Hayatın İçindeki Tasavvuf ve Cüneyd-i Bağdâdî -2
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, hem savunduğu görüşlerle hem de yaşantısıyla aşırılıklardan kaçınmış, halkın yanlış anlayacağı bir üslûbu benimsememiş, yolunu ilim temelleri üzerine oturtmuştur. Vahdet-i vücuda kaymamış, ancak bazı sözleri yanlışlıkla o yönde yorumlanmıştır.
Cüneyd-i Bağdâdî’nin asıl düşünceleri, yayılmasını istemediği özel yazı ve mektuplarındadır. Sözleri çok yayılmışken yazılarının pek bilinmemesinin sebebi halkın anlayamayıp yanlış tevil etmelerinden duyduğu endişedir. Onun için kendisine ait yazıların kendisiyle beraber gömülmesini vasiyet etmiştir.1
Cüneyd-i Bağdâdî’nin tasavvufunu üzerine bina ettiği temel görüşleri vardır. Onun “tevhid” ve “sahv” nazariyeleri, tasavvufunu taşıyan iki önemli direktir. Bu ikisinin dışında tevhid nazariyesinin üzerine bina edildiği “misak” ve “fena” nazariyeleri de vardır.
a-Tevhid
Cüneyd-i Bağdadî’nin tevhide ait düşüncelerine geçmeden önce konu ile alâkalı şu bilgileri aktarmak uygun olacaktır: “Tevhid; vahdet kökünden, birleştirme, bir kılma, bir sayma, Allah’ı birleme, “Lâ ilâhe illallah” hakikatine inanma ve bu yüce hakikati sürekli tekrarlayıp durma mânâlarına gelir. Sofiye ıstılahında tevhide, bu mânâların yanında; yalnız Bir’i görme, Bir’i bilme, Bir’i söyleme, Bir’i isteme, Bir’i çağırma, Bir’i talep etme ve O’ndan başkasıyla olan münasebetlerini de hep O’na bağlama, her şeye O’ndan ötürü alâka duyma anlamları da yüklenmiştir. Tevhid; mebde’de, Allah’ın zâtını, aklen tasavvur edilebilecek her şeyden tecrid; müntehâda da, zevk u hâlin vüs’at ve derinliği ölçüsünde mâsivâyı (Allah’tan başka her şeyi) kalben bütün bütün unutup O’na tahsîs-i nazar etmektir. Bu mânâda tevhid, İslâm’ın hem esası hem de meyvesidir. Bu çerçevede mebde’ ve müntehâ mülâhazasıyla bir tevhid telâkkisi, sofiyece sık sık üzerinde durulagelmiştir.”2
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin meşhur tevhid tarifi şu şekildedir: “Sufilere mahsus tevhid, kıdemi hadesten ayırmak, vatanlardan çıkmak, sevdiklerinden kaçmak, bilinen ve bilinmeyen her şeyi terk etmek ve hepsinin yerini Allah’ın almasıdır.”3 Bu sözde, yukarıda tevhidle alâkalı aktardığımız cümlelerde vurgulanan hususlar göze çarpmaktadır. Daha sonra gelen sufi yazarlar Cüneyd’in bu sözünün tesirinde kalmışlar ve onu tevhidin en veciz ifadesi olarak kabul etmişlerdir.4
Tevhid açısından kullar çeşitli mertebelere ayrılır.5 Cüneyd-i Bağdadî de muvahhidleri derecelere ayırır. Ona göre avamın tevhidi (birinci mertebe), ilm-i zâhirin hakikatine ermiş kimselerin tevhidi (ikinci mertebe) ve ehl-i mârifetten olan havassın tevhidi (üç ve dördüncü mertebe) olmak üzere tevhid ehli dört mertebedir. Yine ona göre tevhid, mücerred bir fikir değil, bir yaşama hâlidir ve herkes yaşamasına göre bu mertebelerden birisine girer.6
Onun tevhid nazariyesini desteklemek üzere ortaya koyduğu “fena” ve “misak” nazariyeleri ise, en yüksek tevhid mertebesine çıkan yolu gösterir.7 Misak ve fena tevhide varan iki ayrı yoldur. Birincisi Allah’a varış hâlini açıklar, ikincisi de bu varışın yolunu, usûlünü ve buna varmak için atılacak başarılı adımları gösterir. Hak’ka kavuşmak isteyen muvahhid, beşerî varlığını kaybetmek zorundadır. Ancak bu takdirde ilk varlığını idrak edebilir.
Ona Göre Fena Üç Mertebedir
- Amellerle ve nefsine muhalefetle huylarından ve tabiatından fâni olmak.
- Sırf Allah’a teveccüh etmek suretiyle ibadetlerdeki zevkleri de terk etmek ve böylesi mânevî füyüzat hislerinden fâni olmak.
- Hak nuru galebe edince artık Hak’ka varmanın farkına varmaktan da fâni olmak.8
Fenanın bu son mertebesi bekayı da içine alır. Onun fena anlayışı, sonunda insanı panteizme götürebilen bir fena değildir. Cüneyd-i Bağdâdî ve ilk mutasavvıflar bu tehlikenin önüne geçmişlerdir. Onun fena anlayışı Allah’ta bekadan ibarettir. Yoksa, kulun fizikî varlığının (hâşâ) Cenâb-ı Hak’la birleşmesi değildir. Cüneyd-i Bağdâdî’nin ifade ettiği en yüksek mertebede dahi kul, Allah’ın mahiyetini kavrayamaz. Çünkü O’nun mahiyetini kendisinden başka kimse bilemez. Hulûl ve ittihat söz konusu değildir. Hazret bütün talimlerini bu nokta üzerinde yoğunlaştırır ve hakikat-i diniye üzerinde hassasiyetle durur. İnsanları fena makamına erdikten sonra hakikat-i diniyeye davet eder.9
b-Sahv
“Sarhoşluk ve kendinde olmama hâli diyebileceğimiz sekir; sofiye ıstılahında sâlikin, sübühât-ı vechin şuaları karşısında mest olup kendini kaybetmesidir ki, onun yeniden his ve şuur âlemine dönmesi demek olan sahv ile beraber zikredilir.. ve sahv u sekir şeklinde kullanılır.”10 Mutasavvifenin beyanına göre seyr-i sülûk-i ruhanîsinde makamlar aşan kul, bir noktada kendinden geçip Allah’ın iradesine girer. O bu hâldeyken kendisinde değildir ve bir sekir (sarhoşluk, kendinde olmama) hâli yaşar. Bu durum, sufiyi dinin sınırları dışında bir davranışa götürebilir. Gerçekten de bazı sufiler, dinî vazifeleri aldırmazlığa kadar gitmişlerdir. Bundan dolayı sekir hâli makbul görülmeyip sahv esas alınmıştır. Hazreti Cüneyd de sekrin sebebiyet verebildiği dinin hükümlerini umursamama tavrını kesinlikle kabul etmez ve böyle davrananların dini ortadan kaldırma gayreti içinde olduklarını belirtir.11 Ona göre sâlikin sekir yaşadığı mertebe, tevhidin son mertebesi değildir. Cenâb-ı Hak, onu cemiyete faydalı olması için sahve (uyanıklık, kendinde olma hâli ki sekir hâlinin mukabilidir) ulaştırır. Sahve ulaşan sufi, cemiyete hizmet eder, halkı irşad faaliyetlerinde bulunur, dinin emirlerini yaşama hususunda insanlara örnek olur.
Sahv makamı sekir hâlinden daha objektif, daha temkinli, daha sıhhatli ve daha istikametli bir makamdır. Sekir bir kısım velilerin yolu olmasına mukabil sahv, enbiya ve asfiyanın mesleğidir. Ayrıca sahv, hayat mülâhazasıyla da sımsıkı irtibatlıdır. Bütün bunlardan dolayı sahv her yönüyle sekirden üstün görülmüştür.12
Ebû Yezid Bistâmî (insanlar arasındaki yaygın ismiyle Bayezid-i Bistâmî) (234/848), sekri sahve tercih eden bir sufidir. Cüneyd-i Bağdâdî, Bayezid-i Bistâmî’nin mübtedilikten kurtulamadığını ifade eder. Zira ona göre sahv, sekirden üstün bir hâldir. Sonraları Bayezid’in sekr yolunu tercih eden Tayfuriye tarikatı zuhur etmiştir. Bunun mukabilinde Cüneyd-i Bağdâdî’nin ismine nisbet edilen Cüneydiye tarikatı, onun sahv görüşünü benimser.13 Cüneyd-i Bağdâdî’de temkin, dikkat ve şuur hâli esas olduğundan sohbetinde bulunmak isteyen Hallâc’ın mecnun (sermest) olduğunu yani sekr hâlinde bulunduğunu söyleyerek onu kendinden uzaklaştırmış ve bu konuda ileri sürdüğü mazeretleri de kabul etmemiştir.14
Cüneyd-i Bağdâdî’nin, sufilerin cemiyetin içine girmesini öngören bu görüşleri çok önemlidir. Böylece ruhen yüksek mertebelere ulaşmış kişiler, bir köşede uzlet hayatı yaşamak suretiyle âtıl kalmayıp, cemiyet içinde aktif olarak topluma faydalı olmaya çalışacaktır. Bu davranış da mutasavvıfı cemiyetten yitirme değil, cemiyete kazandırma ve dolayısıyla medeniyete müspet yönden tesir etme davranışıdır. Bunun felsefe, sanat, edebiyat ve hatta siyaset sahasında yaptığı müspet tesirler pek derin olmuştur.15 Cüneyd-i Bağdâdî, bu görüşleri neticesinde kendisini cemiyete hizmete adamış; pek çok talebeye ders vermiş; bazı sufilerin geçimlerini temin için hiç çalışmamasına mukabil o, ticaretle meşgul olmuştur. İslâm’ın ve İslâm medeniyetinin bu ilk çağlardan asırlara uzanıp yayılmasında sufilerin oynadığı rol, bu sahv hâli düşüncesinin bir neticesidir ve bunun öncüsü de Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleridir.
Temkini esas alan Hazreti Cüneyd, cezbe ve vecd hâllerine lüzumundan fazla ehemmiyet vermezdi. Nitekim cezbeye kapılıp semâa duran bir topluluğa rast geldiğinde, ona, “Sen neden sakin duruyorsun (vecd içinde hareketler etmiyorsun)?” diye sorulunca, “Dağları görürsün de sen onları hareketsiz sanırsın, hâlbuki onlar bulutlar gibi seyretmektedir.” (Neml sûresi, 27/88) âyetini okudu.16
“Bazıları su üstünde yürüyorlar. Ama ibadet içinde susuzluktan ölmek, su üstünde yürümekten daha hayırlıdır.”17 diyen Hazret’e göre esas olan, Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) yaşadığı gibi yaşamaktır. “Allah’a giden yol ancak Rasulullah’ın yaşadığı gibi yaşayan, O’nun sünnetlerini diri tutanlara açıktır.”18
Netice olarak diyebiliriz ki Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, hem savunduğu görüşlerle hem de yaşantısıyla aşırılıklardan kaçınmış, halkın yanlış anlayacağı bir üslûbu benimsememiş, yolunu ilim temelleri üzerine oturtmuştur. Vahdet-i vücuda kaymamış, ancak bazı sözleri yanlışlıkla o yönde yorumlanmıştır. Aslında yanlış anlaşılmaya müsait sözleri, içinde bulunduğu durumu ifadede dîk-i elfazdan (söz yetersizliği) kaynaklanmıştır. O bunların da halk arasında yayılmasını istememiş, hatta kendisiyle beraber gömülmesini vasiyet etmiştir. Ayrıca o, görüşleri ile mutasavvıfların faal olarak cemiyet hayatına girip insanlar için faydalı olmalarına zemin hazırlamıştır. Bu yönleriyle Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, hem dinin emirlerini hem de dinin ruhî hayatı olan tasavvufun inceliklerini yaşama durumunda olan Müslümanlar için iyi bir misal teşkil etmektedir. O, yaşadığı hayatla bizlere öncelikle dinî ilimleri iyi öğrenmek suretiyle elimize sağlam bir kriter alma ve her türlü ruhî tecrübelerde bu kıstasa müracaat ederek istikametimizi muhafaza etme; ifrat-tefritlerden, fitnelerden, yanlış anlaşılma noktalarından uzak durma; devamlı cemiyetin içinde bulunarak topluma faydalı olma mesajları vermiştir. En veciz ifadesiyle “dünyayı kesben değil, kalben terk etme”nin âdâbını göstermiştir.
Dipnotlar
1 Bağdâdî, a.g.e., 7/248.
2 Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2, Tevhid.
3 Kuşeyrî, a.g.e., s.300.
4 Ateş, a.g.e., s.85.
5 Bkz.: Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2, Tevhid.
6 Ateş, a.g.e., s.85.
7 Fena ile ilgili bkz.: Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2, Fenafillah.
8 Ateş, a.g.e., s.91.
9 Ateş, a.g.e., s.65.
10 Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2, Sekir ve Sahv.
11 Ebû Nuaym, a.g.e., 10/278.
12 Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2, Sekir ve Sahv.
13 DİA, Cüneydiye mad.
14 DİA, a.y.
15 Ateş, a.g.e., s.99.
16 Ebû Nuaym, a.g.e., 10/271; İbn Hallikan, a.g.e., 1/373.
17 Ebû Nuaym, a.g.e. (terc.), 3/265.
18 Ebû Nuaym, a.g.e. (terc.), 3/264.