla onun hakkında inmiş olabileceğine ihtimal vermediğini ifade eder.10
İbnu’l-Esîr, Sa‘lebe kıssasının sahih olmadığını yahut Bedir’e katılan Sa‘lebe hakkında şâibeli olduğunu belirtir.11
Kurtubî, Tefsîr’inde ilgili âyetin Sa‘lebe b. Hâtıb hakkında indiğine dair nakledilen rivayetin yaygın olduğunu, ancak bunu Bedir ehlinden bir sahabi için pek tutarlı bulmadığını söyler.12
Zehebî, Sa‘lebe hadisinin münker olduğuna temas eder.13
Irâkî ve Heysemî, Taberânî’nin naklettiği Sa‘lebe hadisinin Ali b. Yezîd adında metrûk bir râvi sebebiyle zayıf olduğuna dikkat çekmişlerdir.14
1 İbn Cerîr et-Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 189–190; Süleyman b. Ahmed et-Taberânî, el-Mu‘cemu’l-kebîr, Beyrut 1405, VIII, 219; Abdulbâkî b. Kâni‘, Mu’cemu’s-sahâbe (nşr. Salâh Sâlim), Medine 1418/1988, I, 124; Ali b. Ahmed el-Vâhidî, Esbâbu’n-nuzûl, Beyrut 1408/1988, s.213–215; İbn Abdilber el-Kurtubî, el-İstî‘âb fî ma‘rifeti’l-ashâb, Beyrut 1412/1992, I, 210; Beyhakî, Şu‘abu’l-îmân (nşr. M. Sa‘îd Besyûnî), Beyrut 1410, IV, 79-80; a.mlf., Delâilu’n-nubuvve (nşr. Abdulmu‘tî Kal‘acî), Beyrut 1405, V, 289–292.
3 İbn Hibbân el-Büstî, Kitâbu’l-Mecrûhîn, Halep 1396, II, 212; III, 27; Abdullah İbn Adiy, el-Kâmil fi du‘afâi’r-ricâl, Beyrut 1409/1988, VI, 36; Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Mîzânü’l-i‘tidâl fî nakdi’r-ricâl, Beyrut, ts., III, 373; İbn Hacer, Lisânü’l-Mîzân, Beyrut 1406/1986, IV, 462.
4 Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, Beyrut, ts., VI, 301; İbn Ebû Hâtim er-Râzî, Kitâbü’l-Cerh ve’t- ta‘dîl, Beyrut 1371/1952, VI, 209; İbn Hibbân, Mecrûhîn, II, 110; İbn Adiy, Kâmil, V, 178; Ebû Ca´fer Muhammed el-’Ukaylî, Kitâbü’d-Du‘afâi’l-kebîr, Beyrut, ts., III, 254; Zehebî, Mîzân, III, 161; İbn Hacer, Tehzîb, IV, 249.
5 İbn Ebû Hâtim, Cerh, VIII, 422; İbn Hibbân, Mecrûhîn, III, 36; İbn Adiy, Kâmil, VI, 328; ‘Ukaylî, Du‘afâ, IV, 256; Zehebî, Mîzân, IV, 134; İbn Hacer, Tehzîb, V, 474–475.
10 İbn Abdülber, ed-Dürer fi’htisâri’l-megāzî ve’s-siyer (nşr. Mustafa el-Bugā), Beyrut 1404, I, 119.
14 Zeynüddin el-Irâkī, el-Mugnî an hamli’l-esfâr (İhyâ ile birlikte), Beyrut, ts., III, 257; Ali b. Ebû Bekir el-Heysemî, Mecmau’z-zevâid ve menbeu’l-fevâid, Beyrut, ts., VII, 32.