Modern Dünyada Hazreti Muhammed (s.a.s.)





Author: Kasım KUTLUBOĞA - min read. - Post Date: 04/15/2019
Clap

Hazreti Peygamber’in hayatını yazan bazı Müslüman yazarlar, O’nu dünyevî ve Hristiyanlık karşıtı bir bakış açısıyla ele alırken, Hıristiyanlar ise, en iyi durumlarda bile bir tür psikolojik yukardan bakma ile O’nu “mazur görmek” istemişlerdir.

On sekizinci yüz yılda Avrupa kültürünün dünyevileştirici öğelerinden türeyen modern şarkiyatçılık ile birlikte, Batı’da İslâm’a ve Hazreti Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakış değişmeye başlamıştır. Ortaçağda Hazreti Peygamber hakkındaki bilgiler birtakım hurafelere ve bâtıl inançlara dayanmaktaydı. On sekizinci yüz yıldan itibaren ise ilmî esaslara dayalı, tarafsız olmak iddiasındaki çalışmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. On dokuzuncu yüz yılda Reinhart Dozy (1820-1883) ve William Muir (1819-1905) gibi yazarlar tarafından kaleme alınan İslâm Tarihi ile ilgili çalışmalar, kabul edilmesi gerekir ki ciddî bir emek ürünüdür. Ancak bu yazarların yazılarında Doğu’ya ve İslâm’a karşı çarpıcı bir nefret gözlenir. Bu tür çalışmalarla şarkiyatçıların yapmak istedikleri şey, Hazreti Muhammed hakkında söylenmedik bir şey bırakmayarak, O’nu soğuk bir ışık altında hem engin dinî kudretinden hem de

Avrupalı’yı ürküten açıklanmamış güçlerinden soyulmuş hâliyle göstermektir. Bu dönem şarkiyatçıları Hazreti Muhammed’i dünyevileştirmek, O’nun gerçekte bir peygamber değil dünyevî bir lider olduğunu ortaya koyabilmek için büyük çaba sarf etmişlerdir. Nitekim ünlü müsteşriklerden Caussin, “İslâm’ın temelde siyasal bir sözleşme olduğunu, kesinlikle tinsel bir sözleşme olmadığını” iddia eder. Yine aynı dönemde İslâm konusunda objektif olmaya çalışan bazı şarkiyatçılar, Hazreti Muhammed’i “Avrupa’yı etkilemiş, görüşleri berrak, kendinden emin bir kahraman” gibi seküler niteliklerini ön plâna çıkararak tanımlamışlardır.

Hazreti Peygamber hakkında Batı’da kaleme alınan, geçmiş dönemlerdeki benzerlerine göre de nispeten tarafsız gibi görünen söz konusu biyografiler, Müslüman aydınlar üzerinde de etkili olmuştur. Yine aynı dönemde şarkiyatçıların etkilendiği fikrî akımlar, yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan ilmî disiplinler de Müslüman düşünürleri etkisi altına almıştır. Bunun sonucunda Batı’da yapılmış İslâm Tarihi’yle ilgili çalışmalar İslâm ülkelerinin bazı aydınları tarafından beğeniyle karşılanmış; bir kısmının hemen tercümeleri yapılırken, bir kısım Müslüman aydınlar tarafından da benzer metotlarla Hazreti Peygamber’in hayatına dair eserler kaleme alınmıştır. Hatta Arap yazarlardan bazıları, Batı’lı yazarlardan etkilenerek, açıkça O’nun peygamberliğini inkâr ettikleri hâlde, dehası, siyasî ve askerî başarılarıyla büyük bir insan olduğunu söylemiştir. Şibli Şümeyyil (ö.1917) adlı ünlü bir Arap doktor, Reşid Rıza’ya yazdığı mektupta, “Allah’a ve vahye inanmayan, O’nu peygamber olarak tanımayan biri olarak bana göre, Muhammed, senin O’nu Allah Resûlü olarak gördüğünden daha büyüktür.” demiştir. Mısır’da Ferid Vecdi, Doktor Zeki Mübarek, Abbas Mahmud el-Akkad ve Heykel Paşa gibi aydınlar, Hazreti Peygamber hakkında kaleme aldıkları yazılarında kevnî mucizelere yer vermemiş, kahramanlığını ve dehasını (Abkariyye) anlattıkları ölçüde nübüvvetin mânevî boyutu üzerinde durmamışlardır. Bu nedenle Mustafa Sabri Efendi (ö.1954) adı geçen zevatı “nübüvvetin yerine dehayı ikame etmeye çalışmakla” suçlamıştır. Hatta o, kevnî mucizelerin inkârının ve nübüvvetin gaybî boyutunun ihmal edilmesinin bazı müsteşriklerin dile getirdiği “Hazreti Muhammed, peygamber şeklinde ortaya çıkmış bir kahramandan ibarettir.” iddiasının kabulünü netice vereceğini söylemiştir. Mustafa Sabri Efendi, Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dehasından bahsedilmesine karşı değildir. Ona göre peygamberlik makamının ayrılmaz özelliği mucizedir. Söz konusu yazarlar ise kevnî mucizelerin yerine dehayı ikame ederek dehayı peygamberliğin ayrılmaz mucizesi şeklinde göstermek istemektedirler. Peygamberlik makamına bağlı olarak O’nun dehasının anlatılmasının ise bir mahzuru yoktur.

Batı düşüncesine ve ilim mahfillerine maddeci dünya görüşünün hâkim olmasının yanında, Hıristiyanlığın mistik karakteri de Hıristiyan müelliflerin Hazreti Muhammed konusundaki görüşlerinin şekillenmesinde etkili olmuştur. Hazreti Peygamber’in hayatını yazan bazı Müslüman yazarlar, O’nu dünyevî ve Hristiyanlık karşıtı bir bakış açısıyla ele alırken, Hıristiyanlar ise, en iyi durumlarda bile bir tür psikolojik yukardan bakma ile O’nu “mazur görmek” istemişlerdir. Zira onlar için peygamber prototipi dünya işlerine karışmamış som mistik Hazreti İsa’dır. Hıristiyan yazarlar, sürekli Hazreti Peygamber’in Hazreti İsa’dan farklı olan dünyevî yönüne işaret ederek, “Muhammed, İsa ve öteki din kurucularından, aynı zamanda hem bir inancın yaratıcısı, hem de bir devletin temellerini atan kimse oluşuyla farklılık gösterir.” tezini işlemişlerdir. Zira onlara göre Hazreti Muhammed, öncelikle hem bir ideoloji hem de bir devlet kurucusudur. Bu yüzden Hazreti Muhammed’in mânevî boyutunun bulunmadığını, Hazreti İsa ile kıyaslanamayacağını, belki Benî-İsrail peygamberleri ile mukayese edilebileceğini öne sürerler. Nitekim Hitti, “İslâm, İncil’in ortaya koyduğu Hıristiyanlıktan ziyade Tevrat’ın vaz’ ettiği Yahudiliğe yakındır.” der. Hazreti İsa konusunda sahip oldukları kanaatten dolayı Hıristiyan yazarların Hazreti Peygamber’in mânevî önemini, ruhî ve dinî hayatın prototipi olarak rolünü kavraması oldukça güçtür. Modern Fransız şarkiyatçıların belki de en ünlüsü, en etkilisi olan Louis Massignon’a göre, “İslâm, Tanrı’nın İsa’da vücut bulmasına yönelik sistemli bir reddiyedir.” Bu nedenle ona göre İslâm’ın en büyük kahramanı Hazreti Muhammed değil, Tanrı’yı kişileştirme cüretini göstermiş Müslüman ermiş Hallac-ı Mansur’dur. Böylece Massignon., Hazreti İsa’nın figürü olduğu düşüncesiyle Hallac’ı ön plâna çıkarmıştır. Burada oryantalistlerin Şark’ı zorlama ile de olsa Batı’nın terimleriyle düzenleme isteğinin bir örneğini görmek mümkündür.

Hazreti Peygamber’in ısrarla dünyevî nitelikleri üzerinde durularak, mânevî yönünün ihmal edilmesinin nedenlerinden birisi de içinde yaşanılan sosyal ve kültürel çevredir. Modern dünyada din, hayatın diğer alanlarından ayrıldığı için Hazreti Peygamber’in siyasî dehası hitabet gücü ve devlet adamlığının yanında, insanlara dinî ve mânevî alanda kılavuz olması, zühd ve takvayı arzu edenlere hayatının model teşkil etmesi anlaşılamamıştır. Bugünün bir çok insanı, mânevî bir şahsiyetin sosyal ve politik alandaki başarılarını anlamakta güçlük çekmektedir. Zira Hıristiyan Batı’da, özellikle de modern zamanlarda siyasî ve toplumsal başarılar kazanmış liderlerin aynı zamanda mânevî kişiliğinin bulunması oldukça az rastlanan bir durumdur. Bu nedenle Batılı yazarlar, Hazreti Peygamber’in kişiliğini kavramakta zorluk çekerler. Batı’da yazılmış Hazreti Peygamber ile ilgili eserlerde O’nun mânevî yönünün sürekli ihmal edilmesinin sebeplerinden birisi de bu husustur. Hatta Batılılarca İslâm’ın temel ilkeleri hakkında en az bilinen, Hazreti Peygamber’in gerçek mahiyetidir.

Hazreti Peygamber’in mânevî yönünün görmezden gelinmesinin psikolojik nedenleri de vardır. Bunların en önemlilerinden birisi empati eksikliğidir. Hazreti Peygamber’in gerçek önemini anlamak için hayatıyla ilgili metinleri dıştan incelemek yeterli değildir. O’nu İslâmî bakış açısından değerlendirmek ve Müslümanların dinî şuurunda işgal ettiği mevkii kavramağa çalışmak da gerekir. Bu eksiklikten dolayı Hazreti Peygamber’le ilgili birçok Batılı eser, okuyucu için sağladıkları tarihsel ayrıntıların zenginliği yanında O’nun gerçek kişiliğinin anlaşılması açısından faydasızdırlar. 

Peygamber Efendimiz’in, toplumsal ve siyasî başarıları yanında evlilikleri ve savaşları da O’nun hayatının yalnızca dünyevî açıdan yorumlanmasına sebep olan hususlardır. Peygamberimiz evlilikleri ile dünyevî-toplumsal alanın içine girmiştir. O’nun evlilikleri, “vücud”a karşı zaafını göstermez. Aksine kolektif beşerî alanın mânevî alanla fiilen bütünleşmesinin sembolüdürler. Hazreti Peygamber’in savaşlardaki kahramanlığı üzerinde yalnızca oryantalistler durmamış, bu konu Müslüman yazarların da dikkatini çekmiştir. Onlar, modern insana Hazreti Peygamber’i daha kolay anlatabilmek için, O’nun kahramanlığından bahsetme gereği duymuşlardır. Nitekim inanmayanlara da hitap etmek zaruretinden dolayı eserine Hazreti Peygamber’in kahramanlığını anlatarak başlayan Abdurrahman Azzam, “O büyük Peygamber’e kahraman demek ve O’nu kahramanlar içinde anlatmak bana ağır geldi.” der. Ali Şeriati’ye göre Hazreti Muhammed, sadece askerî başarıları dikkate alınarak değerlendirilmiş olsaydı bile tarihin gördüğü büyük kahramanlardan sayılırdı. Ancak O’nun askerî fetihleri, diğer niteliklerinin yanında İslâm’ın en önemsiz saydığı hususlardan birisidir. Bu konuda o, “Hazreti Muhammed, halkın sadece düşünceleriyle ilgilenen birisi değildi. O, siyaset, savaş, güç (otorite) adamı olduğu hâlde mâneviyat, takva, sevgi kendinde daha çok belirgindi.” der. Seyyid Hüseyin Nasr da, Hazreti Muhammed’in yaratılıştan yalnızlığa ve tefekküre düşkün bir insan olduğuna dikkat çekerek, Hazreti Peygamber’i savaşı seven bir insan olarak tasvir eden modern tetkiklerin O’nun gerçek kişiliğini tersine çevirdiğini söylemiştir.

Hazreti Peygamber’in mânevî yönünü tanımlama güçlüğü yalnızca Batılı yazarlar için geçerli olan bir durum değildir. Müslüman yazarlar için de aynı zorluk söz konusudur. Nitekim ünlü sosyolog ve düşünür Ali Şeriati, bu zorluğu, “İnsanı sadece hayatındaki olayları bilmekle tanımak mümkün değildir.” sözleriyle dile getirir. Sıradan ölçütlerle Hazreti Peygamber’in anlaşılmasının çok güç olduğunu belirten Şeriati, “Muhammed’i Tanıyalım” adlı eserindeki gayesini, “Bu yüce Ruh’a yaklaşabilme çabası” şeklinde ifade eder. Zaman zaman psikolojik çözümlemelere yer vermekle birlikte Hazreti Peygamber’in hayatını genelde sosyolojik açıdan tahlil eden Şeriati, Resûl-i Ekrem’i, “O, insanlığın karşısına yeni bir yol ve çığır açmış; okulları kapatıp yeni bir okul açmış; bütün kalıpları kırıp yeni bir kalıp oluşturmuş; beyinlerden eski düşünceleri silip yeni düşüncelerin temelini atmıştır.” sözleriyle anlatır. Öte yandan O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), en belirgin vasfının derin bir vicdan olduğunu vurgular ve şöyle devam eder “O’nun ruhunun derinliklerinde esrarlı bir pınar vardır ki ‘dürüstlük’ onun tecellilerindendir.” Şeriati’ye göre Cahiliye Dönemi Arapları, Hazreti Peygamber’i fikirden ziyade vicdan yönüyle tanımaktaydılar, O’na “el-Emin” lakabını da bu nedenle vermişlerdi.

Sosyal bilimciler içinde, on dokuzuncu yüz yıl maddeci dünya görüşünün en vefalı izleyicileri oryantalistler olmakla birlikte, Batı’da maddeci felsefenin etkisinin azalması neticesinde son yarım yüz yılda Hazreti Peygamber hakkında daha dengeli yorumlar yapılmaya başlanmıştır. Marksist oryantalist Maxime Rodinson, “Hazreti Peygamber’in dinî şevkini ön plâna çıkarmayı tercih eden şarkiyatçılar da vardır.” diyerek bu durumdan rahatsızlığını dile getirir. Modern şarkiyatçılardan Montgomery Watt, Peygamber Efendimiz’in İslâm Tarihi boyunca bir çok mistik şahsiyete örneklik ve öncülük yaptığını öne sürerek, O’nun mânevî kişiliği hakkında olumlu düşünülmesi gerektiğini söyler. Watt, “Hazreti Muhammed’in gerçekten bir peygamber olduğuna inanıyor ve biz Hıristiyanlar’ın, ‘Onları meyvelerinden tanırsın.’ (Matta, 7.20) anlamındaki Hıristiyan prensibi gereğince bunu kabul etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü asırlar boyunca İslâm, birçok üstün ve zühd sahibi insan yetiştirmiştir.” der. Hatta o, Resûlüllah (sallallâhu aleyhi ve sellem) terimini tercüme ederken “Resûl” kelimesinin İngilizce’deki karşılığı olan “messenger/elçi”ın seküler bir anlam taşıdığını onun yerine “prophet/peygamber” teriminin kullanılması gerektiğini söyler. 

Şarkiyatçıların son zamanlarda Hazreti Peygamber’in ahlâkî ve mânevî yönlerini keşfetmelerinin siyasî sebepleri de olabilir. Hazreti Muhammed’in çağrısının yalnızca dinî ve ahlâkî içerikli olduğunun vurgulanması, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yoğunlaşan İslâm ülkelerindeki kurtuluş savaşları ve cihad hareketlerini fikrî yönden dayanaksız bırakmak düşüncesiyle ortaya atılmış bir iddia da olabilir. Oryantalistlerden bazıları O’nun gerçek hedefinin ahlâkî bir sistem kurmak olduğunu, çevresindeki insanların ruhî ve ahlâkî düzeyini yükseltmek için samimî bir şekilde çaba sarf ettiğini söylemişlerdir. Nitekim muasır şarkiyatçılardan Claude Cahen, Hazreti Peygamber’in gayesini anlatırken, “Bütün din kurucuları gibi, Muhammed’in (de) sosyal bir doktrini yoktur; yaptığı yalnızca ahlâkî bir sistemi ilân etmesidir… Muhammed’in asıl istediği, karşılıklı bir sorumluluk ve güçlü bir dayanışma duygusuyla bir araya gelmiş insanlardan bir toplum yaratmaktı.” der. Cahen, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), dürüstlüğü ve samimiyeti konusunda ise şöyle der: “Hazreti Muhammed, çevresindeki insanlığın ruhî ve ahlâkî düzeyini yükseltmek yollarını aramakta tartışılmaz bir dürüstlük ve coşku dolu bir yetenek göstermiştir. Yaptığı çağrının bu insanların töresine ve karakterine uyum sağlamasında büyük bir beceri, siyasî bir deha göstermesini bilmiş, böylece de onlara canlılık kazandırmış bir kişiliktir. Bu dinî esininin yüceliği kadar, insanlardan gelen zorluklara ve kendisinin uğradığı sıkıntılara karşı savaşımını, bu esiniyle birlikte yürütüşündeki yüceliği içimizde hissettiğimiz anda, derinliğine heyecanlanmamak ve O’na saygı duymamak olanaksızdır.”

Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı hakkındaki bilgilerin fazla olması O’nun farklı açılardan yorumlanabilmesine imkân tanımıştır. Kişiliği hakkında çok sayıda tarihî bilgi ve rivâyetler bulunduğu için her yazar, Hazreti Muhammed’i farklı özellikleriyle anlatmıştır. Bilindiği gibi Hazreti Peygamber’in hayatı ve şahsiyeti hakkında oldukça detaylı bilgiler bulunmaktadır. Hatta bazı Batılı yazarlar, “Bütün din kurucuları içinde kişiliği açısından tarihsel karakteri en belirgin Hazreti Muhammed’dir.” demişlerdir. Kimine göre O, bir kahraman, kimine göre dünya tarihindeki ilk sosyalist, kimine göre de bir dahidir. O’nun kurduğu dinî cemaatin kısa zamanda siyasî özerkliğini kazanarak yepyeni bir toplum ve kültürün ortaya çıktığı bir çok oryantalist tarafından kabul edilmiştir. Hatta “Toplum hâlinde bir arada yaşama yasasına ilişkin ilkeleri, Hazreti Muhammed’in çağdaş tarihçiler tarafından erken bir sosyalist sanılmasına bile yol açmıştır.” “Gerçekten de Hazreti Muhammed, önder, yasa koyucu ve sosyal hayatta insanların öncüsüdür. Ancak unutulmamalıdır ki O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolu, hayatı maddî ve ruhî yönüyle bir bütün olarak kucaklamıştır.” “Bu gibi niteliklerinden dolayı beşerî tabiatı mânevî tabiatını bürümüş, mânevî fonksiyonlarını gözlerden gizlemiştir. Hâlbuki Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm), sosyal ve siyasal hayata bu iki beşerî alanı mânevî bir merkezle bütünleştirmek için katılmıştır. O, yalnızca metafizik alanı temsil eden bir peygamber de değildir. O’nun davranışlarını şekillendiren ve belirleyen beşerî mücadelesinin yanında ilâhî murakabedir. Her peygamber, gerçeğin sadece bir yönünü vurgulamıştır. Hazreti Muhammed ise peygamberliğin mükemmel örneği ve modeli olduğu için gerçeğin bütününü tam bir ahenk ve denge ile temsil etmiştir.”, “Tüm hakikatin, daima bir dengede gizli olduğu” göz önünde bulundurularak, Peygamber Efendimiz anlatılırken beşerî niteliklerinin yanında, sıdkı, emniyeti, zühdü, takvası, kulluğu, Allah’a bağlılığı, kısacası rabbânîliği unutulmamalıdır. 

Yukarıda temas ettiğimiz nedenlerden dolayı Hazreti Peygamber’le ilgili birçok modern araştırma, okuyucu için sağladıkları tarihsel ayrıntıların zenginliği yanında O’nun gerçek kişiliğinin anlaşılması açısından faydasız ve son derece yararsızdırlar. Zira bu eserler ya modern Batı düşüncesinin tesiriyle yazılmış ya da ona reaksiyon olarak kaleme alınmışlardır. Modernist Müslüman yazarlar, Hazreti Peygamber’in, kimi zaman farkına dahi varmadan, apriori edindikleri hümanist ve rasyonalist bakış açısına uygun düşmeyen bütün yönlerini ihmal etmişler; O’nu alelâde bir insan gibi göstermeye çalışmışlardır. Sezai Karakoç, bu durumu şöyle dile getirir: “Batılı bilginler, peygamberleri, halklarının, kritik çağlarında derleyip toplayıcılık, kurtarıcılık rolünü üstlenen önderleri olarak görürler. Şüphesiz, peygamberler, halklarını kurtaran önderlerdir. Ancak onları sadece bu yanlarıyla görmek, tüm insanlık tarihini yanlış, eksik ve gerçek derinliğinden yoksun olarak yorumlamak anlamına gelir… Bugün de, aşağı yukarı, dünyanın her tarafında ortalama ‘aydın’, geçmiş yorumunda ‘peygamber’i, bu, tevratlardan kalma görüşün perspektifinden görmektedir. Onlar halklarını güç zamanlarında kurtaran önderlerdir anlayışı giderek daha bir yaygınlık kazanmaktadır. Bu anlayışsa, çağımız için en büyük tehlike, en büyük eksiklik, en büyük yoksunluktur. Peygamberlerin metafizik alanındaki misyonlarını görmezlikten gelme, yani asıl görevlerini ortadan kaldırma, giderek dini de, sadece ahlâk ve eski çağların sosyal kuralları gibi anlama, çağımızın saplandığı materyalist görüş kısırlığının bir sonucu ve bir göstergesidir.”

Hazreti Peygamber’in ahlâkî niteliklerine ve dehasına inanan inanmayan bir çok araştırmacı, temas etmiştir. Ancak vahiyle irtibatı ve metafizik yönü sürekli ihmal edilmiştir. Hâlbuki klasik İslamî kaynaklarda, “Peygamberler, üstün bir akıl gücüne ve mükemmel bir ahlâka sahiptirler. Hatadan korunmuşlardır, fiilleri vahiy kaynaklıdır.” şeklinde anlatılır. Üstün bir akıl gücü, güzel ahlâk, doğruluk ve insanlarda güven uyandıran kişiliği Hazreti Peygamber’in Cahiliye Dönemin’de de bilinen ve insanların takdir ettikleri nitelikleridir. O’nun nübüvveti, anılan özelliklerinin yanında gayb âlemiyle olan irtibatı ile mümkün olmuştur. O’nun peygamberliği, ilâhî vahiyle irtibatı ve korunmuşluğu (ismet) olmaksızın, tamamlanmış olmaz. Dolayısıyla O’nun gerçek mahiyetinin mânevî ve kudsî nitelikleri bir tarafa bırakılarak yalnızca dünyevî özellikleri üzerinde durularak anlaşılması mümkün değildir. Zira Schuon’un da ifade ettiği gibi “Hazreti Muhammed, asla kuşku duyulamayacak beşerî dehasından dolayı değil, özü itibarıyla ilâhî bir seçim sonucu peygamberlik vazifesi ile görevlendirilmiştir.” Samimî ve tarafsız bir şekilde Siyer ve Tarih kitaplarındaki bilgilerin bir araya getirilmesi bile Resûl-i Ekrem’in “şahs-ı mânevisi”ni ve “kudsî mahiyeti”ni anlamak için yeterli değildir. Zira bu gibi eserlerde O’nun yalnızca beşerî yönü üzerinde durulmuştur. Bundan dolayıdır ki Müslümanlar, Peygamber’e olan sevgilerini dile getirmek için farklı ve daha özgür ifade biçimleri aramışlardır. İlk dönemlerde delâil (Peygamberlik delilleri) ve şemâil (Peygamber’in özellikleri) ile ilgili çalışmalar; O’na karşı hissedilen sevgiyi anlatmak için yazılan kasideler, hep bu ihtiyaçtan ortaya çıkmış ilmî ve edebî ürünlerdir. Hazreti Peygamber’e karşı duyulan sevgiyi anlatan ilâhiler, kasideler ve mevlid merasimlerinin, günümüzde de Müslümanları heyecanlandıran, bir araya getiren en önemli dinî motiflerden biri olması hiç şüphesiz, Hazreti Peygamber’i (sallallâhü aleyhi ve sellem) kalb ve gönül gözüyle tasvir etmeleridir.

Author: Kasım KUTLUBOĞA - min read. - Post Date: 04/15/2019