İslâm'ın Hıristiyanlara Uyguladığı Hoşgörü
İslâm'ın gayr-i müslimlere verdiği zimmi statüsünü 20. asır ölçülerine göre eksik bulan birçok müsteşrik, birçok batılı, büyük bir hata içindedir. Zira her devir kendi şartları içinde değerlendirilmelidir.
Kur'ân-ı Kerim'in ıstılahında yahudi ve hıristiyanlar "Ehl-i Kitap", yani "Kendilerine kitap verilenler", "semâvî kitaba bağlı olanlar" diye adlandırılmaktadır. Hz. Peygamber (sav)'in risaletinin Mekke devrinin sonlarına doğru Kur'ân, ehl-i kitaptan bahsetmeye başlamış ve onlara diğer dinlerden farklı seçkin bir yer vermiştir. İlk önce şöyle buyurmuştur. "Ehl-i kitaptan zulmedenler bir yana, onlarla en güzel şekilde mücadele edin, şöyle deyin: "Bize indirilene de, size indirilene de inandık, bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir. Biz O'na teslim olmuşuzdur" (Ankebut, 46). Böylece Kur'ân ilâhî vahye inandığını söyleyen yahudi ve hiristiyanlara R. Arnaldez'in tabiriyle "tarihin şahit olduğu en büyük ökümenik (oecumenique) daveti başlatmış oldu." Kur'ân'ın onlardan istediği tek şey, kendilerinin inandıkları kitapta geleceği bildirilen son Peygamberi (sav) de tasdik etmeleri idi.
Kur'ân müteakiben hıristiyanlara biraz daha yaklaşarak şu hususiyetlerine işaret etti: "Mü'minlere en yaman düşman olarak yahûdileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. Müminlere sevgice en yakın olanları da "Biz nasârâyız (hıristiyanız)" diyenleri bulursun. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. Rasule indirilen Kur'ân'ı dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar derler kî: "İnandık ya Rabbi, bizi de şahitlerle beraber yaz!" (Maide, 82-83).
Kur'ân onları bazı sapmalardan kurtarmak için münasip bir lisanla uyarır:
"Ey ehl-i kitap! Dinde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış kimselerin keyiflerine uymayın" (Maide, 77).
"Ey ehl-i kitap! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin. Meryem'in oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisi, O'nun Meryem'e tevdi ettiği kelimesi ve O'ndan bir ruhtur. Allah'a ve elçilerine inanın, "(Allah) üçtür" demeyin. Kendi faydanıza olarak buna son verin. Çünkü Allah yalnız bir tek Tanrıdır, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir" (Nisa, 171).
"De ki! Ey ehl-i kitap! Siz Tevrat ve İncili ve Rabbinizden size indirileni uygulamadıkça, bir esas üzerinde değilsiniz" (Maide, 68).
Ayrıca Kur'ân birçok ayetlerinde diğer peygamberler gibi Hz. İsa (as)'ın da insanları hep tevhide çağırdığını, kendisini "Allah'ın kulu" diye nitelendirdiğini bildirir. Annesi Hz. Meryem'in doğumundan beri her türlü kötülükten uzak olup, mabede vakfedildiğini, Hz. Zekeriya (as)'ın terbiyesinde yetiştiğini, ona verilen kerametleri, Hz. İsa'yı babasız olarak mucizevî bir tarzda dünyaya getirdiğini, Hz. İsa'ya verilen mucizeleri, risaletini, neticede Allah'ın onu göğe yükselttiğini tafsilâtlı olarak anlatır (Âl-i İmran, 33-64). Hz. İsa'nın annesinin adını taşıyan 19. Meryem sûresinde yine onların kutlu sîretlerini bildirip sena eder. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bütün inançlar içerisinde, Hz. Meryem'in bakire olduğu Hz. İsa'yı mucizevî olarak dünyaya getirdiği inancında hıristiyanları tasdik eden tek din, İslâm'dır. Hatta bu konuda hıristiyanlardan bile daha hassastır. Zira, mevcut şekilleriyle İncil’lerin Hz. Meryem'in nişanlısı marangoz Yusuf'dan (Luka İncili 2, 4,5) bahsetmelerine rağmen Kur'ân ona asla yer vermez. Kur'ân'ın hıristiyanlarda reddettiği temel inanç, Hz. İsa'yı "Tanrı'nın oğlu" kabul edip şirke girmeleridir. Kur'ân, onun pek mümtaz olmasının, ona birçok mucize verilmesinin, kendisini ilâhlaştırmaya sebep teşkil etmeyeceğini anlattı. Hıristiyanlar tarafından yapıldığını açıkça zikretmeksizin, Allah'a oğul isnat edenleri reddetti (Bakara, 116). Ve hıristiyanlara bu imandan ders alarak, kendilerini şirk bulaşıklarından arındırmalarını istedi. Dikkat edilirse, işaret ettiğimiz ayet, ehl-i kitaptan bahseden bir muhteva içinde yer alır.
İslâm tarihinin başlangıç döneminde, müslümanlarla hıristiyanlar arasında hayata geçirilen örnek bir dostluk münasebeti olmuştur. Şöyle ki: Mekke'de müşrikler müslümanlara işkenceyi artırınca Hz. Peygamber, bi'setin 5. yılı olan, 615 yılında isteyenlerin Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi. Oranın adil bir hükümdarı bulunup güvenli bir diyar olduğunu söyledi. İçlerinde Hz. Osman, Hz. Peygamber'in amcası oğlu Cafer (ra)'ın da bulunduğu 15 kişi kadar bir grup oraya hicret etti. Hz. Peygamber, Necaşi'ye hitaben, Cafer ve arkadaşlarını misafir etmesini tavsiye eden bir mektup gönderdi. Necaşi onları himaye etti. Bir müddet sonra Kureyş müşrikleri, kıymetli hediyelerle bir heyeti Necaşi'ye göndererek o muhacirleri iade etmesini istediler. Necaşi onları huzuruna çağırdı. Cafer (ra) hadiseyi başından hülasa etti. Necaşi'nin Kur'ân'dan bir şeyler okuma talebine karşı Meryem sûresinin baş kısmını okudu. Hz. Yahya'nın doğumundan Hz. İsa'nın bakire Meryem'den dünyaya gelmesinden bahseden bu parça onları ağlattı. Necaşi heyete onları teslim etmeyeceğini bildirdi (İbn Kesir, es-Siretu'n-Nebeviyye, Beyrut, 1,251-253).
O sıralarda Habeşistan'da bir iç harp zuhur edip Necaşi Esheme'nin durumu tehlikeye girdiğinde, orada harp edecek çağdaki bütün müslümanlar onun emrinde yer alıp savaşmışlardır. Muhacirlerin çoğu, hicretin 7. yılına kadar Habeşistan'da kalıp Hz. Peygamber'in çağırması üzerine Medine'ye geldiler. Necaşi müslümanlığını belirten mektubunu, oğlu ile Hz. Peygamber (sav)'e gönderdi. Hz. Peygamber ona verdiği değer sebebiyle gönderdiği adamlarına izzet ve ikramda bulundu. Necaşi Esheme hicretin 9. senesinde vefat etti (İbn Kesir, a.g.e. 1, 262).
İslâmiyet'in Bizans İmparatorluğu ile münâsebetleri de sulh içinde, hatta bir sevgi havası içinde başladı. Rum sûresinin baş tarafı onların müşrik Sasaniler'e karşı galibiyetlerini müjdelemiştir. Hicretin 6. senesinde Hz. Peygamber, Heraklius'a şu mektubu gönderdi: "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adı ile. Allah'ın kulu ve Resulü Muhammed'den Rumların büyük reisi Heraklius'a; Selam hidayete tâbi olana olsun. Seni tam bir İslâmî çağırışla İslâm'a çağırıyorum. Müslüman ol, selâmet bulursun. Müslüman ol, Allah sana ecrini iki kat verecektir. Eğer yüz çevirirsen tebanın vebali senindir. Ve siz; Ey ehl-i kitap! Geliniz bizimle sizin aranızda müşterek olan söze, yani: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Kimimiz kimimizi Allah'tan başka Rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse, 'bizim Allah'a teslim olduğumuza şahit olun' deyin." İmparator, diplomatik şekilde daveti reddetti. Hz. Peygamber daha sonra aslen kendi ırkından yani Arap olan Bizans valisi durumundaki Gassanilere elçi gönderdi. Gassanî vali elçiyi öldürtünce katillerin cezalandırılması için Mute seferi düzenlendi. Üçbin müslüman, karşısında yüzbinlik Bizans ordusunu buldu. Daha sonra Bizanslılar Maân (Amman) valisi Cüzamlı Ferve'yi sırf Müslümanlığı kabul ettiği için çarmıha gerdiler (İbn Kesir, 5,84, el-Bidâye, Kahire, 1413/1992). Müessif elçi öldürme hâdisesi, İslâmiyet'le Hıristiyanlık münâsebetleri için vahim sonuçlara sebep olmuş, sempati ile başlayan münâsebetleri tersine çevirmiş, bunun tesiri 14 asır boyunca devam etmiştir (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 225).
O devirdeki hıristiyanların ekserisi bu üslûbdan paylarını almayıp Hz. İsa'nın tanrılığı iddiasında diretince; "De ki, ey ehl-i kitap, dininizde taşkınlık etmeyin, Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin" (Nisa, 171) buyurarak, Hz. İsa'nın Allah'ın elçisi olduğunu ikrar etmeye çağrıldılar. Onlar bundan vazgeçmeyince işte o zaman, Kur'ân onu tanrılaştırmanın küfür ve inkâr olduğunu kesin olarak açıkladı.
Hicretin 9. yılında Necran hıristiyanlarını temsil eden ve sayıları 70 civarında olan kalabalık ve gösterişli bir heyet Medine'ye geldi. Heyette dinî ve dünyevî liderlerden birçok kişi vardı. Geliş gayeleri, İslâm'ın hıristiyanlara yönelttiği tenkitleri tartışmak idi. Hz. Muhammed (sav), heyeti çok iyi karşıladı, hatta en değer verdiği yer olan mescidde onların ayinlerini yapmalarına izin verdi. Sonra onlar Hz. İsa'nın mahiyeti hakkında münâkaşaya başlayıp tanrılığında ısrar ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber'e şu ayet gönderildi: "Onun (İsa'nın) hakkında sana gelen ilimden sonra, kim seninle münakaşaya kalkışırsa de ki: 'Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lânetleşelim de Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim" (Al-i İmran, 61). Onlar aklî delilden anlamayınca âyetin emriyle, Hz. Peygamber (sav), din mantığının bu nihaî çözüm şeklini teklif etti. Bu kesin ve kararlı iman tavrı muhataplarını ürküttü. Cevaplarını hemen vermeyip aralarında görüşüp danışmak için izin istediler. Hz. Muhammed'in Peygamber olduğunu veya kendilerince olma ihtimalinin kuvvetli bulunduğunu göz önüne alarak, yani vicdanlarında O'nun haklı olduğuna inanarak, O'nunla lânetleşmenin kendilerine büyük felâket getireceğini düşündüklerinden neticede teklifi kabul etmeyip cizye vermeye razı oldular. Memleketlerine dönmek için izin istediler ve bu arada bazı dünyevî işlerinde hakem kabul edecekleri dirayetli ve güvenilir bir zat istediler. Hz. Peygamber de "ümmetin emini" olan Hz. Ebû Ubeyde (ra)'yi bu işte görevlendirdi ve onlara bir ahitname yazdırıp verdi. Bu ahitnamede, Allah'ın garantisi ve Allah'ın Rasulü Muhammed'in zimmeti (teminatı), onlar iyi durumda kaldıkça, hiçbir harekete maruz kalmaksızın, bu yazının muhtevası çerçevesinde kıyamete kadar devam edecektir deniliyordu (Muhammed Hamidullah, Mecmuatu'l-Vesaik, no: 94).
Başlangıçtan beri işaret ettiğimiz ondan fazla vesika ile İslâm, hıristiyanlara yaklaştı fakat buna rağmen, İslâm-Hıristiyan diyaloğu Hz. Peygamber zamanında bu şekilde noktalandı. Bununla beraber onun tarafından yapılmış ve Kur'ân ile ebedileştirilmiş şu davet hep açık olmuştur: "De ki! Ey ehl-i kitap! Geliniz bizimle sizin aranızda müşterek olacak söze, (yani) "Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Kimimiz kimimizi Allah'tan başka Rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse, bizim Allah'a teslim olduğumuza şahit olun' deyin" (Âl-i İmran, 64). Fikir plânında diyaloğu kesen Hıristiyanlık âlemi, İslâm'ın yayılışına şiddet kullanarak karşı durmak istedi, fakat İslâm daveti insanların gönüllerini fethederek ilerledi. Hıristiyanlık, en kutsal mekânı olan Kudüs'de bile tutunamadı. İslâm'a karşı olumsuz tavrını gittikçe artırdı (Suat YILDIRIM, Muasır Hıristiyanlığın İslâm'a Bakışı, Yeni Ümit Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 4, 1989, s.3-4).
- PEYGAMBER (aleyhisselam)'İN TUTUMU
Her siyasî ve sosyal sistem gibi İslâm da kendisini benimseyenlerle, onu yabancı kılanlar arasında bir ayırma yapar. Ahiret hayatındaki kurtuluş, iman edenlere mahsustur. İnanmayanlar cehenneme gideceklerdir. Fakat bu dünyada müslim ile gayr-i müslimin hakları birbirine eşit denecek kadar yakındır.
Kur'ân, "dinde zorlama yoktur" (Bakara, 256) diye dinî müsamahayı kesin olarak hükme bağlar. Sığınma taleb eden müşrikleri kabul edip sonra kendi yurtlarına emniyet içinde göndermeyi müzminlere emreder (Tevbe, 6).
Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiğinde orada anarşi hükmünü yürütüyordu. Hz. Peygamber (sav) müslümanlar, yahudiler, müşrikler ve bir miktar hıristiyanlar arasında bir mukavele temin ederek her birini devlet organizmasına dahil etti.
Hz. Peygamber bazan gayr-i müslimleri de görevlendirmiştir. Mesela Kureyş, hicri 2. yılda oradaki muhacir müslümanları teslim etmesi için Necaşi'den ricada bulunduklarında Hz. Peygamber de ona elçi gönderip sulh halinde devam etmek istediğini bildirdi. Hz. Peygamber'in gönderdiği İbn Umeyye ed-Damirî adını taşıyan bu elçi, o zaman müşrik idi.
Gayr-i müslimler, savaşa iştirak etmemeleri karşılığında cizye denilen bir vergi öderler ki, bu, Hz. Peygamber devrinde yılda 20 dirhem olup bu para orta halli bir ailenin on günlük geçim masrafı durumundadır.
Hz. Peygamber vefatından hemen önce "gayr-i müslimlere verdiğim himayeye dikkatle riayet edin" diyen ilkeyi hatırlatmış, "Kim gayr-i müslim teb'adan birine zulmederse, onların hakkını kıyamet günü ben savunurum" diyerek bu himayeyi kanunlaştırmıştır.
Bazı hıristiyan tarihçiler, Hıristiyanlığı bırakarak İslâm'a girenlerin sayısının çokluğunun görerek, İslâm'ın kılıçla yayıldığı izahına gitmiş, İslâm'ı tebliğ edenlerin faaliyetlerini gölgede bırakmak istemişlerdir. Halbuki bu insanları cezbeden, İslâm'daki hakkaniyet ve müslümanların davranışları olmuştur. Nitekim İslâm'a hiç de dost olmayan W. Muir, şöyle der: "Çeşitli kabileler tarafından gelen heyetlerin, Peygamberden gördükleri nezih muamele, aralarındaki ihtilafları giderme hususunda gösterdiği üstün zekâ sayesinde halkı cezbetmekteydi. Peygamberle görüşenlerin çoğu, kabilesine bir müslüman mübelliği olarak dönerdi" (Life of Mahomet, London. 1856-61, IV, 107-1O8'den T. Arnold).
Ehl-i kitabdan birçokları kendi arzularıyla gelerek müslümanlann yaptıkları harp seferlerine yardım ettikleri gibi, Hz. Peygamber (sav)'in vefatının akabinde dinden dönme hareketlerinde de, yine o sadakat hissi ile tarafsız kalmışlardı. (Caetani, Annali Dell İslâm, 11, 814'den T. Arnold. s.62). Benî Tağlib gibi geniş bir kabile, hicrî üçüncü asra kadar hıristiyan kalmıştır. Eğer baskı olsaydı bu zamana kadar hıristiyan kalabilirler miydi?
HULEFA-YI RAŞİDÎN DÖNEMİNDEKİ TUTUM
Kur'ân-ı Kerim Maide sûresinin 42-48 ayetleri arasında yer alan kısmı zimmilere medeni hukuk, ceza hukuku ve hayatın bütün yönlerinde özerklik vermiştir. Hatta Hulefa-yı Raşidîn döneminden kalıp günümüze ulaşan bir belge, bir Nasturi papazının, dostlarından birine yazdığı mektupta şöyle dediğini bildirir: "Müslümanlar, Hıristiyan dinine karşı asla mücadele etmiyorlar, bilâkis dinimizi himaye ediyorlar, rahiplerimize hürmet ediyorlar. Kilise ve manastırlarımız için bağışlar yapıyorlar" (Assemani, Bibi. Orient, III.2. p. XCVI'dan naklen M. Hamidullah, İslâm'a Giriş, par. 497). Kudüs'ün fethedilmeğini müteakip Hz. Ömer, bölge halkına verdiği ahitname ile can, mal, dinî inanç, ibadetler ve kiliseleri hakkında garanti vermiştir (Taberî'den T. Arnold. s. 70).
Hz. Ömer, bir yahudinin arsası üzerinde mescid bina edildiğini öğrenince mescidin derhal yıkılmasını emretmişti. Lübnan hıristiyanlarından Prof. Cardah 1933'de şöyle demişti: "Bu Yahudinin evi hâlâ durur ve herkesçe bilinir" (M. Hamidullah, İslâm'a Giriş, Par., 433).
Hz. Ömer (ra), Suriye valisinden bir Rum uzman istemiş, onu Medine'de gelirler idaresinin başına getirmiştir (a.g.e. s. 232). Aynı halife bazı askerî, idarî ve iktisadî meselelerde gayr-i müslimlerle istişare etmiştir. Bu gibi uygulamaları da değerlendiren Maverdî ve Ebû Ya'la gibi fakihler gayr-i müslimlerin icra vekilleri meclisine getirilmelerini caiz görmüşlerdir.
Hz. Ömer devrinde, Suriye genel valisi Ebu Ubeyde (ra), Bizans İmparatorunun büyük bir ordu ile yola çıktığını öğrenince, valilerine talimat vererek daha önce alınmış cizyeleri vermelerini istedi ve o zimmilere: "Aramızdaki mukaveleye göre, bu vergi karşılığında biz sizi himaye edecektik. Fakat şimdi bunu sağlamak gücümüzün dışına çıktığından, aldığımız vergiyi geri veriyoruz." Hıristiyanlar: "Allah, sizi yine bize hakim kılsın. Eğer sizin yerinizde Romalılar olsaydı, herhangi bir şey iade etmek şöyle dursun, elimizde ne var ne yoksa hepsini alırlardı" demişlerdi. Neticede savaşı Müslümanlar kazanınca, o ahali, uğradığı her şehirde Ebu Ubeyde'yi geri verilen mallarını takdim ederek karşıladı (T. Arnold, s.226).
Halid b. Velid (ra) Hire'yi fethedince, çalışmaktan aciz, hasta yahut zengin iken fakir düşmüş, veya çevresinin yardımına muhtaç her şahsı cizyeden muaf tuttu. Dar-ı İslâm'da yaşadıkları sürece, kendilerine ve aile fertlerine Beytülmalden nafaka verildi (Ebu Yusuf, Kitabu'l-Haraç, Trc.A. Özek, İst., 1973, s.232).
Muaviye (ra) ve sonra gelen halifeler birçok hıristiyan memur çalıştırdılar. Mesela meşhur saray şairi Ahtal bir hıristiyan idi.
EMEVİ ve ABBASİLER'DEKİ TUTUM
Ömer b. Abdülaziz (ra) devrinde bir cami genişletilirken bir kilisenin arsası işgal edilmişti. Ömer, caminin yıkılmasını emretti. Fakat hıristiyanlar nakdi tazminat ile yetinince, yıkma işlemi yapılmadı (M. Hamidullah, İslâm'a Giriş, s.434).
724-738 döneminde Irak valiliği yapmış olan Halid el-Kasrî, Hıristiyan dininde devam eden annesi için bir kilise yaptırmıştı (İbn Hallikan, Vefeyat, trc.no: 213, Beyrut, 1969, II, 228).
Bütün Doğu Hıristiyan dünyasının en büyük âlimi sayılan Yuhanna ed-Dimaşkî'nin (Jean Damascene) babası, Emevi yönetiminde bakanlık mevkiinde idi. Kendisi de büyük bir nüfuz sahibi idi. "Bir Müslümanla konuşmalar" adlı kitap yazıp, dindaşlarını Müslümanlara karşı cihazlandırmak istemişti. Dininde o derecede mutaassıp, İslâm'a o kadar uzak idi ki, bütün bir hıristiyan âleminin asırlarca İslâm'a karşı takındığı olumsuz tavırdan, birçok müsteşrik onu sorumlu görmektedir. Demek ki bu şahıs, kendisini son derece hür hissediyordu.
Halife Mehdi devrinde (775-785) Bizans’tan alınan hıristiyan esirlerin ibadetlerini yapabilmesi için Bağdat'da bir kilise inşa edilmişti. (Yakut el-Hamevî, Mu'cemu'l-Buldan, II, 662'den T. Arnold, s. 80). Harun Reşid'in hususi doktoru Cebrail adında bir hıristiyan olup serveti dillere destan idi. Mu'tasım (883-842) devrinde ünlü iki hıristiyan kardeş vardı. Bunlardan Salmuye, zamanımızda Dışişleri Bakanı'nın vazifelerine benzer işleri yapardı. Öbürü İbrahim ise hazine sorumlusu idi. Bu şahıs ölünce Mu'tasım, onun cenazesini saraya getirterek, hıristiyan âdetince, cenaze merasimi yaptırmıştı (İbn Ebi Usaybia, Uyunu'l-Anba fi Tabakati'i-Atıbba, Beyrut, Mektebetu Hayat, II, 234-235).
Hıristiyan cemaat, adeta özerk bir idareye sahip idi. Zira devlet, iç işlerinde onları serbest bırakırdı. Aralarındaki adlî meseleleri, kendi dinî reisleri hükme bağlardı. Kilise ve manastırlarına müdahale edilmezdi. Ancak hıristiyanların adedinin azalması neticesinde kiliselerin muattal kalması ve müslümanların ise çoğalması neticesinde ihtiyaç olması sebebiyle bazı kiliselerin mescide dönüştürülmesi vaki olsa da, buna hıristiyanlar itirazda bulunmazdı (T.Arnold, s.78).
Müslümanlar, gayr-i müslimlere öylesine hürriyet verdiler ki onlar İslâm hükümlerine aykırı âdetlerini bile serbestçe icra edebilmişlerdir. Mesela alkollü içkileri, imal, ithal ve birbirlerine satmada hürdürler.
Evlenme konusunda da zimmilere has bir durum vardır. Diğer müşriklerin kızları haram iken, yahudi ve hıristiyan kadınlar müslümanlarca nikâhlanabilir.
İSLÂM DEVLETLERİNİN, ÖZELLİKLE OSMANLILARIN TATBİKATI
İslâm'ın genel olarak gayr-i müslimlere, ve bu arada hıristiyanlara müsamahası, tarih boyunca İslâmî idareler tarafından hemen her yerde uygulanmıştır.
"Hıristiyan cemaatlar imanlarını yaşamaya, kendi kiliselerine bağlı olarak kilise hukukundan ve yerli hıristiyan hakimlerin verecekleri kararlardan istifadeye müsaade olunmuş ve bu gibi konularda ne bir müdahale ve ne de bir incitmeye uğramışlardır" (Philip K.Hitti, Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, Çev. Prof. Dr. Salih Tuğ, II, İstanbul, 1980).
Mesela İspanya'da hüküm süren müslümanların tutumu hakkında, Vizigotlar devrinde İspanyol yerli halka tanınmayan birçok insanî hakların müslümanlarca tanındığını itiraf eden P. Hitti (İslâm Tarihi. II, 803-804), yine kendisi gibi İslâm tarihi uzmanı olan Dozy'nin şu cümlesini nakleder: "Hatta bazı konularda İslâm fütuhatı ile İspanya istifadeli bile çıkmıştır" (Dozy, Histoire des musulmans d'Espagne, Leiden, 1932, I, 278'den P. Hitti, II, 804).
Antakya Yakubi patriği Mihail, onikinci milâdi asrın son yarısında yazdığı eserde, beş asırdan beri doğu kiliselerinin, İslâm hâkimiyeti altında geçirdikleri tecrübelerden sonra, Arapların fetihlerinde Cenâb-ı Hakk'ın inayeti bulunduğuna kanaat getiriyor ve devamla şöyle diyor: "İşte bundan dolayıdır ki, her şeye kadir olan, fanilerin kurdukları imparatorlukları istediği yolda değişikliklere uğratan ve onları istediğine veren, düşkünü en üste çıkaran ve hakim oldukları memleketlerin her tarafında kiliselerimizi yağma ederek bizi merhametsizce itham eden Romalıların kötülüklerine şahid bulunan Cenâb-ı Hakk'ın intikamı, güney tarafından İsmail'in oğullarını, Romalıların elinden bizi kurtarmak üzere celp etti" (Michel le Syrien, Chronique, II, 412-413'den Arnold, 68).
Osmanlıların İstanbul'u fethetmelerine tekaddüm eden dönemde Bizanslılar çok zor durumda idiler. Avrupa onlara yardım etmek için, Bizans'ın Ortadoks mezhebini bırakıp Katolik olmasını istiyordu.
Bizans İmparatoru ise Ortodoksluğun hamîsî idi, din bakımından Papa'ya tâbi olamazdı. İki mezhep mensupları arasında tarihî düşmanlık derindi. Buna rağmen 12 Aralık 1452'de Bizans'ın en büyük kilisesi olan Ayasofya'da Katolik usulü ile ayin yapıldı. Ayini, Papanın gönderdiği Kardinal Isidore yönetti. Bütün Bizans halkı nefret etti. Bizans başbakanı büyük Duka Notaras: "Bizans'ta Latin şapkası görmektense Türk sarığı görmek isterim" şeklindeki tarihî cümlesini söyleyip Bizanslıların duygularına tercüman oldu (Dukas, XXXVII, 161'den Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, İstanbul, 1986, II, 98).
Osmanlı devletinin en büyük gayr-ı müslim azınlığı Ortodokslar olup bunların Cihan Patriği (Patrik Ökümenik) denen liderleri İstanbul'da bulunuyordu. Bizans İmparatorları, Patriği önder sayarlar, kendilerini Ortodoks dininin hâmîsî kabul ederlerdi. Fatih Sultan Mehmet bu her iki sıfatı da resmen kabul etmişti. Ortodoks teb'aya Bizans devrinde olduklarından daha iyi şartlar temin edildi. Müslüman Türklerden tek farkları, devletin yönetimine katılmamaları idi. İhtida edenler vezir, hatta sadrazam olabiliyorlardı. Tercümanlık, hekimlik gibi resmî bazı görevlerde çalıştırılıyorlardı (Yılmaz Öztuna, a.g.e., II, 143).
Bütün din ve mezheplerin, bütün teşkilâtları ile kiliselerini muhafaza etmeleri, ibadet ve ayinlerine en küçük bir sınırlama getirilmemesi, başından sonuna kadar Osmanlı devletinin değişmez prensibi olmuş ve bu hususta Osmanlılar bütün dünyaya öncülük etmişlerdir. Gibbons diyor ki: "Şu vakıaya itiraz edilemez ki, Osmanlılar, yeni zaman tarihinde, devletlerini kurarlarken din hürriyeti prensibini temel taşı olmak üzere vazetmiş ilk millettir" (Gibbons, 63'den Yılmaz Öztuna, a.g.e., II, 143). Avrupa Devletler Hukukunun kurucusu sayılan Jean Bodin (1520-1596), Fransa'nın Osmanlı devleti gibi yönetilmesini krala tavsiye etmekte (Discours, V, 655), Padişahın, Ortodoks, katolik ve musevilere de müslümanlar gibi eşit muamele ettiğini, hepsine hâmilik yaptığını yazmaktadır. Cenevizli Chenier 1717'de: "Türkler, bütün dinlere karşı cihanşümul bir anlayış ve değişmez bir müsamaha gösterirler" demektedir (Hammer, XV, 350'den Yılmaz Öztuna, a.g.e. II, 144).
Hiç kimse, İslâm dinine karşı açıkça küfretmek dışında, dinî görüşünden dolayı ceza görmemiştir. Osmanlı tarihinde ceza görmüş tek tük papaz, dinî sebeble değil, devlete hıyanet ettiklerinden cezalandırılmışlardır.
Mareşal Von Moltke (1837) s.90-91) bu hoşgörünün esas kaynağını anlamış ve şöylece dile getirmiştir:
"Türkler, biz hıristiyanlara karşı öylesine müsamaha gösteriyorlar ki, bunun sebebi, ancak sarsılmaz İslâm imanlarıdır" (Yılmaz Öztuna, a.g.e. II, 144-145).
O asırlarda Avrupa'da rakip mezheplerin birbirlerine yaptıkları zulüm ve tecavüzlerin hangi boyutlara vardığı, onların kitaplarından okunabilir (Yılmaz Öztuna, a.g.e. II, 145-146).
Viyana bozgunundan sonra Venedik kısa müddet Sakız'ı ve uzun süre Mora'yı işgal etti. Öyle zulüm yaptılar ki, Osmanlı idaresi avdet edince, Rumlar Türkleri en samimi şenlik ve şarkılarla karşıladılar (Fernand Grenerd, Grandeur de l'Asie, 126-128'den Yılmaz Öztuna, a.g.e. II, 145-146).
Osmanlılar da ehl-i kitaba, askerlik hizmetinden muaf olmalarına ve kendilerinin himaye edilmelerine bedel cizye uygulamışlardır. Fakat orduya katılan hıristiyanlardan bu vergiyi almamışlardır. Nitekim Romanya'nın güneyinde oturan bir hıristiyan topluluğun verdiği askerler 16. ve 17. asırlarda Türk ordusunun pek önemli bir unsurunu teşkil etmiştir (A. de lu Sorguere, Histoire de l'Empire Ottoman, Paris, 1881, s. 14'den T. Amold, s.75).
İmparatorlukta, bilhassa limanlarında, Osmanlı teb'ası olmayan çok müstemin vardı. Devlet bunları korumakla görevli idi. Ticaret yapar, dinî yerleri ziyaret eder, sırf turistik maksatla da gezebilirlerdi (d'Ohsson, V, 37).
- Morritt of Rokebey, 1794'de 22 yaşında iken İstanbul'a gelip Türkler arasında çok rahat dolaştığını, hep yardım gördüğünü yazar (The Letters, Londra 1914, s.67,70).
Osmanlılar eski medeniyet eserlerine de saygılı idiler. 1453-1922 arasındaki yaklaşık beş asırlık dönemde, protokolde bir numaralı cami olan Ayasofya'daki mozaikler, ancak 19. asırda badana edilmiş, kazılıp tahrip edilmemiştir. (Yılmaz Öztuna, a.g.e.II, 146).
İslâm'ın gayr-i müslimlere verdiği zimmi statüsünü 20. asır ölçülerine göre eksik bulan birçok müsteşrik, birçok batılı, büyük bir hata içindedir. Gerek nazariyede, gerek uygulamada İslâm'ın onlara ne kadar geniş haklar verdiğini anlattık. Müslümanların başlangıçtan beri gösterdikleri bu hoşgörüye karşı acaba hıristiyanların veya hıristiyan kültürü ile yetişmiş Avrupalıların tutumları ne olmuştur? Orta Çağ taassubundaki Avrupa'ya değil, 1789'da Fransız İhtilâlini yaparak Aydınlanma çağına girdiğini ileri süren Fransa'nın davranışına bakalım, Fransa'nın Cezayir'i istila edip sömürgeleştirmesi bu dönemde olmuştur (1830). Acaba bu tarihten Cezayir'in istiklâline kavuşmasına kadar 130 yıllık bu uzun dönemde Cezayir'den kaç bakan çıkmıştır? Bakan yoksa bari parlamentoda milletvekili bulunmuş mudur? Maalesef bir milletvekili bile gösterilemez. Bu durum, müslümanları insan yerine bile koymadıklarını ortaya koymaktadır.
İngiliz olup Amerika'da yaşayan oryantalist Prof. Dr. Bernard Lewis, bundan on sene kadar önce Türkiye'ye geldiğinde, TRT muhabiri kendisine bir TV mülâkatında şöyle bir soru sormuştu: "16. asırdan 20. asra kadar Avrupalılardan Türkiye'ye gelip seyahatnameler yazan birçok batılı tanıyoruz. Buna mukabil Avrupa ülkelerine gidip seyahatname yazan Türkleri bilmiyoruz. Sizce sebebi ne olabilir?" Cevabında B. Lewis şunları söylemişti.. "Avrupalılar Osmanlı ülkesine gelmeyi düşündüklerinde endişeleri yoktu. Devlet hukuk devleti olduğundan muameleden emin idiler. Osmanlı diyarında birçok yerde hıristiyan koloniler yaşıyordu. Her mezhepten hıristiyan cemaat vardı. Gelen turist onlar içinde kendisine yer bulabilir, ticaretini, ibadetini, ikamet ve seyahatini yapardı. Halbuki o devirde Avrupa ülkelerinde hüküm süren taassup sebebiyle, bir müslüman seyyah, ölümü göze almadan oraya gidemezdi".