Kalbî Bir Hastalık Olarak Tecessüs
Cemiyetleri karıştıran, huzur ve sükûnu ihlâl eden, aralarında fitnelerin çıkmasına ve insanların birbirinden nefret edip uzaklaşmasına vesile olan âmillerden birisi de (belki de en önemlisi) başkalarının kusurlarını görme, araştırma ve onları etrafa yayma dediğimiz tecessüstür.
Başkalarını gizliliklerinin araştırılmaması, dilden dile dolaştırılmaması, dolayısıyla onların ayıplanıp toplum huzuruna çıkamayacak bir konuma düşmemeleri ve dolayısıyla insanların kendisinden emin olduğu bir konumda bulunmaları, o kadar önemlidir ki, Hz. Peygamber (s.a.s), "Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir." (Buhârî, "İman", 4) buyurmuş, iki çene ve iki apış arası konusunda söz verip sözünü yerine getirene Cennet'te kefil olacağını bildirmiştir.
Cemiyetleri karıştıran, huzur ve sükûnu ihlâl eden, aralarında fitnelerin çıkmasına ve insanların birbirinden nefret edip uzaklaşmasına vesile olan âmillerden birisi de (belki de en önemlisi) başkalarının kusurlarını görme, araştırma ve onları etrafa yayma dediğimiz tecessüstür.
Tecessüs, elle dokunmak, haber araştırmak, göz dikmek, yoklamak, bir şeyin iç yüzünü araştırıp sırrını çözmeye çalışma gibi anlamlara gelen "cess" kökünden gelmektedir. Kelime olarak, herhangi bir şey hakkında bilgi toplama, yitik arama, bir şeyi gözetleme, buluş ve keşif merakı gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Tecessüs, daha hususi bir anlamda, kötü bir maksada yönelik olarak gizli hususları araştırma demektir. Nitekim, casûs kelimesi aynı kökten türemiş bulunan bir kelimedir. (Bkz: Fîrûzâbâdî, 690; Râgıp el-İsfahanî, 93.)
Tecessüs kelimesinin kök anlamlarına baktığımızda, derinlemesine araştırma ve bir şeyin iç yüzünü çözmeğe çalışmanın, hem iyi ve hem de kötü maksatlar için olabileceğini görmekteyiz. Nitekim bir insan, ilmî bir hakikati derinlemesine araştırıp incelediğinde müspet anlamda bir tecessüs yapmış olduğu gibi, onun hiç kimseye faydası olmayan, hattâ belki zararı olan bir işin arkasına düşüp araştırma yapması ise menfi manâda bir tecessüstür. Ahlâkî bir terim olarak ise tecessüs, kötü niyetle başkalarına ait sırları araştırma, insanların açığa çıkmasını istemedikleri gizliliklerini dışa vurma ve onların istemedikleri davranışlarına vakıf olmağa çalışmaktır. Bu yazıda tecessüsün bu yönü ele alınacaktır.
"Birbirinizin Gizli Hallerini Araştırmayın!"
Bir arada yaşama mecburiyetinde olan insanların, huzuru ve emniyeti sağlayacak ahlâkî kurallara riâyet etmesi, insanların arasını bozacak, kargaşaya, çekişmeye ve huzursuzluğa vesîle olacak davranışlardan kaçınması gerekir. İnsanları huzura kavuşturmak için gönderilen İslâm, insanların birbirlerine karşı son derece sıcak ve merhametli olmalarını emretmiş, başkalarını rahatsız edici tutum ve davranışları da yasaklamıştır.
İnsan, Allah'ın yeryüzünde değer verdiği ve bütün canlılardan üstün kıldığı bir konumdadır. İnsanın bizzat kendisi değerli olduğu gibi, şânı, şerefi ve haysiyeti de değerli ve üstündür. Hangi şekilde olursa olsun, onun tahkir edilmesi, ayıplanması, kusurlarının veya duyulmasını istemediği fiillerinin, özel durumlarının vs. araştırılarak, sağa sola taşınması ve açıklanması da yasaklanmıştır.
Cenab-ı Hak, "tecessüs"ü (başkalarının eksiklerini araştırmayı) şu beyanlarıyla yasaklamıştır.
"Ey iman edenler! zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah'ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah tevvabdır, rahîmdir (tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur). " (Hucurât, 49/12)
Buradaki "birbirinizin gizli hallerini araştırmayın" emri, insanların sırlarını, gizli yönlerini araştırmayın, birbirinizin kusurlarını soruşturmayın, başkalarının hal ve hareketlerini araştırmayın demektir. Bu hareketler ister su-i zandan dolayı yapılsın, yahut kötü niyetle birine zarar vermek için yapılsın veya sadece kendi merakını gidermek için yapılsın, her durumda da dinin yasakladığı şeylerdir. Başkalarının üzerine perde çekilmiş hallerini araştırmak, o perdenin arkasına uzanarak kimin ne ayıbı var, kimin ne kusuru var, kimin ne biçim gizlenmiş hataları var diye öğrenmeye çalışmak, bir Müslüman'ın işi değildir. İki kişinin özel konuşmasına kulak kabartmak, komşuların evlerinin içini merak etmek, çeşitli yollarla başkalarının aile hayatını veya onların şahsi davranışlarını araştırmak büyük bir ahlâksızlıktır ve bir çok kötülüğe sebebiyet verir. (Mevdûdî, Tefhim, Hucurât 49/12’nin tefsirinde) . Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hutbesinde bu kimselerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Ey diliyle Müslüman olup da, kalbine iman nüfuz etmemiş münafıklar! Müslümanlara eziyet etmeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira kim Müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını açığa çıkarır. Allah, evinin içinde dahi olsa böylesini rezil rüsvay eder." (Ebû Davud, "Edeb," 35)
"Yazıklar Olsun Onlara!"
Tecessüsü yapanların düşecekleri kötü durumu vurgulamak için, bu kimseler "veyl olsun" tehdidiyle ihtar edilmişlerdir. Ve bununla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'de müstakil bir sûre nazil olmuştur.
"Vay haline her hümeze ve lümezenin" (Hümeze 104/1) "Hemz" gıybet etmek, (Ebû Ubeyde 1981, 311; İsfahânî, 546) , göz kırpmak, gözle işaret etmek, dürtmek, itmek, vurmak, ısırmak, kırmak (Fîrûzâbâdî, 681); "lemz" ise, gıybet ve kusur araştırmak (İsfahânî, 454) , ayıplamak (İbn Fâris, 938) gibi anlamlara gelmektedir. "Lemz'in insanları çekiştirmek veya yüzüne karşı ayıplamak, "hemz"in de arkadan çekiştirmek anlamına geldiği veya tam tersi olduğu, yine "hemz"in gözle, "lemz"in de dille ayıplamak yahut tam tersi anlamlara geldiği de söylenmiştir (Fîrûzâbâdî, 674-675) . Ancak ikisinde de ortak olan nokta, insanların hakarete maruz bırakılması ve küçük düşürülmesidir.
Hümeze Sûresi, her toplumda görülebilen bir fiili nazara vermekte, kendisine mal verilen, ancak verilen malın mahkûmu olan, dünyada tek yüce değerin maldan ibaret olduğunu kabul eden ve onun karşısındaki bütün değerleri küçük gören düşük karakterli kişileri canlandırmaktadır. Aynı zamanda insanların konumlarının, sözün değerinin, gerçeklerin ölçüsünün malla orantılı olduğunu zanneden, mal kazanmakla insanların bütün değerlere ulaşabileceğini ve sınırsız bir kuvveti elinde tutacağını düşünen düşük yapılı bir tipi tasvir etmektedir. Ayrıca böyle bir kişi, bu imkânların kendisini ölümsüzleştireceği duygusu da taşımaktadır. Şayet âhirette bir hesap veya ceza olacaksa bunu malıyla savuşturacağını düşünmektedir. Bu sebeple o zayıf karakterli kişi malını saymakta, saydıkça da zevk almaktadır. İçinden kötü bir duygu onu insan şeref ve haysiyetini çiğnemeye, diliyle insanları çekiştirip alay etmeye sevk etmektedir. Bazen o, başkalarının hareketlerini taklit ederek, sesini onların seslerine benzeterek, tavır, jest ve mimiklerini küçümseyerek söz ve işaretle insanlarla alay eder.
Bu tasvir, şahsiyetten yoksun ve imandan mahrum olan çirkin ve âdi beşer ruhunun bir tasviridir. İslâm ahlâkı yüceliğe değer verdiği için, bu derece zayıf karakterli ve ham ruhları nefretle karşılar. Bunun için alay ve istihzâyı yasaklar. Çeşitli yerlerde başkalarını çekiştirmeyi reddeder. Burada yapılan davranışın bu derece çirkin olarak dile getirilip bunun yanı sıra, tehditlerin yer alması ise, o gün için müşriklerin Hz. Peygamber'e (s.a.s.) ve inananlara karşı davranışlarının böyle olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla onlar içlerine korku salan ürpertici bir tehdite muhatap olmuşlardır. (Kutup, Seyyid, Fî Zılâli'l-Kur'ân, "Hümeze Sûresi tefsirinde").Görüldüğü üzere insanların tavır ve davranışlarını tecessüs ederek, onları alaya alma yasaklanmıştır.
Başkalarını gizliliklerinin araştırılmaması, dilden dile dolaştırılmaması, dolayısıyla onların ayıplanıp toplum huzuruna çıkamayacak bir konuma düşmemeleri ve dolayısıyla insanların kendisinden emin olduğu bir konumda bulunmaları, o kadar önemlidir ki, Hz. Peygamber (s.a.s), "Gerçek Müslüman, elinden dilinden Müslümanların emniyet ve esenlikte olup (zarar görmedikleri) kimsedir." (Buhârî, "İman", 4) buyurmuş, iki çene ve iki apış arası konusunda söz verip sözünü yerine getirene Cennet'te kefil olacağını (Buhârî, "Rikak", 23) bildirmiştir. Buradaki her iki hadiste de özellikle dile vurgu yapılmıştır. Zira insanların gizli yönlerinin başkalarına aktarılmasında dil, önemli bir fonksiyon icra etmektedir.
Bu hususla ilgili şu nebevî beyan da oldukça önemlidir: "Âdemoğlu sabaha erdi mi, bütün azaları, dile temenna edip: 'Bizim hakkımızda Allah'tan kork. Zira biz sana tâbiyiz. Sen istikamette olursan biz de istikamette oluruz, sen sapıtırsan biz de sapıtırız!' derler." (Tirmizî, "Zühd", 61) "Allah'a ve âhiret gününe inanan kimse ya hayır konuşsun ya da sussun." (Tirmizî, "Kıyâmet", 51)
Evet Müslüman'ın nazarında elle yapılan tecavüz ile tecessüs, gıybet, bühtan, tahkir, tezyif gibi dil ile yapılan tecavüz ve çekiştirme arasında fark yoktur. Zira birisi onun maddi yönünü zedelemekte ise, diğeri de mânevî yönünü yıpratmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Mi'rac'a çıktığında, orada bir kavmin yanından geçerken, onların demirden tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini yırtıp kanattıklarını görünce, Cibril'e bunun sebebini sormuş, o da bunların, insanları çekiştiren ve onların gizliliklerini ortaya çıkaran kimseler olduklarını söylemiştir. (Ebû Dâvûd, "Edeb", 35; Ahmed b. Hanbel, 3/224.)
Tecessüste insanın gözü, kulağı hattâ kalbi birer aracı olması hasebiyle, hepsinin ayrı ayrı sorumluluğu söz konusudur. Zira başkasına ait bir gizliliği dinlemede veya başkasına ait özel bir konuşma ya da telefona kulak kesilmede kulak aracı olduğu gibi, başkasının görülmesini istemediği bir gizliliğine şahit olmada da göz devreye girmektedir. Yani tecessüsün birinci derecede aletleri dil, göz ve kulaktır. Bunun için de Yüce Allah, "Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalp gibi azaların hepsi de ondan sorguya çekilecektir." (İsrâ 17/36) beyanıyla, insanların bu organlarına sıkı sıkıya sahip çıkmalarını tembihlemiştir.
İnsan, her şeyden hesap verecektir. Kıyâmet günü günahı işlediği organları aleyhinde şahitlik yapacakları gibi, ("Gün gelecek, dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları bütün kötülükleri tek tek bildirerek aleyhlerine şahitlik edecektir." (Nûr 24/24), Resûlullah'ın (s.a.s): "Kıyâmet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabb'inin huzurundan) ayrılamaz: Ömrünü nerede harcadığından, ilmiyle ne amelde bulunduğundan, malını nereden kazanıp nereye harcadığından ve vücudunu nerede eskittiğinden." (Tirmizî, "Kıyâmet", 1) şeklindeki ifadelerine göre de, bütün organlar yaptıklarından dolayı Allah Teâlâ'ya hesap vermeden yerlerinden ayrılamayacaklardır.
Yukarıda naklettiğimiz âyeti kerimede vurgulandığı gibi, özellikle göz, kulak ve kalbin zikredilmesi son derece önemlidir. Bununla şu anlamlar kasdedilmiştir: duyan, gören ve kalbi olan kimsenin mesul olacağı kasdedilmiştir. Yani insana: "Dinlenmesi haram olan şeyi neden dinledin, bakılması helâl olmayan şeylere neden baktın, düşünülmesi ve karar verilmesi helâl olmayan şeyleri niçin karar verip yaptın" diye sorulacaktır.
Bu âyet şöyle de yorumlanabilir: İnsanların hepsi, kulaklarından, gözlerinden ve kalplerinden sorumlu olup, kendilerine şöyle sorulacaktır: "Kulağınızı Allah'a itaatte mi, yoksa isyanda mı kullandınız" Diğer organlarına da aynı sorular sorulacaktır. Çünkü bu organlar, vücudun âletleri konumundadır. Nefis de âdeta onların başkanı, yöneticisi ve onları kendisi için kullanan efendi pozisyonundadır. Şayet nefis bu organları hayırda kullanırsa mükâfatı, şerde kullanırsa cezâyı hak etmiş olur. (Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, "İsrâ 17/36 nın tefsirinde")
Müslümanlara Karşı Vazifede İlâhî Ahlâkla Ahlâklanma
Affetme, kusurları görmezlikten gelme ve günahları sebebiyle insanları hemen cezalandırmama, Allah Teâlâ'nın sıfatlarındandır. Kur'ân-ı Kerîm'de geçen Ğafur, Ğaffar, Settar, Afuvv gibi İlâhî İsimlerin kaynaklandığı bu tür sıfatların mü'minlerin de birer özelliği olması lazımdır. Mü'min, İlâhi ahlâkla ahlâklanmalı, ölçü olarak onu kabul etmelidir. Affetmeme, bağışlamama ve insanların kusurlarını gözetleme ise, İlâhi ahlaktan uzaklaşmanın, dolayısıyla Kur'an'dan uzaklaşmanın ifadesidir. Mü'mine düşen, kardeşinin kusurunu araştırmamaktır. İstemeyerek görmüş olsa bile, onu etrafa yaymamalı, hiç görmemiş gibi hareket etmelidir. Zira böyle bir hareket, Allah'n rızasına vesile olacak, Allah da onun günahını örtüp görmezlikten gelecektir.
Resûlullâh (s.a.s.), bunu bize şu sözleriyle bildirmektedir: "Cenâb-ı Hakk, bir Müslüman'ın dünyevi bir sıkıntısını gideren kimsenin, kıyamet gününde sıkıntılarından birini giderir. Sıkıntı içinde olan bir kimseye kolaylık gösteren kimseye, Cenâb-ı Hakk dünya ve âhirette kolaylık ihsan eder. Kim de bir Müslüman'ın ayıbını örterse, Allah da onun hem dünyada hem de âhirette kusurunu gizler. İnsan din kardeşine yardım ettiği müddetçe Cenâb-ı Hakk da ona yardım eder." (Müslim, "Zikir ve Dua", 38)
Başka bir hadislerinde Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Birbirinize haset etmeyiniz, alışverişi kızıştırarak fiyatı artırmayan, birbirinize buğz etmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz. Birbirinizin alış-verişi üzerine satış yapmayın. Ey Allah'ın kulları, kardeşler olunuz. Müslüman Müslüman'ın kardeşidir. Ona zulmetmez, yardım etmeyerek kendi haline bırakmaz, onu aşağılamaz, (Göğsüne üç defa işaretle) Takva, işte buradadır. Kişiye Müslüman kardeşini hakir görmesi, kötülük olarak yeter. Her Müslüman'ın diğer Müslüman'a, kanı, malı ve ırzı haramdır." (Buhari, "İkrah", 7; Müslim, "Birr", 32)
İbn Ömer de bir gün Kâbe'ye baktı ve: "Şanın ne yüce, hürmetin ne yüce! Ancak mü'minin Allah katındaki değeri senden de yüce!" dedi. (Tirmizî, "Birr", 85)
İnsanların ayıplarının açığa çıkarılmasına, herkes tarafından bilinmesine çalışma veya böyle bir şeye sebep olma, Allah Teâlâ'nın azabına bir vesiledir. Şu İlâhi beyan bu hususa işaret etmektedir:
"Müminler arasında çirkinliklerin yayılmasını arzu eden kimseler için, dünyada da âhirette de gayet acı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilemezsiniz." (Nûr 24/19)
Mü'minler Bir Vücut Gibidir
Bir insanın vücudundaki organların birbirine muhalefet ettiğini, meselâ, gözün yaptığı bir hatadan dolayı, onun elle cezalandırıldığını veya ayağın sürçüp düşmesinden ayağın mesul tutulup cezalandırıldığını hiç duydunuz mu Veya siz böyle bir şey yaptınız mı Yapmaya kalksanız, sizi görenler tarafından nasıl karşılanacağınızı hiç düşündünüz mü Elbette yapmamışsınızdır, yapmazsınız da. Zira el de sizin, göz de sizin, ayak da. Peki bunun bir vücudun organları sayılan mü'minlerin birbirlerinin hatalarına göz yummalarından farkı var mıdır Zira Allah Resûlü (s.a.s.) mü'minlerin kardeş olup, bir vücudun ayrı ayrı organları olduğunu şu veciz sözleriyle beyan buyurmuşlardır: "Mü'minlerin birbirlerini sevmede, merhamette ve şefkatte misali, tıpkı bir vücut gibidir. Vücuttan bir organ rahatsız olduğunda, vücudun diğer organları da, uykusuzluk ve ateşle ona katılır." (Buhârî, "Edeb", 27; Müslim, "Birr", 66).
Mü'mine Karşı Şeytana Yardımcı Olmama
Evet, mü'min mü'minin kusurunu araştırmamalı, istemeyerek görecek olursa onu kimseye duyurmamalı, görmemiş gibi hareket etmeli, mü'minin utanmasına vesile olmamalı veya onu: "Nasıl olsa bu suçumu gördü. Bunu yapmaya devam edeyim." düşüncesine sevketmemelidir. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Sen insanların kusurlarını araştıracak olursan, onları perdeyi yırtarak açıktan günah işlemeye cesaretlendirmiş olursun." (Ebû Dâvûd, "Edeb", 37)
Mümin, inanan kardeşinin kendine değil, belki işlediği kötülüğe düşman olmalı, gıyabında bir daha yapmaması için dua etmelidir. Yoksa işlediği suç karşısında kardeşine sebbeden, onunla alâkayı kesen, ona buğz eden kimse, şeytana yardımcı olmuş olur. Çünkü Ebu Hureyre Hazretleri buyuruyor ki: "Bir gün Rasulullah'ın (s.a.s.) yanına içki içen bir adam getirildi. Efendimiz de: 'Bunun cezası neyse verin!' buyurdu." Ebu Hureyre (r.a) diyor ki: "Bazımız eliyle, bazımız ayaklarıyla, bazımız da elbisesiyle ona vurdu." Cezayı verip de iş bitince o topluluktan bazı kimseler: 'Allah seni rezil rüsvay etsin!' dediler. Bunun karşısında Rasulullah (s.a.s.): 'Hayır, sakın böyle demeyin, ona karşı böyle yapmakla (sövüp saymakla) şeytana yardımcı olmayınız.' ikazında bulundu.'" (Buhârî, "Hudûd", 35; Ebû Dâvûd, "Hudûd", 35)
Bununla alâkalı olduğundan şu hâdiseyi de nakletmede fayda mülahaza ediyorum: Ebudderda günah işleyen bir adama rastladı. Oradakiler bu günah işleyen adama sövüp sayıyorlardı. Ebudderda:
"Durun bakalım! Onu bir kuyuya düşmüş görseniz çıkarmayacak mısınız" diye seslendi. Onlar: "Elbette çıkarırdık" dediler. Ebudderda (r.a.): "Öyleyse kardeşinize uygunsuz sözler söylemeyin, size sıhhat ve afiyet veren Allah'a hamdedin" dedi. Ebudderda'nın bu sözü üzerine:
"Ona sen kızmıyor musun" diye sordular. Ebudderda:
"Ben (ona değil,) onun yaptığı işe kızıyorum. Yaptığını terkettiği zaman, o yine benim kardeşimdir." diye mukabelede bulundu. (Ali el-Muttakî el-Hindî, Kenzu'l-Ummâl)
Kardeşini kötü bir iş yaparken gören, asla onu gözünde büyütmemeli, başına kakmamalı, onu bu suçundan dolayı ayıplamamalıdır. Resûlüllah (s.a.s.), kardeşini işlediği bir kusurdan dolayı ayıplayan hakkında şöyle buyurmuştur: "Din kardeşini bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu kendisi de işlemeden ölmez." (Tirmizî, "Kıyame", 53)
İnsan, gerçekten anlaşılması zor bir varlıktır. Kendisi yüzlerce kabahati işlerken, hiç ses çıkarmaz, kendini kötülemez. Ama başka birisi onun işlediği kabahatin binde birini işlese, feveran eder, kızar, bağırır. Bu durumda insan kendine bakmalı, kendi kusurlarını hatırlamalı. "O bunu işledi, ya sen, falan zaman şunu, falan zaman şunu, filan zaman da şu haltları karıştırmıştın. Bunlar varken sen nasıl başkasının kusurunu görüyorsun" deyip, kendi hatalarıyla başbaşa kalmalıdır. Kısacası kendisine karşı savcısı, başkasının avukatı olmalıdır.
Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü, sana Safiyye'deki şu şu hâl yeter!" demiştim. (Bundan memnun kalmadı ve:) 'Öyle bir kelime sarfettin ki, eğer o denize karıştırılsaydı (denizin suyuna galebe çalıp) ifsad edecekti.' buyurdu." Hz. Aişe ilaveten der ki: "Ben Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a bir insanın (tahkir maksadıyla) taklidini yapmıştım. Bana hemen şunu söyledi: 'Ben bir başkasını (kusuru sebebiyle söz veya fiille) taklid etmem. Hatta (buna mukabil) bana, şu şu kadar (pek çok dünyalık) verilse bile!'" (Ebu Davud, "Edeb", 40; Tirmizi, "Sıfatu'l-Kıyame", 52)
Ölçü bu olunca, insanlar herhâlde başkasına ait eksik ve kusurları araştırma ve anlatmaya vakit bulamayacaklardır. Hak karşısında boynu kıldan daha ince olan Hz. Ömer, bu hususta bizlere en güzel bir hareket tarzı göstermektedir:
Hz. Ömer bir gece Medine'de dolaşıyordu. Birden evlerden birinden şarkı sesleri duydu. Hemen duvara tırmanıp içeri girdiğinde hoşlanmadığı bir manzara gördü ve içerideki adama çıkıştı:
- Ey Allah'ın düşmanı, yaptığın kusuru Allah'ın örteceğini mi zannettin diye bağırdı. Adam:
- Ey mü'minlerin emiri, dur, acele etme. Eğer ben, Allah'a karşı bir bakımdan hata işlediysem, sen üç bakımdan hata işledin: 1- Allah Teala, "Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın." (Hucurât 49/12) buyurduğu hâlde, sen ayıp araştırdın. 2- Allah, "Evlere kapılardan girin!" (Bakara 2/189) buyurduğu hâlde, sen duvara tırmandın. 3- Allah, "Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere, sahiplerinden izin isteyip onlara selâm vermeden girmeyiniz. Böyle yapmanız sizin için daha münasiptir. Olur ki düşünür, hikmetini anlarsınız." (Nûr 24/27) buyurduğu hâlde, sen evime izinsiz girdin ve üstelik selam da vermedin, diye karşılık verince
Hz. Ömer:
"-Eğer ben seni affedersem, sen de beni affeder misin" dedi. Adam:
"- Evet" deyince, Hz. Ömer:
"-Affettim" diyerek evden çıkıp gitti. (Kenzu'l-Ummâl, 3/808 hadis no; 8827)
Bundan sonra da o adam, orada işlemekte olduğu günahı bir daha işlemedi.
Toplumu kötülüklerden koruma istikametinde yetkililerin yapacağı araştırmalar bunun dışındadır. Bu da üzerinde durulması gereken ayrı bir konudur.
Ayrıca bunun ferde bakan yönüyle de istisnaları vardır. Mesela; Birinin herhangi bir kişiye evlenme teklifinde bulunması veya ona bir iş ortaklığı teklif etmesi halinde, teklif edilen kimse, kendini güven altına almak için teklif yapanın durumlarını inceleyebilir. Maddi sıkıntılar içerisinde olan birisine yardım etmek için, şartları araştırılabilir.
Konuyu M. F. Gülen Hoca Efendi'nin Kırık Testi adındaki kitabının 136-138 sayfaları arasındaki, konuyla ilgili şu satırlarıyla bitiriyorum:
Bir Müslüman, başkaları hakkında kötü şeyler düşünmemeli, ulu orta konuşmamalıdır. Onun, diğer Müslümanlar hakkında söylenenlere, uydurulan haberlere inanmaması, ihtiyatlı davranması lazımdır. Başkaları "falan şöyle yaptı, böyle etti" dese, hak-hukuk gözetmeyen bazı gazeteler bunu yazsa da bir mü'min aceleci davranmamalı, dedikodulara ve gıybetlere girmemelidir. Eşyada ibâha esas olduğu gibi, insanlarda da masûmiyet esastır. O hâlde insan, aslından emin olmadığı iddialarla başkalarını hemen mahkûm etmemelidir.
Günümüzde, haberdar olma hakkı, haber alma hürriyeti gibi bahanelerle insanların iffetlerine ve şahsiyetlerine saldırılıyor. Kim vermiş ki iffetlerle, ismetlerle oynama hakkını Kur'an'da mı yazıyor, Sünnet mi söylüyor bunu Bize iffetleri, ismetleri sıyanet düşer. Hukuk açısından bakıldığında da, bir cürüm delilleriyle sübut bulacağı ana kadar maznun masum sayılır. Cenâb-ı Allah bizleri insanların hata, kusur ve günahlarını ortaya çıkartmak için görevlendirmedi. Bilakis, tecessüsü, insanların gizli hâllerini araştırmayı yasakladı. İnsan kendi nefsini daima sorgulamalı, fakat başkaları hakkında da hüsn-ü zan kapılarını ardına kadar açık bırakmalıdır.
Allah (c.c.) insanlara, başkaları hakkında kötü düşünme, elin-âlemin eksiğini, kusurunu görme şeklinde bir sorumluluk yüklememiştir. Efâl-i mükellefîn (bir Müslüman'ın yapması gereken fiiller) arasında "Falan şahıs -özür dilerim- zina etmişti, hırsızlık yapmıştı, neden bunu teşhir etmediniz, gidip şahitlik yapmadınız, gidip adamın canına okumadınız" diye hesap sorulacak bir yükümlülük yoktur. Zina, hırsızlık ve benzeri suçlarda suçluyu bulma ve cezalandırma ancak devletin yapacağı bir iştir. Devlet denen, toplum denen müesseseler vardır, onlara karşı cinayet işleniyorsa bu âmme hakkıdır. Amme hakkı Allah hakkı demektir, bu hakla alâkalı yapılacakları da sorumlu, vazifeli kimseler yaparlar.
Malum hadis-i şerifte geçen "elle, dille müdahale" meselesi de sadece emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l münker hususunda umum için geçerlidir. Belki belli ölçüde anne-baba kendi evlatlarına, muallim kendi talebelerine bu hadis zaviyesinden müdahalede bulunabilir. Fakat, elle müdahalenin asıl mercii devlettir. Dille müdahale herkes için olabilir; ama orada da üslup çok önemlidir. Kimse dinden soğutulmamalı, kaçırılmamalı, rencide edilmemeli, herkesin konumuna, durumuna, seviyesine uygun şeyler anlatılmalıdır. Hadis-i şerifte kalben buğz etme maddesi de vardır ki bunu, yapılan bir kötülüğe katılmama, kalben taraftar olmama, kötülüğü yapanla alâkayı kesme şeklinde anlayabiliriz. Kendini insanlığın hidayetine adayanlar kalbî müdahaleyi dua etme, "keşke şu insan hidayete erse, kötülüklerden vazgeçse" diye içinden geçirme şeklinde de anlayabilirler.
Berika'nın müellifi Konyalı İmam Hâdimî, "Bir mümini zina halinde bile görsen, yanlış gördüğünü düşün. Dön bir kere daha 'o mu' diye kontrol et. O ise, 'ihtimal yine yanlış gördüm' de. Sonra da, 'Ya Rabbi! Onu bu çirkin hâlden kurtar, beni de böyle bir şeye düşürme' deyip çek git." diyor. Hz. İmam'a çok hürmetim var; ama o sözünü fazla buluyorum. Bence, gördün ki, bir mü'min bir yerde böyle bir hâldedir; tecessüs etmeden sırtını dön; "Allah'ım günahkar kullarına hidayet et, beni de affeyle" de ve gördüğünü unut.
Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem), bizzat itiraf edene dahi "Dön git, tevbe et. Allah'ın affetmeyeceği günah yoktur." buyuruyorken insanlara ne oluyor ki, başkalarının en mahrem hâllerini araştırıp teşhîr ediyorlar! Acaba onların kendi ayakları kaysa, aynı duruma düşseler, haklarında nasıl muamele yapılmasını arzu ederler Hata ve kusurlarının ortaya dökülmesini, sırlarının açılıp saçılmasını mı isterler
Evet, en çok zikredeceğimiz isimler Gaffâr ve Settâr olmalı; Allah, günahlarımızı bağışlasın ve bizi utandıracak şeyleri setretsin, mahşerde bizi rüsvay eylemesin! Kalbimizden geçen şeylerden dolayı dahi bizi sigaya çekerse ne yaparız. Yunus gibi, "Senin ismin Gaffâr iken ya ben kime yalvarayım." deyip O'na iltica etmeli.
Başkalarının başını yarıp-putunu kırmaya yöneldiğimizde putun en büyüğü nefsimizdir mülâhazasıyla elimizdeki baltayı bu en büyük düşmanımızın başına indirmeliyiz.
Kur'ân ve Hadis Kaynakları dışındaki kaynaklar:
-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu'l-Muhît;
Râgıb el-İsfahanî, el-Müfredât;
Ebû Ubeyde Ma'mer b. Müsennâ, Mecâzu'l-Kur'ân, Müessesetü'r-Risâle, Beyrut 1981;
Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'an;
Fahrüddin er-Razi, Mefâtîhü'l-Ğayb;
Ebu'l-A'lâ el-Mevdudî, Tefhîmü'l-Kur'an.