İstanbul’dan Mısır'a Bir İslâm Âlimi Muhammed Zahid el-Kevserî





Author: Akif COSKUN - min read. - Post Date: 05/27/2019
Clap

Yıllar sonra bir talebesine hatıralarını anlatırken, Şam’a geldiği günlerde, küçük bir otel odasında günlerce aç kaldığını, açlığını unutmak için kitaplarla meşgul olduğunu anlatmıştı.

Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma;

Sessiz yaşadım, kim beni, nereden bilecek?

Mehmet Akif, (Safahat, s.456)

 

Osmanlı Devleti, tarih sahnesinden çekilirken yeri doldurulamaz büyük bir boşluk bırakıyordu. Yıkılışı hazırlayan sebepler hakkında söylenen ve yazılan tesbitlerin kıymet ölçüsü ne olursa olsun bir vakıayı kabulde herkes müttefikti: Kader, hükmünü bir kez daha icra etmişti; bütün görkemi ve ihtişamı ile koca bir devlet daha önceki benzerlerinin akıbetine uğruyordu.

Bu ortak kabul geride kalan hem kişiler hem de müesseseler için yeniden derlenip toparlanma ve beraberliğin en güçlü müşevviki olabilirdi. Geçmişteki tatsızlıklar bir kenara bırakılabilir, eski hesaplar üzerine çizgi çekilebilirdi. Yıkılan bir devletten geriye kalabilecek belki de en kötü şey, eski hesapların sorumlularını arayan geçimsiz mirasçıları olsa gerek. İşe buradan başlamak ne kadar akıl dışı ise, mevhum suçlar için kişi ve müesseseler aramak da o kadar abes idi. Geçmiş yılların pişmanlıkları, kaybedilen zamanı ve israf edilen o kadar mesaiyi telâfiye yetmezdi. Gerçi, yapılan hataları tamir adına böyle bir pişmanlık duyuldu mu, o konuda da kesin bir şey söylemek mümkün değil.

İki İstikamet: Batı’ya Gidiş-Doğu’da Kalmak

Problemleri beraber çözme alternatifi ortadan kalkınca, her kımıldanış yeni belirginleşmeye başlayan yönelişler arasındaki mesafenin daha da açılmasına sebep oldu. Gündemi oluşturma şansını elde edenler, çok heyecanlı, çok hırslıydılar. Yapmaya çalıştıkları her projeye kendi mühürlerini basmak istiyorlardı. Her proje için gerekli altyapı ve hazırlık için bekleyecek kadar sabırlı değillerdi. “Kervan yolda ikmal olur.” düşüncesi, yapılacak her değişim ve teklifin üst yazısı olarak kabarık dosyaların uygulanmaya konması için yeter ve artar sebep idi.

Batı’ya giderek, orada bilgi ve kültürüne yeni şeyler katıp memleketine dönen genç kuşağın, en azından bazıları itibarıyla, kendi vatanları hakkındaki düşünceleri şüphesiz samimane idi. Son dönem düşünce hayatının şekillenmesinde bu genç kuşak, belirgin bir rol oynadı. Onlar keşfettiklerini zannettikleri bir âlemin usanmaz âşıkları oldular. Dolayısıyla birkaç isim ile temsil edilmeye çalışılan yeni düşünceler, gündemi oluşturmada hiçbir zorluk yaşamadı. Beşir Fuad, Baha Tevfik, Ziya Gökalp, Abdullah Cevdet en belirgin simalardı. Yeni dönemin düşünce temellerini onlar belirliyordu. Acaba hakikaten öyle miydi? Beşir Fuad, tanımadığı ve ihata edemediği bir âlemin kitaplarının, Baha Tevfik ise gençlik ve toyluğunun kurbanı olacaklardı. Bu iki kötü tecrübe, o dönem düşünce yapılanması hakkındaki tercihin sahihliği hususunda zihinleri kurcalamaya devam etmektedir.

İşte bu kesif karmaşa içinde “Batı’ya Gidiş”e karşılık pek de dikkate alınmayan bir tercih vardı: “Doğu’da Kalmak”. Aslında böyle bir isimlendirme sadece bir tavrı belgelemekten başka bir şey ifade etmiyor. Çünkü bu tercihi yapanlar, kendilerinden fedakârlıkta bulunamayacakları kıymetlerinin olduğunu söyledikleri müddetçe, hayatlarının sonuna kadar yok sayılacaklardı. Onlar “Doğu”nun kaderini paylaşmaya kararlıydılar. Doğu, yine yalnız, yine mağdur ve yine işlemediği suçlarının mahkûmu. Vefalı evlâtlarından belki artık karşılığını bile ödeyemeyeceği fedakârlıklar istemekte, çok değil, hiç değilse yalnız bırakılmamayı beklemekteydi. Mecburi inziva, vatanı terk mecburiyeti, kenara itilme, sebepsiz tecritlerle sürecek hayat demek olan bu tercih, ne çok insanı incitti ve mağdur etti!

Dönem ve şartlar ne kadar elverişsiz olursa olsun Osmanlı Medresesi, son asra çok kıymetli temsilciler bırakıyordu. Zahid el-Kevserî, Mustafa Sabri, Bediüzzaman Said Nursî, Elmalılı Hamdi, Ahmed Naim, göz kamaştıran bir seviyede duruyorlardı. Ortam aynen Ebû Hureyre’nin (radıyallâhu anh) haber verdiği dönemi andırıyordu. Bir keresinde Ebû Hureyre (radıyallâhu anh) arkadaşları ile otururken: “İrade ve Kudreti ile yaşadığım Allah’a yemin ederim ki, öyle bir zaman gelir ki, âlimler için ölmek som altınlardan daha sevimli olur.” demişti. Şartlar aynen öyle idi. İsimlerini zikrettiğimiz şahıslar, defalarca ölümden beter sıkıntılara göğüs germişlerdi. Ama bütün bu zorluklar, bugün üzerinde yaşadığımız toprak parçasında “İslâmî Doğu” düşünce ve inancının yeşermesini sağlayan Doğu’nun bu sadık evlâtlarının vefa hissine mâni olamadı. 

Bir Yetîmu’l-Asr: Zahid el-Kevserî

O, anavatanından hicrete zorlananlardan biriydi. Kırkını aşmış yaşına bakılmaksızın çileli bir hayatın içine itilecekti (1922). Katlanılması zor bir hayata adım atıyordu. Yolda karşılaştığı bir arkadaşından, hasımlarının kendisi hakkında bazı plânları olduğunu işitince evine dahi uğrama fırsatını bulamamış, ilk vapurla vatanını terk etmek zorunda kalmıştı. Sahip olduğu her şeyi, ailesini, iyi durumdaki yaşantısını, talebelerini ve sevenlerini geride bırakmıştı. Biyografisini veren kitaplar, Kevserî’nin Türkiye’den ayrılış sebebi ile alâkalı olarak, İttihad ve Terakkî’nin ileri gelenleri ile düştüğü bir anlaşmazlıktan bahsederler.

Türkiye’de kaldığı yıllar ile alâkalı tatmin edici geniş bir malûmat bulunmuyor. Ancak, Mısır hayatında, oradaki talebelerinin onu ciddî sahiplenmeleri ve kendisinin, hayatı hakkında yazdıkları bir araya getirildiğinde, ayrıntılı bir hayatın portresi ile karşılaşıyoruz. Talebelik dönemi, hocaları, hocalarının ilmî durumu hakkındaki malûmat, Kevserî’nin sistemli bir eğitim aldığını gösteriyor.

Zahid el-Kevserî’nin, bundan sonraki hayatı, İskenderiye, Kahire, Şam şehirleri arasında değişik amaçlı seyahatlerle geçecektir. Bir çok avantajları geride bırakarak ayak bastığı bu yeni vatanda her şeye yeni baştan başlayacaktı, ama, burada yüklenip getirdiği mânevî bir çok sorumluluk ile yaşamak zorundaydı. Her şeyden önce ilmî yeterliğinin göstergesi bir makamda bulunmuş, yani Şeyhu’l-İslâm vekilliği yapmıştı. Âsitane’nin bir âlimi olmak, hem de idari kademenin en tepesinde yer almak, o günün ehl-i ilmi için dünyevî paye açısından en yüksek yerdi. Zahid el-Kevserî, yıllarca bu makamı temsil etmişti. Mısır’da geçimini temin ederken, uzun yıllar bir makam olarak temsil ettiği unvanlarını, bundan böyle sadece liyakati ile sürdürmek zorundaydı. Kendi dönemindeki diğer çağdaşları gibi, Kevserî de, fütur vermeden başarılarına başarı katarak Mısır’da kendi ağırlığını koyabileceği bir ortam oluşturdu.. Vefatından sonra onun hakkında yazı yazanlar ve kitaplarını basanlar, Kevserî’nin isminin altına “Vekilü’l-Meşîhati’l-İslâmî bi Dâri’l-Hilâfeti’l-Osmanî Sâbikan” ifadelerini yazmakta hiç tereddüt etmeyeceklerdi.

Mısır hayatı, ancak sabırla aşılabilecek zorluklarla doluydu. Elveda bile diyemeden ayrıldığı ailesine ancak 8 yıllık bir aradan sonra kavuşabilecekti. Dört çocuğundan ikisi, o daha İstanbul’da iken vefat etmişlerdi. Ailesinin Mısır’a gelmesinden sonra diğer iki çocuğu da çeşitli sebeplerden vefat ettiler. Hayatta iken evlât acısını iliklerine kadar hisseden bu çilekeş baba, yine kendisi kadar çileli hanımı ile başbaşa kalacaktı. İnsan, her türlü sıkıntının üstesinden gelebilecek bir kabiliyettedir. Sürüp giden hayatın sıradanlığı içinde sıkıntılar, daha sonraki günlerin tatlı hatıraları olur şüphesiz. Ancak Kevserî gibi büyük bir devletin imkânları ile tanışmış birisinin kemal yaşını bulduktan sonra her şeye yeniden başlamak zorunda kalışı, talihin acı bir cilvesi idi. Yıllar sonra bir talebesine hatıralarını anlatırken, Şam’a geldiği günlerde, küçük bir otel odasında günlerce aç kaldığını, açlığını unutmak için kitaplarla meşgul olduğunu anlatmıştı. Yine bir talebesinin kaydettiğine göre, Kevserî’nin Mısır’da bulunmasından rahatsızlık duyanlar onu ülke dışına çıkarmak için uğraşmışlar, ancak vefalı dostlarının araya girmesi ile buna muvaffak olamamışlardı.

O Dönemde Mısır

Avrupa medeniyeti karşısında hazırlıksız ve savunmasız yakalanan bu kuşak, teknolojik gelişmelere adapte olmakta çabuk davranamadı ama, Allah vergisi bir seri intikalle uzaktan seyrettiği bir dünyayı zihnî plânda yakalamak için hummalı bir zihin faaliyetine girişti. Bu, bazen hayranlık, bazen savunma, bazen kaçış ve daha çok da bir çıkış yolu bulma hedefliydi. Hepten suskun kalmaktansa bir şeyler yazıp, bir şeyler söyleme çabaları, Türkiye’de olduğu gibi Mısır’da da çok hareketli bir fikrî hayatın oluşmasını sağlamıştı. Asrın başlarında konuşulmaya başlayan modernleşme düşüncesi, ilerleyen yıllarda toplumun her kesiminden ciddî katılımcılar buldu. Küçük bir mesele bile, Ezher şeyhlerini, şâirleri, gazetecileri tartışmanın içine çekiyor, hatta mesele devlet ricalinin müdahalesine sebep oluyordu. Kalem erbabı, âdeta bir kıvılcım arıyordu. Her fırsatta şahlanan ilhamlarını cömertçe kullanıyorlardı. Kevserî’nin Mısır’da bulunduğu yıllarda, en verimli dönemlerini yaşayan, Türkiye’de de isimlerini asrımız İslâm düşüncesi paralelinde duyduğumuz şu şahsiyetleri örnek olarak zikredebiliriz: Mahmut Şeltut, Şeyh Merağî, Ferid Vecdi, Meâli Heykel, Ahmet Emin, Mahmut Akkad, Ferah Anton, Ahmet Şevki…

Bu hareketli zeminde Zahid el-Kevserî tek başına, mâzisine ait kimliğinin ağır sorumluluğu ile beraber riskli bir tecrübenin önünde duruyordu. Daha ilk günden itibaren ilmî faaliyetlerini sürdürebileceği ortamları araştırmış, sağlam bir vasata ayak basmadan ailesini bile getirtmeyi düşünmemişti. Bu yaklaşık tam 8 senesine mal oldu. Şam’da kaldığı günlerde, zamanını Darü’l-Kütübi’z-Zâhiriye’deki yazma eserleri inceleme ile geçirdi. İskenderiye, Kahire, Şam yolculukları hem birikimlerini artırma hem de geniş bir ilim çevresiyle diyalog kurma amaçlıydı. Demek ki, gurbet, yalnızlık, mağduriyet, yabancılık, Kevserî’de muhtemel tesirlerini icra edemeyecekti. Dışarıdan gelen, Araplara göre acem olan bu garip adam Arapça’yı arızasız kullanabiliyor, birçoklarının ele almaktan kaçındığı meselelerde rahat konuşabilecek kadar kendine güveniyordu. Hadis ve Fıkıh’taki uzmanlığı, diğer sahalardaki vukufiyeti ile birleşince ortaya zengin ve renkli bir üslûp çıkıyordu. Günümüzde unutulmaya yüz tutmuş “Rical İlmi” dediğimiz hadis râvileri ile ilgili karmaşık ilimde Kevserî, kadim Hadis geleneğinin 14. Hicrî asra düşen parlak bir halkasını temsil ediyordu.

İlim erbabınca biraz abartılı bulunabilecek bu genel ifadelerin biraz açılması gerekiyor: Hadis İlmi edebiyatında (literatüründe) “Tahammülü’l-İlm” veya daha hususî bir ifade ile “Tahammülü’l-Hadis”; talebenin, hocasından, hocasının rivâyet etmeye (dinlediklerini başkalarına aktarmaya) hak ve yetkisi olan hadislerini çeşitli yollarla almasını ifade eder. Belli usûl ve kaideler çerçevesinde gerçekleşen bu faaliyet ilmî bir seviyenin de göstergesidir. Buna bağlı olarak talebenin, şeyhinden dinlediği şeyleri nakledebilmesi hakkı ve salâhiyeti hocasının özel iznine bağlıdır. İznin (icâzetin) geçerli olabilmesi için konulmuş kaidelere riâyet şartıyla üstad, talebesine yine kendi belirleyeceği hadisleri veya kitabının tamamını nakil hakkını verir. Bu usûl, asırlarca bir gelenek olarak korunmuştur. İmam Şafiî’nin, İmam Malik’ten, Muvatta’ı bu yol ve usûlle aldığı rivâyet edilir.

Kevserî, yukarıda genel hatları ile değindiğimiz bu metodun son asırdaki en belirgin temsilcilerinden birisidir. O, bu metodu fiilen uygulamış bulunmaktaydı. Şöyle ki; Kevserî, 1945’te vefat eden, Mısır’da çok yardımlarını gördüğü Şeyh Yusuf ed-Dicvî ile samimi bir ilmî diyalog içindeydi. 1942 yılında Kevserî bu kıymetli zattan, İmam Malik’in Muvatta’ının Yahya el-Leysî (v. 234) nüshasını kendisine okuyarak rivâyet izni (icâzeti) almıştı. Bundan önce de, Muhammed b. el-Kettanî el-Malikî’den (v. 1926) Şam Emevî Camii’nde Tirmizî’nin “Kitabu’ş-Şemâil”ini dinlemişti. “Bunlara ne gerek vardı.” gibi kolaycılığı bir kenara bırakırsak, o günlerde 60 yaşını çoktan geride bırakmış bulunan Kevserî’nin bu yüksek ilmî anlayışı, zamanımızda yaygın ve hâkim sathî ilim anlayışı üzerinde bizi bir kez daha düşünmeye sevketmektedir. 

Bu özellikleriyle Zahid el-Kevserî, kendi döneminde “kadim bir âlim” olarak temayüz ediyordu. Mısır’da İstanbul’dan gelen bir âlim olarak kalmak ile bir köşeye çekilerek mâzinin güzel hatıraları ile avunma tercihi arasındaki yol ayrımında hedefini belirlerken, bu kesif donanım onun tek azığıydı. Kitap kitap, bahis bahis çok köklü biriken bu donanım, hayatın aşındırıcı hâdiselerine karşı bu yalnız âlimin tek vefalı arkadaşı oldu.

Kevserî, İstanbul’da bulunduğu yıllarda, talebelerine ayırdığı vaktin yanında bâkir bir sahanın da farkına varmıştı: Yazma eserler. Keşfi bekleyen bu nadide eserlere itina ile eğildi. Aradan geçen uzun yıllara rağmen Mısır’daki yazma eserlerle alâkalı uğraşlarına Türkiye’deki birikimi de eklenince, geniş bir literatüre ulaştı. Talebelerinin naklettiğine göre zaman zaman İstanbul kütüphanelerinden bahsettiğinde, kitapları birkaç gün önce incelemişçesine detayları ile anlatabiliyordu. Elden geçirdiği kitaplara notlar düşüyor, tanıtım yazıları yazıyor, eser ve müellifin ilmî kıymeti hakkında bugün bile hâlâ değerini koruyan tatmin edici bilgiler veriyordu.

Tefsir, Hadis, Fıkıh, Fıkıh Usûlü ve Arap Edebiyatı ile mükemmel denebilecek bir seviyede meşgul olan Zahid el-Kevserî, hem Türkiye’de kaldığı yıllarda, hem de Mısır hayatında bir çok talebeyle onlara icâzet verecek derecede uzun süreli ilgilenmiş, sabırlı bekleyişlerle ilimle coşan heyecanlarını talebeleri ile paylaşmıştır. Günün geçici kavga ve tartışmaları ona “üstad, hoca, muallim” olduğu hakikatini hiç unutturmamış, o, bu ağır işleri her şeye katlanarak devam ettirmiştir. Bu tahammül ve sabrı ona, seleflerine lâyık bir takipçi unvanı kazandırırken, etrafını da vefalı talebeleri kuşatmasını sağlamıştır. Bugün Mısır ve Beyrut’ta bir çok kez basılan kitapları, bu kadirşinas talebelerinin üstadlarını ciddî sahiplenmeleri ile mümkün olabilmektedir. Daha hayatta iken tüm çocukları vefat eden Kevserî’ye talebelerinin bu yakın alâkası, eğer yaşasaydı Kevserî için, sıkıntılı hayatının en büyük tesellisi olurdu şüphesiz.

Son Asrın Kadim Edalı Âlimi

“Allâme, Muhakkik, Nakid, Bahhâse, NÂibu Şeyhi’l-İslâm bi’l-Memleketi’l-Osmanî et-Türkiye Sâbıkan, Sahibü’l-Fâzıla, Mevlâna (rahmetullahi aleyh)… ifadeleri, İslâm ilim tarihi boyunca dönemine mührünü vurmuş şahısları tanıtımda kullanılan genel bir kabul ile alâkalı remzî kelimelerdir. Bunlarla şahısların İslâmî ilimlerdeki geniş yelpazelerine kısaca işaret edilmiş olur. Yukarıya aldığımız övgü dolu ifadelerini Abdülfettah Ebû Gudde, Tahanevî’nin Hadis ilimlerine dair meşhur kitabı “Kavâid fî Ulûmi’l-Hadis”’e yazdığı önsözde üstadı Kevserî için kullanıyor. Benzer ifadeler, Ebu’l-Vefa el-Afganî’nin yayına hazırladığı “Usûlü’s-Serahsî”’nin giriş bölümünde de yer alıyor. Aynı şekilde, meşhur âlim Ebû Şame el-Makdisî’nin (v.665) “Terâcimu Ricali’l-Karneyn” (1942 tarihli baskısı) adlı kitabının başına Kevserî’nin tanıtım yazısı konulmuş ve yayıncı, yazının sahibinden Abdülfettah Ebû Gudde’ninkine benzer ifadeler ile söz etmiştir.

Abdülfettah Ebû Gudde, Zahid el-Kevserî’nin en meşhur ve en sadık talebelerindendir. Kevserî ile aralarında hoca-talebe diyalogu açısından mânidar bir münasebet oluşmuş. Hatta Ebû Gudde’nin “el-Kevserî” nisbeti ile anılmaktan iftihar ettiği söylenir. Bu sadık talebenin üstadına hayranlığı sadece sözden ibaret değildir. Telif ettiği, tahkik ettiği, neşre hazırladığı eserlerinde fırsatlar düşürüp sürekli üstadından alıntılar yapmakta, “Üstadımız Şeyh Zahid el-Kevserî şöyle buyuruyor.” ifadeleri ile hocasını devreye sokmaktadır. 1997’de vefat eden Ebû Gudde, İslâm Dünyası’nın hatırı sayılır âlimlerinden biri idi. Üstadına duyduğu bu engin saygı, ona ayrıca vefalı bir insan olma özelliği de kazandırıyor.

Dışarıdan İçeriye

Zahid el-Kevserî, 1952 yılında Mısır’da vefat etti. O günün iletişim imkânları günümüzdeki kadar süratli olmasa da, ilim çevreleri birbirleri ile bir şekilde irtibat içinde bulunabiliyorlardı. O yıllar, belirli sıkıntıların yaşandığı bir devreydi. İslâmî ilimlerdeki hareketlenme, Türkiye için 70’li yılları beklemek zorundaydı. Artık bu kıpırdanış yıllarında Kevserî ilim çevrelerince tanınır oldu. En azından, basılan kitapları biliniyordu. Kevserî hayatta iken basılan “Nüketü’t-Tarife” adlı kitabı çok erken yıllarda kaynak eser olarak kullanılmıştı. Ne var ki, bundan sonra, başkaca ciddî bir gelişme kaydedilmedi. Mütevazi İslâm hukukçusu Ömer Nasuhi Bilmen’in bir yerdeki “…. Fâzıl-ı şehîr, Zahid el-Kevserî’nin “Bülûğu’l-Emânî fî Sîreti’l-İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybanî” adındaki eserini mütalâa etmeli.” şeklindeki samimi sözleri, anlaşıldığı kadarı ile, yapması gereken tesiri icra etmemişti. Geçtiğimiz on yıllarda oldukça hız kazanan İslâmî araştırmalarda Kevserî’nin kitapları kaynak ve dipnot olarak sıkça zikredilmiş olmasına rağmen, ilmî konumu ve şahsiyeti ile alâkalı ciddî bir etüde rastlanmıyor. Bununla beraber Kevserî’nin kendi dönemindeki gemi azıya almış, sınır tanımaz aşırı fikirlere takındığı tavizsiz tavrı, aradan şu kadar yıl geçtikten sonra “mutaassıp, sert” gibi peşin bazı düşüncelerle hapsetmek, hakkında ciddî bir araştırma yapılmamış kıymetli bir zatı böylesine kısa yoldan değerlendirmelerle mahkûm etmek, meseleyi hepten anlaşılamaz hâle getiriyor. Halbuki Kevserî, ilmî tavrındaki ciddiyetinden dolayı o günlerde Mısır’da “Râviyetü’l-Asr ve Eminü’t-Türâsi’l-İslâmî” diye isimlendiriliyordu. Değerlendirmeler arasındaki bu uçurum, gözden kaçan bir şeylerin olduğunu ima etmektedir. Bu hususta genel-geçer bir kıstas teklif etme gibi iddiamız kesinlikle söz konusu değil. Ancak aradan geçen şu kadar zaman içinde değerlendirmeler arasında daha insaflı bir çizgiye gelmek de, o kadar imkânsız olmasa gerek.

Yukarıda Abdülfettah Ebû Gudde’nin ifadeleri ile tanımaya ve anlamaya çalıştığımız bu “vatanından cüda âlimi” yine kendisine vefalı talebelerinin samimî ifadeleri ile ele alalım. Muhammed Yusuf el-Bennurî, Kevserî’nin “Makalât” adlı eserine yazdığı önsözde şunları söylüyor: “Tabakat-ı İbn Sa’d’da Mesruk’un Abdullah b. Mes’ud (radıyallâhu anh) hakkındaki şu değerlendirmesini okumuştum. Mesruk şöyle anlatıyordu: ‘Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yakın arkadaşlarından bir çoğu ile beraber olma imkânına sahip oldum. Onları hep, kendilerinden insanların su ihtiyaçlarını giderdikleri su kaynakları (el-İhaz) olarak düşünmüşümdür. Şöyle ki: Onlardan bazıları bir adamın, bazıları iki, bir diğerleri de on adamın susuzluğunu giderecek vüs’ate sahip idiler. Bazıları da vardı ki, bütün insanlık bu menbaın başına toplansa, hepsi de bu kaynaktan doya doya içebilir ve suya kanabilirdi. İşte Abdullah b. Mes’ud (radıyallâhu anh), bu genişlik ve enginlikteydi.’” Bennurî şöyle devam ediyor; “Bu rivayeti düşününce, yapılan benzetmenin Zahidü’l-Kevserî’ye çok uygun (sevâen bi sevâin) olduğunu gördüm… O’nun, uzun yıllardan sonra Cenâb-ı Hakk’ın kendi milletine bir lütfu ve ihsanı olduğu kanaatini taşıyorum.”

Çağımızın meşhur İslâm hukukçularından Muhammed Ebû Zehra da, Kevserî’yi takdir ifadeleri ile hatırlayanlardan. Bu tanınmış Arap müellifi şunları söylüyor: “Onunla karşılaşmayı çok istiyordum. Yerini bilemediğim için bu isteğimi gerçekleştirememiştim. Bir gün Atabe Meydanı’nda (Kahire’de bir semt) dolaşırken, simasında hakikatin parıltılarını sezdiğim biriyle karşılaştım. Türk âlimlerinin giydiği bir elbise giymişti. Etrafında talebeleri ile yürüyordu.. Talebelerden birine yaklaştım; ‘Bu kim?’ diye sordum. ‘Üstad Kevserî!’ dedi. Bu ilk karşılaşmamızdan sonra kendisini sürekli ziyaret ettim. Yazdıklarından çok daha fazlası bir ilme sahipti. Evet o, Mısır’da bir hazine idi. Üstad Kevserî’nin kitaplarını okuduğunuzda, kullandığı dil sizde halis Arap bir müellifin bıraktığı tesiri bırakır.”

Son bir kesiti de sadık talebesi Abdulfettah Ebû Gudde’den nakledelim: “Üstadımız Zahid el-Kevserî gerçek mânâda bir zahid idi. Onu tanıyanlar bunu yakinen bilirlerdi. Eline bir şeyler geçtiği zaman onunla muhtaç olanların ihtiyacını görürdü. Eli daraldığı zaman sabreder ve Cenâb-ı Hakk’a şükrederdi. Allah ona rahmet etsin ve sabredenler makamına yükseltsin.”

Burada zikredilenlerin haricinde Zahid el-Kevserî’nin ilmî otoritesini itiraf eden başkaları da var. Arap dili ile konuşma ve yazmanın yanında İslâmî ilimlerde belli bir seviyeyi tutmanın zorluğunu bilen bu dilin çocuklarının, dışarıdan gelen birisini bu derece takdir etmeleri bizim için ayrı bir değer ifade etmektedir. Bu yönüyle de Kevserî şu an Arap Dünyasında eserlerinden en çok bahsedilen Türk müellifi olma ünvanını da elinde bulundurmaktadır.

Leys b. Sa’d ve Zahid el-Kevserî

Tarihteki hâdiseler, şüphesiz kendi zamanlarının özellikleri içinde değerlendirilebilir. Ancak bazen yaşanan zaman ile tarihî vak’a arasında öylesine bir benzerlik ortaya çıkar ki, aradan geçen uzun asırlar, sadece kemmî bir kıymet ifade eder.

Zahid el-Kevserî, 30 yıl ayrı kaldığı memleketine bir daha dönemedi ve gurbette vefat etti. Uzaklarda kaldığı yıllarda bir gün vatanına, sevdiklerine, dostlarına kavuşabileceği umudunu taşıyordu. 1951 yılında Türkiye’deki bir dostuna yazdığı mektubu, gurbetlerde yorulan büyük âlimin hazin vatan hasretini heceliyor: “…Vatan-cüdâların anayurda dönmelerini teshil (kolaylaştırma), insanî ve vatanî bir iştir. Herkesin görüşü bir olmaz. Bunlar, pek tabiî bir şeydir.”

Kevserî şimdi, Mısır’da Kahlevî Mescidi yakınlarında hususî bir hazire içerisinde iki kızı ve yakın bir dostu ile mütevazi bir mekânda medfun bulunuyor. Mısır’ın büyük İmamı Leys b. Sa’d’ın kabri de, buraya oldukça yakın bir mevkide. Bu yakınlık, sanki Kevserî’ye kaderin son garip cilvesi, bir iltifatı gibi. İmam Şafiî, bir keresinde Mısır’ın Leys b. Sa’d’ı hakkında şöyle demişti: “Leys, ilim yönüyle İmam Malik’ten daha güçlü idi. Ne var ki, etrafındakiler onu hak ettiği ölçüde takdir edemediler.” Belki Kevserî etrafındaki talebeleri açısından şanslı idi ama, kendi insanı tarafından bu kadar ihmali hak etmiş miydi? Hele sebepsiz ve mesnetsiz hissî düşüncelerin mahkûmiyetini çekmek için, acaba hangi onulmaz suçu işlemişti?

İslâmî ilim şubelerinde ciddî bir tıkanıklığın yaşandığı yaygın bir fikir olarak değişik münasebetlerle dile getiriliyor. Varlık içinde yokluk sendromunu hatırlatan bu karamsar yaklaşım, ilim talibi yeni heyecanların İslâmî ilimlere harcayabilecekleri enerjilerinin günlük heveslerle heba olmasına sebep oluyor. Aslında, durumun farkında olanların, meselenin İslâmî ilimlerin tabiatından değil, onları anlama esprisinin keşfedilememesinden kaynaklandığını izah etmeleri gerekiyor. Bir şeyleri anlama ve kavramanın belli bir seviye ile alâkalı olduğu gerçeği, kabullenmesi zor olsa da bir hakikat. Zahid el-Kevserî’yi okumak ve anlamak, belli bir seviyenin işi. Ancak bu seviyeden sonra “olmaz” diye üstü kapanan meselelerin paslı kilitlerini açan Kevserî’yi bir model olarak görmek mümkün olabilecektir..

Baştan beri kronolojik bir biyografi endişesi taşımadan dopdolu bir hayatın önemli bulduğumuz kısımlarına değinmeye çalıştık. Zira çoğu zaman doğum ile ölüm tarihi arasında telâşlı bir koşuşturmayı hatırlatan biyografiler, bir çok detayın zâyi olmasına sebep oluyor. Zahid el-Kevserî, bu aceleciliğe kurban edilemeyecek kadar kıymetli. Ama bir ihmalin kurbanı. Bu, onun uzaklarda olmasından da kaynaklanmıyor. Çünkü yukarıdan itibaren nazara verilmeye çalışılan ayrıntılar bir kenara bırakılacak olursa ve Kevserî’nin yerine Elmalılı Hamdi Yazır, Mustafa Sabri, Bediüzzaman Said Nursî, Ahmed Naim gibi isimler konulacak olsa, portrenin genel çerçevesinde ciddî bir değişmenin olmadığı görülecektir. Onlar, herkesin “Doğu”ya sırt çevirdiği bir zamanda yerlerini değiştirmeden doğunun vefalı evlâtları oldular. Ama hak ettikleri ilgi ve alâkayı şimdiye kadar bulamadılar. Tam keşfedilemedikleri kanaatini taşıdığımız bu zengin koleksiyonun her parçası tartışmasız çok kıymetlidir. Samimî ilim yolcuları için sağlam bir dayanak olacak bu şahıslar, yeni bir çok açılıma da vesile teşkil edeceklerdir.

Author: Akif COSKUN - min read. - Post Date: 05/27/2019