Fussilet Sûresi’nden Dersler





Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 02/14/2020
Clap

Fussılet sûresi, Kur'ân'ın dört aslî maksadından nübüvvete dikkat çekmekle başlar. Mükemmel bir îcaz (vecizlik) nümunesi olarak, ilk iki satırlık kısımda, Kur'ân'ın on adet özelliği, daha başka hakikatler meyanında, bildirilir...

 

Kur'ân-ı Kerim'in hususiyetlerinden biri de, sûrelerinden her birinin muhtasar bir Kur'ân durumunda olmasıdır. Böylece Kur'ân'ı okuyan veya dinleyen, kısa bir süre üzerinde düşünmek suretiyle dahî, Kur'ân'ın insana vermek istediği mesajın esasını alıp hatırlamak imkânını bulur. Tabiatıyla, sûreler, uzunluklarına göre Kur'ân-ı Kerim'in uzun, orta veya kısa uzunlukta birer hülasası olurlar.

Kur'ân'ın başlıca gâyesi, şu dört esası insana benimsetmektir: Tevhid, nübüvvet, âhiret, istikamet ve adalet. Kur'ân bu gâyeyi temin etmek için tevhid tarihinden çokça hâdiseler nakleder. Bunları bildiren kıssalar, Kur'ân'ın takriben yarısını teşkil eder. Böylece, biz muhataplar, Kur'ân'ın esas maksadlarının, insanlık içerisinde nasıl tebliğ edilip muhataplar tarafından nasıl karşılandığını, canlı örneklerde temaşa edip izlemek imkânını elde ederiz. Bu da, insanların, mücerret fikirden ziyade müşahhas hâdise arayan ekseriyetinin ihtiyacını daha mükemmel tarzda tatmin ve onları Kur'ân'ı dinlemeye teşvik eder.

Bu makalemizde, Kur'ân'ın, nisbeten orta veya kısaya yakın orta uzunlukta bir sûresi olan Fussilet sûresinde bu hususiyeti aramaya çalışacağız.

Bu mübarek sûre, dört aslî maksaddan nübüvvete dikkat çekmekle başlar. Mükemmel bir îcaz (vecizlik) nümunesi olarak, ilk iki satırlık kısımda, Kur'ân'ın on adet özelliği, daha başka hakikatler meyanında, bildirilir. Bunlar şunlardır:

Hâ mîm: Kur'ân'ın i'câzına işaret eder, muarızlara tehaddî ve meydan okuyup, benzerini getirmeye davet eder: "İşte önünüzdeki Kur'ân, şu sizin bilip kullandığınız seslerden, harflerden müteşekkildir. Şayet, bunun Allah kelâmı olmayıp, beşer sözü olduğu iddianızda doğru iseniz, sizin de benzerini söylemeniz gerekir, haydi hodri meydan!"

2- Tenzil tâbiri şunu ifade eder: Bu kitap, yücelerden, hem de parça parça indirilmiştir. Zira bilindiği üzere, Arapçada tef'il babı, kesret ve teceddüd ifade eder, yapılan işin çokça ve sık sık yenilendiğini gösterir. "Tencîmu'l-Kur'ân" denilen bu azar azar indirilme keyfiyeti, Kur'ân'ın bariz özelliklerinden biridir. Oldukça önemli olan bu konu üzerinde fazla durulmadığını da gözönünde bulundurarak, yeri gelmişken kısaca temas etmek istiyoruz. Evet, Kur'ân'ın böyle tenzîl halinde gelmesi, başlıca şu beş gayeyi gerçekleştirmek içindir:

  1. Hz. Peygamber (a.s.m.) ile mü'minlerin kalblerine, zaman zaman kuvvet ve moral vererek onların kalblerini, tebliğ ve hizmete devam konusunda pekiştiriyordu.
  2. Kur'ân'ın anlaşılmasını ve hıfzedilmesini kolaylaştırıyordu. Bir kaç âyet (veya cümle) halindeki bu dersler, ara sıra tazelenen bu sohbetler sayesinde Kur'ân metni, hafızalarına nakşolunuyor, muhtevası iyice hazmolunuyordu. Hele ümmiliğin yaygın olduğu ilk nüzul ortamını düşünürsek, bu iki büyük gayeyi temin etmenin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır.
  3. Kur'ân'ın i'câzını tekrar tekrar vurgulamış oluyordu. Muarızların, inen her bir parçanın benzerini getirmeden âciz kalmaları, inen parçalar adedince i'câz delilleri hükmüne geçiyordu.
  4. Bu sayede Kur'ân, her türlü kayıttan azade cahiliye dönemi topluluğunu yavaş yavaş eğitiyor, vermek istediği hususiyetleri topluma yavaş, fakat muhkem bir tarzda mal ediyordu.
  5. Kur'ân'ın, Rabbu'l-âlemîn'in kelâmı olduğunu ispatlıyordu. İsbattan bu makamda şunu kastediyoruz: Kur'ân, yirmi üç senede, muteaddit yüzlerce hâdise vesilesiyle ve onlara işaret ederek, yüzlerce değişik şart ve zamanda, nazil olmuştur. Bu şartlar, ondaki bütünlüğü bozacak kuvvetli sebepler olduğu halde, her âyetin yerli yerinde olması, hele hele konulduğu yerden çıkarılan bir tek cümle olmayıp, bir tek kelimenin bile yeri değiştirilmediği (yani müsvedde yapılıp ufak tefek tashih ve redaksiyon görmediği) düşünülecek olursa, bu nizamın gerçekleşmesindeki olağan üstü durum, daha iyi anlaşılır. Ve bunu en iyi anlayanlar, eser telif eden müellifler ve maksadlarına en uygun kelimeleri yakalamak için taslak metinlerini devamlı surette değiştiren yazarlar olur.

3) Kur'ân'ın, bu sûrenin baş tarafında temas edilen on özelliğinden üçüncüsü, Rahman-ü Rahim'den gelen rahmet olmasıdır. Rahmet sahibinden, ve yine merhametinin neticesi olarak gelen, Rahmeten lil'âlemîn ile tebliğ edilen sırf rahmet eseridir.

4) Kitab olma vasfı, Cenâb-ı Allah'ın, vahyi "mektub kılması, onun kaydedilen, unutulup zayi olmaktan korunan, sahifelerde muhafaza edilen bir eser" olduğunu gösterir. Keza, muhataplara zımnî olarak bu metni yazmaları emrini verdiği mânâsına gelir.

5) Bu kitabın âyetleri tafsil edilmiş, açıklanmıştır. O, itikad, ibadet, ahlâk, muamelât gibi birçok dinî ve dünyevî meseleyi, pek güzel bir beyanla açıklamıştır.

6) Altıncı vasfı "Kur'ân" yani okunan, ezberlenen, tilavet edilen bir kelâmdır. Şu halde onu böylece tavsif etmek, zımnen "onu devamlı surette okuyunuz, ezberleyiniz" emrini vermek mânâsına gelir.

7) Onun dili "Arapça"dır. Gerçi Kur'ân, manâsıyla da mu'cizdir, fakat i'caz vasfı, yalnız, Arapça olan asıl metinde tezahür eder. Şu halde, tercümelerine "Kur'ân" denilemez.

8) "Bilen", anlamak isteyen kimselere hitab eder, bilmeyenler, akletmeyenler mükellef değildirler.

9- Beşîr, yani iman edenleri ebedi seadetle müjdeler.

10- Nezir, yani iman etmeyenleri ise ebedi azap ile uyarıp korkutur.

Daha sonra, kâfirlerin: "Senin getirdiğine karşı kalb kapılarımız kapalıdır", kulaklarımızı tıkadık, senin davetini duymayız" deyip yüz çevirmelerine karşı, Peygamber (a.s.m)'a bu sefer iki satırlık bir kısımda, Kur'ân'ın dört esas maksadını hülâsa etmesi emrolunur:

"Sen de ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim, şu kadar var ki Tanrınızın bir tek ilâh olduğu bana vahyolunmuştur. Öyleyse siz de istikamet üzere O'na yönelin ve günahlarınızdan ötürü O'ndan af dileyin. Vay o müşriklerin haline ki onlar zekât vermez ve âhireti de inkâr ederler" (âyet: 6-7).

Bu dört maksada şöyle işaret edilir: De ki: "Ben de sizin gibi bir insanım, tek farkım, bana vahyolunmasıdır, böylece nebi kılınmış olmamdır". 2-İlâhınız tek İlâhtır. Eşi, ortağı, dengi yoktur. 3- İstikamet üzere olunuz, O'nun bildirdiği adalet ve istikamet esaslarını öğrenip uygulayınız. Kusurunuz olursa O'ndan mağfiret dileyiniz. 4- Tevhide gelmez, Nebiye inanmaz, müşrik kalırsanız ve müşrikliğin hem sebebi hem de neticesi olarak ahireti inkâr ederseniz vay halinize! (Bu arada malda zekât tanımamanın, yani toplumun az imkânlı mensuplarını düşünmemenin, onların yardımına koşmamanın, şirk sıfatıyla muttasıf olmak mânâsına geldiği hatırlatılır).

Meteakiben müşrikin vahyi inkârdan sonra gelen vasfı olarak, tevhidden kaçması. Allah Teâlayı layıkıyla tanımaması üzerinde durulup, tevhid levhası gözler önüne serilir:

"De ki: Dünyayı iki günde yaratan Allah'ı inkâr edip de başkalarını O'na denk mi tutuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. O, yerin üzerinde sabit dağlar çaktı, orada bereketler yarattı, ve orada arayıp soranlar için gıdalarını (bitki ve ağaçlarını) tam dört günde takdir etti. Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, O'na ve Arz'a: 'İsteyerek veya istemeyerek gelin' dedi. 'İsteyerek geldik' dediler. Böylece onları iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini (onu yöneten nizamı) vahyetti. Biz en yakın göğü lambalarla ve koruma ile (koruyucu güçlerle) donattık. İşte bu, kudreti de, ilmi de tam olan (Allah)ın takdiridir", (âyet: 9-12).

Bunun peşinden, bu dersten anlamayanlara tesir edecek bir başka üslup seçilir. Zira insanın başlıca vasfı, akıl ve ilim sahibi bir mahluk olup, aklî delillerden, doğru düşünmeyi, doğru inanmayı ve doğru davranmayı öğrenmesidir. Bundan anlamayana ise, kâr ve zararının nerede olduğunu göstermek münasip olur. Diğer taraftan, insanların ekserisi avam olup nazarî ve mücerred meselelerden ziyade, olaylara ve örneklere meraklı olurlar. Onun için sûre, bu fırsatı değerlendirerek, tebligatına şöyle devam ederek, kıssalar yoluyla canlı örneklere geçiyor: (âyet: 13-18) "Eğer yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizi Ad ve Semûd (kavimlerinin başlarına gelen) yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım. Onlara: 'Yalnız Allah'a kulluk edin' diye, önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği vakit dediler ki: 'Eğer Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz".

Ad kavmi yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve:

"Bizden daha kuvvetli kim var? dediler. Onları yaratan Allah'ın, kendilerinden daha kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Onlar bizim mucizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı bizde, kendilerine zillet azabını tattırmak için, o uğursuz günlerde, üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı ise, daha da hor kılıcıdır. Onlara hiç bir surette yardım da edilmez. Semûd kavmine gelince, onlara yol gösterdik, fakat onlar körlüğü, doğru yolu bulmağa üstün tuttular. Böylece, yaptıkları yüzünden alçaltıcı azap yıldırımı onları yakaladı. İçlerinden iman edip de Allah'tan korkanları ise kurtardık".

Buraya kadar bildirilenler, mazide cereyan eden hâdiseler idi. Bundan sonra ise, inkâr edenleri ileride bekleyen müthiş manzaralardan bazıları şöylece gösterilir: (ayet: 19-20) "Allah'ın düşmanları, ateşe sürüldükleri gün toplanıp bir araya getirilirler. Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında onların aleyhlerine şahitlik edeceklerdir. Derilerine şöyle derler: 'Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?' Onlar da: 'Bizi, her şeyi söyleten Allah söyletti, dediler. Sizi ilk defa yaratan O'dur. İşte O'na döndürülüyorsunuz. Siz, o günâhları işlerken, ne kulaklarınız, ne gözleriniz ne de derileriniz kendi aleyhinize şahitlik eder diye düşünüp sakınmadınız. Aksine, Allah yapmakta olduklarınızın birçoğunu bilmez sandınız. Rabbinize karşı beslediğiniz şu zannınız yok mu? İşte sizi o mahvetti, ziyana uğrayanlar olup çıktınız". Şimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir; şayet razı etmek için tekrar dünyaya döndürülmek isterlerse, onlara bu fırsat verilmeyecektir. Biz, onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de, onlar, önlerinde ve arkalarında ne varsa, hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) söz (yani azap hükmü) kendilerine de gerekli olmuştur. Çünkü onlar, hüsrana düşenlerdi. "

"İnkâr edenler: 'Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, umulur ki galip gelirsiniz' dediler. O inkâr edenlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve onları, yaptıklarının en kötüsü ile cezalandıracağız. İşte böyle... Allah'ın düşmanlarının cezası ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerinden dolayı, ceza olarak, onlara müebbet kalma yeri (cehennem) vardır. Kâfirler cehennemde: 'Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster de onları ayaklarımız altına alalım, onlar en aşağılarda kalanlardan olsunlar' diyecekler".

Sadece olumsuz yönü gösterme (terhîb) noksan kalacağı için iman eden ve imanla güzellik kazanan insanların ne durumda olacaklarını da temaşa etmek gerekir. İşte müteakip âyetler bunu gösterir: (âyet:30-35) "Rabbimiz Allah’tır" deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler iner, onlara: 'Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin' derler. 'Biz, dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız. Ğafur ve rahim olan Allah'ın ikramı olarak, canlarınızın çektiği ve istediğiniz her şey sizindir'. (İnsanları) Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve 'ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) en güzel tarzda sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost oluvermiştir. Buna (kötülüğü iyilikle savma olgunluğuna), ancak sabredenler kavuşturulur. Buna, ancak (hayır cihetinden) büyük nasip sahibi olan kimse kavuşturulur".

Görüldüğü üzere 30'ncu âyet, isitikamet vasfını vurguluyor. Bu âyette de İslâm, hülasanın hülasası veciz bir ifade ile tarif edilmiş olmaktadır: "İslâm, Rabbim Allah’tır" deyip "müstakim olmaktır". Nitekim Hz. Peygamber (a.s.m) hadis-i şerifinde:

"Rabbim Allah’tır de, sonra da müstakim ol" dersini verip, bu âyetten o dersi aldığına işaret buyurmuştur.

Cevamiu'l-kelim bir ifade ile, iki kelimede, mutluluk ve mükâfat bekleyen bütün insanlar tatmin edilir: "Arzu ve iddia ettiğiniz herşey Cennette vardır". Bu ilâhî buyruk, ayrıca mü'minlere şu dersi vermektedir: "Kur'ân'ın verdiği metodu sezip anlamaya, yakalamaya çalışın, teferruatla uğraşmayın, işin özünü elde etmeye bakın. Cennet hakkında da bu kadarını bilmeniz size kâfidir".

İşte sizlere, cennetliklerin, cennete lâyık dünya misafirlerinin bellibaşlı vasıfları; siz öyle olmaya bakın: "İnsanları Allah' a çağıran, iyi işler yapan ve 'ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü) en güzel tarzda sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost oluvermiştir. Buna (kötülüğü iyilikle savma olgunluğuna) ancak sabırlılar kavuşturulur" (âyet: 33-35).

Hemen arkasından, pusuda bekleyen Şeytan tehlikesini hatırlatıp, peşinden tekrar tevhid tabloları ve delilleri, haşrin delili seyrettirilip, bu sefer tam ilzâmî bir delil serdedilir; aklî delil, müşahede (gözlem), ve tecrübeden sonra, hiç bir münkirin ses çıkaramayacağı ilzâm. Şimdi, işaret ettiğimiz âyet-i kerimelerin meâllerini verelim:

"Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın, çünkü O, her şeyi işiten, bilendir" (36).

"Gece, gündüz, güneş, ay O'nun âyetlerinden (delillerinden)dir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin, onları yaratan Allah'a secde edin, eğer O'na kulluk ediyorsanız (böyle yapın). Eğer büyüklük taslarlarsa (bilsinler ki) Rabbinin yanında bulunan melekler, gece gündüz O'nu tenzih ve takdis ederler ve onlar hiç usanmazlar" (37-38).

"O'nun âyetlerinden biri de şudur: Sen, toprağı boynu bükük (kupkuru) görürsün. Üzerine su (yağmur) indirdiğimiz zaman harekete geçip kabarır. Ona can veren (Allah) elbette ölüleri de diriltir. O, her şeye kadirdir" (âyet:40).

Ve ilzamî (susturucu) delil:

"Ayetlerimizi doğru dürüst anlamayıp eğriye sapanlar Bize gizli kalmaz. Söyleyin bakalım: Cehennem ateşine mi atılmak iyidir, yoksa kıyamet meydanına emin olarak gelmek mi? (Korkudan yüreği ağzına gelen, sonra da ateşin içine atılan mı olmak, güvenlik içinde mi olmak iyidir? Oysa her işinizde siz ihtiyatlı davranır, tehlikeden kaçar, işinizi sağlam bağlamak istersiniz) Dilediğinizi yapın! (bakalım, sonunda görürsünüz işin nereye varacağını). Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir" (âyet: 40). Bu âyet "Faraza âhireti inkâr edenin dediği çıksa bile, mü'minin kaybı olmaz, amma mü'minin inandığı gerçekleşince, ey kâfirler; felaketlerin felaketi başınızda demektir" dersini vermekle Hz. Ali (r.a), Gazzalî (r.h) gibi büyüklerin (ve ondan alarak Pascal'ın) kullandığı delilin esasını bildirir.

Tekrar sûrenin mihveri olan vahiy hakikatlerine temas eden âyetler "Onlar (o yanlış yola sapanlar) kendilerine gelen Kur'ân'ı inkâr ettiler; halbuki o öyle eşsiz bir Kitab'tır ki, batıl, ne önünden ne ardından ona yol bulamaz (onun içine asılsız söz giremez), tam hikmet sahibi, hep hamde lâyık olan Allah katından indirilmiştir. (Ey Resulüm) Sana söylenen, senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey değildir. Elbette senin Rabbin, hem mağfiret sahibi, hem de acı bir azap sahibidir. Eğer Biz onu yabancı bir (dilde) okunan bir kitap kılsaydık, diyeceklerdi ki: 'Ayetleri (anlayacağımız) biçimde açıklanmalı değil miydi? Muhatap arap olduğu halde, hitap başka dilden, hiç böyle şey olur mu?' De ki: 'O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve kalblerdeki hastalıklara şifâdır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Kur'ân onlara kapalıdır (Kur'ân'ın gerçeklerine karşı basiretleri kapalı olduğundan hakkı görmezler). Sanki onlar çok uzak bir yerden çağırılıyorlar da duymuyorlar".

Derken, kâfirlerin kârlarında şaşılacak bir taraf olmadığı, önceki peygamberlerden Hz. Musa (a.s.)'a da böyle karşılık verildiği hatırlatılır ve pek mühim bir uyarı yapılır. (âyet: 45-46): "Celalim hakkı için, Biz, Musa'ya Kitabı verdik, onda da ihtilafa düşüldü. Eğer Rabbinden (daha önce verilmiş) bir söz bulunmasaydı, aralarında derhal hükmedilir (işleri bitirilirdi). Doğrusu onlar Kur'ân hakkında şüpheci bir tereddüt içindedirler". Demek ki kâfirlerin bekasına fetva veren, takdir-i ezelî olup, imtihan hikmeti için inkâr hürriyeti verilmiştir.

''Kim iyi bir iş yaparsa kendisinedir, kimde kötülük yaparsa zararı kendisinedir. Rabbin, kullarına zulmedici değildir."

Allah'ın ilminden hiç bir şeyin saklanamayacağı, müşahhas bir üslupla şöyle anlatılır: "Kıyamet saatini bilmek, Allah'a havale edilmiştir. O'nun bilgisi dışında hiç bir meyve kabuğundan ayrılmaz, hiç bir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz"

Allah onlara: "Ortaklarım nerede?" diye seslendiği zaman: "Sana arzederiz ki bizden hiç bir gören yok" derler. Önceden yalvardıkları tanrılar onlardan uzaklaşmış ve onlar da artık kaçacak bir yer olmadığını anlamışlardır".

Daha sonra, imanın güzellikleriyle müşerref olmamış insanın karakterinin bazı çizgileri göz önüne serilerek insan, imana yöneltilir: "İnsan mal ve servet istemekten usanmaz. Ama kendisine bir şer dokundu mu hemen üzgün ve ümitsiz kesilir. Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra Biz ona bir rahmet tattırırsak: 'Bu zaten benim hakkım! kıyametin kopacağını da sanmıyorum; (kıyamet kopsa) Rabbimin huzuruna götürülmüş olsam bile, mutlaka O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır!' der. Biz, o inkâr edenlere yaptıklarını elbette tek tek bildireceğiz ve elbette onlara ağır azap tattıracağız. İnsana bir nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir şer dokununca da yalvarır durur".

Dikkat edilirse, bu tabloda tasvir edilen insan münkir, düşman, iddiacı, kavgacı bir tip değildir. Buna mukabil, başkasına zararla meşgul olmayıp kendi menfaatini düşünen, sıkıntıya düşünce ümitsizlik içinde kıvranan, derdini feryad ederek duyuran, nimet ve refaha kavuşunca zevke dalıp ahireti unutan, hatta onun hakkında şüpheye düşen, vicdanından gelen uyarmalara karşı da: "Boş ver, üzülme ve korkma! Allah'ın huzuruna çıkacak olursam O, orada bana en güzel ve müreffeh bir imkân verir" diyen, yeryüzündeki nazik ve kritik konumunun az çok farkında olan bir tipdir. İşte Kur'ân ona karşı der ki: "Söyleyin bakalım, ya bu Kur'ân, bu kâinatın Rabbi Allah'ın bir buyruğu ise, siz de bu aczinizle beraber O'na karşı başkaldırmış ve onu yalan saymış olursanız, sizden daha şaşkın, daha sapkın bir mahluk olur mu? ("Öyle ise bu serkeşlikten vazgeçmeli, hakkı kabul etmelisiniz, Kur'ân'ın Rabbü'l-âlemin'in sözü olduğunu ikrar etmelisiniz ") (âyet: 52).

Burada münazara prensiplerinden, insaf düsturunun tatbikini görmekteyiz: Kimin doğru, kimin yanlış yolda olduğu belli olduğu halde Kur'ân, sanki ortadan konuşan, tarafsız bir kimsenin söyleyişi gibi, bir hakem durumunda bulunarak, karşı tarafı lütuf ve yumuşaklıkla gerçeği itirafa yöneltmektedir.

Bundan sonra, sûrenin başında hakkaniyeti vurgulanan ve yer yer delilleri serdedilen Kur’ân'ın, öyle kâfirlerin heveslendiği gibi dünya sahnesinden silinmeyeceği, işitilmesini engellemek için başvurulan, gürültüye boğmanın neticesiz kalıp, onun hakkaniyetinin gittikçe daha da aşikâr bir şekilde gözler önüne serileceği, insanların onun önünde eğilmek zorunda oldukları onun halk içinde Hakk'ın hücceti olarak kıyamete kadar devam edeceği bildirilerek bu semavi hitap noktalanır: "Biz, onlara âyetlerimizi gerek dış dünyada, objektif âlemde) gerekse kendi öz varlıklarında (sübjektif hallerinde) elbette göstereceğiz, ta ki, onlar da bu Kur'ân'ın, hakikati bildiren Hak sözü olduğunu iyice anlayacaklar. Senin Rabbinin her şey üzerinde nigehban, her hale vakıf olması, buna kâfi bir teminat sayılmaz mı? Dikkat ediniz: Onlar Rablerine kavuşmaktan bir şüphe içindedirler, ama iyi biliniz ki Allah, her şeyi, ilim ve kudreti ile ihata etmektedir" (âyet: 53-54).*

Amenna ve saddakna

 

(*) Merhum Seyyid Kutub bu âyeti tefsir ederken diyor ki: "Vallahi, Yüce Allah, insanlara yaptığı bu vâdini gerçekleştirmiştir. Bu va'di takib eden ondört asır boyunca, delillerini onlara göstermiş olduğu gibi, her yeni günde de birtakım deliller göstermeye devam etmektedir (...) O zamandan beri insanlar anladılar ki, kâinatın merkezi sandıkları bu arzları, güneş sistemine tâbi küçük bir zerreden başka bir şey değildir. Ve öğrendiler ki, Güneş de kâinatta yüz milyonlarca benzeri bulunan küçük bir küreden ibarettir. İçinde yaşadıkları kâinatın maddesi hakkında -ki madde diye bir şey varsa- epey şeyler de öğrendiler. Evet öğrendiler ki, bu kâinatın esası zerredir, yani atomdur. Ve öğrendiler ki, zerre, ışına dönüşür. Demek ki bütün kâinat, mütenevvi şekiller almış enerjiden (ışından) ibarettir.

Küçük arz gezegenleri hakkında da epey şey öğrendiler: Onun küre veya küre benzeri (elips) olduğunu öğrendiler. Onun kendi çevresinde ve güneş etrafında döndüğünü öğrendiler. Karalarını, denizlerini, nehirlerini öğrendiler. Onun bağrında-ki bir takım gizli imkânları keşfettiler, keza üstünde yayılan birtakım imkânları öğrendiler.

(...) Fakat beşeriyet, ilmin götürdüğü sapıklık ve serkeşlikten sonra, ilim yoluyla ayağa kalkmaya başladı. Diğer taraftan ilmin, insanın varlığı hakkında yaptığı keşifler, kâinatın fizik yapısındaki buluşlardan geri kalmadı. Onun bedeni terkibi, özelliklen hakkında çok şeyler öğrendiler. (...) Onun davranışları, hareket tarzlarına ait sırlara dair öyle şeyler öğrendiler ki, bunlar sayesinde bu hârika şeyleri yapanın, Allah 'dan başkası olamayacağını öğrendiler.

İnsanın ruhu hakkında da bir şeyler öğrendiler. Gerçi bu hususta öğrendikleri, cisim hakkında öğrendikleri kadar değildir. Zira insanın akıl ve ruhundan ziyade maddi yapısına ihtimam gösterildi. Ama yine de bu sahada öğrenilen şeyler, ileride yapılacak keşiflere delâlet edecek derecededir.

Allah'ın bu va'di de devam ediyor: "Biz, onlara âyetlerimizi gerek dış dünyada, gerekse kendi öz varlıklarında elbette göstereceğiz, tâ ki onlar da bu Kur'ân'ın, hakikati bildiren Hak sözü olduğunu iyice anlayacaklar". Bu va'din son yarısı, bu asrın başından itibaren kısmen görünmeye başladı. İman kervanı, çok değişik yollardan toplanıp gelişiyor. Sırf tâbiî ilimler yoluyla birçok insan kervana katılıyor. Mazide, yeryüzünü kaplamak üzere olan dinsizlik dalgası artık çekiliyor. Evet, bütün muhalif görünüşlere rağmen geri çekiliyor. İçinde yaşadığımız bu yirminci asır bitmeden, inşaallah tam olarak silinecek veya silinmek üzere olacaktır, tâ ki mutlaka gerçekleşecek olan ilâhî va'd yerini buluncaya kadar: "Senin Rabbinin her şey üzerinde nigehbân, her hale vakıf olması, buna kâfi bir teminat sayılmaz mı?" Evet, elbette O, bu va'dini, kesin ilme ve şuhuda dayanarak vermiştir."

Author: Prof.Dr. Suat YILDIRIM - min read. - Post Date: 02/14/2020