Her şeyin Verasında Âhiret Saadeti
Mümin, önünde katetmesi lâzım gelen iç-içe mesafelerle bir garip yolun yolcusudur ki, düşer-kalkar ama, sağa sola inhiraf etmeden yoluna devam eder. Hiçbir şey onun ayağına kement olamaz.
İnsan için en büyük mesele, Allah’ın (c.c.) rıza ve hoşnutluğunu kazanması, sonra cemâlullahı seyri kendisine gayeler gayesi olarak seçmesi ve sonra hayat boyu onun arkasından koşması olmalıdır. O, daima insanın önünde bir tâk gibi durmalı ve vicdanlar hayatın her saniyesinde bu yüce tâk’ın altından geçiyor olduklarını duymalıdırlar. Bu kutlu yolda, talihine tebessüm ederek hep ilerilere, ilerilerin ilerisine koşarken, Mevlâ’nın kendisine verdiği bütün imkânları bu yolda seferber etmekten geri durmayacak ve karşısına çıkan her engeli aşmasını bilecek Yüce Yaratıcı’nın hoşnutluğu kuşağına yükselecektir.
Rehberimiz, muktedâ-yı kül Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselam)’ın inciden mercandan daha kıymetli sözleri bizlere bunları anlatmıyor mu?
Mü’min hep hayret ve hayranlıklar gökkuşağında yaşar ve “Onun bütün işleri, hayırdır. Bu ancak mü’min içindir. Başka hiç kimse için değildir. Belâ ve musibet isabet ederse sabreder onun için hayırlı olur. Bolluk isabet ederse şükreder yine onun için hayırlı olur.”
Mü’min, önünde katetmesi lâzım gelen iç-içe mesafelerle bir garip yolun yolcusudur ki, düşer-kalkar ama, sağa sola inhiraf etmeden yoluna devam eder. Hiçbir şey onun ayağına kement olamaz. İki cihan güneşinin ifadelerinde olduğu gibi, “Dünya ile benim ne alâkam var! Ben ancak bir ağaç altında biraz gölgelenen bir yolcuya benzerim. O yolcu gölgelenir sonra çeker gider...”
Evet bu, istikbalde batmanlarla bala kavuşmak için, muvakkaten kendisine takdim edilen bir kaşık bala iltifat etmeme, ebediyen gülmek için muvakkaten gülmeyi bir kenara bırakma gibi bir şeydir ki, eğer bir gün cihan gelip, onun ayağına kapansa aldanmayacak ve dakikasında “Allah’ım bana seni gerek seni!” diyecektir. Yer yer dünyada, mazhar olduğu nimetler karşısında “acaba her şeyi burada tüketip ahirette eli boş mu kalacağım diye” inim inim inleyecektir.
O şanlı sahâbi Habbab b. Eret (r.a) hayatının son anlarında karnından rahatsızlanır. Zaman zaman tedavi maksadıyla karnını dağlar. Bir gün hıçkıra hıçkıra ağlar ve yanındakiler sorarlar:
“Ey Allah Resûlü’nün arkadaşı niçin ağlıyorsun? Yoksa dağlama canınızı mı yaktı?”
“Yok!” der, “Ben ona ağlamıyorum. Kardeşim Mus’ab’ı hatırladım. Mekke’nin en gözde delikanlısıydı. Ahirette Allah’ın cemâlini görebilmek için sahip olduğu her şeyi terk etti ve her şeyi aştı. Hatta, Uhud’da şehit olunca saracak kefen bulunamamıştı. O benim kahraman arkadaşım dünya nimetlerinden istifade etmeden göçüp gitmişti. Biz ise İslâm’ın ikbalini gördük, Allah’ın nimetleriyle serfiraz olduk. Acaba âhirete bir şey kalmadı mı diye düşündüm. Ve işte ben buna ağlıyorum” diyordu. Galiba, Seyyidina Hz. Habbab, bizim duymamız gereken endişeyi bizim adımıza duyup yaşıyordu. Yoksa dünyanın kiri pası onların eteklerine bulaşamadı.
İsterseniz gelin, dertli insanın derdini dile getiren Kur’ân-ı Mucizu’l-Beyân’ı beraber tilâvet edelim. Ve ayetlerin temsil ettikleri hakikatleri görüp yaşamağa çalışalım.
İşte iffet âbidesi, ismet kahramanı Hz. Yusuf! Zindanda kalır. Kendisine zulmeden kimseler Allah’ın inâyetiyle, “aman gel şu devletin mâlî ve iktisadi durumunu düzelt” derler. Hz. Yusuf onlara evvela suçlarını itiraf ettirir. Sonra Mısır’a vezir olur. Senelerce baba ve ana hasretiyle yanan bu Şânı Yüce Nebi bütün ailesini Mısır’a getirtir ve artık ıstırap ve çile bitmiştir. Dünya kendisine tebessüm etmeye başlamıştır. Ve işte böyle, tam mazhariyetlerin doruğunda iken;
تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ
“Beni Müslüman olarak öldür ve salihlere ilhak buyur” diyerek, bütün güzelliklerin kaynağı ve menbaı âhiret yurdunu ihtiyar eder. Cemâlullah’ı ister ve bizlere evvel ve âhir neye talip olmamız gerektiği hususunda ders verir. İnsanın zirvede söylemesi lazım gelen şeyi söyler.
Hitâm-ı misk olsun diye arzedeyim: İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir zamanlar çıkarıldığı kendi beldesine fâtih olarak girmişti ve Mekke’yi erâciften, Kâbe’yi de putlardan temizlemişti. Senelerce karşısında duranların hepsi o gün dize gelmişti.
İkrime dize gelmiş, Ebu Süfyan dize gelmiş ve daha yüzlerce, binlerce insan dize gelmişti. Hem öyle dize gelmişlerdi ki, Hz. Muhammed’in davası için kanlarını akıtacakları günü iple çekiyorlar. Bu itibarla ümmeti olmakla iftihar ettiğimiz Zât, sadece Mekke’yi fethetmemiş, aynı zamanda gönüllere taht kurmuştu. Ve işte tam zirveyi tuttuğu bu dönemde O, bir gün “Kul Allah’la insanlar arasında muhayyer bırakıldı. O kurb-u ilahiyi seçti” diyecektir ve orada hazır olan Seyyidina Hz. Ebu Bekir hıçkırıklarını tutamayıp ağlayacaktır. Zira O, bu sözle Peygamberin aralarından ayrılacağını anlamış ve yüreğinden vurulmuştur. Vazife tamam; vazifeli dorukta, terhis ufukta demektir.