Hak Dinden Uzaklaşınca Ne Olur?





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 04/10/2020
Clap

Objektif davranma düşüncesiyle hiçbir baba, “Çocuğum her şeyi denesin, kararını kendisi versin. Uyuşturucuları da denesin, o konudaki kararını tarafsız versin.” demez ve dememelidir.

 

Allah Teâlâ, yarattığı her çocuğun kalbine, yaratıcısına inanma duygusunu yerleştirmiştir. Her insan Allah’a inanmaya ve dindarca bir hayat yaşamaya meyilli olarak dünyaya gelir. Çocuk, yaratıcısını bir ispata ihtiyaç duymaksızın, bir bedahet olarak kabul eder. Bu hakikati beyan etmek üzere Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Hakîm’de şöyle buyurur: “O hâlde sen, bâtıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm’a yönelt! Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et! Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler.” (Rum sûresi, 30/30)

Bu âyet-i kerîme beşer nefsinin fıtratıyla İslâm dininin mahiyetini birbiriyle sıkı bir şekilde irtibatlandırmaktadır. Bunların her ikisi de Allah’ın eseridir. Her ikisi de varlığın kanunu ile tam uyum içindedir. Gerek insan fıtratı, gerek din, mahiyetinde olduğu gibi, gidişatında da diğeri ile tamuyum içindedir. İnsanın kalbini yaratan, onu kendi hâline bırakmamış, inanç, düşünce ve davranışlarında rotasını çizmesi için, kendisine bu dini göndermiştir.

Hastalandığında tedavisini sağlayacak ve kendisini her türlü sapmadan koruyacak özellikleri de bu dine vermiştir. Zira yarattığı mahlûku, her yönü ile mükemmel tarzda bilen, ancak Allah’tır.1 Fıtrattan bir sapma olursa onu düzeltecek olan, fıtratıyla uyum hâlinde olan bu dindir.2

Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bu âyeti bir yönden tefsir ve hakikati beyan etmek üzere şöyle buyurur: “Dünyaya gelen her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne ve babası (kendilerine benzeterek) onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir.”3 Bu hadis-i şerîfe göre fıtrat, ilk yaratılışta Allah’ın insan tabiatına bahşettiği Yaratıcı’yı tanıma eğilimidir, ruh temizliğidir. Maksat, onun olumlu kabiliyetlerle dünyaya gönderildiğini bildirmektir. İbn Teymiyye’nin vurguladığı gibi fıtrat “Müslümanlık” mânâsınadır. Zira Hazreti Peygamber’in, mezkûr hadisinde, diğerlerine ilâveten “veya Müslümanlaştırır” dememesinden bu hüküm ortaya çıkmaktadır.4 Bu gerçek, şu hadis-i kudsîde de vurgulanır: “Ben bütün kullarımı hunefa olarak yarattım.”5 Burada “hanif”likten maksat istikamet ve selâmettir.

İnsanlar genellikle beden bakımından olduğu gibi ruhî ve zihnî bakımdan da hissetmeye, algılamaya, doğru biçimde düşünmeye ve inanmaya elverişli olarak dünyaya gelirler. İslâm, Allah’ın insanlığa son mesajı olarak, O’nun varlığını ve birliğini tasdik doğrultusunda, hakka tam teslimiyet dinidir. Bütünüyle, insan ruhu ve sağduyusu ile uyum hâlindedir. Annesinden doğan her çocuk, bu duygu ile gözlerini açar. Çünkü onun ruhunda bu duygu ve bu maya konulmuştur. Dolayısıyla bu fıtratın, bütünüyle etkisiz hâle gelmesi düşünülemez. Olsa olsa üzerine bâtıl bir kılıf geçirilerek bir tarafa itilir ve tesiri azalır, üzeri küllenir; fakat tamamen yok olmaz. Bu duygu, dehşetli bir durumda, bir bedahet hâlinde ortaya çıkar. Meselâ gemi ile denizde yol alırken fırtına çıkıp batma tehlikesi sırasında canlanır. “Denizde iken onları dağlar gibi dalgalar kapladığında bütün kalpleriyle yalnız Allah’a yalvarırlar. Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca bir kısmı işi gevşetir, imanla inkâr arasında ortada kalır. Bizim âyetlerimizi gaddar ve nankör olandan başkası inkâr etmez.” (Lokman sûresi, 31/32)6

Fıtratta bu özellik bulunmakla beraber, onun insanı zorlayıcı bir tesiri yoktur. İnsan, yaratılıştan gelen bir duygu ile Allah’ın varlığını ve birliğini benimser, iyiliğe, fazilete ve hayra meyleder. Fakat iyi bir terbiye almazsa, zararlı ortamlarda yetişirse kötülüklerden de etkilenir.

Hayır! Gerçek öyle değil! Onların yapageldikleri kötü işler, gitgide kalplerini paslandırdı.” (Mutaffifin sûresi, 83/14) ilâhî beyanı, kötülükleri işlemeyi hayat düzeni hâline getirmenin fıtratı değiştireceğini bildirmektedir. Bu âyeti açıklama sadedinde Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kul bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tevbe edip vazgeçer, af dilerse kalbi yine parlar. Ama döner tekrar yaparsa o leke büyür, nihayet bütün kalbini kaplar. İşte Kur’ân’da Yüce Allah’ın ‘Yapageldikleri kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.’ âyetinde bildirdiği pas budur.”7 Şu hâlde Allah’ın temiz yarattığı fıtrat değişmez değildir. Onu aslına uygun tarzda devam ettirmek için gerekli ihtimam, dikkat ve bakım gerekmektedir. Onun için, İslâm ahlâk bilginleri dinî ve ahlâkî kurtuluş için fıtratın tek başına yeterli olmadığını, hak dine, peygambere ve insanın aklını ve iradesini terbiye etmeye ihtiyaç bulunduğunu belirtmişlerdir.8 Bundan ötürüdür ki fıtratı koruyacak ve geliştirecek olan dindir. Din fıtratı değiştirmez, fıtrattaki saf ve temiz yapıyı geliştirir. Din de sadece fıtrattan kaynaklanmaz. İnsanı aşan bir vahiy olarak Allah tarafından gelip insan hayatına yön verir. Böylece din ile fıtrat birbirini tamamlamış olur.

Dinin insanlığın en temel, başta gelen ihtiyaçlardan olduğunu, beşer tarihinde birçok devirde ve birçok ülkede görmek mümkündür. İçinde yaşadığımız zamana en yakın olarak yirminci asırda dünyanın iki süper gücünden biri olan Sovyetler Birliği dinsizliği rejim hâline getirmek istedi ve insanları dinden uzaklaştırmaya çalıştı. “Ateizm” dersini okullarda mecburi ders olarak okuttu. Fakat bu fazla devam etmedi. Beşer fıtratına aykırı olan bu ideoloji ve bu sistem, bütün dünyanın gözleri önünde, sultası altındaki yirmi kadar ülkede çöküp gitti. Onun eski nüfuz alanlarında insanlar bariz bir şekilde dinî inançlarına yöneldiler.

İnsandaki bu din duygusu kendisini hissettirir. Ama bu duygu kendiliğinden doğru mecrayı bulamaz. Onun içindir ki Allah’ın, değişmeyen hak dininin ölçülerine göre yönlendirmesi lâzımdır.

İnsan hayatın akışı içinde, elverişli ortamı bulamamama, iyi bir eğitimden mahrum kalma gibi sebeplerle yanlış yollara girebilir. Kabiliyetlerini, duygularını oralarda harcayabilir. Diyelim ki din duygusunu görenekle tevarüs ettiği bir inanç sistemi ile tatmin etme alışkanlığını devam ettirebilir. Fakat reşit olduktan sonra hakikati araştırmak, taklitten kurtulup tahkike yönelmek adına din konusunda meydanda olan, insanlığın elindeki kutsal kitapları ve tebliğleri inceleyip, Allah’ın verdiği aklı kullanarak bir değerlendirme yapması gerekir. Ezcümle, Kur’ân bu konuda önemli prensipler bildirir:

Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalp gibi azaların hepsi sorguya çekilecektir.” (İsra sûresi, 17/36) Şu hâlde insan daima hakikat peşinde, gerçek bilgi peşinde olacaktır. Tam bilgi edinmediği takdirde sorumlu olacaktır. “De ki: İddianızda tutarlı iseniz, delilinizi ortaya koyun!” (Bakara sûresi, 2/111) “Onlara: ‘Gelin, Allah’ın indirdiği buyruklara tâbi olun!’ denildiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı hangi inanç üzerinde bulduysak ona uyarız.’ derler. Babaları akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış olsalar da mı onlara uyacaklar?” (Bakara sûresi, 2/170) İnsan doğru düşünme yollarını gösteren bu metotları kullanarak inanma duygusunu gerçek ve en verimli mecrasına kanalize etmelidir.

İnsan yaratılışındaki inanma, sevgi, korku, şefkat, inat, şiddet gibi duyguları ortadan kaldırmak mümkün değildir. Ayrıca bunları giderme, gerekli ve faydalı da değildir. Bilâkis yapılması gereken iş, onların mecralarını değiştirmek, faydalı yönlere kanalize ederek o enerjilerden istifade etmektir.9

Hakikati ortaya koyma iddiasında olan çeşitli ideolojiler, felsefeler, dinî inançlar vardır. Allah insanı mükerrem, şerefli,10 hatta eşref-i mahlûkat11 olarak yaratmıştır. Onun içindir ki insan, hakikati aramaktadır. Bu arayışta bâtıl, istemediği hâlde kucağına düşüp, gerçek gibi görünebilir. Böyle bir durumda olan insana şefkatle yaklaşıp onu makul düşünmeye davet etmek uygun olur. Gerçeği araştırmasında matlup olan ilmî bir metot uygulaması gereklidir. İmam Gazzâlî’nin el-Munkizu mine’d-Dalâl eseri bu hususta pek güzel bir rehberdir. Yapılması gerekenleri o şöyle özetler:

  • Önce kesin bilgilere ulaşıp onlardan, o aksiyomlardan hareket etmek Meselâ 10 sayısının 3 sayısından daha büyük olduğunu bilirsem, birisi çıkıp “Hayır! 3 daha büyüktür. Delilim de şu taşı altına çevirmemdir.” dese ve gözlerimin önünde bunu yapsa bile, bu benim kesin bilgimi değiştiremez. Taklidi bırakıp, tahkike yönelme. Gerçekleri kişilerle tanıyıp öğrenme yerine gerçeği bizzat tanımaya çalışma. Gerçeği tanıdıktan sonra onu bilen insanları da bulmak zor değildir.
  • Muayyen bilimlerde uzman olan bir kimsenin uzmanlığı kendi alanında geçerlidir. Yoksa başka sahalarda yanlış yapabilir.
  • Doğru ile yanlış yan yana Yanlış ile beraber bulunması doğruya zarar vermez. Mahir olan tahkik ehli, doğruyu, bâtıllar arasından bulup çıkarmaya çalışır.
  • Matematik, mantık, astronomi, tıp ve diğer tabiat bilimleri, dinî meseleleri ispat veya Din de o bilimlerin delillere dayanan verilerini reddetmez. Fakat bu hususta iki zarar ihtimali vardır. Bazı kimseler bu bilimlerdeki uzmanların, dinî konulardaki görüşlerinin de geçerli olduğunu düşünüp: “Şayet din gerçek olsaydı, öylesine bilgin kişiler bunu görmemiş olamazlardı.” diye onların tesiri altında kalmalarıdır. İkincisi: İslâm’ın cahil dostu. Onların dinî inançlarının yanlış olmasına bakarak her türlü görüşlerinin de yanlış olacağını ileri sürerek, kendi uzmanlık alanlarındaki görüşlerini de reddeder. Bu konularda onların maharetini bilenler, İslâm adına onların toptan reddedilmeleri karşısında, onun cehalete ve kesin ilmî verileri inkâra bina edildiğini düşünerek dinden uzaklaşırlar.
  • Hikmet, müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır. Kâfir insanın, bütün davranışları kâfir değildir, küfründen kaynaklanması Kâfirde bazı mümin sıfatlar da bulunabilir.
  • Bâtıl ve yanlış bir görüş iyi bir kimsenin kabulü ile doğru ve makbul bir hâle Doğru bir fikir, güzel bir davranış, inancı yanlış olan bir gayrimüslimde de bulunabilir. İnsana düşen, gerçeği, kişilere bağlı olmaksızın alması, yanlış olanı ise, kimden gelirse gelsin reddetmesidir.
  • Yeterli özelliklere sahip olan insan, doğru hükme ulaşmak için, bütün vasıtaları kullanmalı, bulamadığı takdirde içtihat etmelidir.
  • Herhangi bir konuda, son derece geniş bir inceleme yapmadan kesin hüküm O şöyle diyor: “Herhangi bir ilmi, o ilimde en iyi uzman kişi seviyesine ulaşıp onu geçecek derecede bilmeyen kimse, o sahadaki aksak taraflara vâkıf olamaz.12

Gerçeği araştırmada insanı bekleyen büyük tehlikelerden biri de şudur: “Görüşleri objektif, tarafsız inceleyeyim. Bütün iddiaları eşit seviyede tutayım. Gerçeğin ne tarafta olduğuna sonra karar vereyim.” Oysa bu tutum her zaman isabetli değildir. Gerçekten bu noktada insan, tarafsızlık aşkına şeytana aldanabilir. Oysa hakla bâtıl konusunda tamamen tarafsız olmak makul olmaz. Meselâ kâinat vardır ve bunda kudret, ilim, sanat, hikmet, irade her taraftan tezahür etmektedir. Bunlar da bu nizamın bir Yaratıcı’sı olmasını gerektirir. Şimdi en basit bir masanın, bir saatin bile ustasız olamayacağını hayat boyunca tecrübe edip bilirken, bunlar hakkında ustanın varlığı ile yokluğunu eşit durumda düşünmezken, ondan yüzlerce defa daha harika olan kâinat nizamını incelemede, tarafsız muhakeme adına, Yaratıcı’nın varlığı ile yokluğunu müsavi saymak, asla makul olamaz. Şu hâlde, bütün tecrübe ve gözlemlerimiz Yaratıcı’nın varlığı yönünde olduğundan, bu yönde yeni bir delil bulursak, onlar da öbür delillere eklenmelidir. Yokluk tarafına delil ortaya çıkarsa, ancak o durumda o delil bir tarafa kaydedilebilir. Bu da pek vârit değildir.

Keza Kur’ân muazzam bir eserdir. Kâinatın Yaratıcısı’na lâyık bir açıklamadır. On dört asırlık tecrübe de bunu göstermiştir. Milyonlarca âlim onun hak ve hakikati gösterdiğini tespit etmiştir. Ona uyanlar mânen ve maddeten yükselmişlerdir. Böyle olunca ve bizim ferdî gözlem ve değerlendirmemiz de bu genel kanaate uyuyorsa, bu taraf ağır basmalıdır. Gerekçesi olmaksızın, olumsuz tarafı tutmak menfîliktir, münkirliktir.

Faraza ona lâyık olmayan yönler bulunursa, ancak o takdirde, bu delil değerlendirmeye alınabilir. Yoksa, gerekçesi olmaksızın, Allah’ın sözü olup olmaması konusunda, iki tarafı eşit tutma adına, Kur’ân’ı yere indirip ortada bırakma, makul olamaz. Böyle yapınca, göğe lâyık olan ve gökte bulunan yıldızı yere indirdikten sonra, bütün deliller kuvvetinde bir tek kuvvet lâzımdır ki onu semaya yerleştirebilsin. Bu da âdeta imkânsız bir şeydir. Objektif davranma düşüncesiyle hiçbir baba, “Çocuğum her şeyi denesin, kararını kendisi versin. Uyuşturucuları da denesin, o konudaki kararını tarafsız versin.” demez ve dememelidir. Çünkü buna müptelâ olanın artık dönüşü kolay değildir. İnsan böylesi yanlışlardan çıkmakta zorlanabilir ve gerçeğe ulaşması güçleşir. Böylesi konularda ortak aklın ve tarihi tecrübelerin birikimini değerlendirmek akla en uygun yoldur.13

Aksi hâlde insan, hakikat çok yakınında iken, âdeta cebinde iken, onu uzaklarda arayan ve bulamayan biri durumuna düşer. Bazen gerçek dinin yaygın olduğu bir ortamda yetişmesi sebebiyle “onu nasılsa biliyorum” zannıyla aldanabilir. Bazen biraz bilmiş olabilir, ama şahsî yaşayışında hiç tecrübe etmediğinden onun içeriğini tatmaması sebebiyle ondan uzak kalmış olabilir. Böyle olunca yabancı diyarlardan gelen bir fikir veya bir inanç ona cazip gelebilir. Çünkü insanların birçoğu yeni ve alışılmamış olana ilgi duyar. Yahova şahitleri, Satanizm, reenkarnasyon, Moon tarikatı, scientology, yoga gibi inançlar bunlar arasındadır. Bunlar bizim insanımızın aklını tatmin etmekten ve duyularını doyurmaktan uzak inanç şekilleridir. Fakat geçici olarak onlara takılanlar bulunmaktadır. Bunlara takılanların çoğu, daha sonra devam etmeseler bile, büyük kayıplara uğramış, yıpranmış ve ne yapacağını şaşırmış olarak çıkmaz sokaklarda başı dönmüş bir hâle düşmektedir.

Bununla beraber İslâmiyet’in gerektiği tarzda öğretilmesi, lâyıkı veçhile din eğitiminin verilmesi konusunu ciddî olarak ifade eden entelektüel kesim fazla değildir. Kur’ân’ın ve Hazreti Peygamber’in değerini lâzım geldiği gibi anlamayanlar, şunu iyice bilmelidirler: Müslüman, diğer din mensuplarından farklıdır. Diğer dinlere sahip olan bir insan, bir başka dine geçebilir. Başka bir Peygamberin rehberliğine girebilir. Peygamberi kabul etmezse de birtakım erdemlere sahip olabilir, güzel ahlâkını devam ettirebilir. Fakat bir Müslüman yalnız dinî inanç ve ibadetleri Hazreti Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve sellem)öğrenmekle kalmaz, hayatına yön veren bütün değerleri de ondan öğrenir. Anne babaya itaat edip onlara sahip çıkmayı, kul hakkına saygı duymayı, büyüklere saygı küçüklere sevgiyi, vatanını, bayrağını sevmeyi, Yaratan’dan ötürü yaratıklara şefkat göstermeyi, değil insanların hayvanların bile hakkını gözetmeyi, devlete ve topluma karşı görevlerini, bunu yerine getirmek için vakıflar kurmayı, sadaka-yı cariye olarak okul, hastane, yol, aşevi vb. hayırlar yapmayı, muhtaçların ihtiyaçlarını gidermeyi, dişlerini temizleyip tırnaklarını kesmeye kadar her türlü faydalı işi de Peygamberinden öğrenmiştir. Onun rehberliğini terkederse, öteki din mensupları gibi sadece din önderini bırakma durumuna düşmez, Peygamberinden öğrendiği bütün güzel hasletleri de bırakmaya mecbur kalır. Çünkü bu güzel hasletler, yaptırım gücünü kaybeder. Bunları üzerinde tutan zemin göçmüş olur…

 

Dipnotlar

1 Mülk sûresi, 67/14.

2 Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, bu âyetin tefsirinde.

3 Buhârî, cenâiz 79 ve 80; Müslim, kader 22-25.

4 Hökelekli, Hayati, DİA (Diyanet İslâm Ansiklopedisi), Fıtrat md. 13/48’de onun Der’u Tearudi’l-Akli ve’n-Nakl eserinden (8/444) naklen.

5 Müslim, cennet 63; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 4/162.

6 Bu mânâ için ayrıca bkz.: Yunus sûresi, 10/22; İsra sûresi, 17/67; Ankebut sûresi, 29/65.

7 Tirmizi, tefsir; İbn Mâce, hadis no. 4344; Muvatta’, kelâm 18; Tefsiru’n-Nesâî, bu âyetin tefsirinde (Diğer kaynaklar için bkz.: Yıldırım, Suat, Peygamberimiz’in Kur’ân’ı Tefsiri, İstanbul, 2006, 2/380.

8 Hökelekli, Hayati, İslâm’da İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, İstanbul, 1997, Fıtrat md.

9 Bkz.: Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s.31-32.

10 İsra sûresi, 17/70.

11 Tin sûresi, 95/4.

12 el-Gazzâlî, el-Munkizu mine’d-Dalâl, Nşr. Semih Dağim, Beyrut, 1993, s.69-74. (Eser Ahmed Subhi Furat tarafından “Dalâletten Hidayete”(İst.1972) ve Ali Kaya tarafından “Hakikate Giden Yol” (İst. 2004) adı ile Türkçeye çevrilmiştir.

13 Yıldırım, Suat, “Bedizzaman’ın Kur’ân’ın İ’cazını İspatta Orijinal Bir Metodu”, Yeni Ümit, 7 (26), Ekim 1994. Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s.351-358 (26. Mektup, 1. Mebhas).

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 04/10/2020