FÜTÜVVET, (Çağlayan Dergisi, Mart 2020)
Tamamen başkaları için yaşama anlayışına kilitlenme ve her türlü ezâyı, cefâyı ‘of’ demeden sineye çekmenin bir unvanı olan fütüvveti, hüsn-ü hulukun derin bir buudu ve mürüvvetin ayrı bir televvünü saymak da mümkündür.
Fütüvvetin kelime ve örfî manasının enginlikleri
Gençlik ve yiğitlik sözcükleriyle karşılamaya çalıştığımız fütüvvet, örfî mânâsı itibarıyla,[1] kerem,[2] sehâ,[3] iffet,[4] emanet,[5] vefâ,[6] şefkat, ilim, tevâzu ve takvâ gibi gerçekleri özünde toplayan bir mânâlar ve dinamikler halîtası ve hak yolcusunun uğradığı makamlardan bir makam,[7] fakr u fenâdan bir renk, velâyetten de bir sestir.[8]
Fütüvvetin temelleri
Tamamen başkaları için yaşama anlayışına kilitlenme ve her türlü ezâyı, cefâyı ‘of’ demeden sineye çekmenin bir unvanı olan fütüvveti, hüsn-ü hulukun[9] derin bir buudu ve mürüvvetin ayrı bir televvünü saymak da mümkündür.[10]
Kur’ân’da Feta ve Fütüvvetin temsilcileri
Delikanlı mânâsına gelen “fetâ”dan türetilmiş “fütüvvet”, bazılarınca, her türlü fenalığa baş kaldırmanın remzi ve ihlâslı ubûdiyetin de unvanı sayılmıştır ki,
إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ آمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى* وَرَبَطْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمَوَاتِ وَاْلأَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ مِنْ دُونِهِ إِلَهًا لَقَدْ قُلْنَا إِذًا شَطَطًا
“Gerçekten onlar Rabbilerine inanmış yiğitlerdir; biz de onların hidayetlerini artırdık ve kalblerini imanî irtibatla metânetleştirdik; metânetleştirdik de o zaman baş kaldırıp: ‘Bizim Rabbimiz bütün semâvat ve arzın da Rabbidir.’ dediler. ‘Biz asla O’ndan başkasına ilâh diyemeyiz. Dersek, o zaman hadden efzun bir yalan söylemiş oluruz.’” (Kehf sûresi, 13-14) âyeti bunun beliğ bir tercümanı ve gürül gürül bir beyânıdır.[11]
يُقَالُ لَهُ إِبْراهِيمُ سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ
“Putları diline dolayan, İbrahim dedikleri bir yiğit işittik.” (Enbiya sûresi, 60) fermanı ise, himmeti insanlık, tek başına bir millet sayılan ve ferdiyet üstü bir şahsiyete sahip gerçek bir fütüvvet erinin güç, tesir ve içinde bulunduğu toplum nezdindeki mânâsını ifade etmektedir.[12]
وَدَخَلَ مَعَهُ السِّجْنَ فَتَيَانِ “Onunla beraber iki genç de zindana girmişti.” (Yusuf sûresi, 36) veya وَقَالَ لِفِتْيَانِهِ اجْعَلُوا بِضَاعَتَهُمْ فِي رِحَالِهِمْ “Yûsuf gençlere: ‘Onların erzak bedellerini yüklerinin içine koyun!’ dedi.” (Yusuf sûresi, 60) gibi yerlerde ise, yiğitlik söz konusu değil, düz bir delikanlılıktan, hatta ayarı düşük bir gençlikten, daha doğrusu emir kulu hizmetçilerden bahsedilmektedir.
Dünden bugüne Fütüvvetin tarif ve ele alınış keyfiyeti
Işık Çağı’ndan bu yana birçok kimse fütüvvete dair bir hayli söz söylemiştir: Kimilerine göre o, fakiri hor görmeme, ganînin ağına düşmeme.. kimilerine göre herkese karşı insaflı olup ama kimseden insaf beklememe.. kimilerine göre ömür boyu nefsinin amansız düşmanı olarak yaşama.. kimilerine göre hem bu dünyada hem de öteki âlemde; “milletî! milletî!” veya “ümmetî! ümmetî!” mülâhazalarıyla yakarışa geçip kendini unutma ölçüsünde arkasında gidenleri düşünme..[13] kimilerine göre, “Mâbûd-u bi’l-hakk”a yönelmeye mâni bütün putları kırıp, her çeşit bâtıla karşı kıyam etme.. kimilerine göre de, nefsi adına her türlü kötülüğü sineye çekip, Allah’a ait hakların söz konusu olduğu yerde de arslanlar gibi kükreme.. kimilerine göre en küçük şahsî kusurları karşısında dahi ömür boyu inleyip durmasına karşılık, başkalarının en büyük günahlarını görmezlikten gelme; hatta başkalarına velâyet mertebelerinde yer ararken, kendisine sıradan kulluğu bile fazla bulma.. kendinden uzaklaşana yaklaşma yolları arama; eziyet edene ikramda bulunma.. hizmette ön sıralarda, ücret almada gerilerin gerisinde kalabilme gibi vasıflardan ibarettir.
Fütüvvetin ana esasları ve bir Fütüvvet kahramanı; Hz Ali (ra)
Bu arada, bütün bu vasıfları dört ana esasa ircâ edenler de olmuştur ki, o da; Hz. Haydar-ı Kerrar’ın beyânı vechiyle:
- Güçlü olduğu yerde affetme,
- Hiddet ü şiddet anında hilm ü silmle muamelede bulunma,
- Düşmanları hakkında bile hayırhahlıktan geri kalmama,
- İhtiyaç içinde kıvrandığı durumlarda bile “îsâr” ruhuyla hareket edip başkalarını düşünme.. şeklinde hulâsa edilebilir. Aslında, Hz. İmam’ın hayatı da âdetâ bu esaslarla örülmüş bir dantelâ gibidir: Evet o, İbn Mülcem hakkındaki muamelesinden,[14] muharebede yere yıktığı düşmanını affetmesine[15], sahabeden kendisiyle harbetmiş bir hasmının öldürülmesi karşısında duyduğu teessürden,[16] ömrünü îsâr esaslarına göre yaşadığından dolayı bir kış günü yazlık elbise içinde tir tir titremesine[17] kadar her hâliyle fütüvvetin temsilcisi kahraman bir fetâ idi.. ve
لاَ فَتَى إِلاَّ عَلِىٌّ وَلاَ سَيْفَ إِلاَّ ذُو الْفِقَارِ
“Ali gibi yiğit, Zülfikâr gibi de kılıç bulunmaz.”[18] sözünün tam mâsadakıydı.. O, tertemiz olarak dünyaya gelmiş, nezâhet içinde yiğitçe yaşamış, dünyanın kirlerine bulaşmadan da Allah’a ulaşmıştı ki, bu hâliyle Hz. Mûsâ’nın, fütüvvetle alâkalı sorusuna Cenâb-ı Hak’tan aldığı cevaba tıpatıp uyuyordu. Evet Cenâb-ı Hak, Hz. Kelîm’in fütüvvetle alâkalı suâline: “Nefsini Benden tertemiz aldığın gibi, yine Bana tertemiz iâde etmendir.” şeklinde cevap vermişti.
Fütüvvete giden yol ve emareleri
Tevhid ve İslâm düşüncesini kabule müheyyâ olarak yaratılan ruhun; bütün letâifiyle gerçek tevhide yönelmesi nefsânî ve bedenî hazları aşarak kalbin enginliklerine açılması ve memuriyetinin gereği esbâba tevessülün dışında her şeye karşı kapanması, Hak mülâhazasını sarsacak her türlü duygu ve düşünceye daha baştan tavır alması fütüvvetin en bâriz emâreleri ve insan-ı kâmil olmanın da merdivenleridir. Başta bu aksiyonu göstermeyenin, nefis, hevâ, şeytan, dünyaya meyl ü muhabbet ve nefsânî hazlardan da sıyrılmayanın, fütüvvet gibi bir zirveye ulaşması söz konusu değildir.
Fütüvvet yolu Kafdağı’ndan geçen define,
Bu defineden düz yolda yorulanlara ne!..
رَبَّنَا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمُقْتَدَى وَعَلَى آلِهِ ذَوِي اْلإِحْسَانِ وَالْوَفَاءِ
[1] MANA-YI ÖRFÎ:
Mana-yı örfi, herhangi bir kelime veya cümlenin toplum içinde anlaşılan manasını ifade eder. Genel manada herhangi bir kelime, cümle veya kavramın ilgili olduğu alandaki kullanımına, hakikat ehli arasında bilinen anlaşılan manaya da örfî mana denir. Ama bu örf mahalden mahalle, bir tabakadan başka tabakaya farklılık gösterebilir. Mesela, Arapça’da “yeşil deniz” Türkçe’de ise “mavi deniz” denilmesi bir örftür.
[2] KEREM:
Kerem, keramet, ikram kelimeleri aynı kökten gelir. Kerem, bir insanın iyilikseverliğe kilitlenmesi, düğümlenmesi veya onun tabiatını, başkalarına iyilik yapma duygusunun sarması demektir. (Prizma, 1)
[3] SEHA:
Sehâ; mü’minin, infakı ve başkalarını düşünmeyi önde götürmesi ve kendi mutluluğu içinde, hatta onun da önünde onların mutluluğunu düşünebilmesi, ihsan ise; onun, ihtiyacı olduğu hâlde başkalarını kendine tercih edebilmesidir. (“Îsar”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)
[4] İFFET:
“İffet”; çirkin söz ve fiillerden uzak kalma, hayâ ve edep dairesinde bulunma, doğruluk, dürüstlük ve ahlâkî değerlere bağlılık üzere yaşama demektir. Aslı Arapça olan bu kelime, namuslu, şerefli ve ahlâklı olma halini ifade edecek şekilde dilimize de geçmiştir. Özellikle eski nesir ve nazımlarda, izzet ve haysiyetiyle yaşayan, çalıp çırpmayan, haramlardan sakınan ve namusunu koruma mevzuunda fevkalâde hassas davranan kimseler hakkında “afîf” tabiri kullanılagelmiştir. (İkindi Yağmurları)
[5] EMANET:
1- Allah’ın bahşettiği tüm nimetler: Allah Teâlâ’nın insana bahşettiği ilk ihsanlar birer emanet olduğu gibi, insanın, iradesinin hakkını verip bu ilk mevhibeleri değerlendirmek suretiyle kazandıkları da birer emanettir. Aslında insanın kazandıklarının fâil-i hakikîsi de Allah’tır.
2- İman, İhsan, Marifetullah, Muhabbetullah: Görüldüğü üzere bu perspektiften bakıldığında emanetin çerçevesi çok geniştir. Mesela hayatımız bize bir emanet olduğu gibi, onun üstünde ebedî hayatın nüvesini taşıyan iman, ihsan, mârifetullah, muhabbetullah da önemli birer emanettirler.
3- Kur’ân: Başlarımızın tacı olan Kur’ân-ı Kerim de bize bir emanettir. Onun hem hafızların zihinlerinde hem de mânâ ve muhtevasına sahip çıkılarak korunup muhafaza edilmesi gerekir. Şayet Kur’ân-ı Kerim, mânâ ve muhtevasıyla bilinmiyorsa, onun kadr ü kıymeti de bilinmiyor demektir.
4- Müslümanlık: Hayata taşınması gereken bütün esas ve prensipleriyle Müslümanlık da, başta Allah (celle celâluhu) sonra da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından ümmet-i Muhammed’e bir emanettir. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) Müslümanlığın çerçevesini belirlemiş, neyin ne olduğunu açık seçik ortaya koymuş ve bizlere dünyevî-uhrevî mutlu olma yollarını göstermiştir. Dolayısıyla Resûl-i Ekrem Efendimiz, İslâm’ı, başta sahabe-i kiram efendilerimiz, sonra da arkadan gelen nesillere emanet etmiştir. Daha sonraki asırlarda gelen müceddit, müçtehit, evliya, asfiya ve ebrardan her birisi kendi dönemlerinde dini yaşanır kılma adına bir kısım kapalı noktaları vuzûha kavuşturmuş, içtihat ve istinbatlarıyla İslâm’ın her devirde terütaze yaşanabilirliğini ortaya koymuş, böylece üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmiş, sonra da onu arkadan gelen nesillere emanet etmişlerdir. (Yenilenme Cehdi)
[6] VEFA:
Vefa da, tıpkı sadakat gibi ölçüsü tam bilinemeyen izafî bir tabirdir. Vefa, birine karşı ister baştan verilen, isterse verilip kendisine hatırlatılan şeylere karşı borcunun şuurunda olarak o borcu eda etmek demektir. Bu da, çok defa karşılıklı mukaveleler şeklinde gerçekleşir. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim.” (Bakara sûresi, 2/40) (Kendi İklimimiz)
[7] MAKAM:
Hâl; insanın kendi derinliklerinde ötelerden gelen esintilerle yaşaması ve kalb ufkunda cereyan eden gece-gündüz, sabah-akşam farklılığının duyulup hissedilmesidir. Onu insanın cehd ve gayreti olmadan, insan kalbini saran sevinç-hüzün, kabz-bast şeklinde anlayanlar, bu oluş ve sezişin devam ve istikrarına “makam”, onun zeval bulup gitmesine de “nefsanîlik” demişlerdir... Bu itibarla, “hâl”e, bir ilâhî mevhibe ve gönül yamaçlarının “üns” esintileri, “makam”a da insan irade ve azminin bu nefehâtı soluklayıp benliğine mâl ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz. (“Hal ve Makam”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)
[8] FÜTÜVVET NE DEMEKTİR?
Genç, yiğit ve delikanlı mânâlarına gelen “fetâ” kelimesinden türemiş olan fütüvvet, tepeden tırnağa inançla dopdolu olmanın, herkese karşı güzel ahlâkla muamelede bulunmanın, başkaları için yaşama anlayışına kilitlenmenin, farklılık mülâhazasına girmeden vazifeye sahip çıkmanın, mukaddes değerler uğrunda her türlü fedakârlığa katlanmanın, bir kuluçka sabrıyla, vakt-i merhunu beklemenin çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp sabretmenin, akıl ve mantığı ihmal etmeden, aynı zamanda çağı ve zamanı da hesaba katarak bütün kötülüklere karşı başkaldırmanın ve bütün bunlar neticesinde sinesine çarpan eza ve cefalar karşısında paniklememe ve sarsılmamanın unvanı olagelmiştir. (Mefkûre Yolculuğu)
FÜTÜVVET RUHU NEDİR?
Fütüvvet derken, tepeden tırnağa, alabildiğine genç, dinç, gözü pek ve inançla gerilmiş yiğitleri hatırlarız: Ali’ler, Hamzalar, Alparslanlar, Fatih’ler ve Ulubatlı Hasan’lar gibi yiğitleri... Fütüvvet, tarihi seyri içinde nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, o, has mânâsıyla, Allah’tan başka ilâh tanımamanın; dinî duygu, dinî düşünce ve dinî hayat için her türlü fedakârlığa katlanmanın; batıl inanç, batıl anlayış ve batıl davranışlara karşı baş kaldırmanın; her yerde ve her zaman Hak’la sımsıkı irtibatta bulunup hep O’nu haykırmanın unvanı olagelmiştir. (“Fütüvvet Ruhu”, Yitirilmiş Cennete Doğru)
FÜTÜVVET FUHUNUN TEMSİLCİLERİ:
Fakat böyle düşünmem bir fütüvvet ve kahramanlık ruhunu takdir etmeme de mani değildir. Dünyayı ve dünyevîlikleri elinin tersiyle iten, şahsî haz ve lezzetleri adına hiçbir mülahazası olmayan; o türlü şeyleri rüyasında bile görse kalkıp kendini levm eden insanlar alkışa layıktır. Kendi kendine “Allah Resûlü’nün bayrağının kaç karış, kaç kadem, kaç adım aşağıya düştüğü ama başkalarının bayrağının en yukarılarda dalgalandığı bir dönemde, nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin anılmadığı bir zaman diliminde, sen hâlâ nelerle meşgulsün, ne ile uğraşıyorsun?” deyip maddî-manevî nimetlerden fedakarlıkta bulunan kahramanlar mutlaka takdir edilmelidir. Onlar, kendini davaya adamış, ondan başka sevdası olmayan, oturup kalkıp mefkûresini düşünen ve davasının mecnunu gibi yaşayan özel donanımlı insanlardır. Evet, onların hususi durumu, objektif kural olarak kabul edilemez ve herkese uygulanamaz ama şu da bir gerçektir ki; onlar makbul olan isyan ahlâkının ve fütüvvet ruhunun temsilcileridir. Eğer, isyan ahlâkı tabiri başka mülahazaları da çağrıştırıyorsa, onların halini “iradenin davası” ya da “iradenin hakkını vermek” ifadeleriyle seslendirmek daha doğru olabilir. (İkindi Yağmurları)
[9] HÜSN-Ü HULUK (GÜZEL AHLAK), HALK VE HULUK FARKI:
Huy, tabiat, seciye de diyebileceğimiz huluk; yaratılışın en önemli gayesi, cebr-i halkînin gerçek buudu ve insan iradesinin “halk” hakikati üzerinde ilâhî ahlâk hedefli tasarrufudur. Bu tasarrufu iyi kullanıp, “halk”a huluk urbası giydirebilen kimseye, iyi işler bütünüyle kolaylaşır.
Evet, halk da huluk da aynı kökten gelir ve temel yapıları itibarıyla birbirinden farkı yoktur. Ancak; halk, gözle görülen, dış duygularla idrak edilen suret, hey’et, şekil ve heykel ile alâkalı madde ağırlıklı mânâ olmasına mukabil; huluk, gönül ile idrak olunup, hislerle duyulan ve ruhla temsil edilen bir öz, bir muhteva ve bir mânâdır. Dış yüzü itibarıyla bilinmez bir meçhul olan insan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. İnsanlar ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, huyları ve karakterleri bir gün onları mutlaka ele verir.(“Huluk”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)
Peygamber Efendimiz (as) “Hangi mü’min imanı itibarıyla daha faziletlidir?” sorusuna: أَحْسَنُهُمْ خُلُقًا “Huyu en güzel olandır.” buyuruyor. (İbn Mâce, zühd 31)
[10] İnsanlık veya Mürüvvet
Senin halktan beklediğin muamele, halkın da senden beklediği muameledir.
Başkalarının yardımına koşmak, Allah’ın inayetine sunulmuş en beliğ bir davetiyedir.
Bir tebessümle dahi olsa, kardeşini sevindirmeyi ihmal etmemelisin!
İnsanları sevip, sevdiğini de hissettirmek, aklın yarısıdır… (Ölçü veya Yoldaki Işıklar)
[11] ASHAB-I KEHFİN FÜTÜVVETİ:
Şimdi başa dönelim ve âyeti hep birlikte bir kere daha mütalâa edelim; نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَهُمْ بِالْحَقِّ “Size onların haberlerini gerçek olarak anlatıyor, hikâye ediyoruz.” Onlar Rabbilerine gönülden inanmış bir fütüvvet topluluğudur. Yürekleri ile yiğit, düşünceleriyle yiğit, davranışlarıyla yiğit, vicdanlarıyla yiğit ve bâtıla karşı başkaldırmak üzere metafizik gerilimleri tam bir yiğitler topluluğu.. işte bunlar çok az olmalarına rağmen, dinlerine sahip çıkma adına böyle hidayetten kaynaklı bir hareketi başlatıp niyetlerini engin tutunca Allah da onların hidayetlerine hidayet katar; cehd ve gayretlerine terettüp eden kesbî hidayetlerine, rahmetinin enginliği ile daha derin bir hidayet ilave ederek, onları tam anlamıyla bir fütüvvet topluluğu hâline getirir.. getirir ve وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ fehvâsınca onların kalblerini nezdinden teyitlerle metin kılar ve artık bu insanların davalarında sabitkadem olabilmeleri, niyetlerinin derinliği ölçüsündedir ve hatta bazen apaçık Allah’tan destek almaları bile söz konusudur ki bu da, kalbî itminana önemli bir vesile teşkil eder. (Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar)
[12] KİMİN HİMMETİ MİLLETİ İSE..
"Ben susuzluktan ölsem, hiç yağmur bir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun." İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
- مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسَهُ فَلَيْسَ مِنَ اْلاِنْسَانِ ِلاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْعِYani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülahazaya mecburdur. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat)
[13] ÜMMETÎ ÜMMETÎ:
Bir gün Allah Resûlü (aleyissalatu vesselam):
“Allah’ım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
“–Ey Cebrâil! -Rabbin her şeyi daha iyi bilir ama- gidip Muhammed’e niçin ağladığını sor.” buyurdu. Cebrâil (a.s.) geldi.
Resûlullah Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. (Hazret-i Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allah Teâlâ:
“–Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve O’na: ‘Ümmetin husûsunda Sen’i râzı edeceğiz ve Sen’i asla üzmeyeceğiz.’ müjdemizi ulaştır.” buyurdu. (Müslim, Îmân 346)
[14] Abdurrezzak, el-Musannef 10/125, 154; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 5/274.
***
Hazreti İmam, kendisini vuranı tanıyordu. Çünkü daha evvel İbni Mülcem denen hain, kendisine hizmet etmiş, ekmeğini yemiş ve Hazreti Ali’den çok yardım görmüştü. Daha o zamanlar Hazreti Ali;
- Ya İbni Mülcem! ‘Benim ecelim senin elinden olacak’, buyurarak büyük bir keramet izhar etmişti. Hazreti Ali böyle söylediği zaman, İbni Mülcem;
- Ya İmam! Böyle bir şey yapacak olursam ellerim kurusun, madem öyle şimdi sen beni öldür, deyince, Hazreti Ali kendisine;
- Bu suçu işlemeden seni nasıl öldürtür veya hapse attırabilirim. O takdirde ben zalim olurum, buyurmuştu...
***
Hazreti Ali, İbni Mülcem’e yaralı haliyle şöyle sordu:
- Ya İbni Mülcem! Sana ne yaptım; ırzına mı, malına mı, canına mı iliştim? Beni niçin öldürmek istedin? İbni Mülcem, korkudan tir tir titriyordu;
- Hüküm Allah’ındır diyebildi...
İbni Mülcem’i hapse attılar... Hazreti Ali, oğlu hazreti Hasan’a dönüp;
- Eğer ben bu yaradan ölürsem, bir kılıç darbesi ile kısas yapın ki, kanun-u ilâhî yerini bulsun. Sakın ona beni öldürdüğünden dolayı eza ve cefa etmeyin, buyurmuştu..
Kaynaklar, olayın bir cuma sabahı namaz vaktinde vuku bulduğunu büyük bir çoğunlukla bildirmelerine rağmen günün tarihini 17 veya 19 Ramazan 40 (24 veya 26 Ocak 661) olarak farklı verirler. Hz. Ali, aldığı yaranın tesiriyle iki gün sonra vefat etmiştir; ancak her iki tarih de cumaya rastlamamaktadır. Genellikle kaynaklar, İbn Mülcem’e verilecek ceza hakkında Hz. Ali’nin her zaman olduğu gibi titiz davrandığını, eğer yaşarsa cezasını kendisinin takdir edeceğini, ölmesi halinde ona kısastan başka bir şey uygulanmamasını, hatta affını istediğini belirtirler. Sonuçta İbn Mülcem’e Hz. Ali’nin vefatının ardından kısas uygulanmıştır. (Taberî, I, 3464)
[15] Bkz.: Şeyh Şemseddin Sivasî, Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn (Osmanlıcası) s.294.
[16] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 1/113; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 25/115.
***
Hz. Ali (ra); Talha b Ubeydullah ve Hz Zübeyr’in (ra) cemel vakasında şehid düşmeleri karşısında çok üzüldü ve oğlu Hz Hasan’a (ra);
-“Oğlum baban yirmi yıl önce ölseydi de bunları görmeseydi. Bundan sonra hayatın tadı mı kaldı?” dedi. (İbn Abdi’l-berr, el-İstiab, 3/1372)
[17] Bkz.: İbn Mâce, mukaddime 11; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/99.
[18] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 39/201, 42/71; ez-Zehebî, Mîzânü’l-i’tidâl 5/390.