ÂDEMİYET MUAMMASI (2) (Çağlayan, Haziran 2019)
Hedefin ulviyetini gönül saffetiyle selamlamış; zirvedekilerle aynı şeyleri soluklama azm u ikdamıyla meyân meyân üstüne en tiz perdeden denecekleri demiş; tedebbür, tezekkür ve tefekkür cümleleriyle öndekilerin varidât ve mevhibelerini paylaşma performansları sergileyerek sürekli “âdem-i insânî”ye yürümüşler...
Gerçek ulvi ademiyyet; ademiyyet-i nübüvvet
Zirvedekiler her zaman “âdem-i nübüvvet”;[1] zirdekiler[2] ise, onlarla hemhâl olma sermestisiyle “Fenâfillah, Bekâbillah”[3] üveyikleri olarak dur-durak bilmeden onları izlemede; yürümüşler mahviyet-i tâmme içinde ebedî mihraplarına doğru. Önden gidenler karşısında kısmışlar seslerini; ılgıt ılgıt peşlerine takılıp sûrîlikten[4] ruhîliğe yürüyenlere, yürüme istidadı gösterenlere karşı da güftesi öncülere ait en sûzişî[5] nağmeleri seslendirmişler; büyülemişler kendilerine yönelenleri. Hedefin ulviyetini gönül saffetiyle selamlamış; zirvedekilerle aynı şeyleri soluklama azm u ikdamıyla meyân meyân üstüne en tiz perdeden denecekleri demiş; tedebbür, tezekkür ve tefekkür cümleleriyle öndekilerin varidât ve mevhibelerini paylaşma performansları sergileyerek sürekli “âdem-i insânî”ye yürümüşler; yürümüş ve zâhiren aramızda görünürken hakikatte hemen her zaman Hâle’dekilerin şehrâhında seyr ü sefer gayreti içinde olmuşlardır.
Gerçek ademiyyetin temslcileri ve onları bekleyen sürprizler
Peygamberân-i ızâmın temsil ve misyonları, gerçek “âdemî suret”in şule-feşân tezahürleri; bu tezahür, Cenâb-ı Risâletpenâhi’de (aleyhissalâtü vesselam) bir “Kamer-i münîr” şeklinde; [6]sadakatle serfirâz O’nun arkadaşları ise, bir “Hâle” keyfiyet ve derinliğiyle müşârun bilbenân[7] olmuşlardır. Onları takip edenlerde yer yer husuflar müşahede edilmiş ise de hiçbir zaman bitmez gibi görünen bir küsuf söz konusu olmamıştır;[8] vüs’at-i Rahmet sayesinde kıyamete kadar da olmayacaktır. Ondan sonra ise hikmet kapıları min veçhin[9] kapanacak; ebvâb-ı kudret ve inâyet ardına kadar açılacak; hayatını “âdem-i insanî” çizgisinde sürdürenler yitirdikleri fâni şeylere bedel yitirilenlerin kat katı ilâhî eltâfla şâd-ı hurrem olacaklardır; hem de yitirdiklerini hatırlayamayacak şekilde çok buutlu bir şâd-ı hurrem...[10]
Ademiyyetin süfli yönü;Ademiyyet-i hayvani veya ademiyyet-i suri ve düştükleri dereke
“Âdem-i hayvânî” ve “âdem-i sûrî”ye gelince, bunlar da aynı tohumun başakları olmalarına rağmen, nefs-i emmârenin güdümünde, tamiri zor bir deformasyon yaşadıklarından, maddî anatomileri, şekil ve şemailleriyle birer insan görünümünde olsalar da, vicdan mekanizmaları, kalb, ruh ve sır sistemleriyle “ahsen-i takvîm” çizgisinin çok çok altında bir hayat tarzını intihap etmeleriyle manevî anatomilerini bütün bütün görmezlikten gelmişlerdir. Evet, ruh dünyalarında iç içe deformasyonlar yaşadıklarından mesâvî-i ahlak[11] akıntılarına kapılarak âdemî simalarını karartıp adeta manevi bir meshle insanî çizginin altına düşüvermişlerdir. Görememişlerdir hilkatin gayesini ve ahsen-i takvîme mazhariyetin gereklerini.. anlayamamışlardır وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben ins ü cinni Beni bilip Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) ferman-ı sübhânıyla vurgulanan var oluşun gayesini.. hevâ-i nefse uyup şeytanın kancasına takılmış ve maddi simalarıyla olmasa da manevî anatomileri açısından, bilerek dünyayı ötelere tercih etmiş ve onca kazanma dinamiklerine rağmen iç içe haybetler yaşama zilletine maruz kalmışlardır.. dahası çoğu itibarıyla yiyip-içip geviş getiren canlılar seviyesine düşerek أُولٰئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar hayvan gibi, hatta ondan da bayağı, daha hor ve hakir bir durumdadırlar.” (A’râf, 7/179) beyan-ı sübhânıyla resmedilen bir ruh haleti sergilemişlerdir.
Gerçek Ademiyyete giden yol ve bunu değerlendiremeyenlerin hali
İlmi amelle, ameli marifetle, marifeti muhabbetle, onu da aşk u iştiyak-ı likâullah ile taçlandıramamış diplomalı cahiller, hedefleri “a’lâ-i illiyyîn-i kemâlât” olması gerekirken, كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “Sırtında cilt cilt kitap taşıyan merkep gibidirler.” (Cuma, 62/5) fehvasınca bir cehl-i mük’ab [12]tavrıyla “esfel-i sâfilîn”e sürüklenmişlerdir. [13]Zayıf olduklarında el-ayak öpen, güç ve iktidarı elde edince de firavunlaşan ve “Hak kuvvete tabidir.” mülahazasıyla muhalif vehmettiklerini sürekli ısıran, herkese diş gösteren farklı bir deformasyon meczuplarına gelince, Kur’an’ın o nezih beyanı, “Mukteza-i zahir budur.” dercesine, onları كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ “Öyle birinin hali tıpkı bir köpeğe benzer ki üzerine varsan da dilini sarkıtıp durur, kendi haline bıraksan da aynı şekilde solumasını sürdürür.” (A’râf, 7/176) şeklinde resmeder ki, bunlar da ayine-i Samedâniye kılınma mazhariyetinin farkında olmayan ayrı bir kısım bedbahtlar olarak anılagelmişlerdir. [14]
Adem-i hayvani ve adem-i surinin Kuran ve hadislerde ele alınması
Âdem-i hayvanî ve âdem-i sûrî adına hem âyât-ı beyyinât [15]hem de Hazreti Saadet-meâb (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz tarafından serdedilen nice nice örnekleriyle, bu tür deformasyona uğramış tipler üzerinde durulur ki, böylelerini, emsâl-i kesîresiyle günümüzde her yerde görmek mümkündür. Zira iman, İslam, ihlas, ihsan, sadakat, istikamet güzergâhından sapılınca ve marifet, muhabbet, aşk u iştiyak-ı likâullah da unutulunca, ruh dünyasının kirlenmesi, kalbî hayatın ölmesi, insanın nefis ve şeytan güdümüne girmesi de kaçınılmaz o
Çağın mükab cahillerinin hali;adem-i hayvaniyetin timsali
Çağın Allah bilmez, peygamber tanımaz, dini hevâ ve heveslerine göre yorumlayan; bilinecekleri bilinmesi gerektiği şekilde bilmeyen, bilmediğini de bilmeyen ama kendini biliyor sanan bu mük’ab cahillerinin gerçek dinî düşünceye zararları firavunlarınkini aşmıştır. Hele bir de dinî argümanları kullanarak şuursuz yığınları da arkalarından sürüklemişlerse artık böylesi yıkım Deccâl’ın tahribatını geçmiş sayılır. Böylelerinin âdem-i hayvanîden çıkıp âdem-i insânîye ve âdem-i vilayete yönelmeleri bir başka bahara kalmış gözükmektedir.
اَللَّهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمِ، صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ، مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ. آمَينَ
[1] ADEM-İ NÜBÜVVET;“Emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”, varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur. Allah (celle celâluhu), kâinat sarayını bu yüce vazife için açmış ve yine insanı o sarayda bu yüce vazife için halife yapmıştır. Peygamberlik manzumesi de, bu sebeple nazmedilmiştir. Hz. Âdem (aleyhisselâm), hem ilk insan hem de ilk nebidir. Evlâtları, daha gözlerini açar açmaz karşılarında babalarını, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir peygamber olarak bulmuşlardır. Beşerî ilk oluşum nübüvvetle başlamıştır. Neticede nübüvvet ağacı, başlangıçta ona çekirdek olan Nebi’yi meyve vermiştir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan Serveri’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). O’nun gönderiliş gayesi ise tebliğdir. Tebliğin özü de, “emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker”dir. Demek ki varlık, onun için var edilmiştir. Şüphesiz varlığın yaratılış gayesi olan bir iş, işlerin en mühimidir..............Hz. Âdem (aleyhisselâm), ömrünü bu uğurda bitirip tüketmiş, evlâtlarının da daima iyi olanı yapmalarını, kötü olandan da kaçınmalarını tavsiye etmiştir. Onun sesinin ihtizaz ve dalgalanmaları, vefatından sonra da belli bir devreye kadar sürmüş, titreşimler kuvvetini kaybetmeye yüz tutunca da Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) seçkin evlâtlarından bazılarını nebilik vazifesiyle görevlendirivermiştir. Onlar da sırasıyla kendilerine tevdî edilen bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş.. ve her nebinin güneş gibi gurub edip gitmesiyle, diğer nebinin yine bir güneş gibi doğuşu arasında, insanlık semasında her zaman bir karanlık yaşanmıştır. Gerçi vilâyeti temsil edenler, her karanlık geceyi âdeta yıldızlar gibi donatıyorlardı; ancak onların güneşten beklenen aydınlığı getirmeleri elbette ki mümkün değildi.(İRŞAD EKSENİ,Tebliğ varlık...)
[2] ZİR;alt,aşağı
[3] FENA FİLLAH
Sofiye nezdinde fenâ; aşağıdaki taksim içinde ele alınagelmiştir:
- 1. Fenâ-i ef’âldir ki; bu ufka ulaşan hak yolcusu, her nefes alış-verişinde “hakikatte Allah’tan başka fâil yok” gerçeğini mırıldanır durur; acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçlarının çehresinde, hep O’nun güç, kuvvet ve servetinin emarelerini müşâhede ederek sürekli vicdanının enginliklerinden yükselen nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın sesiyle-soluğuyla yaşar.
- Fenâ-i sıfâttır ki, bu zirveye ulaşan sâlik; bütün hayatların, ilimlerin, kudretlerin, kelâmların, iradelerin, sem u basarların O’nun sıfât-ı sübhaniyesinin birer şuâı, birer tecellîsi ve birer aks-i nuru olduğunu duyar, zevk eder ve bütün “havl” ve “kuvvet”inden teberride bulunarak, esmânın arkasında Müsemmâ-i Akdes’in şuaâtıyla medhûş ve sıfatların verâsında Mevsûf-u Mukaddes’in ihsaslarıyla mütehayyir, “bî kem u keyf” hep vuslat‑ı tâmme hulyalarıyla oturur-kalkar.
- Fenâ-i zâttır ki, mağrip ve maşrıkın iç içe olduğu bu matlaa ulaşan hakikat eri, zevkî ve hâlî olarak “Allah’tan başka hakikî hiçbir varlık olamaz.” der ve bütün kevn ü mekânları O’nun ilminin, haricî vücud nokta-i nazarından bir zuhuru ve “var” diyebileceğimiz her şeyi de O’nun “vücud” nurlarının tecellîsinden ibaret görür; görür ve her nefes alış-verişinde bu ruhanî zevk ve hâleti “Her şey Senden.” sözcükleriyle seslendirir.. seslendirirken de, O’nun varlığının ziya-i hakikatinde eriyip-gitmeyi ve fenâ bulmayı vücuda mazhariyetin gerçek bedeli sayar.(KZT 2,Fena fillah)
BEKA BİLLAH
Kelime mânâsı itibarıyla, devam, sebat ve hep aynı hâl üzere kalma anlamına gelen bekâ; kulun, kendi nefsi dahil bütün eşyayı –onların zatları ve nefisleri itibarıyla– yok kabul edip, canlı-cansız her nesneyi Hazreti Vücud’un ya da Hazreti İlim’in ziyasının bir tecellîsi ve bir gölgesi olarak vicdanî müşâhede ile müşâhede etmesidir. .(KZT 2,Fena fillah)
[4] SURİ;Zahiri,dış görünüşte olan,yapmacık , esas ve samimi olmayan
[5] SUZİŞİ;Yakıcı,tesir eden,dokunaklı,acıklı
[6]KAMER-İ MÜNİR
تَبَارَكَ الَّذ۪ي جَعَلَ فِي السَّمَٓاءِ بُرُوجاً وَجَعَلَ ف۪يهَا سِرَاجاً وَقَمَراً مُن۪يراً
"Ne yücedir o ki Semâ’da burclar yapmış, hem içlerinde bir kandil, bir de nûrlu bir ay asmış." (Furkân; 61)
-KAMER-İ MÜNİR;Sema-yı risaletin kamer-i müniri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasılki mahbubiyet derecesine çıkan ubudiyetindeki velayetin keramet-i uzması ve mu'cize-i kübrası olan Mi'rac ile, yani bir cism-i Arzı semavatta gezdirmekle semavatın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüchaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velayetini isbat etti. Öyle de: Arz'a bağlı, semaya asılı olan Kamer'i, bir Arzlının işaretiyle iki parça ederek Arz'ın sekenesine, o Arzlının risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki: Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) Kamer'in açılmış iki nurani kanadı gibi; risalet ve velayet gibi iki nurani kanadıyla, iki ziyadar cenah ile, evc-i kemalâta uçmuş; tâ Kab-ı Kavseyn'e çıkmış, hem ehl-i Semavat, hem ehl-i Arz'a medar-ı fahr olmuştur... عَلَيْهِ وَ عَلَى آلِهِ الصَّلاَةُ وَ التَّسْلِيمَاتُ مْلأَ اْلاَرضِ وَ السَّمٰوَاتِ(31.Söz)
[7] MÜŞÂRUN BİLBENÂN;Parmakla gösterilen
[8] HUSUF KUSUF;Ay ve Güneiş tutulması
[9] MİN VECHİN ;Bir yönüyle
[10] ŞAD-I HÜRREM;Mutlu ve sevinçli
[11] MESÂVÎ-İ AHLAK;Kötü Ahlak
[12] İmanını mârifetle bezeyemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Mârifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında can çekişir durur. Aşk ve muhabbeti Sevgiliye ulaşma yolunda kulluğa bağlamayanlar da, sadakatlerini ifade etmiş sayılmazlar. Bu mülâhazalarımızı, aşkta zirve, ibadet ü taatte şahika büyük kadın, Râbiatü’l-Adeviyye’nin sözleriyle noktalayıp, konuyu bağlayalım:
“‘Allah’ı sevdim’ diyorsun; sonra da, O’na isyan ediyorsun. Yemin ederim ki, bu anlaşılması zor, tuhaf bir tavır. Eğer sen gerçekten O’nu sevseydin, O’na itaat ederdin; zira seven, sevdiğine kul-köle olur ve itaat eder.”(BEYAN, Güzellikten Aşka)
[13] CEHL-İ MÜK’AB;Katmerli cehalet
Bundan da anlaşılan şudur ki onlar, bilinecek şeyleri bilmemektedirler hatta bilmediklerini dahi bilmemektedirler. Dolayısıyla da bir türlü bu mürekkeb (katmerli) cehaletten kurtulamamaktadırlar; kurtulamamaktadırlar, zira onlar kendilerini biliyor zannetmektedirler. Evet insan, bir şeyi bilmiyorsa onun cehaleti bir cehl-i basit, şayet bilmediğini dahi bilmiyorsa bir cehl-i mürekkeb; ve eğer bir şey bilmediği hâlde biliyor iddiasında ise bu da bir cehl-i mük’abtır (üç boyutlu). Evet bunlardan biri tek buudlu basit cehalet, ikincisi iki buudlu mürekkeb cehalet, üçüncüsü ise üç buudlu mük’ab bir cehalettir. İşte burada لَا يَشْعُرُونَ ifadesi münafığın böylesine muzaaf (kat kat) bir bilgisizlik içinde olduğunu işaretlemektedir.(BİR iCAZ HECELEMESİ, Bakara 13. Ayet)
[14] . İnsanın kıymeti, o san'at-ı Rabbaniyeye göre olur ve âyine-i Samedaniye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlukat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet'e lâyık bir misafir-i Rabbanî olur.(23.Söz, 1. Mebhas, 1. Nokta)
Demek, hakikata mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbaniye ve bu câmi' birer âyine-i Samedaniye olan nurani kalbler, şems-i hakikata karşı açılan pencerelerdir ve umumu birden güneşe âyinedarlık eden bir deniz gibi, bir âyine-i a'zamdır. (Asay-ı Musa 116)
[15] وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ
"İnsanlar içinden kimisi de vardır ki Allah’a ve son güne iman ettik derler de mü'min değillerdir." (Bakara; 8)
وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ
"Hem bunlara yer yüzünü fesada vermeyin denildiği zaman biz ancak ıslahcılarız derler." (Bakara; 11)
اَلَٓا اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لَا يَشْعُرُونَ
"Ha! Doğrusu bunlar ortalığı ifsat edenlerdir bunlar lâkin şuurları yok farkında değillerdir." (Bakara; 12)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ فَاِذَٓا اُو۫ذِيَ فِي اللّٰهِ جَعَلَ فِتْنَةَ النَّاسِ كَعَذَابِ اللّٰهِۜ وَلَئِنْ جَٓاءَ نَصْرٌ مِنْ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ اِنَّا كُنَّا مَعَكُمْۜ اَوَلَيْسَ اللّٰهُ بِاَعْلَمَ بِمَا ف۪ي صُدُورِ الْعَالَم۪ينَ
"İnsanlar içinde kimi de vardır Allah’a iman ettik der, sonra da Allah uğrunda bir eziyyet edildi mi? İnsanların mihnetini Allah’ın azâbı gibi tutar, Celâlim Hakk’ı için Rabbin’den bir nusrat gelirse cidden biz sizinle beraber idik diyeceklerinde şüphe yoktur, ya Allah bütün alemînin sînelerindekine alem değil mi?" (Ankebût; 10)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلٰى حَرْفٍۚ فَاِنْ اَصَابَهُ خَيْرٌۨ اطْمَاَنَّ بِه۪ۚ وَاِنْ اَصَابَتْهُ فِتْنَةٌۨ انْقَلَبَ عَلٰى وَجْهِه۪۠ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَۜ ذٰلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُب۪ينُ
"Nâs’tan kimi de Allah’a kıyıdan kıyıya ibadet eder, eğer kendisine bir hayır isabet ederse ona yatışır ve eğer bir mihnet isabet ederse yüz üstü dönüverir. Dünyayı da ahireti de kaybeder. İşte husranı mübîn odur." (Hac; 11)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللّٰهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّبِعُ كُلَّ شَيْطَانٍ مَر۪يدٍۙ
"Nâs’tan kime de vardır Allah hakkında bigayri ilim mücadele eder de her kaypak şeytanın ardına düşer." (Hac; 3)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا ف۪ي قَلْبِه۪ۙ وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَام
"Nas içinden kimi de vardır ki Dünya hayat hakkında sözleri seni imrendirir bir de kalbindekine Allah’ı şahid tutar, halbuki o İslâm hasımlarının en yamanıdır." (Bakara; 204)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
"İnsanlardan kimi de Allah’dan beride bir takım sınarlar ediniyorlar da onları Allah sever gibi seviyorlar, iman edenler ise Allah için sevgice daha kuvvetlidirler, görselerdi o zulmu edenler: azabı görecekleri vakit hakikaten kuvvet bütün kuvvet Allah’ındır ve hakikaten Allah çok şedid azablıdır." (Bakara; 165)
HADİSLER
وفي الصحيحين أيضاً عن معقل بن يسار رضي الله عنه قال: سمعت رسول الله صلى الله عليه وسلم يق: ما من عبدٍ يسترعيه الله رعية، يموت يوم يموت، وهو غاش لرعيته إلا حرّم الله عليه الجنة
“Makıl ibn Yesar (ra)Efendimiz(as)ın şöyle söylediğini işittim buyurarak””Allah kimi bir insanın başına idareci yapar o da insanları aldatmış olarak ölürse Allah ona cenneti haram kılar””(Müslim,Buhari)dedi.
- İNSANLARIN EN HAYIRLI VE EN ŞERLİLERİ: Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) buyurdular:
“İnsanların en kuvvetlisi olmayı isteyen kimse, Allâhü Teâlâ’ya tevekkül etsin. İnsanların en şereflisi olmak isteyen kimse, Allâhü Teâlâ’dan korksun. İnsanların en zengini olmak isteyen kimse, Allâhü Teâlâ’nın kendisi için takdir ettiği rızka kanâat etsin.” Sonra:
“Size en şerlilerinizi haber vereyim mi?” buyurunca,
“Evet, yâ Resûlallah!” dediler. Resûlullah Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem):
“(Kibir ve cimriliğinden) yemeği tek başına yiyip, başkasına ikram etmeyen ve (haksız yere) kölesini dövendir.” buyurdular.
“Bundan daha şerlisini haber vereyim mi?”
“Evet, yâ Resûlallah!”
“İnsanlara buğzeden ve insanların da kendisine buğzettiği kimsedir. Bundan daha şerlisini haber vereyim mi?”
“Evet, yâ Resûlallah!”
“Hatâ ve kusurları affetmeyen, mâzeret kabul etmeyendir. Bundan daha şerlisini haber vereyim mi?”
“Evet, yâ Resûlallah!”
“Şerrinden korkulan ve kendisinden hayır ümit edilmeyen kimsedir.” buyurdular. (ez-Zühd, İbn-i Hanbel)