Cihad (2), (Çağlayan Dergisi, Ağustos 2019)
Kalb ve ruh erbabı, böyle bir temkin ve teyakkuz tavrıyla hemen her zaman olumsuz şeylerden olumlu hususlara, münkerâttan maruf hakikatine yönelmeye hicret nazarıyla bakmış ve bu evsâfı hâiz olanları “hakikat muhacirleri” olarak adlandırmışlardır.
Cihadla hedeflenen hususlar
Konuyu farklı bir zaviyeden tekrar edecek olursak, cihadda hedeflenen iki ayrı hususun mevcudiyeti söz konusudur: Bunlardan birincisi, dine, diyanete, nefse, nesle ve ülkeye saldıran, saldırma durumu bahis mevzu olan düşmanlara karşı, Kur’an disiplinleri çerçevesinde mukabelede bulunma.[1] İkincisi ise, nefis, hevâ, şeytan ve bunların farklı şerare ve sinyallerini önleme adına sürekli teyakkuz içinde bulunma; kalbin kirlenmesine meydan vermeme, vicdan mekanizmasının[2] yara almaması ve tecelligâh-ı ilahi olan latîfe-i rabbâniyenin karartılmaması.[3]
Cihadla hedeflenen hususlara ulaşma esasları
Bu da sürekli uyanık bulunmaya, hayatı, iz’ân derinlikli bir imanla canlı tutmaya, imanın mâ-i bâridi ve hava-i nesîmi sayılan amel-i sâlihe sımsıkı sarılmaya, bu müstakim duruşun kalbde hâsıl ettiği ve edeceği çok buutlu marifete,[4] bu irfan[5] meşcereliğinde neşvünema bulan muhabbete, sonra da bu şecere-i mübârekenin dallarında salkım salkım salınan zevk-i ruhânîye ve zevk-i ruhânînin atmosferinde boy atıp gelişen “aşk u iştiyâk-ı likâullah”a bağlıdır.[6]
Mücâhede kahramanı kalb ve ruh insanlarının münkerata karşı tavrı
Kalb ve ruh erbabı, böyle bir temkin ve teyakkuz tavrıyla hemen her zaman olumsuz şeylerden olumlu hususlara, münkerâttan maruf hakikatine yönelmeye hicret nazarıyla bakmış ve bu evsâfı hâiz olanları “hakikat muhacirleri” olarak adlandırmışlardır ki,[7] böyleleri iman, amel-i sâlih ve marifet zirvesinde sürekli teveccüh[8], nefehât[9], kurb[10], muhabbet[11], maiyyet ve üns billah[12] iştiyakıyla oturup-kalkmış; pek çok mukteziyât-ı beşeriyelerini nisyana emanet edip az yemiş, az içmiş, az uyumuş; adeta cismâniyete ait hususlara boykot yaparcasına hep Hakk’ı hecelemiş, O’nunla gündüzlemiş, O’nunla gecelemiş ve vuslat sevdasıyla çevrelerine hep aşk u iştiyak besteleri sunmuşlardır. İnsanları bu yüksek ufka çağırma mevzuunda İbrahim Hakkı Hazretleri duygu, düşünce ve hislerini şöyle seslendirir:
“Ey dîde, nedir uyku, gel uyan gecelerde,
Kevkeplerin et seyrini seyrân gecelerde.
…
Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gafil,
Ko gafleti, Dildâr’dan utan gecelerde...”
Mücâhede insanı ve özel zamanlardaki ahvalleri
Bu ifadelerle, gafil ruhları, Hakk’ın semâ-i dünyaya özel teveccühte bulunduğu o mübarek zaman diliminde dua, niyaz, tazarru ve talep velîmesine çağırır; çağırır ama o engin derinliğine rağmen, mest ü mahmur yaşadığı demlerde bile “isneyniyyet”[13] vurgusunda bulunarak kendisinin ve kendi gibi olanların duyuş, seziş, ihsas ve ihtisaslarını[14] nöronlara emanet edip, vücudlarının Hazret-i Vücûd’un gölgesinin, gölgesinin... gölgesi olduğunu da işaretlemeyi ihmal etmez. Böyleleri için, mazmunen Ebu Ali ed-Dakkâk “Kim bu ifadeler çerçevesindeki ‘cihad-ı ekber’ yolunda bâtınî düşmanları atlatabilirse, Allah onun iç dünyasını serâir-i sübhâniyesine bir meclâ ve latîfe-i rabbâniyesini de bir tecellî otağı haline getirir.” demiştir ki, yüzlerce ehl-i keşif ve müşahede onun bu düşünce ve mülahazalarına “Evet, evet!..” sözleriyle iştirak etmişlerdir.
Mücâhede insanının mazhariyetleri
Aslında Hakk’a tahsis-i nazarla, şer’-i şerifin belirlediği güzergâhta nefis, hevâ ve şeytan sinyallerine karşı mesafeli durmasını başarabilenler ve daha has manada nezd-i ulûhiyetteki özel anlamıyla “sırat-ı müstakim” yolcuları, her zaman ekstra inâyetlerle teyid edilerek duyulmazları duymuş, görülmezleri görmüş; hiçbir zaman yol yorgunluğu yaşamamış, takılıp yollarda kalmamış; gözleri sürekli zirvelerde kendi uzaklıklarını aşma ve Yakınlardan Yakın’ın maiyyet-i maneviyesine ulaşma adına, yol boyu aldıkları avanslarla, mir’âtiyetleriyle doğru orantılı, مَا لَا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ atmosferinde[15] kanat çırpıp durmuş; ihsasları ve ihtisaslarıyla içtenleştirdikleri hakikatler ile soluklanmış ve çevrelerindeki ölü ruhlara da “ba’s-ü ba’de’l-mevt”[16] duygusu aşılamaya çalışmışlardır.
Yürünmesi gerekli olan “cihad-ı ekber” yolunda yürüyenler böyle yürüyedursunlar, Hak yolunda bulunuyor gibi görünenlerin ve iç içe kırılmalar yaşayanların insan olduklarını idrakleri ötelere kalmamışsa, bir gün bu peygamberler güzergâhında sabit-kadem olanların, onların çoğunun da duymaları gerekli olan şeyleri duymalarına vesile olacaklarına inanıyor ve böyle bir şehrâyini gönülden intizar ediyoruz.
اَللَّهُمَّ كُنْ لَنَا في كُلِّ شَأْنِنَا وَفِي كُلِّ أَمْرِنَا وَلَا تَكِلْنَا إِلَى أَنْفُسِنَا طَرْفَةَ عَيْنٍ وَلَا أَقَلَّ مِنْ ذَلِكَ، إِنَّكَ وَلِيُّ التَّوْفِيقِ وَمُجِيبُ الدَّعَوَاتِ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُجَاهِدِينَ وَ عَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ الْمُقَرَّبِينَ... آمِينَ
DUA: “Allahım bütün hal ve işlerimizde kuvvetinle, nusret ve inâyetinle bizimle beraber ol. Göz açıp kapayıncaya kadar hatta ondan daha az bir zaman dilimi kadar bile, bizi nefsimizle başbaşa bırakma. Muhakkak ki sen bütün muvaffakiyetlerin, başarıların sahibi dualara da icabet edensin. Salât-ü selam günahlarımızın şefaatçisi, mücâhede kahramanlarının efendisi Hz Muhammed (aleyhissalâtü vesselam) ve âlinin, mukarrebûndan olan ashabının üzerine olsun.”
[1] KUR’ANİ DİSİPLİNLER ÇERÇEVESİNDE MUKABELEDE BULUNMA:
Mantıkları şu şekilde mi işliyor; savaş eskiden cephelerde olurdu. Ama şimdi her yer savaş alanı. Dolayısıyla bunu da bir savaş, bir cihad olarak mı kabul ediyorlar? Buradan mı kendilerine Cennette kapı açılacağını düşünüyorlar? İslâm’ın kuralları bellidir. Savaşı fertler ilan edemezler. Savaşı bir hizip, bir organizasyon ilan edemez. Savaş, devletin ilan edeceği bir şeydir. Devlet başkanı savaş demeden, bir ordu savaş demeden savaşa kalkamazsın. (Sağduyu Çağrısı, EK 5)
***
Bu ayette, mü’minlere farz kılındığı belirtilen savaşı, tekvînî emir olarak ele alabilirsiniz. Yani, bu beyân-ı ilahî öncelikle Ashâb-ı kirâma, sonra da bütün inananlara diyor ki: Siz müslüman olduğunuz ve dininize bağlı kaldığınız sürece şeytan ve onun insî-cinnî avenesi sizi asla rahat bırakmayacak ve her fırsatta düzeninizi, huzurunuzu bozmaya çalışacaklar. Siz kavgaya hiç yanaşmasanız ve asla savaş istemeseniz bile her devirde bazı kimseler karşınıza dikilecek, sürekli kavga bahaneleri arayacak ve sizi harbe sürükleyecekler.
…
Siz dininizi, neslinizi, yurt ve yuvanızı müdafaadan başka bir şey düşünmeyeceksiniz; fakat, savaş istemeseniz de zaman zaman mukaddesâtınızı koruma ile karşı karşıya kalacak ve hiç olmazsa savunma harbi yapacaksınız. Hiç kan dökülmemesi, hiç kimsenin ölmemesi sizin her zamanki ilk tercihiniz olacak ama kutsal saydığınız değerleri, vatanınızı ve milletinizi muhafaza etme yolunda mücahededen de kaçmayacaksınız.
…
Evet, yeryüzünde kin, nefret ve düşmanlık hislerine yenik kimseler mevcut olduğu sürece savaşlardan ve çarpışmalardan uzak kalmanız neredeyse imkansızdır. Hoşunuza gitmese de savaşmak mecburiyetinde kalacağınız zamanlar olacaktır. İşte, bu gerçeği ifade sadedinde, savaşın farz kılındığı bildirilmiş ve böylece harp bir tekvînî emir şeklinde nazara verilmiştir. Daha sonra da, “Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur.” hakikati dile getirilmiştir. (Kırık Testi 6, Diriliş Çağrısı)
***
MADDİ CİHADIN SEBEBLERİNDEN BAZILARI
Cihada “hüsün li-gayrihî” dedik. Bunun usûldeki ifadesi, cihad, bi-zatîhî, yani cihad olduğu için güzel değildir. Cihad, ‘i’lâ-i kelimetullah’tan dolayı güzeldir... Cihad, mü’mini yeryüzünde muvazene unsuru kıldığından dolayı güzeldir... Cihad, kendisine tasallut ve tecavüz olduğu zaman mü’mine hakkını aramak salahiyeti verdiğinden dolayı güzeldir... Cihad, mü’mini yeryüzünde mazlum insanların imdadına koşturduğu için güzeldir... Yoksa, cihadın kendisinde tahrip vardır, öldürme vardır ve bu yönüyle güzel değildir. Binaenaleyh, cihad teşri kılınırken, onun güzelliği “i’lâ-i kelimetullah” şartına bağlanmıştır. Mü’min mücâhede edecek; ata, tayyareye binecek; tank, uçaksavar kullanacak. Ancak bütün bunları, Allah’ın yüce adını yükseltmek gayesiyle yapacak. İşte, mü’minin memur olduğu cihad budur. Mücadelesi bu maksatla olmaz da aksine hamiyyet, kan, ırk veya başka izm’lerin kavgası şeklinde olursa, bu takdirde kişi, cihad yapmış olmaz. Allah’ın meşrû kıldığı ve bizim mükellef olduğumuz cihad, Allah’ın yüce adını yükseltmeye matuf olan cihaddır ki, Allah Rasûlü, Buharî ve Müslim’deki şu hadisiyle buna işaret etmektedir: “Kim Allah’ın yüce adının yükselmesi için mücadele ederse, işte o Allah yolundadır.” Bunun mefhum-u muhalifi şudur: Bir insanın mücadelesi, Allah’ın yüce adını âfâk-ı âlemde şehbal açtırmak istikametine değilse, o mücadele, Allah yolunda yapılan bir cihad değildir ve onda güzellik de yoktur. (“Cihadın Fonksiyonları”, İ’lay-ı Kelimetullah Veya Cihad)
[2] VİCDAN MEKANİZMASI VE LATİFE-İ RABBANİYE
His, irade ve şuur için “lâtife-i Rabbâniye” denmesi doğru değildir. Onlar da birer nimet olduğu için mevhibe ve nimet mânasına “lâtife” denebilecek olsa da, ıstılahî olarak “lâtife-i Rabbâniye” dendiğinde his, irade ve şuurdan farklı bir şey anlaşılır. İnsanın cismanî varlığına yönelik hususları “âlem-i halk”; irade, vicdan, şuur, his gibi manevî yönleri de “âlem-i emr” içinde mütalâa edilir. Ayrıca bu dört temel esas haricinde lâtife-i Rabbâniye ve onun içinde önemli birer yer işgal eden sır, hafî ve ahfâ da yine âlem-i emr içinde değerlendirilir. Her türlü şehevî arzu ve kaprisler, kin, nefret, öfke, inat gibi belli hikmet ve gayeler için insana verilen duygular nefis mekanizmasını meydana getirirler. Kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, âlem-i emre ait Rabbanî lâtifeler, irade, idrak, şuur, his ve duygular da vicdan mekanizmasını meydana getirir. Bu iki mekanizma çoğunlukla birbirinin aleyhine işler. Şu kadar var ki, vicdan mekanizmasının galebesi halinde, nefis mekanizması da müsbete dönüşür ve insanın yücelip yükselmesine hizmet eden bir sistem haline gelir. Küfre girme veya günah işleme sırasında o lâtifeler baskı altına alınır ve tesir icra edemez duruma düşerler. Hem letâif-i Rabbâniye hem de his, şuur ve irade baskı altına alınır. Mâhiyet-i insaniye fenalıklara açık olunca, cismaniyete ait hususların tesirinde kalınca; şehvet, gazap, hiddet, hırs gibi duygular geçici tesir icra ederler. Bazen de insan tamamen bunların tesirinde kalır. Bunların yönlendirmesiyle, vicdan mekanizması dermansız düşer.
****
VİCDAN VE VİCDAN MEKANİZMASI
İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, kalbin ayrı bir derinliğinin unvanı sayılan latîfe-i rabbâniye (fuâd), şuur vâridâtıyla zihin ve ihsas televvünlü his halitasından oluşan bir mekanizmadır. (“Vicdan”, Kalbin Zümrüt Tepeleri 3)
[3] LATFE-İ RABBANİYE için 2. dipnota bakınız.
[4] MARİFET
Herkesin elinden gelmeyen ustalık, maharet; her yerde ve herkeste görülmeyen hususiyet, hüner ve hususî bir bilme diye mânâlandıracağımız mârifet; hak yolunun yolcularınca, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı hâline gelmesi ve bilenin her hâlinin bilinene tercüman olması mertebesidir. Mârifeti, vicdanî bilginin zuhur ve inkişafı şeklinde tarif edenler de olmuştur ki, böyle bir zuhur ve inkişaf, aynı zamanda insanın kendine has değerleriyle zuhur ve inkişafı da sayılır. “Nefsini bilen Rabbini bilir.” (el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343) sözünün bir mahmili de bu olsa gerek. Mârifetin ilk mertebesi, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında, sıfatların hayret verici iklimini temâşâ etmektir. Böyle bir seyahat esnasında sürekli, hak yolcusunun gözünden, kulağından lisanına nurlar akar; onun kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk’ı tasdik ve ilan eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdeta bir “kelime-i tayyibe” disketi hâline gelir.. derken her an vicdan ekranına إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ “O’na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i salih yükseltir.” (Fâtır sûresi, 35/10) pür-envâr hakikatinden ayrı ayrı ışıklar akseder durur. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır; sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalblerde kenzen bilinene
“Sığmam dedi Hak arz u semaya, -Kenzen bilindi dil madeninde” mealiyle anlatılmak istenen مَا وَسِـعَنِي سَـمَائِي وَلَا أَرْضِي وَلٰكِنْ وَسِعَنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ bir müteşabih beyanda (Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd s.81; Ebu’ş-Şeyh, el-Azame 2/608) ifade edildiği gibi ışıktan koridorlar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temâşâ zevkine erer. (“Marifet”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)
[5]ARİF VE İRFAN
Ârif; bilen, tanıyan, anladığını doğru ve derince anlayan, görüp hissettiklerini uzun boylu düşünmeye ihtiyaç duymadan hemen kavrayabilen, değişik ağyâr mülâhazaları karşısında fikir kaymalarına düşmeyecek kadar da sâbit-kadem olan hak eri demektir ki; bilineceği olduğu gibi bilme, varlık, insan ve hâdiseleri “mahiyet-i nefsü’l-emriye”lerine uygun anlama, eşyanın perde arkasına muttali olma, hatta bunların ötesinde keşif ve ilhamlarıyla esrâr-ı rubûbiyet ve esrâr-ı ulûhiyeti en yüksek ufuktan görme ve duyma.. dahası ilm-i tevhide hakkıyla vâkıf olma mânâlarına gelen “irfan” sözcüğü; beceri, hüner ve eskilerin “mârifet-i akliye”, sofilerin de tefekkür, tedebbür, tezekkür ve keşf ü ilham yoluyla keşfedilip hakikatine ulaşılacağını vurguladıkları, şeriat, tarikat, hakikat güzergâhının “muhabbetullah”, “aşkullah” ve “şevk ilâ likaillâh” ufku sayılan “mârifet” kelimesi de aynı kökten gelmektedir. (“Arif”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)
-İRFAN; Daha önce “Mârifet” unvanıyla ele aldığımız bir fasılda icmâlen de geçtiği gibi,irfan bir burak, ârif onun süvarisi, mârifet de sermayesidir. (“Vâsıl”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)
[6]AŞK U İŞTİYÂK-I LİKÂULLAH (Allah”a kavuşma aşkıyle yanıp tutuşma)
Evet, bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, “Men kerihe likâallah kerihallahu likaeh. (Allah’a kavuşmaktan hoşlanmayan kimseyle Allah da mülâkî olmayı istemez.)” İşte, Allah’a kavuşmayı arzulama, ölüme hazır olma demektir; ahirete, haşre, yeniden dirilmeye kat’i inanma ve ebedî saadeti yakalama azm u gayreti içinde bulunma demektir. Samimî bir kulun hali de budur; o öteyi “sevgililer diyarı” ve “ebedî saadet yurdu” olarak bilir. Bilir de tertemiz olarak oraya gidip onlara kavuşmak için bu dünyada da hep saf ve duru bir hayat yaşayarak yolculuğa hazır, ötelere müştak bir tavır sergiler. (Kırık testi 3,Gurbet Solukları)
***
Bütün bu farklı seviyede kulluk mükellefiyetlerini yerine getiren ve getirmeye çalışanlara, konumları ve durdukları yer itibarıyla âbid, âbid ü zâhid, zâhid ü âşık demek uygun düşer zannediyorum. Birinciler, görenek ve yetiştikleri kültür ortamı itibarıyla Müslümanlığı seçmiş ve yaşayan mübtedîler; ikinci basamak sayılan azm u ikdam erbabı âbid ü zâhidlerin gayesi Cennet, hûri-gılman ve saraylar; üçüncülerin aşk u iştiyakı rü'yet ve rıdvândır. Görenek ve gelenek çerçevesinde kulluk yolunda yürüyenler ki -Allah ondan da mahrum etmesin- bunlar, abdest, namaz, oruç ve zekat mükellefiyetlerini yerine getirir, her şeyi bundan ibaret görür; ubudiyet çerçevesinde önemli bir unsur ve derinlik olan zühdü bilmezler.. ve hele aşkla, iştiyak-ı likâullah ile hiçbir alakaları yoktur. (“Abid, Zahid, Aşık”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, Tekmile)
***
Bazıları da sâlikin iradesini azm u gayreti açısından şöyle bir cehd ü himmet vetiresi içinde mütalâa etmişlerdir: İlk defa kalb iradî olarak sadakat ve ihlâsla Hazreti Matlub’a teveccüh eder; derken cezb u incizabla, iradenin maruz kaldığı/kalacağı usürler yerlerini yüsürlere bırakır. Mevsimi gelip de, yakınlık meltemleri ruhu okşamaya başlayınca, onun bütün benliğini dayanılmaz bir aşk u iştiyak hissi kuşatır; kuşatır da temayüller mukavemetsûz birer düşkünlüğe dönüşür.. ve artık sâlik, her nefes alışverişinde “Ciğerim kebab oldu / Derdime derman yok mu?” der inler. Dahası iradesinin hakkını tam eda etmiş böyle bir babayiğit an olur, aşkı da unutur ve âdeta hep bir gaşy yaşamaya başlar. Öyle ki Leylâ’nın yanında iken dahi Leylâ rüyaları görür ve Leylâ hasretiyle sızlanır. Aslına bakılırsa, tatmayan bilmez.. duymayan anlamaz.. tadanlar söylemez.. söyleseler de çok kimse inanmaz. (“Vicdan”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)
عنْ عَبْدَ اللهِ بْنَ عَمْرِو بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا، عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، قَالَ:
الْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ، وَالْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللهُ عَنْهُ.
Abdullah İbn Amr İbn Âs’ın (ra) rivayet ettiği bir hadise göre, Efendimiz (as) şöyle buyurdular: “Gerçek müslüman elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği kimsedir. Gerçek muhacir de Allah’ın yasakladığı şeylerden emrettiğine yönelip hicret edendir.” (Buhari, İman 10)
[8] TEVECCÜH
Bakma, göz atma, mülâhazaya alma, iltifat etme diyeceğimiz “nazar” kelimesiyle; yönelme, yakınlık duyma, iltifatta bulunma, sevme veya sevgi emareleri izhar etme... mânâlarına gelen “teveccüh” sözcüğü bir anlamda aynı şeyleri ifade ediyor gibi olsalar da, pek çok farklı yanları bulunduğu açık, birleştikleri noktalar da az değil.
Ayrıca bu kelimeler, Zât-ı Ulûhiyet’e nisbet edilince farklı, yaratıklara isnat ettiğimizde ise daha farklıdırlar. Veya biz, böyle bir nisbet ve isnatla onlara bu farklı mânâları yükleriz: Cenâb-ı Hakk’ın nazar ve teveccühü, umumî bir feyiz ve bu celâlî bakış içinde rahmet edalı belli eşya ve eşhâsa hususî bir mevhibe şeklinde tahakkuk eder; yaratıklarınki ise, bir kâbile, bir merâyâ ve mecâlî olabilme mahiyetinde gerçekleşir. (“Nazar ve Teveccüh”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3)
[9] NEFEHAT: Esintiler
[10]KURB
Yakınlık mânâsına gelen kurb, sofiyece, insanın mâverâîleşip cismaniyet çeperini aşarak Allah’a yaklaşması demektir. Kurbu, Allah’ın (celle celâluhu), kullarına yaklaşması şeklinde anlayanlar olmuş ise de, bu O’na mekân ve mesafe izafe mânâlarını işmam etmesi itibarıyla uygun görülmemektedir. Kaldı ki, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan yakınlığı “keynûnet”ler ve “sayrûret”ler üstü bir yakınlıktır. Değilken sonradan meydana gelen bir kurb, sonradan var olanların ve varlıklarını değişik tekevvünlerle sürdürenlerin hususiyetidir. Bu iki kurbu, birkaç kelime içinde وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَمَا كُنْتُمْ “Her nerede olursanız O sizinle beraberdir.” nurefşân beyanı ne güzel ifade eder! Böyle bir yakınlık aynı zamanda, iman ve amel-i salihle elde edilen hususî yakınlık da değildir.. şakî-saîd, hayırlı-hayırsız, salih-talih, canlı-cansız zerreden sistemlere kadar herkesi kanatları altına alan umumî bir kurbiyettir. (“Kurb-Bu’d”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4)
[11] MUHABBET
Muhabbet; sevgi, kalbî alâka, herhangi bir şeye veya herhangi birine düşkünlük mânâlarına gelir ki; insanın duygularını bütünüyle tesiri altına alması itibarıyla aşk, vuslat arzusuyla yanıp-tutuşma şeklinde daha derin buudlara ulaşmasına da şevk u iştiyak denir. Muhabbeti, kalbin Mahbub-u Hakikî’yle münasebeti.. O’na karşı duyulan, önüne geçilmez şiddetli iştiyak.. gizli-açık her meselede O’nunla mutlak mutabakat.. her mevzuda Sevgili’nin murad ve isteklerinin kollanması.. ve vuslat demine kadar kendinden geçip ayılmama şeklinde de tarif etmişlerdir ki, bunların hepsini bir noktaya ircâ mümkündür: “Yâ Hak!” diyerek doğrulup Allah huzurunda durma ve bütün kaygılardan, fâni alâkalardan kurtulma... Gerçek muhabbet, insanın, bütün benliğiyle Sevgili’ye yönelip O’nunla olması, O’nu duyması ve topyekün başka arzulardan, başka isteklerden sıyrılabilmesiyle tahakkuk eder ki, böyle bir mazhariyete ermiş babayiğidin kalbi, her an Sevgili’ye ait ayrı bir mülâhaza ile atar. (“Muhabbet”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1)
[12]ÜNS BİLLAH
Ünsiyet, alışkanlık, içten beraberlik demek olan “üns”; ehl-i hakikat arasında, kalb ve ruh zaviyesinden Hazreti Cemâl-i Zât-ı Bâri’i müşahedeye iştiyak arzu ve emeliyle, “Kenz-i Mahfî”nin, mücellâ aynası (beyt-i Hudâ) sayılan vicdanın rükünlerince bîkem u keyf duyulup hissedilmesi şeklinde yorumlanmıştır. Onu, iki yanıyla ihsan şuurunun, vicdan mekanizmasında, vuzuh üstü vuzuh ve inkişafı şeklinde ifade etmek de mümkündür. (“Üns”, Kalbin Zümrüt Tepeleri, Tetimme)
[13] İSNEYNİYET: İkilik
“Allah”ın zatının kudreti ve sonsuz varlığı karşısında “benlik” ile ikinci bir varlık iddia etme.
“ قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ” ki, tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rubûbiyeti ifade eden bu mübarek sûrede: “De ki Allah birdir.” denilmektedir. O, öyle birdir ki, ikincisi yoktur. “Vâhid”in ikincisi, “İsneyn”dir. Ama “Ehad”in ikincisi yoktur. Ehad, rakamlar içinde tektir. İkincisi, üçüncüsü olmaz. Yani Allah isneyniyeti muhal birdir. O gün parola “Ehad! Ehad!”dır. Ve onlar “Ehad! Ehad!” dedikçe, sanki verâların verâsından bir ses onlara; “Lebbeyk, kullarım!” demektedir. (“Peygamberlik…”, Sonsuz Nur, 2)
***
Bazıları bu mertebe farklılığını bilmediklerinden dolayı, İmam Rabbanî ile Muhyiddin İbn Arabî gibi zatların bazı noktalarda birbirleriyle çatıştıklarını zannedebilirler. Aslında böyle bir çatışma kat’iyen varid değildir. Farklı mütalâalar ise, bunların tamamen farklı buudlarda olmalarından kaynaklanmaktadır.
Bazen bu mertebelerde bulunan insanların şuurları, içinde bulundukları hale taallûk eder. İşte o zaman Muhyiddin İbn Arabi, “Bizden olmayan, bizim eserlerimizi okumasın” der. Bunu anlamak zordur ve bir ölçüde şeriatla te’lifi de mümkün değildir. Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” demesi de bu cümledendir. Bu tür sözler, zâhirde, şeriata zıd gibi görünür ise de, esasen bu zatlar, içinde bulundukları makamın gereğini yerine getirmektedirler. Ahmed Emin, gibilerin bu konuyla alâkalı in’ikadları, indî, haricî dolayısıyla da haksızdır. Çünkü bu gibi durumlar bir “hal” mes’elesidir. “Kal”in “Hal”e tercüman olması ise hayatî bir mevzuu işâretlerle anlatmaya benzer.(“Ruhi Hayat”, FASILDAN FASILA, 1)
[14] İHSAS: Latife ve hislerle elde edilen marifetullaha dair malumat
İHTİSAS: Maddi uzuvlarla (Göz kulak akıl) elde edilen malumat.
[15] “Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir insanın tasavvur edemeyeceği”
[16] “Öldükten sonra dirilme, yeniden diriliş”