Cihad, (Temmuz 2019)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 07/12/2019
Clap

Cihad-ı ekber ise, şeytan ve onun şerarelerine, nefis, hevâ ve onların dürtülerine, şehevânî duygular ve onların vartalarına, makam, mansıp, cismânî zevk u safa ve onların baş döndürüp bakış bulandırmalarına, bilerek dünya hayatını ötelere tercih etme ve onun sarhoşluğuna, değişik mesâvî ve meâsîye açık bulunma ve onun vicdan mekanizmasını kirletip felç etmesine karşı bir mücâhededir.

Cihad; çalışma, çabalama, azm u ikdamda bulunma manalarına gelen cehd kökünden türetilmiş, yaygın kullanımı itibarıyla düşmanla savaşma anlamında bir kelimedir. Bu savaş, “usûl-i hamse” diye[1] adlandırılan esasların korunması adına muhakkak düşmana karşı olabileceği gibi, o yolda hazırlık içinde bulunan ve tecavüzü kat’i görülen a’dâya karşı tedâfuî bir muharebe de olabilir.[2] Her iki şekliyle de böyle bir cihad Efendimizce (sallallâhu aleyhi ve sellem) küçük cihad anlamında “cihad-ı asgar” olarak isimlendirilmiştir. O (aleyhissalâtü vesselam), insanın dinî esaslar çerçevesinde iç dünyası itibarıyla, nefis, hevâ, şeytanî şerareler ve beşerî garîzelere karşı cehd ü gayretine, bu cehd ü gayretteki devam ve temâdîsine de, büyük cihad anlamında “cihad-ı ekber” demişlerdir.[3]

Cihad-ı ekber”ın esasları

Cihad-ı asgar, belli şart ve esaslara bağlı olarak tedâfuî mahiyette ve muvakkat olmasına mukabil, cihad-ı ekber, maddî kılıç kınında,[4] insanın sürekli kendiyle yüzleşmesi.. nefis, hevâ ve şeytânî dürtülere karşı, hudutlardaki “uyûn-ı sâhire” diye bilinenler gibi uyanık bir göz olarak her zaman tetikte bulunması.. her an gelip kalbine, ruhuna çarpan şerarelere karşı hazırlıklı olması.. muhtemel meâsî[5] ve mesâvî tasavvur ve tahayyüllerinden uzak bulunma gayretiyle nefes alıp vermesi.. tedebbür tedebbür üstüne her an “mehâfetullah” ve “mehâbetullah”[6] seralarıyla Hakk’ın inayet, riayet ve kilâetine itimat içinde yaşaması.. en küçük kayma ihtimallerini dahi göz ardı etmeden رَبَّنَا لاَ تُزِغْ “Kaydırma Allah’ım!..”[7] sözleriyle soluk alıp vermesi.. imanın emniyet ufkuna otağını kurmaya mani kibir, gurur, ucub, fahr, bohemlik, makam sevgisi, takdir edilme hissi, kin, haset, nefret, gayız... gibi küfür ve mesâvi-i ahlak mezbeleliği sayılan mühlikâttan[8] ölesiye bir gayretle fersah fersah uzak bulunma tavrı ortaya koyması.. bütün bu istikametteki azm u ikdamıyla beraber her zaman Cenâb-ı Hakk’ın teveccüh, nefehât, üns, maiyyet, inayet, riayet ve kilâetini[9] heceleyip durması.. kalbinin bu heyecanlarla çarpıp durduğu böyle bir düşünce atmosferinde dilinin de tam bir kararlılıkla sürekli “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Beni her türlü kayma, sapma ve savrulmalardan muhafaza buyurarak sevdiklerinin güzergâhı sırat-ı müstakîmde sabit-kadem eyle!”[10] yakarışlarını seslendirmesi.. bu teminat talebi iniltilerinin yanında O’nun rahmetinin vüs’atine güvenme, bel bağlama iz’ânıyla oturup kalkması ve sürekli “Hû!” soluklaması ile sergilenen babayiğitçe bir tavırdır. Sayılan bu esasların “fenafillâh, bekabillâh” ufkuna kadar devamının önemi kadar, o zirvede dahi insanın zelle[11] korkusuyla tir tir titremesi de olmazsa olmazlardandır.

Cihad-ı ekber’in mebdei(ilk basamağı) ve derinleşme

Cihad-ı ekberde işin mebdeini “Kelime-i Şehadet”in gönülde sürekli hecelenmesi ve bestesinin-güftesinin dilde devam edip durması teşkil eder. Sonra ihsan şuurunun[12] bütün ibadet ü tâatte temel esas olması.. namazların, oruçların bu enginlikle edâ edilmesi.. zekât ve sair atâyâ ve ihsanâtın minnet duygusundan uzak gönül hoşnutluğuyla yerine getirilmesi.. hacca gidilecekse, meleklerin metâf-ı kudsiyânı sayılan,[13] “Sidretü’l-Müntehâ”nın[14] izdüşümü mahiyetindeki bir kutsal zeminde, meleklerin tavafına iştirak ediyor olma ruh derinliği ve engin yedeklemesiyle gidilmesi.. hayatın, bu esaslara başkalarını da ısındırma istikametinde bir “emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker”[15] sorumluluğuyla sürdürülmesi.. haram, mekruh ve bütün şüpheli hususlara karşı bulaşıcı hastalıklardan uzak duruyormuşçasına uzak durma gayreti içinde bulunulması... gibi esaslar gelir.

Hulasa olarak.......

Bazıları bu önemli konuyu şöyle dillendirmişlerdir: Cihad-ı asgar, bir maddî cihaddır ve dinî esaslar açısından korunma ve sıyanet adına tedâfuî bir mücâhededen ibarettir. Cihad-ı ekber ise, şeytan ve onun şerarelerine, nefis, hevâ ve onların dürtülerine, şehevânî duygular ve onların vartalarına, makam, mansıp, cismânî zevk u safa ve onların baş döndürüp bakış bulandırmalarına, bilerek dünya hayatını ötelere tercih etme ve onun sarhoşluğuna, değişik mesâvî ve meâsîye açık bulunma ve onun vicdan mekanizmasını kirletip felç etmesine karşı bir mücâhededir ki, وَجَاهِدُوا فِي اللهِ حَقَّ جِهَادِهِ “Allah yolunda -lillâh, livechillâh, lieclillâh esasları çerçevesinde- cihad edin!”[16] ferman-ı sübhânîsi ve emsâli ayetler, bu iç içe çizgi kaymalarına karşı, olmazsa olmaz birer reçetedir.


 

Ek: SİDRETÜ”L MÜNTEHA

Sidr, lügat itibarıyla Arabistan kirazı demektir. Ayrıca bu kelime, hayret ve göz kamaştırma mânâlarına da gelmektedir. “Sidretü’l-Müntehâ” ise sınır, serhat ve imkân âleminin hududu gibi görülmektedir. Onu, fânilerin ulaşabilecekleri en son nokta diye yorumlayanlar da olmuştur. Müfessirîn-i kirâm değişik ehâdîs ve âsârı değerlendirerek Sidretü’l-Müntehâ’yı, yedinci semanın üstünde, Arş’a yemînen mücavir, altından müttakilere vaad edilen Cennet ırmaklarının fışkırdığı bir şecere-i mübareke şeklinde resmederler. Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) onun ihata alanını anlatırken “Gölgesinde bir süvari yetmiş sene at koştursa, yine de o gölgeyi katedemez; onun yaprağı bir milletin bütününü kaplayabilir.”(1) buyururlar ki, bu ifade kesretten kinayedir. Daha büyük rakamlarla ifade ettiğinizde de mübalâğada bulunmuş sayılmazsınız. Zira Sidre, bütün hilkat âleminin âlem-i emir ufkunda bir serhaddi mesabesindedir. Orada imkân âlemi sona erer.. her yana ser çekmiş varlığın dalı, yaprağı, sürgünü gider oraya dayanır.. ruhanîlikte derinleşen rabbanîlerin, melekût-u eşyaya nüfuz edebilen müterakkî gönüllerin nazarları ancak oraya varabilir; nazar-kadem vahdetine ulaşmış kümmelîn gider oranın eşiğine takılır ve orada herkes hayretle soluklanmaya durur. Zira daha ötesi gayb âlemleri alanına girer ki ona da Allah’tan başka kimse muttali değildir.

Kelimenin özündeki diğer mânâ itibarıyla Sidretü’l-Müntehâ, öyle bir hayret ve dehşet ufku, öyle bir kalak ve heyman zirvesidir ki, “Ne mekân vardır anda, ne arz u sema.. ve akl u fikr etmez bu hâli fehm-i hâl.” (Süleyman Çelebi). İnsanlık, var olduğu günden itibaren ne mânâ kahramanları yetiştirmiştir ama, Hz. Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman olan Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dan (aleyhi ekmelüttehâyâ) başka kimse o ufka yükselememiş ve kimse o zirveye ulaşamamıştır. Hâlen ve zevken ulaşanlar ise, başları dönmüş ve bakışları bulanmış olarak hayret ve heyman içinde kalakalmışlardır. O idi ki “Gözü kaymadı, asla şaşmadı/şaşırmadı ve haddini aşmadı. Orada Rabbinin en büyük burhanlarını müşâhede etti.”(2) Bu makam Sidretü’l-Müntehâ idi ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle bu ufuk, vücub-imkân arası kudsî ufuktu.(3) Bu zirvenin ilk ve son seyyahı, yüzü suyu hürmetine kâinatların var edildiği Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet idi.. ve O’nun bu konuda selefi olmadığı gibi halefi de olmayacaktı. Konuyla alâkalı ne hoş söyler Süleyman Çelebi:

             “Ermedi evvel gelen bu devlete,

            Kimse nail olmadı bu rif’ate.”

Bizim için, ne onun ledünnî derinliklerini ne görüp duyduklarını ne de zevk edip yaşadıklarını tasavvur etmek mümkün değildir. Biz, duyduklarımızı olduğu gibi korur ve asfiyânın yorumları içinde onları anlamaya çalışırız.

Bazı sofîlere göre, Sidretü’l-Müntehâ, Cenâb-ı Hakk’ın, ibâd-ı mükerremîninin zâhir, bâtın, ruh, nefis, akıl, vehim ve mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine, sırasıyla, ism-i Zâhir, ism-i Bâtın, ism-i has, sıfat-ı Rab, ism-i Rahmân, ism-i Hak’la teveccüh ufku ve evsâf-ı sübhaniyesiyle bir tecellî zirvesidir ki, bütün müktesep beşerî bilgiler, mârifetler, ihsaslar, ihtisaslar ne kadar derin ve yüksek de olsa nihayet gider oraya dayanır ve daha ötesine de geçemez. O ufkun ötesine geçildiğinden söz etmeler tamamen konunun hâlî, misalî ve zevkî yanıyla alâkalıdır ve bizim idrak ufkumuzu aşan müteâl konulardandır. (KZT 4, Fizik Ötesi Alemler)

(1) İbn Hibbân, es-Sahîh 2/77; Abdullah İbn Ahmed İbn Hanbel, es-Sünne 1/247, 304.

(2) el-Bezzâr, el-Müsned 127/10; et-Taberî, Câmiu’l-beyân 15/10, 27/54.

 

[1] USÛL-İ HAMSE: Öte yandan bir insanın korumakla mükellef olduğu beş esastan biri de nefsin korunmasıdır. Hatta denebilir ki, –Şâtıbî’nin de Muvafakat’ında belli bir sistem içinde ele aldığı gibi– bütün hukuk sistemi, usûl-i hamse dediğimiz nefis, din, mal, akıl ve neslin korunması esası üzerine müessestir. (Bkz.: eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât 1/38, 2/10) Dahası nefsin korunması, bu esasların en başında yer alan bir meseledir. Bu zaviyeden insan, dinini, ülkesinin sınırlarını, ırz ve namusunu, istiklâlini, malını koruduğu gibi canını da korumakla mükelleftir. Nefis korunmaya o kadar liyakatli ve onun korunması o kadar önemlidir ki, ona karşı bir tecavüz vuku bulduğu zaman, belli şartlarda nefis müdafaası adına karşı tarafın nefsine müdahaleye bile cevaz verilmiştir. (“İntihar”, Yenilenme Cehdi)

[2] TEDAFÜİ (Müdafaa şeklinde): Evvelâ; İslâm bir millet veya ferdin, kendi varlığını tehdit eden, onu yok etmeye, öldürmeye çalışan mukabil güce karşı, nefis müdafaasını, karşı koymayı meşru kılar hatta bazı durumlarda onu emreder. Biri sizin varlığınızı, malınızı, canınızı, dininizi, ırzınızı tehdit ediyorsa, onunla göğüs göğüse gelir, bu işin kavgasını verir ve kendisiyle hesaplaşırsınız. Meselâ, diyelim ki: Hasım bir ülke, kendisiyle sizin aranızdaki hudutları deldi ve içeriye girdi, ne yaparsınız? Ülkenizdeki bazı kimseleri yılan-çıyan hâline getirip üzerinize saldırtsa ne düşünürsünüz? Bir yerde soydaşlarınız gadre uğratıldığı zaman nasıl davranırsınız? Herhâlde bu sorulara “Hiç!” deyip geçemezsiniz! (Sonsuz Nur -2)

[3] BÜYÜK VE KÜÇÜK CİHAD: Bir harp dönüşünde Peygamberimiz (aleyhisselam), ‘Küçük cihattan büyük cihada döndük.’ buyuruyorlar. (Kenzu’l-Ummal, IV, 430,Hadis No: 11260 )

Allâh Resûlü’nün (sallâllâhu aleyhi ve sellem) iştirâk ettiği son sefer olan Tebük, meşakkat dolu, zorlu bir seferdi. İslâm ordusu bin kilometre gitmiş ve dönmüştü. Medîne’ye yaklaşırlarken âdeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Resûlullâh (sallâllâhu aleyhi ve sellem) onlara:

“−Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!” buyurdular. Ashâb hayretler içinde:

“–Yâ Resûlallâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd var mı?” dediklerinde Hazret-i Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem):

“–Şimdi büyük cihâda (nefs cihâdına) dönüyoruz!” buyurdular. (Süyûtî, II, 73)

***

-Beyhakî'nin rivâyetinde ise: Sahabiler, "Büyük cihad nedir?" diye sordular. "Kalbin cihadıdır" diye buyurdu. Bu hadisi, el-Hatib el-Bağdadî de şu lafızla rivâyet etmiştir: "Küçük cihaddan büyük cihada döndük.” “Büyük cihad nedir?” diye sordular.. Kulun, hevâsıyla (nefsinin istekleriyle) mücadelesidir." buyurdu. Beyhakî ve el-Hatib el-Bağdadî, her iki hadisi de Câbir'den rivayet etmişlerdir. "Keşfül-Hafâ"da da aynı şekilde geçmektedir.

- Tirmizi’nin Sünen’inde, bu hadis-i şerife benzer bir şekilde, “Mücahid nefsiyle cihad edendir.” (Fezailü’l cihad, 2) hadis-i şerifi yer alıyor ve İbn Kayyim el-Cevziyye, bu hadise işaret ederek “Kulun nefsiyle olan cihadının dış düşmanlara karşı gerçekleştirilen cihada nisbetle asıl olduğunu, Allah’ın emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimsenin düşmanla cihad edemeyeceğini” belirtiyor. (Zadü’l –Mead, II, 38) ( TDV İslam Ansiklopedisi, c. 7, s. 528, Cihad maddesi)

[4] MADDİ KILINÇ; Evet nasıl ki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak. (Hutbe-i Şamiye, 35)

***

Hem de her bir kemalin müessis ve hâmisi olan cesaret ve namus-u millet-i İslâmiye sizlere emrediyor ki: Nasıl ki şimdiye kadar dimağdan kalbe mecra açmakla, aklı kuvvete mezcederek maarifinizi kılınçlarınızın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecaat-i maddiyede terakki ettiniz. Şimdi ise kalbden fikre karşı menfez açınız. Kuvveti aklın imdadına ve hissiyatı efkârın arkasına gönderiniz. Tâ ki şecaat-i akliye-i medeniyet meydanında, namus-u millet-i İslâmiye pâyimal olmasın. Kılınçlarınızı, fen ve san'at ve tesanüd-ü hikmet-i Kur'aniye cevherinden yapmalısınız. (Divan-ı Harbi-i Örfî, 54)

[5] MEASİ: İsyanlar, günahlar

[6] MEHAFETULLAH, MEHABETULLAH: Yine o, tam bir iffet âbidesiydi; meselâ, 15-20 yaşlarında, Van’da Tahir Paşa’nın sarayında altı ay kadar kaldığı hâlde, onun kerimelerini bir türlü tanıyamamıştı. Aynı şekilde 20-25 yaşlarında İstanbul’a geldiğinde, Çamlıca’da Yusuf İzzettin’le birlikte onun köşkünde kalırken, çoğu zaman geze geze Üsküdar’a inip, oradan kayıkla karşı tarafa geçerlerdi, Haliç’te kadın-erkek, çoluk-çocuk şarkı söyleyip saz çalmak için sahile döküldükleri hâlde, bir kerecik olsun göz kapağını kaldırıp onlara bakmamıştı. Kendisine neden bakmadığı sorulduğunda da, kaçamak bir cevapla, “Ben âlim olmanın izzet ve onurunu koruyorum.” demişti. Oysa o, mehâfetullaha (Allah korkusu) ve mehâbetullaha (Allah saygısı) o kadar kilitliydi ki, hayatını sürdürdüğü kalb ve ruh ufkundan öyle şeylere bakılmazdı ve bakmadı. (Kendi İklimimiz, Prizma-5)

[7]KAYDIRMA: Kur’ân bize şu duayı öğretiyor: “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma. Bize katından bir rahmet ver, şüphesiz Sen, çok bağış yapansın.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/8)

[8] Münciyat ve mühlikat nedir?

Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha’da ahlâk; kökü itibarıyla, yerinde beyandaki siyak-sibak ve müstetbeâtü’t-terâkip açısından iyilik, hilm, takva, hidayet-i tâmme, ismet, istikamet, sadâkat, emanet, iffet, her türlü salih amel, şer’î ve aklî maruf, sağlam beşerî münasebetler ve en engin manasıyla ihsan duygusu… gibi hususları ihtiva etmektedir. Bunlara “ahlak-ı hasene”, “Kur’ân ahlâkı” veya “münciyât” denmesine mukabil; bu evsafın zıddı sayılan her türlü günah, masiyet, sapıklık, fuhşiyât, münkerât, kin, nefret, yalan, gıybet, iftira, fitne, fesat, zulüm, irtikâp, ihtilâs, rüşvet ve emsali bütün negatif şeylere de “mesavî-i ahlâk” ve “mühlikat’’ denegelmiştir. (Çağlayan, Nisan-2017)

[9] İNAYET(Yardım), RİAYET(Görüp gözetme), KİLAET(Hıfz ve koruması)

قُلْ مَنْ يَكْلَؤُ۬كُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ مِنَ الرَّحْمٰنِۜ بَلْ هُمْ عَنْ ذِكْرِ رَبِّهِمْ مُعْرِضُونَ

"De ki sizi: gece ve gündüz o Rahmandan kim koruyabilir? Fakat onlar Rab’lerinin zikrinden sarfı nazar etmişlerdir." (Enbiyâ; 42)

[10] Bu çerçevede Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çokça tekrar ettiği اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلوُبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Benim kalbimi dinin üzerine sabit kıl!” duasını ele alacak olursak; insan bunu bir taraftan kalb ve lisan ile söyleyip “Müsebbibü’l-Esbab” olan Allah’tan kalbin İslâm’da sübutunu istemeli, diğer taraftan da sebepler adına bu mevzuda yapılması gereken şeyleri mutlaka yapmalıdır. (Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn Mâce, duâ 2)

[11]ZELLE: Cumhura göre, peygamberler, günahın küçüğünden de büyüğünden de korunmuştur. Onlar, günahın en küçüğünü dahi işlememişlerdir. Bazı peygamberlere isnat edilen sürçme ve hatalar ise, evvelâ günah değildir; ikinci olarak da onların bu sürçmeleri, peygamberliklerinden evvel vuku bulmuştur. Her iki durumda da peygamber, peygamber olarak masumdur. Hem “zellât” dediğimiz sürçmeler, onların makam ve durumlarıyla alâkalıdır. Yani bu zelleler, normal ve sıradan insanlar için hata değil; onlar, Allah’a (celle celâluhu) herkesten daha yakın olan mukarrabîn için birer hata sayılmıştır. (Sonsuz Nur -1)

 

Zelle Meselesi

Birincisi: Peygamberler, iki şeyden birini tercih durumunda kaldıklarında, aliyyüla’lâ (iyilerin en iyisi) dururken a’lâyı (iyiyi) seçmişlerse, bu onlar için bir zelle kabul edilebilir. Fakat bu sürçme veya hata bizim ölçülerimiz içinde bir sürçme veya hata değildir. Zira seçtiği, “a’lâ”, yani iyidir. Fakat bir peygamber böyle bir tercihle karşı karşıya geldiğinde, mukarrabîn olmasının gereği olarak “aliyyüla’lâ”yı seçmeliydi, denebilir –tabiî biz diyemeyiz– kimse bu tercihi günah olarak da vasıflandıramaz. .(SONSUZ NUR -1)

 

[12] İHSAN ŞUURU; Evet, imanını amelle takviye edecek ve İslâm sayesinde derin bir marifete ereceksin. Fakat, onunla da yetinmeyecek, ihsan ufkuna yürüyeceksin. Salih amellere yapışacak ve ibadetlerin hakkını vereceksin ama bunları yaparken Allah’ı görüyor gibi bir hâli yakalayacaksın. Secdede başını yere koyduğun an, sanki Allah’ın arşının önüne başını koyuyormuşsun gibi bir temkinle hareket edeceksin. Her davranışının şuurluca olmasına özen gösterecek, her hareketine şuur vizesi soracak, onun referansını almayan hareket ve davranışları hiç yokmuş gibi sayacaksın. Ayakta dururken kendi kendine “Aman dikkatli dur, şu anda huzurdasın, Arşın bir tarafına dokunabilirsin.” diyeceksin. Rükua giderken, secde ederken hep bir dikkat ve teyakkuz insanı olarak davranacaksın. Bu ihsan şuurunun zirvesidir. Bunu yapamıyorsan bile hiç olmazsa avamca ihsan duygusuyla dolacaksın. İbadetlerini, O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla eda edeceksin. Yani, sen O’nu görüyormuş gibi bir ruh hâletine giremeyebilirsin; günahların vardır, ufkun kapalıdır, bundan dolayı o meseleyi gerektiği şekilde duyamıyor olabilirsin. Fakat, hiç unutmamalısın, O seni görüyor. Evet sen, seni gören bir Rabb’in karşısında olduğuna inanmamışsan, Cenâbı Allah’a tam inanmamışsın demektir. Öyle bir iman arızalı ve problemlidir.

Oysa, kaymalara karşı koyabilmek için sağdan-soldan destekli bir imana ihtiyaç vardır. Her zaman Hakk’ın huzurunda bulunuyor olma mülâhazasıyla sürekli temkin ve istikamet kollama ya da konumunun gerektirdiği mârifet ve şuurla “Ben bir hakir kulum, her nefesimde, her an-ı seyyâlemde muhtaç olduğum Mevlâ’dan nasıl gaflet ederim.” diyerek, hep uyanık, hep mahviyet içinde, hep gözü Hakk’ın kapısının aralığında ve mevsimi gelince iltifat göreceği düşüncesiyle sürekli ümitli, herhangi bir itaba uğrayacağı endişesiyle de kalbi güvercinlerin kalbi gibi tir tir titrer vaziyette olma hâli sağlam bir imanın neticesidir. Böyle bir iman, İslâm ve ihsan şuuru, Kur’ân’ın “Kim ihsan şuuruyla yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse muhakkak ki o en sağlam kulpa sarılmıştır.” (Lokman, 31/22) diyerek ifade buyurduğu “Urvetü’l-vüska”, yani, kopmayan, kırılmayan, parçalanmayan, kendisine tutunanı yolun zikzaklarında düşürüp bırakmayan, en sağlam kulp, Rabbe karşı güven ve emniyet bağı mesabesindedir. (Ümit Burcu)

[13] MATAF-I KUDSİYAN: Kudsilerin tavaf ettiği yer, Kabe, mübarek mekan ve meclisler.

[14] SİDRETÜ’L-MÜNTEHA: Bknz (Ek)

14 EMR-İ BİL-MÂRUF NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأُولٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Sizden iyiye davet eden, mârufu emredip münkerden kaçındıran bir cemaat olsun. İşte felâha, başarıya ulaşan yalnız onlardır.” ( Âl-i İmrân sûresi, 3/104.)

Evet, sizin içinizde daima, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker” yapacak, hayra davet edecek ve şerden sakındıracak, insanlara doğruyu gösterecek ve kendisi de dosdoğru olacak, hem öyle doğru olacak ki, kötülüklerden, yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçacak bir cemaat bulunmalı. Bir diğer ifadeyle, onlar, içinde bulundukları cemiyet için birer Kutup Yıldızı olsunlar. İçtimaî hayat okyanusunda seyahat eden cemiyet sefinesi, yollarını onlara bakıp öyle ayarlasın. Rotalar hep onlara göre kontrolden geçirilsin. Ta ki, sapmalar ve yolda dökülüp kalmalar asgariye indirilebilsin. Ne var ki bu rehber topluluk bu işe o denli motive olmalıdır ki, görenler onları âdeta “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”den ibaret mücessem bir âbide gibi görmelidir; görmelidir ki, inandırıcı olabilsin...

[16] وَجَاهِدُوا فِي اللهِ حَقَّ جِهَادِه۪ۜ هُوَ اجْتَبٰيكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدّ۪ينِ مِنْ حَرَجٍۜ مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ هُوَ سَمّٰيكُمُ الْمُسْلِم۪ينَ مِنْ قَبْلُ وَف۪ي هٰذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَه۪يداً عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَٓاءَ عَلَى النَّاسِۚ فَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللهِۜ هُوَ مَوْلٰيكُمْۚ فَنِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّص۪يرُ

"Ve Allah uğruna hak cihâdiyle mücahede eyleyin, sizi O seçti, üzerinize dinde bir harec de yükletmedi, haydin babanız İbrahim’in milletine, bundan evvel ve bunda size müslüman ismini o -Allah- taktı, ki peygamber size karşı şâhid olsun, siz de bütün insanlara karşı şâhidler olasınız, haydin namazı kılın zekâtı verin, ve Allah’a sıkı tutunun ki mevlânız odur, artık ne güzel mevlâ, ne güzel nasîr." (Hac; 78)

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 07/12/2019