Kur'ân ve Ramazan
Müslüman, Kur’ân’ı okurken meleklerle ünsiyet bulup onlarla selâmlaşacak, onların dualarının kendisiyle beraber olduğunu düşünecektir. Tevhid tarihindeki selefleri olan o salih insanlarla hemhal olacak, insanlığın yıldızları olan Enbiyaya (aleyhimüsselâm) arkadaş olacaktır.
Ramazan, Kur’ân-ı Kerim’in yüce âlemden beşeriyet ufkuna indiği kutlu zamandır. Kur’ân, dünya semâsına böyle bir Ramazan ayında doğmuştu. Karanlıklar içinde yolunu kaybetmiş, istikbalinden ümitsiz insanlığın yolunu aydınlatan, ona dünyada olduğu kadar ebediyet âleminde de kurtuluş ve mutluluk haberi getiren en büyük müjde odur. Kur’ân müjdesinin tazeliğini korumak, insanların ondan alacakları feyzi artırmak için, bu fermanın insanlığı şereflendirdiği Kadir Gecesi’ni bulup ihya etmeyi Kerim Mevlâmız, “Bin aydan daha hayırlı, daha verimli bereketli bir zaman dilimi” kılmıştır. Bire bin mahsul veren senelik bir bayram yapmıştır. Ebedî hayatı kazanmak yükümlülüğü ile dünyaya gönderilen ömür sermayesi mahdut, üstelik israfı ve gafleti çok insana, seksen küsur yıllık hep mükâfat ve kârla dolu bir ömrü kazandıran bir gece, ne büyük imkân, ne muazzam bir lütuftur! Bu emsalsiz lütuf, ancak o, Ekremü’l-Ekremîn’in tükenmez ihsanından kaynaklanabilir. Bu bağış sebepsiz olmayıp, elbette dikkatlerimizi çektiği önemli bir husus bulunmaktadır. O da Kur’ân’ın ehemmiyetini hatırlatmaktır.
Evet, bu teşvik, Kur’ân’ı gündemde tutmak hikmetine râcidir.
Peki, Kur’ân niçin bu kadar ehemmiyetlidir? Çünkü Kur’ân Rabbü’l-Âlemîn sıfatıyla Allah’ın, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa yönelttiği ezelî hitabıdır talimatlarını ihtiva eden fermanıdır. Büyük kâinat kitabının beşer anlayışına yapılmış olan ezelî bir tercümesidir. Kâinattaki varlıkların mânâlarını ve gayelerini doğru şekilde anlatan bir rehberdir. Gözle gördüğümüz bu şehadet âleminde, görünmeyen yüce gayp âleminin lisanıdır, beyanıdır. Uhrevî âlemlerin mukaddes haritası, maketidir. Bütün insanlığın her türlü mânevî ihtiyacına merci olacak nitelikte ve birçok kitabı çekirdek gibi ihtiva edecek özellikte mukaddes bir kütüphane durumundadır. Bu dünya muazzam bir makina tarzında düşünülecek olursa, Kur’ân onun kullanma kılavuzu, kataloğudur. Kur’ân kılavuzu olmadan, insanın ârızasız şekilde çalışması mümkün değildir. Böyle mükemmel bir makina imal eden müessese, onu katalogsuz bırakmayacağı gibi, o kataloğa göre çalıştıracak uzmansız da bırakmayacaktır. Aynen bunun gibi, dünyayı yaratan Rabbimiz kılavuz olarak semavî kitaplar ile insanlığı eğitmek ve yetiştirmek üzere peygamberleri göndermiştir. İnsanlık, tekâmül seyri içinde, tek bir dersi dinleyecek seviyeye gelince, mahdut mekânları aydınlatan yıldızlardan sonra, mutlak risalet güneşini izhar etmiştir. Bu güneş doğalı beri, ondan feyz alan milyonlarca insan, örnek hayatlarıyla, mükemmel ahlâklarıyla beşeriyete fazilet numunesi olmuşlardır. Bu irşat devam etmektedir de.
Fakat unutkan, tembel ve nankör olan insanlar, zamanın geçmesiyle, büyük nimet olan bu Kur’ân nimetinin kıymetini unutabilecekleri için, büyük bir teşvikle onlara hatırlatmak, zihinlerinde canlı tutmak ihtiyacı vardır. İnsan ruhunun gıdası olan Kur’ân’da esasen mevcut bulunan turfanda olma özelliğini insanların bilmeleri, kendileri için önemlidir. Zira insana hayat veren prensiplerin menbaı odur. Kur’ân-ı Kerim’i hep turfanda “haddan tarıyyen” olarak nitelendiren hadis-i şerif, bu noktaya işaret etmektedir (İbn Mâce, mukaddime 11; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/7)
Kur’ân-ı Kerim’in bir nüzûlü vardır, bir de tenezzülâtı vardır. Nüzûlü, o Furkan’ın beşeriyet ufkunda ilk zuhurudur. Tenezzülâtı ise, bazı zatların dediği gibi, okuyanın diri ve uyanık olarak okuduğu her defasında Kur’ân semâsından onun kalbine ve aklına inen yeni mânâlar, yeni tecelliler ve irşatlardır. Evet, Kur’ân vahiy ile nâzil olduğu gibi onun mânâları da vahiy sırrına mazhar olarak iner, yani Allah Teâlâ’nın ilham etmesiyle insan anlayıp özümsemeye muvaffak olur. Onu lâyıkıyla anlamak için, insanın, kendisini Kur’ân’a vermesi, Kur’ân’ın Sahibine yönelmesi lâzımdır. Yoksa, yeryüzünde büyüklük taslayan, Kur’ân karşısında müstağni davranan mağrurların, onunla irtibatları “se-asrifu” bıçağıyla kesilir: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım (onları anlayamayacaklar)” (A’raf, 146). Kur’ân’la konuşan, onunla hitap eden Rahman’ı gözetmeyen, O’na yaklaşma gayreti içinde olmayanlar, haliyle, O’nun ikramlarından yararlanamazlar.
Her mevsim, Kur’ân mevsimidir. Kâinatın kalbi olan Kur’ân, her an kan verir müminlere, âb-ı hayatla sular. Kâinat kitabının mânâlarının açıklayıcısı, müfessiri olarak devamlı surette müminleri eğitir, onlara rehberlik eder. Ama Ramazan’da Kur’ân’ın Müslümanların hayatını şenlendirmesi, daha muazzam boyutlara ulaşır. İmdi, dalbastı kiraz misali dünyalar dolusu ikramlarıyla hayatımızı şereflendiren bu Sultanı karşılamak için bir hazırlık gerekmez mi? Evet, gönül misafirhanemizi, Rahman’ın misafirhanesi olan gönlümüzü kirlerden, süprüntülerden, şehevî isteklerden, hasis menfaatlerden temizlemeye çalışmalıyız. Tâ ki, Kur’ân’ın Sultanı teşrif etsin, nuruyla kalbimizi aydınlatıp basiretimizi açsın, gül kokusuyla bizi ta’tir etsin.
İşte Ramazan orucu, bu tahliye, yani temizleme işini temin eder. Kur’ân’ı karşılama hazırlığına girmiş olur insan. Ramazan’ın, Kur’ân’ın nüzûlü ile ilgili hikmetlerinden biri şudur: Kur’ân-ı Hakîm, Ramazan ayında indirildiğinden, onun nüzûl zamanını yeniden yaşamaya çalışarak, o semavî hitabı güzelce karşılamak için, süflî ihtiyaçlardan, malâyani şeylerden sıyrılıp meleklik vasfı kazanmaya, onlara benzemeye çalışmak gerekir. Ve bir anlamda Kur’ân-ı Kerim’i, yeni nâzil olmuşçasına okumak veya dinlemek gerekir. O hitapları, Resûl-i Ekrem’den (aleyhisselâm) işitiyor gibi dinlemek, Hazreti Cebrail’den (aleyhisselâm), hatta Kur’ân’la hitap buyuran Rabbül-Âlemîn’den işitiyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olup, kendisi tercümanlık ederek başkalarına da dinletmek, böylece Kur’ân’ın indirilmesinin hikmetini, bir dereceye kadar göstermeye çalışmak gerekir. (B. Said Nursî, Mektûbat, s. 413)
“Yeryüzü bana mescid kılındı.” hadis-i şerifinin hakikati, Ramazan-ı Şerif’te daha bir şaşaa ile zuhur eder. İslâm âlemi bir cami hükmüne geçer. Milyonlarca hafızlar, Kur’ân okuyanlar, o caminin her köşesinden, gökten gelen o semâvî hitabı, yeryüzü ahalisine duyururlar.
Kur’ân-ı Kerim okumanın, “güzellik ve temizlik” anlamına gelen vuzû (abdest) suyu ile kirlerden, günahlardan arınmak, temiz bir mahiyette bulunup kıbleye dönmek, saygı ile oturup mümkünse diz çökmek, aklın telâşsız olduğu bir durumda okumak gibi adaplarından başka tedebbür, tefekkür ve tebettül (başka her şeyden kesilip Rabbi ile olmak) şartı da vardır.
Kur’ân okuyacak kimsenin, yaptığı öbür hazırlıklardan sonra, artık huzura kabul saati gelmiştir. O kabul vakti, insanın en uyanık, en duyarlı olması gereken vaktidir. Rabb’ine münacaat edip, O’nunla konuştuğunu bir an bile unutmamalıdır. Kur’ân’ın “sen” diye hitabettiği: “şöyle yap”, “uyar”, “infak et”, “ihsan et” gibi ikinci şahıs buyrukları başta olarak diğer bütün hitaplarından, esas itibariyle kendisine hitap edildiğini bilecek, onların arasında kendisine verilen işaretleri bulacaktır. O buyrukların ilkin, kendisine yöneltildiğini düşünecektir. Sanki yeryüzünde kendisinden başka bu talimatlara muhatap yokmuş gibi, kendi üzerine alacaktır. Müminin dinî şuuru bakımından önemi pek fazla olan bu işaretleri almak için, “tebettül et” yani “Başka her şeyden kesilip yalnız Rabbine yönel!” (Müzzemmil, 8) buyruğuna uymak kâfidir. Meselâ, bu şuur ve hassasiyetle: “Ey örtülerine bürünen! Ayağa kalk ve (insanları) uyar!” (Müddessir, 1-2) hitabını okurken, onun ilk muhatabının Resûlullah (aleyhisselâm) olduğunu bilmekle beraber, kendi hissesini de almaya çalışacaktır:
“Ey rahatlık ve konfor örtülerine bürünen!” “Ey mal toplamak derdiyle meşgul olup Allah’ın dinini, güzel yolunu tanıtmayı ihmal eden!” “Ey şöhret afetine müptela olan!” Cüceler ülkesine esir düşen kahraman, ayağının altında karıncalar gibi dolaşan o cücelerin kendisini bağladıkları ipince iplerle yerinden kıpırdayamaz oldu. Sen de önemsemediğin ve fakat birbirine eklenip duran yüzlerce tûl-i emel alâkalarıyla dünyaya kazık çaktığını sanıyorsun. Halbuki ömrün su gibi akıyor, alâka duyduğun şeyler seni bırakmaya hazırlanıyor. İlk bakışta görünmeyen fakat gerçekte var olan o bağlardan kurtulmanın yolunu ara, yırt o perdeleri, aç o iç içe zindan kapılarını, çık açık havaya! Allah’a bağlan, kullara kulluktan, maddeye, konfora, fâniye bel bağlamaktan kurtul! Üstüne saçılmış ölü toprağını silkele artık! Hakikate uyandığında nasıl olacaksan, şimdiden Öyle ol!
“Kasdım budur: Şehre varam
Feryad ü figan koparam!”
diyen veli şâirimizin yolunu tut! Zira dünyadan gittikten sonra, artık tekrar gelip de ona göre hareket etme imkânı yoktur. Bir Hak dostu, vefatından sonra, mânâ âleminde, bir arkadaşına göründüğünde, onun dünyaya dönme arzusu içinde olduğunu müşahede edince hayretle sorar: “Nasıl olur, dünyaya dönmek mi istiyorsun? O da şöyle cevap verir: “Evet, dünyaya dönmek istiyorum. Asamı elime alarak, ev ev dolaşmak, kapıları kırarcasına dövüp: “Biliyor musunuz ne fırsatları kaçırdığınızı neler kaybettiğinizi?” demek için, dünyaya dönmek istiyorum. Öyleyse, at bu örtüleri üstünden, Hakka, hakikate hizmet için kollan sıvama zamanı çoktan geldi ve geçmek üzere.” İşte, mezkûr âyeti okuyan mümin, üzerinde düşününce, bu kabîl işaretler alacaktır. Hakkı tebliğ etme ve gayret göstermede, yeniden kuvvet kazanacaktır.
Müslüman, Kur’ân’ı okurken meleklerle ünsiyet bulup onlarla selâmlaşacak, onların dualarının kendisiyle beraber olduğunu düşünecektir. Tevhid tarihindeki selefleri olan o salih insanlarla hemhal olacak, insanlığın yıldızları olan Enbiyaya (aleyhimüsselâm) arkadaş olacaktır. Meselâ Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) ile: En yakınlarından gördüğü hıyanete katlanmayı, kuyuya atılarak yalnız Allah’tan medet ummayı, pek güzel, zengin ve nüfuzlu bir kadından gelen ve dünya ehlince çok cazip olan teklifi reddedip Allah’a sığınmayı, Rabbinin rızası uğrunda zindana girip orayı medrese-i Yûsufiye’ye (Yusuf Eğitim Tesisine) çevirmeyi, işini en iyi ve muhkem yapmayı öğrenmeyi, şefkatli davranarak insanların gönüllerini kazanmayı ve bu nevi maharetlerim de hakikati tebliğe vasıta kılmayı, sabır gösterme ve takvadan ayrılmama şartıyla iyilerin ecrinin zayi edilmeyeceğini, yani onların mutlaka muvaffak olacaklarını, akıbette hakkın üstün geleceğini…öğrenecektir. Hulâsa, hayat yolunda ilerlerken nebîler, sıddîkler, şehitler ve salihlerin meşaleler halinde o yolun karanlıklarını dağıttıklarını görerek onların peşinden giden nurlu kafileye katılacak, onlarla arkadaşlık edecektir.
Kur’ân’ın esas muhatabının kendisi olduğunu bilen, onu bu şuurla okuyan mümin, onun hayat veren nefesiyle, şifalı eliyle kendisini tedavi ettiğini hissedecek, gönlünün kirlerden arınmasını farkedecek, tertemiz, mis gibi kokan bir vaziyete gelmenin saadetini yaşayacaktır. Hamlıklarının giderildiğini, katılıkların yumuşadığını anlayıp içinde tatlı, ılık esintiler hissedecektir. Başını alıp gitmekten, Rabb’ini unutup da Allah’ın da kendi durumunu kendisine unutturduğu kimse olmaktan, mayasını, aslını unutup kendisini temize çıkarmaktan, hep kendisini haklı görmekten kurtulacaktır. Hulâsa: Eşyayı yerli yerine oturtacaktır; zaman, mekân, dünya, ahiret, eş, iş, evlât, arkadaş, mal, mülk… her birine lâyık olduğu yeri vermesini öğrenecektir.
İnsanlık, Kur’ân’ın bu hidayetine pek muhtaç. Biz, ona inanan, inandığını söyleyen Müslümanlar da ona çok muhtacız. Bu hidayet daha büyük bir zuhurla gelsin de eşyanın hakikatini bir kere daha olduğu gibi göstersin, her şeyi yerli yerine koymayı yeniden öğretsin, neyi ve kimi seveceğimizi, neye ve kime buğzedeceğimizi bildirsin, felâketlerimize son versin.
Yenilenen Kur’ân mevsimlerinden birine daha girdiğimiz, bu bahar esintilerinin tatlı okşamalarını hissettiğimiz şu günlerde, Kur’ân’ın hatmi esnasında yapılması müstehap olan şu duayı yaparak o sultanı istikbal etmeye hazırlanalım:
“Ya Rabbî, Kur’ân’ı gönüllerimizin baharı, gözlerimizin nuru, hüzünlerimizin cilâsı (gecelerimizin sabahı) kıl!”