Dinler Arası Diyalog'da Tasavvufun Rolü
Özellikle yirminci asrın ortalarından itibaren diyalogdan daha fazla söz edilmiş ve bazı girişimlerde bulunulmuş olması, insanlığın uzun zamandan beri kaybettiği fıtrî öze tekrar dönüş yapmaya meyletmesi ve bunun vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu anlamış olmasından ileri geldiği kanaatini taşımaktayız.
İnsanın nisyanla ilişkisinden ötürü zaman zaman uyarılması, ona bazı şeylerin hatırlatılması kaçınılmazdır. Peygamberlik müessesesinin temel nedenlerinden biri de budur. Uzun zamandan beri unuttuğu için, insana hatırlatılması gereken fıtrî gerçeklerden biri de diyalog olmalıdır. Çünkü diyalog, insan fıtratının gereği ve Allah'ın kâinata vaz ettiği yoludur, diğer bir ifadeyle sünnetullahtır. Onun için diyalogun en büyük ve kapsamlısı Yaratan’la yaratılan arasında gerçekleşmiş ve bunun ifade ediliş şekillerinden birine de din denilmiştir. Dolayısıyla diyalog zaman zaman işlemez hâl alsa bile, insanlığın ruhuna yerleştirilmiş bir özdür. Düşmanlık ve küskünlükler ise arızîdir, geçicidir; hatta bunlar diyalog ve dostluğun daha sıhhatli yürümesi için, bazen kullanılabilecek, araçlardır denebilir.
Dinler arasında ise, tarih boyunca diyaloglar yaşanmış olmakla beraber, özellikle yirminci asrın ortalarından itibaren diyalogdan daha fazla söz edilmiş ve bazı girişimlerde bulunulmuş olması, insanlığın uzun zamandan beri kaybettiği fıtrî öze tekrar dönüş yapmaya meyletmesi ve bunun vazgeçilmez bir ihtiyaç olduğunu anlamış olmasından ileri geldiği kanaatini taşımaktayız.
Bu kısa girişten sonra asıl konumuz olan dinler arası diyalogta tasavvufun rolü üzerinde durmak istiyoruz.
İslâm'ın içe dönük cephesini teşkil eden tasavvuf, diğer dinlerle hatta bütün insanlarla bir anlamıyla tarihî bir diyalog tecrübesine ve usûlüne sahiptir. Bu süreç, aynı seviyede olmasa bile, şu anda da devam etmektedir. Yani birileri bir taraftan sesli bir şekilde diyalog ortamı oluşturmaya çalışırken, diğer taraftan sessiz bir şekilde yüzyıllardır, yine bir anlamıyla diyeceğim, diyalog devam etmektedir.
Müslümanların Batı ile temasa geçtikleri ilk devirlerden itibaren tasavvuf erbabının Batı insanı ve düşünürleri üzerinde etkili olmaya başladığını görüyoruz. Ne var ki bu etki üzerinde, özellikle ülkemizde pek durulmamış; İslâm kültürünün Batı’ya tesirinin daha çok matematik, tıp, astronomi, fizik vb. ilimler sahasında olduğu kabul edilmiştir. Elbette ki bu sahalarda İslâm âleminin Batı’ya verdiği çok şey vardır; fakat bu arada İslâm kültürünün mânevî cephesini oluşturan tasavvufun Batı üzerindeki izlerini tetkik etmek her nedense ihmal edilmiştir.
Avrupa'da 58135 kişinin katıldığı bir ankete göre, İslâmiyet'i kabul edenlerin tercih nedenleri şöyle verilmektedir. %38 Mevlânâ-İmam Gazzâlî, %32 Risale-i Nur, %30 İslâm tarihi ve eserleri. Diğer bir tasnife göre, %89 Hazreti Muhammed'in örnek hayatı; başka bir soru çeşidine göre %28 İslâm'ın varoluş sebebini izah mantığının gücü ve diğer bir soruya göre de %74 materyalizme karşı teselli-huzur-kurtuluş şeklinde verilmektedir.1Ancak, tarikatların bu sahadaki etkilerini ortaya koymak için dayanabileceğimiz yeterli literatür mevcut değildir. 1986'da Paris'te yayınlanan ve iki bayan araştırmacının yaptığı bir anketin sonuçlarını ihtiva eden, Bir İmandan Diğerine, Batı’da İslâm'a Giriş Hareketleri, adlı bir kitap yüzeysel de olsa tarikatlar ve tasavvuf yoluyla Müslüman olmuş kişilerden bahsetmektedir.2Dr. Ali Köse'nin 1990-1994 yılları arasında İngiltere'de yaptığı Neden Müslüman Oluyorlar adlı doktora tezi bu sahada yapılan çalışmaların en yenilerindendir.3
Batı insanının tasavvuf ve tarikatlara karşı duyduğu bu ilginin sebepleri arasında şu iki nokta önem arz etmektedir:
1-Batı toplumunun bugün fiilen yaşamakta olduğu mânevî bunalım ve ruhî tatminsizlik.
Söz konusu bunalımı Guenon, çok veciz ifadelerle kısaca şöyle dile getiriyor: "Batı toplumu, dinî-mânevî temellerini kaybetmiş, beşer üstü ve ilâhî hakikatlerle irtibatını koparmış, ferdiyetçi, egoist, hümanist, kuru akılcı, sadece müşahhasa değer veren ve maddeci bir toplum hâline gelmiştir."4
Seyyid Hüseyin Nasr da şöyle diyor: "Modern dünyanın değerler sisteminin yıkılması, istikbal açısından bir emniyetsizlik duygusuna sahip olunması, Batı’da hâkim olan ve bâtınî öğretileri giderek kaybolan dinlerin verdiği mesajlardaki anlaşılmazlık ve nihayet kalitesi gittikçe bozulan bir ortamda mânevî bir dünyayı müşahede etme arzusu, batı insanını doğu dinlerinin mânevî değerlerini araştırmaya sevk etmiş ve bu arada tasavvufa yöneltmiştir."5
2-Tasavvufun sahip olduğu cezbedici özellikler.
Yedi yıl papazlık yaptıktan sonra tasavvuf vasıtasıyla Müslüman olan ilâhiyat ve metafizik doktoru İngiliz David Lake (Said İlyas) şunları söylüyor: "Çok kolay bir şekilde Müslüman oldum. Çünkü İslâm'da bana uygun gelen bir muhteva vardı. Özellikle benim ruhî plânda duyduğum ihtiyaçlara çare teşkil eden mistik bir yorum mevcuttu. Hıristiyanlık ise çok şey kaybetmişti. Benim için en büyük önemi taşıyan derûnî düşüncelere dalma ile hayatı anlamadaki yetersizliği vb. hususlar bunu göstermektedir. Bu tefekkür hayatını ben, İslâm’da buldum. Çünkü orada hem bilgi var hem aşk."6
Muhammed Hamidullah ise şu tespitte bulunuyor: "Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığımdan beri hayretle görmekteyim ki, Hıristiyanların İslâm'ı kabulü, İslâm'ı akıl yoluyla izah suretiyle değil, tasavvufî izahla olmaktadır. Onları İslâm'ı kabule sevk eden ne Ebû Hanîfe, ne de İmamı Maturidî'dir; fakat Muhyiddin İbn Arabî'dir... Bugün en azından Avrupa ve Afrika'da İslâm'a hizmet edecek ne kılıç ne de akıldır; fakat kalp ve tasavvuftur."7
Daha başka örnekler vererek sözü uzatmak istemiyoruz. Kısacası Batılı birçok kişide ruhî araştırmaların son noktasına varma arzusu mevcuttur ve bu arzu onları doğu dinlerindeki ezoterizme özellikle de İslâm tasavvufuna yöneltmekte; tasavvufta bulunan bazı öğeler doğudan gelen diğer bazı mânevî hareketlerde bulunsa bile, tasavvufun İslâm'la bütünleşmesinden ötürü, insanlara sunduğu bütüncül sistem ona ilgiyi artırmaktadır. Şeyh Nazım Kıbrısî bu durumu şöyle anlatıyor: "Batı’da tanıdığım birçok insan okudular, gezdiler, dinlediler ve öğrendiler. Doğu’ya ilgi duyup Tibet ve Hindistan gibi ülkelere hikmet aramak için giden, bundan dolayı her türlü sıkıntıya katlanan bu insanların çoğu, bulduklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Çünkü geriye dönerken taneler hâlinde elmaslar getiriyorlar. (...) Ancak bu elmaslar bir ipe bağlı değiller. Hikmet elmasları ancak güçlü bir inanç ve metotla bir arada tutulabilirler. Yani elmasları ancak ipiniz varsa koruyabilirsiniz."8
Özetle aktarmaya çalıştığımız bu malûmat, kurulmaya çalışılan diyalogta tasavvuf unsurunun göz ardı edilmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Net olmamakla birlikte, diyalogun sağlıklı yürümesi için tasavvufa düşen rolü, tespit edebildiğimiz kadarıyla, sadece satırbaşlarını zikrederek, şu şekilde maddeleştirebiliriz:
A-Toplumsal Hayata Yönelik Konular
1-Ahlâk: Tasavvufun pratik faydası, insanları hayat ve maddeye karşı güçlü bir konuma getirmek için eğitmek, dinin emirlerini daha rahat ve zevkle yapmayı sağlamak, bu arada insanı disipline etmek, güzel ahlâk ve alışkanlıklar elde etmesi noktasında insana yardımcı olmak şeklinde özetlenebilir. Bu arada tasavvufun tarikat şeklinde genişlemesi ve topluma dağılması da birey ve toplum hayatına önemli işlevler sağlamaktadır. Tarikatların, mensuplarını seçerken psikolojik farklılıkları göz önüne almaları, üzerinde durulması gereken noktalardandır.
Tasavvufun insan hayatına getirdiği derinlikte, kişinin bütün fiillerinde ihlâs, nefis muhasebesi, sabır, tevekkül, fedakârlık, cömertlik, edep ve haya, başta namaz olmak üzere ibadetlerde huşu, duada tevazu, dünya anlayışına gösterilen zühd, âhireti fâni olana tercih, Allah'a kavuşma iştiyakı, karakter düzgünlüğü, zevk-i selim, bütün varlıklara karşı merhametli olup zayıf olanın elinden tutma, ince bir şuur, yumuşak huyluluk (hilm), tevazu, cesaret, sadece Allah için sevip O’nun için buğz etme, birr (iyilik) ve ihsanın incelikleri, affedicilik, senden uzaklaşana senin kucak açman, senden esirgeyene senin vermen, vs. hususlar bulunmaktadır.
Kısacası tasavvuf güzel ahlâkın hemen her türlüsünü içinde barındırmaktadır. diyalog kurulmaya çalışılan dinlerde daha çok ahlâkî unsurlar ön plânda bulunmasına rağmen, diyalogun iki tarafında yer alan toplumlarda ahlâkî dejenerasyondan şikâyet edilmektedir. Tasavvufî neşvenin işin içine katılmasıyla müspet neticelerin elde edileceği kanaatini taşımaktayız. Globalleşen dünyada global ahlâk da gündeme gelmiştir. Çünkü ahlâkî ve moral değerlerin insan ürünü olmayıp İlâhî olduklarına dair görüşler de ileri sürülmektedir. Global ahlâkın birinci maddesini, kendin için istediğini başkası için de istemedikçe ideal insan olamazsın şeklinde koymak mümkündür. İşte tasavvuf da bunun peşindedir.
2-Maddenin Baskısı:Bilindiği gibi Batı âlemi ruh köklerinden koparılmış maddenin ağır baskısı altında ciddî bunalımlar geçirmektedir. O çapta olmasa bile, İslâm âleminde de durum pek farklı sayılmaz. İnsanlığa soluk aldıracak ve maddeyi mânâ ile birleştirerek, ona aslî hüviyetini kazandıracak metotlardan birisinin tasavvufî yaklaşım ve bakış açısı olduğu kanaatindeyiz.
3-Sevgiye Susamışlık ve Hoşgörü:Dünyamız, bir çok nedenin bir araya gelmesi neticesinde ciddî bir kabalık, hoyratlık, sevgisizlik, ümitsizlik, ızdırap, terk edilmişlik, hedefsizlik, değersizlik, hayata küskünlük,... döneminden geçmektedir. Derecesi değişmekle birlikte, bütün insanlık bundan pay almaktadır. Sevgi ve hoşgörü temeline oturan, evrensel bir kuşatıcılığa sahip tasavvufun bu konuda da hem deneyimi hem de geliştirilmiş metotları bulunmaktadır. Ayrıca diğer dinlerde de benzeri unsurlar olduğu bilinmektedir. Elbirliği ile insanlığa yeni bir soluk aldırmak diyaloğun ana hedeflerinden biri olduğuna göre, bu noktada da tasavvuftan yararlanılabileceği düşüncesindeyiz. Bergson, mistik telâkkiye özde katılmasa bile, Ahlâk ve Dinin İki Kaynağı adlı eserinin Mekanik ve Mistik bölümünde, bugünkü Batı medeniyetinin mistik sezişten yoksunluğunu eleştirerek şöyle der: "Yaygın bir mistik sezginin dünyaya getireceği hayat sadeliği gerçekten neşe ve sevinç olacaktır. Genişletilmiş bir ilim tecrübesinde, bir öte dünya görüşünü otomatik olarak takip eden hayat da, yine sevinç olacaktır."9
B-İslâm'ın Dünya Gündemindeki İmajı
İslâm, dünya gündemine sırf siyasî bir akımmış gibi girmiş bulunuyor. Gündemi oluşturanların bu işteki kastının yanı sıra, İslâm ülkelerindeki değişik akımlar da buna çanak tutmaktadırlar. Batı’da İslâm'la ilgili bilgilerin Siyasal Bilgiler ve benzeri fakültelerde ders olarak verilmesi bunu açıkça göstermektedir. Oysa İslâm'ın engin bir mâneviyâtı, iç yüzü ve ruhu vardır. Aslında İslâmî sosyal ve siyasal müesseseler de, görmezden gelinen bu ruh ve mâneviyâtın tezahürleridir ve ona hizmet ettikleri müddetçe bir şey ifade ederler.
Müslüman, "Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır."(Duhâ sûresi, 93/4) şeklindeki âyetin hükmünü unutmadığı için, dünyalığa sığınmaya ve sadece dünyevî gücü kazanmaya yönelik çalışmalara karşıdır. İslâm'ın dinî olanı sekülerden ayırmadığı gerçeği kabul edilmemekle beraber, amaç için aracı feda etmeyi ve İslâm'ın kuvvet kazanması için gayr-i İslâmî kaynaklardan beslenen her tür siyasî metodun meşrulaştırılarak kullanılmasını reddetmelidir. Üstelik Müslüman, kin ve nefretle yapılan zehirlemeyi uyuşturucu ile yapılan zehirleme kadar ciddî görür ve böyle zehirleyici bir kini İslâm dünyasının bugün karşılaştığı fikrî, mânevî ve sosyal problemlerin çözümünde geçerli bir yol olarak da kabul etmez.
Diğer taraftan bazıları İslâm'ı siyasallaştırarak ona seküler ve ideolojik bir gözle bakılmasına ve mevcut ideolojilerin bir alternatifi gibi basitleştirilmesine sebep olmaktadırlar. Bu da İslâm'ı yıpratmakta, onu kutsal zemininden uzaklaştırarak daha basit günlük tartışma ve çatışmaların içine sokmakta ve bazılarına İslâm'ı kendi çıkarları için kullanma imkânı vermektedir. İslâm ideoloji hâline sokulduktan sonra, ideolojilerin bir nevi gerekleri olan kaba kuvvet, terör vb. olgularla anılması da kaçınılmaz olmaktadır.
İslâm'ı sırf siyasî bir akım gibi gösteren şey, modern düşüncenin indirgemecilik anlayışıdır. Modernizmin etkilerinden biri, insanların çoklarının kafalarında İslâm'ı sadece bir boyuta, fıkhî düzenlemelere indirgemek ve onu modern düşüncenin taarruzlarına karşı koruyabilecek fikrî dinamiklerden yoksun bırakmak olmuştur. Tasavvufî düşünce de Müslümanların hayatında silinmek istenen dinamiklerden biridir.
Dünya çapında, Müslümanların büyük bir çoğunluğu, İslâm'ın böyle bir imajla tanınmasından ciddî rahatsızlık duymaktadırlar. Meselâ, Tayland, Prens Songkla Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. İmtiyaz Yusuf bu tepkisini şöyle dile getirmektedir: "Dünya kamuoyunu meşgul eden politik İslâm, Allah'ı sadece kurallar koyan bir yönetici gibi göstermektedir. Şu soru kafama takılıyor: İbadet ettiğimiz Allah şefkatli bir yaratıcı mı, yoksa politik bir lider veya kral gibi bir olgu mu? Bu sorunun cevabını zaman zaman düşünmüyor değilim."10
Diğer din mensupları da aynı şeyden şikâyetçidirler. İstanbul Ermeni Patriği Mutafyan hem İslâm hem de diğer kiliselerle diyalog kurmaktan yana olduğunu belirttikten sonra şöyle diyor: "2000'li yılların harcı din olacaktır. Din kelimesini savaş, miting, devamlı çatışma vb. şeyler akla getiren bir imajdan kurtarıp daha uhrevî ve ruhanî boyuta ulaştıran bir havaya sokmak gerekir."11Benzeri bir çok örnek vermemiz mümkündür.
Ayrıca şunu da vurgulamak gerekir: Dünyadaki anlaşmazlıkların nedeni din olmamasına rağmen, hem İslâm âleminde hem de diğer din mensuplarının bulunduğu yerlerde farklı din mensupları arasındaki siyasî, ekonomik hatta ideolojik anlaşmazlık ve sorunlar, dinî motiflerle işlenmekte, dinî söylemle dile getirilmekte ve tabana bu şekilde yansıtılmaktadır. Dinlerin imajını bozan bu duruma, diyalog çerçevesinde çareler aranmalı, mümkün ise şayet, yetkili merciler gerektiği zaman açıklamalar yaparak dinî sömürüye meydan vermemelidirler.
Tarih boyunca denge kurma görevini de ifa eden tasavvufun, dinin tamamiyle dünyevileştirilmeye çalışıldığı günümüzde, bunun asıl mecrasına oturtulmasına katkıda bulunabileceği kanaatini taşıyoruz.
C-Dine Yönelik Konular
Önce şunu ifade etmek gerekir: Her ne kadar diyalog bir misyonerlik/davet değilse bile, herkesin kendi dininin ilkelerine bağlı olması ve yeri geldiğinde bu ilkeleri savunması kaçınılmazdır. Dinî sahada diyalog ancak o zaman söz konusu olabilir. Savunulacak bir şeye inanılmayınca dinî sahada diyalog çok kolaydır. Diğer bir ifadeyle, açık fikirli olmak mükemmel bir şeydir. Bu, açık pencereleri olan bir odaya sahip olmaya benzer; tabiî ki odanın duvarları olmak şartıyla. Ancak eğer çöl ortasında bir çift pencereniz varsa, orada duvarlar olmadığı için onları açık veya kapalı tutmanız hiç de önemli değildir.
Diğer taraftan, dinler arasında yeniden başlayan diyalogta, dinin yapısına yönelik görüşmeler, en azından şimdilik, önem sırasına göre daha gerilerde yer almaktadır. Daha çok etraflıca tanışmak ve global problemlere karşı ortak çalışmalar yapmak önem kazanmaktadır. Bundan ötürü, dinin yapısına yönelik diyaloga tasavvufun katkıları üzerinde fazla durmayacak sadece satır başlarıyla bazılarını hatırlatmaya gayret edeceğim.
Bu iki hususu kaydettikten sonra ilgili maddelere geçebiliriz.
1-Dinlerin Aşkın Birliği:Batıda yaygınlık kazanan dinlerin aşkın birliği meselesi, tasavvuf menşelidir. Tasavvufa göre bütün dinler aynı kaynaktan gelmiş ve aynı amaca yönelik bulunmaktadırlar, fark şekilde ve zâhirdedir. Özellikle üç kitabî dinin atası Hazreti İbrahim ve onun dini olan Hanîflik'te bir çok tasavvufî unsurun menşelerini bulmak mümkündür.
Tasavvufun varlık anlayışına göre kozmik varlık çoğul olarak Tek olanın tezahürüdür. Dinler de birer tezahürdür ve Tek olanın bir ifade şeklidir. Bu durumda bütün öğretiler (samimî olmak şartıyla) Bir'in, zaman-mekân icaplarına uygun düşen tezahürleridir. Dinlerin formel yönü değişik renklere benzer. Her renk karanlığı inkâr ve ışığı ikrar etmek suretiyle, kendisini görünür hâle getiren ışına kavuşmamızı ve bu ışını ışıklı kaynağına kadar izlememizi nasıl mümkün kılmakta ise, aynı şekilde her form, her sembol ve her din de yanlışı red ve hakikati ikrar etmek suretiyle, müdrike ışınından başka bir şey olmayan vahiy ışınını İlâhî kaynağına kadar izlememizi aynı şekilde mümkün kılmaktadır.12Bu durum Allah'ın âdil sıfatının gereğidir. Yani madem Allah adaletli ve merhametlidir, insan türünün hiç bir kesimini ilâhî mesajdan mahrum bırakmaz. Bu yaklaşım, Kur'ân'da yer alan her ümmete bir peygamber gönderildiği gerçeğinde ifadesini bulmaktadır.
Durum bu olunca, hakikatin evrenselliği ilkesinden hareket eden peygamberlerin, filân veya falan geleneksel formu inkâr etmek zorunda kalmalarının sebebi, bu geleneklerin asıl özlerinden sapıp ölü hâlde yaşamakta olmaları, gerçek bir mânevî hayattan mahrum formlar durumuna düşmüş bulunmaları ve bazı hâllerde karanlık güçlere dayanaklık etmeleri yüzünden, varoluş nedenlerini yitirmiş olmalarından ileri gelmektedir. Seçilmiş olma niteliğine sahip olan ve şahsen kendisi hakikatin canlı odağı konumuna ulaşmış bulunan bir has insan, elbette asıl rollerini icra edemez duruma düşmüş ölü formları gözetip kollayamaz.13
İslâm için bu birlik şöyle izah edilmektedir: "İslâm dininin kendinden önceki tek tanrılı dinlerin tamamlanmışı ve sentezi olduğunu nasıl değerlendirdiğini gösterebilmek için, ilk önce İslâm öğretisini oluşturan iman, İslâm ve ihsan öğelerini hatırlamak zorundayız. Bu terimleri inanç (iman), şeriat (yasa) ve tarikat kelimeleriyle karşılayabiliriz. İman, Hazreti İbrahim'in, şeriat Hazreti Musa'nın, tarikat ise Hazreti İsa'nın dinlerine tekabül ederler. Hazreti İbrahim'in dininde şeriat ve tarikat öğeleri, iman öğesi tarafından âdeta emilip eritilir. Hazreti Musa'nın dininde hâkim olan, dolayısıyla iman ve tarikat öğelerini içinde eriten öğe şeriat öğesidir. Hıristiyanlıkta öteki iki öğeyi içinde emip eriten öğe tarikattır. İslâm ise, bu her üç öğeyi, biri diğerinin yanında olmak üzere kendi bünyesinde, tam bir denge içinde bulundurmayı amaçlar. İşte, İslâm dininin iman, İslâm ve ihsan öğretisi buradan kaynaklanmakta, dolayısıyla kendinden önceki dinlerin tamamlayıcısı ve sentezi gerçeği de buradan anlaşılmaktadır."1414
Diğer bir değerlendirme şekli ise şöyledir: "Kur'ân-ı Kerim, ‘Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler.’(Bakara sûresi, 2/4) âyetiyle Ehl-i Kitab’ı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir kolaylık gösteriyor ve şu teklifte bulunuyor: ‘Ey Ehl-i Kitap! İslâm'ı kabul etmekte size bir zorluk olmamalı, bu durum size ağır gelmemelidir! Zira size, bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, inançlarınızı ikmal edin ve yanınızda bulunan dinî esaslar üzerine bina edin diyor." Çünkü Kur'ân, bütün geçmiş kitapların güzelliklerini ve eski şeriatlarının temel kurallarını toplamış bulunduğundan, usûlde muaddil ve mükemmildir. Yani tâdil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın değişmesi ile değişime ve başkalaşmaya maruz olan fürûat kısmında müessistir. Bunda akla ve mantığa uymayan bir yön de yoktur. Nasıl ki, dört mevsimde giyecek, yiyecek ve ilâç gibi şeyleri değiştirmeye lüzum ve ihtiyaç oluyorsa, onun gibi bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti değişir. Diğer taraftan hikmet ve maslahat gereği, beşer ömrünün mertebelerine göre fer'î hükümlerde değişiklik olur. Çünkü fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olabilir... Bu sırdandır ki, Kur’ân fer'î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir."15
Günümüzde bazı Hıristiyan din adamlarının da benzeri bir düşüncede oldukları müşahede edilmektedir. 20-22 Eylül 1998 tarihlerinde İstanbul'da düzenlenen uluslararası bir sempozyuma katılan ve şu anda Roma'daki Dinler Arası Diyalog İçin Cizvit Sekreteryası'nın genel sekreteri olan Thomas Michael, bildirisinde, yukarıdaki pasajı da aktardıktan sonra, şunları söylemektedir: "Gerçek Hıristiyanlık hurafe ve tahriflerden sıyrılacak ve İslâmî öğretilerle birleşecektir. Aslında, Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyet'e dönüşecektir."16Buna benzer örnek ve izahları çoğaltmak mümkündür. Öyle ise, diyalog sürecinde, daha önce tasavvuf ehlinin, günümüzde de gelenekçilerin dile getirdikleri bu yumuşak tavrı değerlendirmek ve onu dikkate almak isabetli olabilir.
2-Tevhit Meselesi:Özellikle Hıristiyanlığın teslis, bedenleşme (incornation), hulûl ve diğer dinlerin de tevhit/tenzih konusunda çektikleri izah güçlüğünün, tasavvufta geniş çapta ele alınan Hakikat-i Muhammediye, insan-i kâmil ve vahdet-i vücût anlayışı ve izah tarzı ile daha güzel açıklanabileceği ve varsa yanlışların tashih edilebileceği kanaatindeyiz. Tabiî ki bu düzeltme Hakikat-i Muhammediye, insan-ı kâmil ve vahdet-i vücût anlayışlarına yönelik de olabilir. Önemli olan gerçeğin en güzel şekli ile ortaya çıkmasıdır. Bilindiği gibi Hıristiyanlık ve onun derûnî yönü olan mistisizmde panteizm düşüncesi de bulunmaktadır.
3-Mârifet Konusu:İncil yazarlarının vahiy değil ilham aldıkları ifade edilmektedir.17Tasavvufta da ilham, ilim elde etme yollarından biridir. Dolayısıyla hem kutsal metinlerin hem de tasavvuf ehlinin ilim anlayışının daha iyi anlaşılmasında bu noktadaki karşılıklı diyaloğun yarar sağlayacağını düşünüyoruz.
4-Bunların dışında, tasavvufla benzerliğinden dolayı dinî açıdan diyalog konusu yapılabilecek diğer bazı konuları da şöyle sıralamak mümkündür:
a-Papanın yanılmazlığı-şeyhlerin mahfuz olmaları,
b-Hazreti Meryem ve şefaati umulanlara yalvarma ve geride kalan eşyalarına tazim-istiğase ve saygı,
c-Bedenî arzuların günah olması-arzu ve şehvetlere gem vurma,
d-Bir çok dinî işlem için din görevlilerinin gerekliliği-tarikat terbiyesi ve pratikleri için şeyh veya halifesinin gerekliliği,
e-Kilisenin devamlı surette Rûhu'l-Kudüs tarafından yönetilmesi-ricalu'l-gayp meselesi,
f-Kilise görevlilerinin formel merasimleri-tarikat ehlinin şeklî durumları.
Sıralamaya çalıştığımız konulara başka hususları da eklemek mümkün görünüyor. Vahye dayalı özellikleriyle İslâmî köklere sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz tasavvufî yaklaşımın, yukarıda sayılan konularda ufuk açıcı izah ve uygulamaları bulunmaktadır.
Sonuç olarak, dinler arasında kurulmaya çalışılan diyalogun semereli ve sıhhatli bir şekilde yürümesi için, tasavvufî bakış açısı ve yaşantı tarzının göz ardı edilmemesi gerektiğine dair kanaatimizi tekrarlamak istiyoruz. Böylelikle, kültürümüzün ruh kökleriyle diyaloga geçme, içinde barındırdığı yüce değerleri keşfetme ve atalarımızın yetmiş iki milleti hangi değerlere istinaden mutlu bir şekilde bir arada barındırdığına muttali olma imkânı da doğacağından ötürü, diyalogun hedeflerinden biri olan kendi dinimiz ve kültürümüzle de yeniden tanışma imkânı bulacak ve diyalogun amacını o zaman gerçekleştirmiş olacağız.
2Lisbeth Rocher-Fatima Cherqaoui, D'une Foi l'Autre, les Conversions a l'Islam en Occident, Paris, 1986.
3A. Köse, Neden İslâm'ı Seçiyorlar (Müslüman Olan İngilizler Üzerine Psiko-Sosyolojik Bir İnceleme) İSAM Yayınları, İst. 1997.
6Lisbeth Rocher-Fatima Cherqaoui, D'une Foi l'Autre, les Conversions a l'Islam en Occident, Paris, 1986, s.25.
7Mustafa Tahralı, Uluslar Arası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu, "Batı’daki İhtida Hâdiselerinde Tasavvufun Rolü", İzmir, 1985, s.141.
14F. Schuon, İslâm'ın Metafizik Boyutları, s.126. (trc. M. Kanık); S. H. Nasr; İslâm İdealler ve Gerçekler, s.42. (trc. A. Özel)
16T. Michael, "Bediüzzaman Said Nursî'nin Düşüncesinde Müslüman-Hıristiyan Diyalogu ve İşbirliği", 11. ("Kur’ân'ı Anlamada Çağdaş Bir Yaklaşım Risale-i Nur Örneği", Uluslararası Sempozyum, 20-22 Eylül 1998 İstanbul, Yayınlanmadı.)
17"Hıristiyanlar tüm İncil kitaplarını bizzat Tanrı’nın vahyinden bir parça olarak telâkki ederler; ama kitapların peygamberler dışındaki yazarlarında, vahiy aldıklarını değil de ilham edildiklerini, yani yazarların Tanrı’nın ruhu Rûhu'l-Kudüs tarafından yönlendirilmiş olduklarını söyleme eğilimi gösterirler. Genel olarak yazarların daha ilk yazılı belgeleri birleştirirken bile ilham edildiklerine inanılır. Kuşkusuz bazı durumlarda bu ilk belgeler, aynı zamanda ilham edilmiş yazarlarca da yazılmış olabilir. (...) Yazarların kilisenin ilk tecrübelerine katılmaları ve burada önemli bir yere sahip olmalarından dolayı ilâhî hikmetten bir armağan aldıkları ve dolayısıyla mektuplarının da Tanrı’nın hakikatini ihtiva etmeye başladığı söylenebilir." M. Watt, Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık, s.95