ÂDEMİYET MUAMMASI -1 (Çağlayan, Mayıs 2019)
Âdemiyyet
Hazreti Adem’den (aleyhisselam) gelen âdemiyet, rûh-i küllî itibarıyla,[1] hakikat-i Ahmediye’nin[2] (aleyhissalâtü vesselam) bir nüvesi; âlem-i ceberut açısından, nurânî bir çekirdek, bir filiz ve bir fide; âlem-i mülk ve hâricî vücûd zaviyesinden ise, Ebu’l-beşer Hazreti Safiyyullah (aleyhisselam)’dır. İnsanların “âdem” ve “benî âdem” olarak anılması da bu mübarek iltisaktan ötürüdür.[3]
Hal ve Keyfiyeti Açısından Âdemiyyetin İki Yönü
Âdem kelimesinin, hakaik-i camianın bir mebdei ve menşei olması hususunu ilmullaha havale etmenin uygun olacağı mülahazasıyla,[4] biz burada -irade ve meyelân şart-ı âdî-[5] âdemiyetin sergilediği keyfiyet/keyfiyetler üzerinde durmak istiyoruz; istiyoruz zira o, iyiye ve kötüye müheyya iç donanımı, eğilim ve temayülleriyle “a’lâ-i illiyyîn” ve “esfel-i sâfilîn” arasında gel-gitlere açık; inişleri ve çıkışlarıyla bazen melekleri imrendirecek tavırlar sergilemesinin yanında, bazen de şeytanları tiksindirecek şenî ahvâliyle arzî ve semâvî varlıklar içinde özel anatomiye sahip çok buutlu bir varlıktır.[6] Bu hususiyetiyle yer yer أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur.” hakikat-i uzmâsının gölgesinde, onun tam bir nüve-i nuranîsi sayılan Hazreti Safiyyullah zıllinde ve izinde meleklerle at başı bir enginlik sergilerken, bazen de değişik olumsuzluklar girdabı sayılan hata ve nisyana açık tabiatının dürtüleriyle şeytanları güldürecek durumlara sürüklenmektedir.
Yerinde o, hakikî âdem tavrıyla dudak ısırtmış; bir de bakmışsın âdemiyet gidip sûrîliğe takılarak bir başka hal almış.. yerinde maiyyet[7] ve muhabbet[8] soluklarıyla ruhânîlerle postnişin olmanın yanında yalpa yapıp hevâ-i nefsin güdümüne girerek şeytanlardan bir şeytan olmuş.. yerinde dünya ve mâfîhâyı[9] ayağının altına alarak imrendirici bir sıçramayla “Hâle”dekilerin[10] hâliyle hallenip kendini aşarak ilklerin ufkuna ulaşmış ve âdem-i mukarreb pâyesini ihraz etmiş.. bir an da gelmiş tepetaklak esfel-i sâfilîn patikasına yuvarlanıvermiş...
Müsbet Âdemiyyetin Semereleri
Enbiya-i izâm da masumiyet ve masûniyet-i mutlakalarıyla şecere-i âdemiyetin semereleridirler[11] ama misyonlarıyla mebsûten mütenasip donanımları, ekstra fazl-ı hususiye mazhariyetleri sayesinde, basar ve basiretleri hemen her zaman “Şemsü’ş-şümûs[12]”ta ve gölgeleri arkalarında[13], zerre inhiraf yaşamadan yürümüşlerdir ebedî mihraplarına doğru. Bu hususiyetleri itibarıyla onlara, hakikî âdem ve “âdem-i nebevî” denegelmiştir ki, mebde-i mümtazları açısından “akl-ı evvel”,[14] “nur-i mukaddem”[15] nüve-i nuranîsinin semere-i mübarekeleri olarak baş döndüren bir kıvam sergilemişlerdir.
Âdemiyyetin Müşahhas Temsilcileri ve Hususiyetleri
Âdem-i nebevî çizgisinde göz kamaştıran ve gönüllerde lâhûtî ritimler hâsıl eden bu mümtaz ve mübeccel simaları, en başta onlara tâbiiyyet-i tâmme[16] ve sadakat-i kâmile ile iktidâ edenler, daha sonra da bu dırahşan çehreleri bire bir izleyen, mukarrabîn[17] pâyesini ihraz etmiş ekstra mazhariyet kahramanları ve o nuranî hâleye müteveccih azm u ikdamda bulunan evliya, asfiya, ebrâr ve mukarrabîn takip eder ki; bunların adet ve keyfiyet derinliklerini Allah bilir; bilinenlere karşı saygılı olma da bize düşer. Şimdi görüp bilememe ve kıymet-i harbiyelerini belirleyememedeki sis-duman bize ait, onları takdir ve tebcil edebilenlerce bazılarını işaretlemeye geçebiliriz: Başta sadakat âbidesi Hazreti Sıddık-ı Ekber’i (radıyallahu anh); hakkı-bâtılı birbirinden tefrik donanımıyla ve mercûhun râcihe tereccühü[18] pâyesiyle Hazreti Ömerü’l-Faruk’u (radıyallahu anh); iffet ve ismet âbidesi şehîd-i âzam Hazreti Osman-ı Zinnûreyn’i (radıyallahu anh) ve vilayet silsilesinin eşsiz serkârı[19], şâh-ı merdan,[20] haydar-ı kerrâr,[21] damad-ı Nebî Hazreti Ali’yi (radıyallahu anh) zikredebiliriz. Burada bu ilk güzidelerden özür dileyerek “Aşere-i Mübeşşere, Ehl-i Beyt-i Resûlillah ve Ashâb-ı güzîn” deyip Hâle’nin diğer halkalarını işaretleyebiliriz.
İlk gözdeleri ve güzideleri “âdem-i insânî” açısından Tâbiîn-i kirâm hazerâtı takip etmektedir. Ondan sonra ise “Yol bu, yöntem bu!..” deyip aşk u iştiyakla kanatlanarak maiyyet ve teveccüh heyecanıyla, gözleri hep Hâle’de “Hel min mezîd!” şehsuvarı evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîni yâd edebiliriz.[22]
Hakiki Âdemiyyet Yolcularının Vasıfları
Her şeyi “mahiyet-i nefsü’l-emriye”siyle bilip zevk etmeye teşne bu âbide “âdem-i insanî”ler her zaman ilâhî nefehât peşinde.. gönüllere Hakk’ı duyurup sevdirme dellallığıyla serfirâz.. geceleri, “Vuslat, vuslat!..” iniltileriyle “şeb-i arûs” hülyalarına emanet.. her tavır ve davranışları O’nu hatırlatan mücellâ birer ayna.. dilleri gönüllerinin güdümünde sürekli Mahbûb-u Ezelî’yi hecelemekte.. arkalarındakileri inhirafa sevk etme endişesiyle kalbleri tir tir.. afv u mağfirete mazhariyetlerini onların arasında bulunmayla irtibatlandırmış.. ötelere ve öteler ötesine ulaşmayı tâliplerinin hâdimi olma mahviyet ve hacâletine bağlamış.. ekstra varidât ve füyuzât dalgaları karşısında mütemadi istidraç endişesiyle oturup-kalkmış.. başları Hak kapısının eşiğinde, sürekli kalbleri durduracak derinlerden derin bir heyecanla, “Ne olur, müstahak olsam da kovma kapından!” mülahazalarıyla âh u enîn edip inlemiş.. dağlar cesametindeki iman, amel-i sâlih, marifet, muhabbet ve zevk-i ruhanîlerini istidraç olabileceği endişesiyle ürpertilerle karşılamış.. en büyük mazhariyet ve varidatlarını hamd u senâsız bırakmamanın yanında, olanlara bir nîm-i nigâhla[23] bakmış ve katiyen bunları gözlerinde büyütmemiş.. görüldüklerinde yüzlerce gönül “Allah” deyip şahlandığı halde onlar olup bitenleri görmezlikten gelerek -mukarrabîn ufku itibarıyla neye hata deniyorsa- onu düşünüp,
“Ger beni bu günahlarla tartarsa Rahman,
Kırılır arsa-i mahşerde mizan.”
demiş ve sızlanmış.. çevrelerince takdir edildiklerinde de konuyu onların hüsn-ü zannına vererek,
“İnkisara uğratmasın Hak sizi benimle!..
Sarılma lütfetsin Sünnete iki elimle!”
sözleriyle kesip atmış ve Hak karşısında hep iki büklüm yaşamışlardır.
[1] RUH-İ KÜLLİ HAKKINDA
1- FELSEFEDE
Plotin’e göre, ulûhiyet hakikatinde üç uknûm (zât, rükün) mevcuttur:
- Sıfatsız zât mânâsına ehadiyet-i sırfe,
- Her türlü yoruma açık şekliyle akıl,
- Ve ruh-i küllî.
Bunlardan birincisi, tam müstağni-i ale’l-ıtlak bir vücut veya cevher, diğerleri ise bundan zuhur etmiş varlıklardır. Yani, Zât-ı Ehad’den ilk evvelâ bir akıl, bundan da muharrik bir cevher ve kuvvet kaynağı olan ruh-u küllî meydana gelmiştir ve onun sudûr dediği de işte budur.
… Plotin, felsefesinin gayesini de, ruh-i küllîden bir parça sayılan insan ruhunun terakki edip onunla bütünleşmesi şeklinde ortaya koyar ki, bunu, İslâm tasavvufundaki “Fenâ fillâh”a benzetenler de olmuştur. (KZT 1, Ruh ve Ötesi)
2- TASAVVUFTA
Mutasavvıfînin, vücud mevzuundaki felsefelerini, daha önce kısmen arz etmiştim. Bu konu daha geniş bir çerçevede yeniden ele alınabilir. Bizim, burada icmalen ifade etmeye çalıştığımız husus, onların “Vücud Zât’ın aynıdır.” deyip, sonra da bütün mevcudatı bir mezâhir ve mecâlî kabul etme düşüncelerinden kaynaklanan ruh felsefeleridir. Evet, mutasavvıfînin ruh hakkındaki mütalâalarıyla, vücud mevzuundaki düşünceleri hemâhenktir; onlara göre bütün varlık gibi ruh da belli merâyâ ve mecâlîye akseden bir tecellî ve şe’nden ibarettir. Şahsiyet-i insaniye, nefsü’l-emirde bizzat hakikî bir mevcud olmadığı gibi, ruh da müstakil bir varlık değildir; aksine o, Zât‑ı Bârî veya Ruh-u Küllî’nin bir şe’ni ve cilvesidir. Ehl-i ilim ve hususiyle de felsefecilerin “ruh-u nebatî”, “ruh-u hayvanî”, “ruh-u insanî” ve “nefs-i nâtıka”... gibi tabirleri belli şe’n ve taayyünlere göre insanlar tarafından verilmiş isimlerdir.(KZT 3, Ruh ve Ötesi)
[2] Hakikat-ı Ahmediyye: Sofîler Hakikat-i Ahmediye’yi –bazılarına göre Hakikat-i Muhammediye– akl-ı evvel, dürre-i beyzâ, akl-ı küll, nüve-i kâinât ve taayyün-ü evvel sözleriyle de dillendirmişlerdir ki, bunların hepsinden maksûd, sebeb-i hilkat-i kâinat olan Efendimiz’in mâhiyet-i mâneviye ve mâhiyet-i kaderiyesidir. “Kader O’nu seçti, rahmet yoluna su serpti / O Zât hem bir çekirdek hem de meyve idi...” (KZT 4, Hakikat-ı Ahmediyye)
- Hakikat-ı Ahmediyyeye dair bir benzetme: Bir benzetme ile meseleye daha da açıklık kazandırabiliriz: Kâbe, yeryüzünde Sidretü’l-Müntehâ’nın izdüşümüdür. Yani onun, asliyete göre zılliyet, külliyete göre cüz’iyet ölçüsünde bir uzantısıdır. Bu iki hakikat, aslında bir vâhidin iki yüzünden ibarettir. Şu kadar ki, birinin zâhirî, haricî varlığı bu âlemde; diğerininki ise şehadet âlemi haricindedir. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise, -ki buna, “Hakikat-i Ahmediye” (sallallâhu aleyhi ve sellem) demek daha uygundur- hakikat-i Kâbe’nin yeryüzündeki eşi ve ikizidir. Bu ikisi -tabir caizse- aynı dölyatağında birlikte bulunmuş ve tev’em (ikiz) yaratılmış varlıklardır. (Daha geniş bilgi için bknz, KZT 4, Hakikat-ı Ahmediyye, Hakikat-ı Muhammediyye makaleleri)
[3] Âlem-i Ceberût: İlâhî isim ve sıfatların tecellî alanı olarak bilinir. Ona; âlem-i vahdet, berzah-ı kebir, hakikat-i Ahmediye, ruh-u âzam, ruh-u küllî, zıll-i evvel de denmektedir. Bazı sofiye, âlem-i ceberûtu tamamen esmâ ve sıfât dairesinden ibaret görüp, onu âlem-i lâhut ve rahamût arasında veya lâhut ve melekût ortasında bulunan ilâhî kudret ve azamet âlemi olarak yorumlamıştır. Bu âlemin semavî ve mânevî olduğunda şüphe yok. (KZT 4, Ulvi Âlemler)
[4] Adem isminin kaynağı: Cenâb-ı Hak, talim-i esmâ unvanı ile, Hazreti Âdem’in halife olduğunu göstermiştir. Arzın edîm’inden, yani, yerin yüzünden alınan maddelerle yaratılan ve Âdem ismiyle yâd edilen Hazreti Âdem, Muhyiddin İbn Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem’inde anlattığı gibi, Allah’ın (celle celâluhu) yeryüzünde halifesi ve makam-ı cem’in sahibidir. Eşyaya Âdem merceği ile bakılırsa, “vahdet-i vücud” görülür. İnsan yeryüzünde Allah’ın matmah-ı nazarı ve Onun câmi-i esmâıdır. Makam-ı fark’ın değil, makam-ı cem’in sahibidir. Allah, bu önemli mansıbın Hazreti Âdem’e ihsanını, talim-i esmâ unvanıyla ifade etmiştir. (TEREDDÜTLER, 2)
[5] İrade ve Meyelan Şart-ı Adi: İradeye gelince; başta da belirttiğimiz gibi, o, âlem-i emir içinde, vicdan mekanizmasının dört temel unsurundan birisidir. İrade, Bediüzzaman Hazretleri’nin sehl-i mümteni diye nitelendirebileceğimiz o enfes üslûbuyla ifade ettiği gibi “Bir meyelan (eğilim) veya meyelandaki tasarruftur.” Evet, Üstad’ın, çok veciz ve kısa bir şekilde dile getirdiği bu hakikati, Seyyid Şerif Cürcanî, Teftâzânî gibi kelâm ilminin dâhi imamları, kitaplarında birçok sayfa ayırarak ancak izah edebilmişlerdir.
Evet, irade, bir eğilim veya eğilimde tasarruftur. Yani iki şeyden birini seçme durumunda bulunan bir insanın, o iki şeyden herhangi birini seçme cehd ve gayretini ortaya koymasıdır. Aslında bu, bir şart-ı âdidir. Ve tabiî bu şart-ı âdide, sebeple müsebbep arasında tenasüb-i illiyet prensibine göre bir münasebet de aranmaz. Yani cihanları aydınlatan bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunma ile aydınlanma veya koskoca sistemlerin yıkılması veya teessüs edilmesinin, sizin bir üfürüğünüze bağlanması ve sırf sizin üfürüğünüzle o sistemin yıkılması veya kurulması gibi. (PRİZMA 1, İrade ve İmtihan)
[6]A’lâ-i İlliyyîn , Esfel-i Sâfilîn:
Benliğin mahiyeti nedir?
Latincesi “ego”, Arapçası “ene” olan benlik, –kısaca– iyi ve kötü yanlarıyla mahiyet-i insaniye demektir. Allah (celle celâluhu) insanın mahiyetine hem iyi hem de kötü duygular koymuştur. Bu itibarla da insan, melek de olabilir, şeytan da. O, iradesiyle melekleri geride bırakabilecek bir ruhanîlik kazanabileceği gibi, şeytana bile rahmet okutturacak duruma düşebilir. Bu, “İnsanı ahsen-i takvîmde (en güzel surette ve çok güzel şeylerle donatılmış olarak) yarattık.”20 âyetinde çok açık ve net olarak görülmektedir.
Evet, en güzel şekilde yaratılan insanın, aynı zamanda kendisini aşağıların aşağısına götürücü –belli maksat ve hikmetler için mahiyetine konulan– kötü duygulara da açık bir yanı vardır. O her zaman bu duyguların tesiriyle esfel-i sâfilîne gidebilir. İnsanın esfel-i sâfilîne gitmekten kurtuluşu, –hem Tîn, hem de Asr sûrelerinde ifade edildiği üzere– iman edip salih ameller yapmasından geçer. İnsan, iman ve salih amel sayesinde kendisindeki melekleşme duygu ve istidatlarını geliştirirken, şeytanlaştırıcı his ve duygularını da köreltip kökünü kurutmuş olur. (PRİZMA 7, Zihin Harmanı)
[7] Maiyyet ve Maiyyet-i İlahi: Evet, mü’min, “Lâ ilâhe illallah” ile adımını içeriye attığı andan itibaren hep maiyyet ufkunu aramalıdır. Yani dudaklarının hiç geriye gitmeyeceği, çehresinin bembeyaz kesileceği, mehâbet ve mehâfet içinde yüreğinin ağzına geleceği ufuk hangi ufuksa onu yakalamaya çalışmalıdır. Belki yer yer recâ kaynaklı bir tebessüm dudağında belirse de çok geçmeden bir mehâfet ve mehâbet atmosferine bürünmeli ve benliğini havf u haşyet duygusu sarmalıdır. İşte gerçek kurbet kahramanları bunlardır. Zira mübarek ve nurlu çehresi recânın bir ifadesi olarak mütebessim bulunsa da, kaynaklarda Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca üç defa güldüğü kaydedilir. (KIRIK TESTİ 11, Yaşatma İdeali)
- Maiyyet-i İlahiyeye vesile olan yol:
Peygamberle beraber maiyyet-i nebeviyeye eren herkes, maiyyet-i ilâhiyeye de ermiş demektir. Bir yönüyle âlem-i cismaniyet ve âlem-i halka ait Efendimiz’le maiyyet, aynı zamanda âlem-i emre ait Cenâb-ı Hak’la maiyyetin bir izdüşümüdür. İşte âyet-i kerimede,وَالَّذِينَ مَعَهُ derken bahsettiğimiz bu beraberlik anlatılmaktadır. Âyetin devamında ise, bu ufku yakalayan insanların özelliklerinden bahsedilmektedir. (PRİZMA 3, Hz Mesih..)
Maiyyete dair bir dua: Dinî hassasiyet sahibi bir mü’minin diğer insanlar hakkındaki duygu ve düşüncesi şudur: Keşke şu kardeşlerime Allah’ı anlatıp onların gönüllerinde Allah sevgisini tutuşturabilsem! Keşke onlarda maiyyet arzusu uyarabilsem! Keşke onlar ellerini her kaldırdıklarında: اَللّٰهُمَّ عَفْوَكَ وَعَافِيَتَكَ وَرِضَاكَ وَتَوَجُّهَكَ وَنَفَحَاتِكَ وَأُنْسَكَ وَقُرْبَكَ وَمَحَبَّـتَـكَ وَمَعِيَّـتَكَ وَحِفْظَكَ وَحِرْزَكَ وَكِلَائَـتَكَ وَنُصْرَتَكَ وَوِقَايَتَكَ وَحِمَايَتَكَ وَعِنَايَتَكَ “Allah’ım! Senden, Senin yüce affını, afiyet vermeni, hoşnutluğunu, teveccühünü, ilâhî nefhalarını, dostluğunu, yakınlığını, yüce şanına yaraşır şekildeki muhabbetini, maiyyetini, hıfz u sıyanetini, koruyup kollamanı, yardımınla zaferler nasip etmeni, himaye edip gözetmeni… istiyorum!” diye Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakaracak ölçüde O’na yakın olsalar!(KIRIK TESTİ 12, Yenilenme Cehdi)
[8] Muhabbet:Muhabbet; sevgi, kalbî alâka, herhangi bir şeye veya herhangi birine düşkünlük mânâlarına gelir ki; insanın duygularını bütünüyle tesiri altına alması itibarıyla aşk, vuslat arzusuyla yanıp-tutuşma şeklinde daha derin buudlara ulaşmasına da şevk u iştiyak denir. Muhabbeti, kalbin Mahbub-u Hakikî’yle münasebeti.. O’na karşı duyulan, önüne geçilmez şiddetli iştiyak.. gizli-açık her meselede O’nunla mutlak mutabakat.. her mevzuda Sevgili’nin murad ve isteklerinin kollanması.. ve vuslat demine kadar kendinden geçip ayılmama şeklinde de tarif etmişlerdir ki, bunların hepsini bir noktaya ircâ mümkündür: “Yâ Hak!” diyerek doğrulup Allah huzurunda durma ve bütün kaygılardan, fâni alâkalardan kurtulma...(KZT 1,Muhabbet)
[9] Mafiha:
“Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil;
Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir!”
Evet insanın, bu şiirde işaret edildiği gibi, dünya ve içindekileri sinesinden söküp atması, sadece O’nun (celle celâluhu) mülâhazasıyla dolup taşması ve zihnini sürekli O’nunla meşgul etmesi lazımdır.(KIRIK TESTİ 15, Yolun Kaderi)
[10] Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselam) etrafında halkalanan ashab-ı Kiram (ra)
[11] İsmetin Lügavî ve Istılâhî Mânâsı:
Peygamberlerin sıfatlarından birisi de, onların masum ve günahsız olmalarıdır. Buna biz, “ismet” diyoruz. İsmet, lugatte “menetme, engelleme veya himayeye alınmış, korunmuş” mânâlarına gelir. Istılahta ise ismet, peygamberlerin küçük-büyük bütün günahlardan –Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle– korunmuş olmaları demektir. Yani Allah (celle celâluhu), peygamber olarak göndereceği kuluna asla günah işleme fırsatı vermez.. ve O, peygamberlerine günah işletmez.(SONSUZ NUR 1, İsmet)
Masumiyet ve Masuniyet(Günahsız olma ve Korunmuş olma)
Enbiyâ-i izâma gelince, onların asıl vazifeleri tebliğdir. Bunu da yine meleklerde olduğu gibi mahiyet ve donanıma irca etmek mümkündür. Melâike-i kirâm, iradelerinin hakkını verme alanı diyebileceğimiz o yüzde bir nisbetindeki iradelerini, Cenâb-ı Hakk’ın ikaz, irşad ve tenbihleriyle yanlışlık istikametinde kullanmazlar. Onlar hakkında; “Onlar Allah’ın emirlerinde ona isyan etmezler ve ancak emrolundukları şeyleri yaparlar” (Tahrim, 66/6) buyrulmaktadır. Enbiyâ-i izâm ise insan olmaları yönüyle ve taşıdıkları tabiatları itibarıyla fenalıklara karşı melâike-i kirâm kadar kapalı görünmemektedirler. Fakat Allah (celle celâluhû) onları hem mâsum, hem de masûn kılmıştır. Vazife ve misyonları, masûniyetin yanında mâsumiyeti; mâsumiyetin yanında da masûniyeti gerektirir. İşte onların melâike-i kirâma benzeyen böyle bir yanları vardır. (KIRIK TESTİ 2, Sohbet-i Canan)
- Bu hıfz u riayet, nebide masumiyet, velide de mahfûziyet şeklinde tecellî eder.. ve bu iki husus birbirinden farklı şeylerdir. Evliyâ-i kirâmın mükerremiyeti muhakkak, kerameti hak; ama her veli için şart değildir. Bir velinin kendi vilâyetini bilip-bilmemesi ihtilaflı olsa da, bir kısım mazhariyetlerinin bulunduğunda şüphe yoktur. (KZT 2, Vilayet)
[12] Şemsü’ş-şümûs:(Güneşler Güneşi yani, Allah cc)
[13] Gölgesini Arkasına Almak: İnsan güneşe arkasını dönerse kendi gölgesini takib etmiş olur, fakat güneşe doğru dönerse bu defa gölgesi arkada kalır. İşte insan bütün benliğiyle Allah’a yönelirse kendine ait beden ve cismaniyete dair meseleleri geri planda kalmış olur. Ancak Allah’a ve Hakk’a sırtını dönerse bu seferde kendiyle, kendine ait meseleler onu meşgul eder.
[14] Akl-ı Evvel:
Bir kısım mülâhazalara bağlayarak bazı felsefeci ve kelâmcılar insan-ı kâmili, “akl-ı evvel”, “akl-ı küll”, “kelime-i câmia”, “nokta-i câmia”, “nokta‑i vahdet”, “sırr-ı ilâhî”, “âyine-i sırr-ı ilâhî”, “vesile-i uzmâ”; bazı sofiler de pîşuva, hâdî, mehdî, dânâ-i kâmil, mükemmil, bâliğ, tiryak-i ekber, iksir-i âzam.. şeklinde birbirinden farklı kelime ve tabirlerle yorumlamış iseler de, bütün bu mülâhazaların hepsini câmi bir hususa irca etmek de mümkündür; o da, insan-ı kâmilin âyine-i vücud-u Hak ve “dû kevn” olması gerçeğidir. Evet o, varlığın özü, usâresi, dili, tercümanı olarak bütün kevn ü mekânlardaki “kenz-i mahfî”yi ifadenin yanında, her şeyi Zât-ı Hakk’a bağlar; bağlar ve O Zât’ı hem vicdanın enginliği hem de muhtevalı mahiyetinin diliyle seslendirir. (KZT 3, İnsan-ı Kamil)
- Seyyid Şerif gibi bazı mutasavvıfîn ise, akl-ı evvel; hakikat-i Muhammediye, hakikat-i esmâ-i sübhaniyedir ve kâinat hakikatinin de özü, esası ve çekirdeği mesabesindedir, derler. Ona cevheriyeti itibarıyla “nefs-i vâhide” ve nuraniyeti açısından “akl-ı evvel” diyenler de olmuştur. Nesimî bu mülâhazaları kısaca şöyle ifade eder:
Cûş kıldı akl-ı küll geldi vücuda kâinat,
Kâf-nûn emrinden oldu bu cihan yekpâre mest.
Bazıları akl-ı evveli, maddeden mücerret, gayr-i mahsûs, levh u kalem unvanıyla da yâd etmişlerdir ki, hilkat vetiresinde ilklerin ilki olması itibarıyla Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) bir kalem; peşi peşine taayyünler silsilesinin esası olması açısından da nuranî bir levh hakikatidir. Ayrıca, bu tespitlerin hemen hepsi Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm) ait bir beyana dayandırılmakla takviye edilmek istenmiştir: Evet, aklın evveliyetiyle alâkalı O’nun: أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ الْعَقْلُ “Allah’ın ilk yarattığı, akıldır.”[1] sözlerini; kalemin ilk olmasını dillendiren, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ الْقَلَمُ “Allah’ın en önce yarattığı, kalemdir.”[2] beyanlarını; ilk nur, O’nun nuru olmasını gösteren, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُوري “Allah’ın en evvel var ettiği, benim nurumdur.”[3] sözlerini de bu düşüncelerine birer esas olarak göstermişlerdir.
1) ed-Deylemî, el-Müsned 1/13; İbn Hacer, Fethu’l-bârî 6/289.
2) Tirmizî, kader 17, tefsîru sûre (68) 1; Ebû Dâvûd, sünnet 16.
3) Bkz.: es-Suyûtî, el-Hâvî 1/325; el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 1/240.
[15] Nur-u Mukaddem: (Herşeyin önünde, İlk yaratılan, ilk nur, nur-u Muhammedî as)
Vücûd-u mânevî ve ruhanîleri itibarıyla Hazreti Ahmed (aleyhissalâtü vesselâmu mil’e’l-ard vessemâvât) ve vücûd-u hâricîleri açısından da Muhammed (aleyhi ekmelüssalâtü vetteslimât) unvân-ı zîşânıyla müşâr, –Bediüzzaman ifadesiyle– o ferîd-i kevn ü mekân ve bihakkın hâtem-i dîvan-ı nübüvvet olan Zât’ın mahlûkat beyninde asla şebîhi, misli, meseli yoktur; olamaz da, zira O, rûhânî taayyünüyle akl-ı evvel olarak “ebû külli şey”, Hazreti Âdem ise “ebu’l-beşer” unvanıyla yâd edilmiştir. اَلْوَلَدُ سِرُّ أَبِيهِ fehvâsınca, benî Âdem fizyolojik, anatomik ve psikolojik olarak Hazreti Âdem Nebi’nin hususiyetlerini taşıyıp aksettirdiği gibi; Ruh-u Seyyidi’l-Enâm olan Hazreti Ahmed ü Mahmûd u Muhammed Mustafa (aleyhi milyon milyon essalâtü vesselâm) da, bütün kâinatlar çapındaki ziyası, nuru, vicdan vüs’ati, sonra da bilme ve değerlendirme ufkuyla kıblenümâ gibi bir hakikatnümâ ve yanıltmayan bir pîşuvâdır. Evet, zâhir u bâtında esmâ ve sıfât-ı sübhaniyeyi mâhiyet-i nefsü’l-emriyelerine uygun en net şekilde duyan, duyuran O’dur.. O’dur bâtın dediğimiz hakikatin en doğru tercümanı ve O’dur zâhir denen sırr-ı a’zamın nuranî miftahı. Aslında, nübüvvet, risalet ve vilâyet gibi ikinci, üçüncü mertebelerdeki bütün taayyünat o mübarek çekirdekten neş’et etmiş birer semeredir. Bu itibarla da Efendimiz bütün vücud âlemlerinin aslı ve esası mesabesindedir.. evet O, akl-ı evvel mertebesinde Hakikat-i Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) unvanıyla bil-kuvve ve bil-istidat bir nebi; nefs-i külliye faslında bittaayyün mele-i a’lâda imam-ı mutlak ve mukaddemlerin mukaddemidir. (KZT 4, Hakikat-ı Muhammediye)
[16] Tastamam milimi milimine bir tabiiyyet, yani ona uyma
[17] Mukarrabin Ashab-ı Yemin Ve ...Ashab-ı Şimal:
Mukarrabîn, Allah’a yakınlıklarıyla ebrâr-üstü kurb kahramanlarının unvanıdır. Bu âli unvan, peygamberler ve meleklerin önde gelenleri için de söz konusudur. (KZT 3,Veli ve Evliyaullah)
Sofiler, birinci sınıfa “kâmil ve vâsıl” insanlar derler ki, bunlar da kendi içlerinde iki kısma ayrılır: Biri umum enbiyâ-i izâm ve rusül-i kirâm hazerâtı, diğeri de onlara mütâbaat ve inkıyadla Hakk’a vâsıl olmuş kümmelîndir. İşte, kendi istidatlarının arşı itibarıyla gerçek kâmil insanlar da bunlardır. Bunlardan bazıları kendi nefsinde kâmil ve vâsıl olmakla beraber mürşid olmayabilir. Hatta, bazı vâsıllar, vuslatı tamamladıktan sonra, bir daha da cem’ ve hayret bahrinin dalgalarından kurtulamaz ve ilelebed duyguları ve düşünceleriyle orada müstehlik kalırlar. Dolayısıyla da bunların nâsût âlemiyle münasebetleri bütün bütün kesilir ve irşad imkânını elde edemezler. İkinci sınıfa “sâlik” derler; bunlar da yine iki kısma ayrılır: Birinci kısım, sadece Allah tâlipleri olup hem dünyayı hem de ahireti düşünmeyenlerdir. İkinci kısım ise, ahiret ve Cennet’in tâlibi olmakla beraber meşru dairede dünyayı da isterler ki, bunlar da zâhidler, âbidler, âcizler ve fakirlerdir. Bunların aczleri, fakrları Allah’la (celle celâluhu) münasebetleri açısındandır. Üçüncü sınıfa gelince, bunlar, bütün bütün dünyaya hasr-ı himmet ettiklerinden, sofiye onlara “mukîmîn” der ki, bunlar, eşrâr ve ashab-ı şimalden bir kısım bahtsızlarla hiçbir şeyi görmeyen, işitmeyen, anlamayan tali’sizlerdir.
Ayrıca bu üç sınıftan ilklere “mukarrabîn”, ikincilere “ashab-ı yemîn”, üçüncülere “ashab-ı şimal” diyenler de olmuştur. (KZT 1, Sofi)
[18] Mercûhun râcihe tereccühü:
Manası “Fazilet bakımından aşağı derecede olan birinin kendisinden daha yukarıda olan birinden küçük çapta bazı üstün vasıfları olabilir”
Tereccüh: Üstün gelmek demektir.
Râcih: Kıymet ve faziletçe üstün olan demektir.
Mercûh ise: Kıymet ve faziletçe daha aşağıda olan demektir.
Başka bir ifadeyle râcih birinci olan, mercûh ise ikinci olan demektir.
Ancak bazı cüzi faziletlerde ve hususi kemallerde mercûh râcihi geçebilmekte yani ikinci olan birinciden üstün olabilmektedir.
NOT: Kabe’nin umumi fazilette ve azam mertebede tecelligah-ı ilahi olması yönüyle eşi emsali menendi yoktur. İşte kalb hususi ve özel bir kısım tecellilere mazhariyeti ile faziletce RACİH olan kabeye bu noktada MERCUH olmuştur.
(Misal) Ondan evvel de bu zaviyeden ruhanî zevkleri duyan, yaşayan bir hayli âşık ve muhib gelip geçmişti; ama, duyup hissettiklerini seslendirmesi –hususiyle de Divan-ı Kebîr’deki üslûba emanet– her mülâhazasını cesurca ortaya koyması açısından onun başkalarına karşı bir fâikiyetinin bulunduğu da açıktı. Vâkıa, daha sonraki dönemlerden Devr-i Risaletpenâhî’nin koçyiğitlerine kadar umumî fazilette Hazret’e üstünlüğü müsellem bir hayli devâsâ insan da gelip geçmişti; ama, Hazreti Pir’in fâikiyeti “Hususî fazilette mercûhun râcihe tereccühü” mânâsınaydı. İşte bu açıdan onu, bu vadinin biricik gözdesi ve dilrubâsı sayabiliriz. O, bu hususta çok güzeldir, güzellere peyrevdir ve aşk yoluyla insanları Güzeller Güzeli’ne ulaştırmada da güzîde bir rehnümâdır. (BEYAN, Mevlana)
[19] İşin başındaki
[20] Mertlerin şahı
[21] Hz. Ali'nin lâkabıdır ve tekrar tekrar dönerek hamle yapan Arslan anlamına gelir.
[22] خير الناس قرني، ثم الذين يلونهم، ثم الذين يلونهم “İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşayanlar (ashab-ı kiram) sonra onlardan sonra gelenler (Tabiin) sonra da onlardan sonra gelenler (Tebe-i tabiin)dir.” (Buhari, Fezailü ashabi’n-nebi 1; Müslim, Fezailü’s-sahabe, 214)
[23] Yarı açık gözle, göz ucuyla…