Takvâ Ehlinin Reislerinden: Hâris el-Muhâsibî





Author: Prof.Dr. Abdülhakim YÜCE - min read. - Post Date: 10/21/2019
Clap

Gazalî üzerinde Muhâsibî’nin etkisi çok bariz bir şekilde görülür. Meselâ, Zahid el-Kevserî, Muhâsibî’nin Gazalî üzerindeki çok etkisinin büyük olduğunu ve onun Ri’aye adlı eserini tamamıyla İhya içine yerleştirdiğini söyler.

Bu yazımızda, yüzyıllar önce yaşamış, ancak fikir ve düşünceleri günümüzde de, İslâm’ın, özellikle derunî boyutunun, en güzel yorumlarından biri olarak kabul edilen Muhâsibî’nin hayatından söz ettikten sonra, meşhur bir eserinden kısa bir alıntı yapmak istiyoruz. Onu ve fikirlerini daha iyi tanımak için elbette eserlerine ve hakkında yapılmış olan çalışmalara müracaat etmek gerekir.

Muhâsibî’nin tam adı, Ebu Abdullah Hâris b. Esed el-Basrî’dir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte kaynaklar tahminen, 165/871 tarihinde Basra’da dünyaya geldiğini kaydetmişlerdir.[1]

Çocukluğunu Basra’da geçiren Muhâsibî, ortamın fikrî ve kültürel birikiminden bir süre yararlandıktan sonra, devrin en önemli ilim merkezi olan Bağdat’a göçmüştür. Zengin bir ailenin çocuğuydu, ancak babasının bıraktığı külliyetli miktardaki mirası, babasının kaderî fikirlerinden ötürü almayınca[2] geri kalan ömrünü fakir bir şekilde geçirdi. Muhâsibî’nin bu tavrı, onun zühd ve verâ’ının en güzel işaretlerinden sayılmıştır. Zira o, babasından miras bile olsa, şüpheli olanı kabul etmemiştir. Bu olaydan, ilim ehli bir ailede büyüdüğünü anlamak da mümkündür. Çünkü babasının sıradan bir insan olmayıp, kaderî fikirleri kabullenip savunacak derecede bilgili olduğu anlaşılmaktadır.

Muhâsibî’nin, gençliğinde zâhirî ilimleri tahsil ettiğini ve bu ilimlerde ileri seviyelere çıktığını, tabakât kitaplarının, onun hakkındaki şu ifadelerinden anlıyoruz: Zâhirî ilimlerle bâtınî ilimleri cem’ eden[3], tasavvuf, hadîs ve kelâmda imam[4], bilhassa hadîste fevkalade mahir[5], bir kimseydi. Bu seviyede âlim ve otuza yakını günümüze kadar ulaşan, iki yüzü aşkın eserine rağmen Muhâsibî’den çok söz edilmemiştir. Nitekim hayatı hakkında bilinenler, yani tarih ve tabakât kitaplarına geçen malumat, birkaç paragrafı geçmemektedir. Bunun sebebini müellifimizin yaşadığı ortamda arayanlar olmuştur. Çünkü Muhâsibî, biri Ahmed b. Hanbel’in başını çektiği ve Ehlü’l-Hadîs olarak bilinen düşünce, diğeri de, Vasıl b. Ata’nın temellerini attığı Mü’tezile olmak üzere, zıt iki fikir cereyanının hükümferma olduğu bir ortamda yaşadı. Bu dönemde Mu’tezile, devlet desteği görmekte ve fikirlerini zora başvurarak yaymaktaydı. Muhâsibî, hadîsçilere yakın ve onlarla aynı düşünceleri paylaşıyordu. Ancak, Ahmed b. Hanbel onun kelâmî meselelere dalıp, bu konuda bir takım düşünceler ileri sürmesinden hoşlanmamıştı. Gerekçe de, Muhâsibî’nin Mu’tezile’ye reddiye yazarken, onların fikirlerine uzun uzadıya yer vermesi, böylece bid’atçı fikirlerin ümmet arasında yayılmasına sebep olması şeklinde açıklanıyordu. Nitekim Ahmed İbn Hanbel’le aralarına soğukluğun girmesinin ve inziva hayatı yaşamasının sebeplerinden birinin bu olduğu kaydedilmektedir.[6]

Ancak Muhâsibî’nin, tabir yerinde ise, kenarda kalmasının sebebi sadece bu olmamalıdır. Onun yaşadığı asır, hadîslerin rivayet, hıfz, yazma, toplama ve tasnifiyle uğraşılan ve bu iş için meşakkatli yolculuklar yapılan; aynı zamanda bid’at ve uydurma hadîs tehlikesine karşı, şahısların ve sözlerinin çok ince tenkitlerden geçtiği bir dönemdir. Bu muhaddis ve râvîler, kendi metotlarından ayrılan ve fıkıh olsun, vaaz olsun veya kelâm olsun, hadîs dışındaki bütün ilimleri ve metotları şiddetle tenkit ederek bid’at damgasını vurmaktaydılar. Sünnetin korunması gayesiyle, nassların zâhirine önem veriliyor, hangi sebeple olursa olsun, değerlendirmeler hoş karşılanmıyordu. Kısacası ilim, araştırma ve iyice anlama (fıkıh) değil; hadîs, onun senedi ve metninden ibaretti. Hadîs üzerinde fikir yürütmek, onun sınırlarını aşardı. Ehl-i hadîs, bir âlimin herhangi bir konuda araştırma ve içtihada dayalı bir şey söylediğini veya bir kelâmcının, Allah’ın sıfatlarından birinde bir görüş serdettiğini ya da bir nasihatçinin nefsin hallerinden birini şerh ve izah ettiğini gördüklerinde, hamiyet ve öfkeleri kabarıyor, yaptığına kızıyor ve tenkit ediyorlardı. Cerh ve ta’dil kitaplarında bu tür olaylar az değildir.[7]

Selefî[8] bakış açısı olarak bilinen bu yaklaşımı Muhâsibî az buçuk aşmak isteyince, şimşekleri üzerine çekti. Çünkü o, nefsin halleri, tezkiyesi ve ayıplarının açıklanması konusunda, çok erken devirlerde söz söyleme ve kitap te’lif etmeye başlamıştı. Bu konuların, sadece nasların zahirini değil, tefekkürü bile aşarak, çok ince bir iç gözleme ve daha sonraki dönemlerde çokça sözü edildiği gibi, ilhama ihtiyacı bulunmaktadır. Bu türden bir yaklaşımın selefî bakış açısıyla hoş karşılanmasını beklememek gerekir.

Diğer taraftan Muhâsibî, ‘her zahidin zühdü, marifeti; ma’rifeti aklı, aklı da imanının kuvveti ölçüsündedir.’[9] der ve kalb, akıl ve amel bütünlüğünü vurgulardı. Tasavvufî tavrına rağmen, aklî yaklaşımı terk etmemiş, hatta aklın kullanılmasını savunmuş ve özellikle Mu’tezile ile olan tartışmalarında, onların akılcı metodunu kullanmıştır. Bu da hadîsçilerin tepkisine sebep olan hususlardan biri olarak sayılmıştır.

İmam Ahmed b. Hanbel ve hadîsçilerin bu tavrından olsa gerek, Muhâsibî 243/867 yılında Bağdat’ta vefat ettiğinde cenazesine, beklenenden çok az kimse katılmıştı.[10]

Muhâsibî’nin, Gazalî’nin Münkiz’ine bir prototip oluşturmuş olan Vesâyâ adlı eseri, kısmen de olsa, hayatının seyrini değiştiren fikrî olayları konu edinir. Onu etkileyen en önemli şey, ümmetin, her biri kurtuluşun kendi tekellerinde olduğunu iddia eden çok sayıdaki fırka ve alt fırkalara bölünmüş olmasıydı. Hayatının büyük bölümünü bu fırkalar arasında sırat-ı müstakimi aramakla geçirdi. Hakikati bilme ve yaşama iddiasındaki her türlü insanla görüştü, fakat hiç birinden tatmin olamadı. Birçokları, dünyevî makamlar ve menfaatlerle bu işi yapıyorlardı.

Muhâsibî bu durumu şöyle anlatıyor: “Ben derinliğine tefekkür edip, uzun uzun düşünerek, hidayete ulaştıracak bilgi aradım. Daha sonra Allah’ın Kitabı, Resûlü’nün sünneti ve mü’minlerin icmaından anladım ki, haris olmak insanı körleştirir ve böylece onu hak yolu aramaktan engeller, neticede de bâtıla düşürür.”[11] Bu düşünce onu, kendisine muhâsibî adını vermeye sebep olan muhâsebe yapmaya ve riyâzetle birlikte ahlâkî dönüşüme sevk etti. Gördü ki, hak ve kurtuluşa götüren yol Allah korkusundan (havf), O’nun emirlerine tabi olmaktan, O’na tam ihlâsla ibadet etmekten ve Resulünün sünnetine tabi olmaktan geçer.[12]

 

Eserleri

Muhâsibî, İslâmî konularda yoğun bir te’lif döneminin başladığı asırda yaşamıştır. Hayatını anlatırken kısaca değindiğimiz gibi, bazı saiklerden ötürü, biraz kenarda durması onu çok eser vermeye sevk eden sebeplerden biri olmalıdır. Yetmiş beş seneyi aşkın ömrünü verimli bir şekilde değerlendiren müellifimiz, hepsinin adı ve muhtevası bilinmese bile, iki yüz civarında esere imza atmıştır. Hadîs, tefsir, kelâm ve tasavvufta imam, fıkıhta ise önemli bir yere sahip olan Muhâsibî, en çok tasavvuf konusunda yazmış ve bu arada kelâm ve hadîsle ilgili bir çok konuya da temas eden eserler vermiştir. Er-Ri’aye Li Hukûkillah bilinen en meşhur ve en hacimli eseridir.[13]

 

Muhâsibî’nin Tesirleri

Muhâsibî’nin birçok eserinin günümüze ulaşmış olması, onun yaşadığı asırdan itibaren büyük tesirler bırakan, kabul gören ve sevilen bir kimse olduğunu gösterir.

Tasavvuf klasikleri olarak meşhur olan eserlerin hemen tamamında Muhâsibî’nin tesiri açık bir şekilde görülmektedir. Kuşeyrî ve Hucvirî gibi eserlerinde tasavvuf ricalini de inceleyen müellifler, bu bölümlerde Muhâsibî’ye yer ayırdıkları gibi, tasavvufla ilgili konuları incelerken de ondan sık sık söz eder ve alıntılar yaparlar.

Meselâ, Serrac (378/988), vera’, sûfîlerin ilme uyma konusundaki âdâbı, sema’, sıdk, ihlas, kerem ve itibar; Kelâbâzî (380/990), Allah’ın kelâm sıfatı, şükür, vera’ ve mücahede; Kuşeyrî (465/1072), vera’, tevekkül, sıdk, fütüvvet, huluk, muhabbet ve sema’; Hucvirî (470/1077), fakr, rızâ, hal, keramet, gaybet-huzur, iman, muhabbet ve sohbet adâbı; Sühreverdi (632/1234), kendini tanıma, vera’ ve rızâ konularını işlerken Muhâsibî’den alıntılar yapmışlardır.

Üzerinde Muhâsibî’nin etkisinin en bariz bir şekilde görüldüğü kişi ise Gazalî (505/1111)’dir. Meselâ, Zahid el-Kevserî, Muhâsibî’nin Gazalî üzerinde etkisinin büyük olduğunu ve er-Ri’aye’sini tamamıyla İhya içine yerleştirdiğini söyler.[14]

Münavî de şunları söyler: “et-Temimî anlatıyor: Muhâsibî, fıkıhta, tasavvufta, hadîste, kelâmda ve daha başka hususlarda Müslümanların imamıydı. Sayıları iki yüze varan derli toplu ve faydalı eseri vardır. er-Riâye adlı esri, bu konuda sayıları çok olan yazarlar için temel teşkil etmiştir. İhya’da şöyle denilmektedir: Muhâsibî, muamelat ilminde ümmetin en hayırlısı idi. Nefsin ayıplarını, emellerini, afetlerini ve ibadetlerin hakikatlerini araştırmada o, herkese öncülük etmiştir.”[15]

Daha önce de belirtildiği gibi Gazalî, Muhâsibî ile Ahmed b. Hanbel arasında cereyan eden tartışmayı el-Münkiz adlı eserine almış ve Muhâsibî’nin haklılığını gösteren cümleler serdetmiştir.[16] Muhâsibî hakkında doktora çalışması yapan Abdulhalim Mahmud daha da ileri giderek, kendisinden çok sonra gelmesine rağmen Gazalî’nin, onun bir talebesi gibi kendisinden etkilendiğini ifade eder.[17]

Seyyidu’t-taife olarak bilinen Cüneyd-i Bağdadî (297/909)’nin adeta Muhâsibî’nin elinde şekillendiği ve meşhur Bağdat Tasavvuf Ekolü’nün en önemli şahıslarından, hatta kurucularından sayıldığı hesaba katılınca, onun genel tasavvuf anlayışına ne denli etkili olduğu daha iyi anlaşılır kanaatindeyiz.

 

Muhâsibî’den Tavsiyeler

Yazımızın bu kısmında, Muhasibi’nin meşhur eseri Risaletu’l-Müsterşidîn’den, kısaltarak bir alıntıda bulunmak istiyoruz. O şöyle diyor:

“Bil ki, Allah’ın kitabı şunları âmirdir:

  1. Emir, nehiy, havf ve recâ şeklindeki muhkemleri ile amel etmek,
  2. Müteşabihine iman etmek,
  3. Emsal ve kıssalarından da ibret almak…

Bunları yaparsan cehalet karanlığından ilim aydınlığına; şüphe işkencesinden yakîn ferahlığına çıkarsın. Rabbimiz konuyla ilgili şöyle buyuruyor: “Allah iman edenlerin yardımcısıdır (velisidir), onları karanlıktan aydınlığa çıkarır.” (Bakara, 2/257)

Bu konuyu, Allah’ın kendilerine üstün bir anlayış (el-Aklu minellah) verdiği kişiler fark eder ve ona rağbet ederler… O kişilerden olmak için,

  1. Niyetini sağlam tut ve iradenin (yönünü) iyi bil. Zira ücret (ceza ve mükâfat) niyete göre verilir. Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Ameller niyete göredir ve herkese ancak niyet ettiği vardır…”[18]
  2. Takvâya sarıl. Zira “Müslüman, bütün insanların, elinden ve dilinden selamette olduğu kişi; Mü’min de, bütün insanların, her türlü kötülüğünden emin olduğu kişidir.”[19]
  3. Her hatırda nefsini hesaba çek ve her nefes alışta Allah’ı (Allah’ın koyduğu sınırları) gözet. Hz. Ömer (r.a.) şöyle diyor: “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin, tartıya çıkmadan önce kendinizi tartın, büyük buluşmaya hazırlanın ki o gün hiçbir gizliniz-saklınız kalmaz.”
  4. Dinin konusunda Allah’tan kork (havf), her konuda O’ndan ümit (recâ) içinde ol ve başına gelenler konusunda sabırlı ol. Hz. Ali (ra) şöyle der: “Sadece günahlarından kork, sadece Rabbinden ümitli ol…”
  5. Bil ki, dinde (imanda) sabır, cesette kafa gibidir. Baş kesildiğinde beden, yok hükmüne geçer. Şahsına yönelik söylenen nahoş ve kızdırıcı bir söz duyduğun zaman affet, görmezlikten gel. Bu tavır, herkesin yapamayacağı önemli işlerdendir. Hz. Ömer (r.a.) şöyle diyor: “Allah’tan havf içinde olan sinirlerine hâkim olur. Takvâ ehli olan ise her istediğini yapmayandır. Eğer kıyamet (hesap günü) olmasaydı durum şu andaki gibi olmazdı.”
  6. Yöneliş ve ilgilerine dikkat et. Başkasının kusurlarından çok kendi eksikliklerinle uğraş. Şöyle denilmiştir: “Benzerleri kendisinde olmasına rağmen başkasındaki kusurları gören veya aynısını yaptığı halde bir hatadan ötürü başkasını tenkit eden ve arkadaşını kıran ya da kendisini ilgilendirmeyen şeyi söyleyen kişiye bu yaptığı (günah olarak) yeter.”
  7. Tedbiri terk ederek (yani sadece aklına dayanmayarak), aklını Allah için kullan, kudretini kullanmada O’na dayan… Hz. Ali (r.a.) şöyle der: “Ey insanoğlu! Zenginlikle sevinme, fakirlikten ötürü ümitsizliğe düşme; başa gelen bela ve imtihanlara üzülme, rahatlığa da sevinme. Zira altın ateşle tecrübe edildiği gibi salih kullar da sıkıntı ve imtihanlarla denenirler. Arzularına gem vurmadan isteklerine ulaşamazsın. Umduklarına ancak nefsin hoşlanmadığı şeylere sabretmekle ulaşabilirsin. Gayretini sana farz kılınan şeyleri yerine getirmek için kullan.”
  8. Allah’ın senin hakkında irade buyurduğu şeye razı ol. (…) Bil ki, hayrı ile şerri ile kadere iman etmedikçe imanın tadına varamazsın.
  9. Her zaman hakkı, doğruyu işle. O zaman Allah senin nurunu ve basiretini arttırır. Sakın hakkı emredip yapmayanlardan olmayasın. Böyle davranan karşı tarafın günahına ortak olur, Rabbinin azabına duçar kalır.
  10. Dostların ve arkadaşların sadece akıllı ve takva sahibi kişiler olsun; sadece basiret sahibi âlimlerle otur.
  11. Hakka karşı mütevazı ol ve boyun eğ. Sürekli Allah’ı zikret ki, O’na yakınlık elde edesin.
  12. Allah için mü’minlere nasihatte bulun ve işlerini haşyet içinde onlarla istişare et. Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Allah’tan haşyet içinde olan ancak âlimlerdir.” Bil ki sana nasihat eden seni sevendir, müdahene eden ise seni aldatandır. Nasihatini kabul etmeyen kardeşin değildir. Hz. Ömer (r.a.) şöyle diyor: “Nasihat etmeyen ve nasihat edenleri sevmeyen kavimde hayır yoktur.”
  13. Her yerde doğruyu tercih et, böylece büyük bir ganimet elde etmiş olursun; fuzûlî şeylerden de uzak dur ki başın selamette kalsın. Zira doğruluk iyiliğe, iyilik de Rabbin rızasına götürdüğü gibi, yalan günaha, günah da Rabbin azabına götürür.
  14. İhsanla davrandığında mükâfatlandırılacağını, kötülüklerinden ötürü de cezalandırılacağını bilen adamın yaptığı gibi davran, şükrünü devamlı kıl, emelini kısa tut, kabirleri düşünceli bir şekilde ziyaret et ve kalbinle haşir meydanını dolaş.
  15. Ey dost! Kur’ân ve din konusunda tartışmaktan sakın.
  16. Edepten hiç ayrılma. Heva-i nefse uymaktan ve öfkeden uzak dur. Uyanıklığa sebep olacak işler yap. Yumuşaklığı (rıfk) adet, teenniyi arkadaş, selameti sığınak ve boş zamanı da ganimet bil. Dünya bineğin, ahiret varılacak menzilin olsun.[20]

 

[1] İbn Hallikan, Vefeyatu’l-a’yan, 1/112; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-nihaye, 10/297; Attar, Tezkiretu’l-evliya, 128; H. ez-Ziriklî, el-A’lam, 2/153. Ö. R. Kehhale, Mü’cemü’l-müellifîn, 3/174.

[2] Ebu Nuaym, Hilye, 10/77; es-Sübkî, Tabakatu’ş-şafi’iyye, 2/274; İbn Hallikan, Vefeyat, 1/112.

[3] İbnü’l-Esir, el-Lübab, 3/171; es-Sübkî, a.g.e., 2/275.

[4] el-Münavî, Kevakip, 1/218.

[5] es-Sübkî, a.g.e., 2/275; el-Askalanî, Tehzip, 2/136.

[6] es-Sübkî, a.g.e. 2/39.

[7] Ebu Nuaym, Hilye, 10/74.

[8] Bu kavramı, daha sonra bir mezhep gibi yaygınlık kazanan ve İslâmî çizgiye muhalif görüşler ihtiva eden selefîlik anlamında kullanmıyoruz.

[9] el-Muhâsibî, Risaletu’l-müsterşidîn, 54.

[10] İbn Hallikan, Vefeyat, 2/53; Sülemî, Tabakat, 56. Ahmed b. Hanbel’le Muhâsibî arasındaki soğukluğu değerlendiren ve cenazesine sadece dört kişinin katıldığına dair rivayetin şüpheli olduğunu söyleyen Sübkî, görüşünü şöyle dile getiriyor: “Bana göre bu kabil şeyler her bölge ve her devirde alimler arasında, arkadaşında gördüğü bir hatayı tashih etme gayesiyle ve bir içtihat eseri olarak, vuku bulabilir. Fakat Hatib-i Bağdadî ve başkalarının naklettikleri, Muhâsibî kelam ilminin bazı meselelerinde konuşmuş da bu yüzden Ahmed b. Hanbel onu terk etmiş; Muhâsibî de, halkın imama bağlı olduğunu bildiği için, Bağdat’taki bir evde saklanmış ve orada ölmüş, namazını da sadece dört kişi kıldırmış, şeklindeki sözlerin sahih ve vuku bulmuş olması ihtimalden uzaktır. Hafız Zehebî de el-Mizan’da [2/199] buna işaret etmiş ve “Münkati’, aslının olması zor bir hikâyedir,” demiştir.” es-Sübkî, Tabakatu’ş-şafi’iyye, 2/39.

[11] el-Muhâsibî, el-Vesâyâ, 14.

[12] Taşköprüzade, Mevzuatu’l-ulûm, 2/844.

[13] A. Yüce tarafından Kalb Hayatı adıyla tercüme dilmiştir.

[14] bk. Abdülfettah Ebu Güdde’nin Risaletü’l-müsterşidîne yazdığı önsöz, 12.

[15] el-Münavî, Kevakip, 1/218.

[16] Gazalî, el-Münkiz, 165. (A. Mahmud’un şerhiyle birlikte.)

[17] A. Mahmud, Üstazü’s-Sairîn, 52.

[18] Buharî, İman 41.

[19] Tirmizî, İman 12.

[20] Muhasibi, Risaletu’l-Müsterşidin, Halep, 1964, (Tahkik: Abdülfettah Ebu Gudde), s.31-48.

Author: Prof.Dr. Abdülhakim YÜCE - min read. - Post Date: 10/21/2019