Acıyorum, (Çağlayan, Nisan 2019)





Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 03/31/2019
Clap

Küçük bir çıkar karşılığı rüşvete, gaspa “hediye” diyen kapkara ruhlara acıyorum.. “Varsın çalsınlar!” türünden zift beyanlarla çizgi kayması yaşayanlara acıyorum.. bir zamanlar takdirle göklere çıkardıklarını, üç-beş günlük bir dünyevî pâye elde etmek için yerin dibine batıran bukalemunlara acıyorum...

Gönülden kopup gelen bir şefkat hissiyle kalb ve ruhun titreyişidir acıma duygusu. Min vechin bütün canlılarda, Rahman u Rahim, Hannân u Mennân... gibi ilahî isimlerin bir tecellîsi olarak bulunsa da farklı derinlikleriyle insanoğluna has bir utûfe-i ilahiyedir[1]. Bu mevhibe-i fevkalade ile insan, -bütün bütün insanlıktan uzaklaşmamışsa- bir kor gibi içini yakan, ruhta ve düşüncede acıya dönüşen bir tablo karşısında hemen inlemeye durur.. duyarlılığıyla doğru orantılı, salar sızlanmalara kendini ve âh u vâhlarla soluklanmaya başlar.

Başta insanoğlu, hususiyle de anne-baba olmak üzere bütün canlılarda bu tür bir şefkat hissi ve acıma duygusunun mevcudiyeti “lâzım-ı gayr-ı müfârık” olarak söz konusudur ki, canlı, bu duyguyu tetikleyen hemen her tablo karşısında onu savma adına ölesiye gayretlere girer.. kendi hayatını istihkar edercesine “Can feda!” der ölüme yürür.. bu acıma hissinin neye mal olacağını düşünmeden ateşleri göğüsler.. yaşama duygu ve düşüncesini bütün bütün gönlünden siler.. ve bütün hissiyatıyla, çeşidi ne olursa olsun o acıyı dindirme ve o yangını söndürme üzerinde yoğunlaşır. Öyle ki, bu iç sızısıyla yavrularını koruma adına tavuk kediye-köpeğe saldırır.. tavşan ölümü göze alarak, kurtla-sırtlanla yaka-paça olur.. sığırlar arslana-kaplana boynuz tehdidinde bulunur... Hele insan hele insan; o, bu engin his ve iç derinliğini yitirmemişse, acıma hissini tetikleyen benzer tablolar karşısında yanar-yakılır.. kendini ateşlere atar.. ve o derin acıma ruh haletiyle gözünü kırpmadan yürür ölümün üzerine.

Şefkat hissi ve acıma duygusu kalbî hayatın inkişafıyla mebsûten mütenasiptir[2]; âlî ruhlarda aşar o her çerçeveyi ve gider ulaşır akrabü’l-mukarrabîn ufkuna. Onlar, isyan ederler “Ateş düştüğü yeri yakar!” bencilce mülahazalarına; “Nereye düşerse düşsün, o alev beni kavurur, püryan eder!” der, ellerinde insanî şefkat tulumbaları, “Yangın var!” âvâzeleriyle koşarlar alevleri söndürmeye[3]...

Büyüklerde, onların da büyüklerinde bu his o kadar derin ve içtendir ki, kendilerini su-i âkıbet çağlayanlarına salmış olanları gördükçe ölür ölür dirilirler ve böyle bir şefkat feveranı ve heymânıyla görmez ve hissetmez olurlar kendilerini[4]; olurlar da “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” (Bediüzzaman) der dururlar. İnsanlığın ebedî saadeti adına Miraç’tan geriye dönüşü hatırlatan nağmelerle hislerini dillendirir ve yananların yerinde olmayı düşünürler. Onların şefkat ve acıma hisleri, melekleri imrendirecek mahiyette ve ötelerden gelecek re’fet tayflarına çağrı yörüngelidir[5].

Evet, onlar zılliyet planında peygamberâne bir azimle, ellerinde acıma ateşlerini söndürecek farklı renk ve desendeki reçetelerle, gece-gündüz demeden kapı kapı dolaşır; en içten şefkat nağmeli iniltilerle, “Ben geldim!” der; uğradıkları her kapının tokmağına “Uyanın!” âh u vâhıyla dokunur ve uyarmayı bir sabâ sesi ve soluğuna emanet ederek ayrılırlar; hem de birkaç kere daha dönmek üzere. Usanmazlar gelip gitmekten, hakaretler görüp saygısızlıklara maruz kalmaktan; zira yürüdükleri yol, insanları Cehennem’den uzaklaştıran, Cennet ve daha ötesine yakınlaştıran peygamberler yoludur ve onlar yürüdükleri bu yolun gereklerinin farkındadırlar.

Bu Mustafeyne’l-Ahyâr’ın deyip ettiklerinin ilham kaynağı, Efendiler Efendisi, verâların soluğu-sesi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın bu konudaki vicdan enginliğiydi. O, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı bir saatine mukabil gelmeyen Cennet debdebesini ve bir dakikasına mukabil gelmeyen “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ” ufkunu muvakkat bir vedaya emanet ederek, şu mihnet yurduna, başkalarını da esfel-i sâfilîne sürüklenmekten kurtarıp a’lâ-i illiyyîne yönlendirmek için dönüyordu[6]; kendine has o derin şefkat hissi ve Cehennem’e sürüklenenlere karşı acıma duygusuyla. Duyduklarını başkalarına da duyurmak, görüp ettiklerini herkese zevk ettirmek, gönül ve ruh deformasyonu yaşayan acınacak durumdaki tali’sizlere ziya ve nur armağan etmek için iniyordu aramıza...[7]

O, bu ölçüde bir îsâr ruhu sergilerken, bir taraftan yükseklerden yüksek karakterinin ve misyonunun gereğini yerine getiriyor; diğer taraftan da insanları küfrün karanlık akıbetinden kurtarma ve imanın vadettiklerine ulaştırma rampasını gösteriyordu. Aslında bu menendi bulunmayan Zirve İnsan, ilhad ve dalâlet çirkâbı[8] içinde bocalayıp duran ve insanlığını bütün bütün yitirmiş derbederleri gördükçe şefkat duygusu ve acıma hissiyle sürekli kıvranıp durmuş; kendine has o engin îsâr ruhuyla âh u vâh edip hemen herkesi o nurânî güzergâhına çağırmıştı. Bu sızlanış ve iniltiler mele-i a’lânın sakinlerini dahi rikkate getirmişti ki, Cenâb-ı Hak tarafından şu iltifat edalı tadillerle kendisine vazife çizgisini hatırlatma sadedinde “Şimdi onların Kur’an unvanlı bu söze inanmamalarından ötürü Sen neredeyse kendini yiyip bitireceksin.” (Kehf sûresi, 18/6) buyurularak, cayır cayır yanan sinesindeki ateşlere su serpiliyordu. Benzer tadil ve tavsiyelerin yanı sıra, Kur’an-ı Kerim’in tasrif çerçevesinde daha pek çok âyât-ı beyyinâtı, O’nun bu konudaki kamet-i bâlâsını vurgulama ve o güzergâhta yürüyenlere de bir temkin dersi mahiyetindeydi. O’nu anlamış, derslerini almış ve Cennet yolunda “pişdarlık” mülahazasıyla o semâvî sese ses katmışlardı. Evet, her konuda O’nu izleyen Hâle’ye müteveccih ruhlar da sürekli aynı re’fet ü şefkat tavrını sergilemiş, O’nun acıma nağmelerine nağmeler katarak sürekli sızlanmışlardı.

Onlardan sonra da ne bu iniltiler dinmiş ne de sinelerdeki acıma hissi sönmüştü.[9] Düşe kalka yürüyenlere, ötelere ait nağmelerle yeni yeni besteler sunuluyor, mutlu gelecek beşaretleri veriliyor; küfür, küfran ve dalâlet akıntılarına kapılmış, mukadder ateşlere doğru sürüklenenlere karşı da “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var!” çığlıklarıyla, herkes vukuu muhakkak böyle bir ateşi söndürmeye çağrılıyordu. Beşaretle ayrı bir acıma hissi seslendiriliyor, inzârla da Cehennem’e akışın önü alınmaya çalışılıyordu[10]. Allah’a, Peygamber’e inanmışlardı; düşünüp yaptıkları şeyleri de ister acıma hissi, ister şefkat duygusu, ister gönül safveti, gerçek insan olmanın gereği görüyor ve beklentisiz yerine getiriyorlardı. Mazmun ve mantuk Allah’tan, güfte meyelândaki tasarrufa bağlı enbiya-i izâmdan, hususiyle de Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’dan (aleyhissalâtü vesselâm), beste Hâle’dekiler ve Hâle yörüngesinde gözleri mâverâ-i tabiatı temaşa ile mahmur Mustafeyne’l-Ahyâr’dan.

Bu kutsal kor, arz u semayı semâa kaldıracak mahiyette içten idi ve tesiri de güçlüydü. İsrafil sûru gibi nağmeleri duyanlar, idrak ufku seviyelerine göre kıpırdanmaya duruyor; devam ve temadi ile an geliyor gönüllerince ona ses katıyorlardı. Zamanla o, tın tın kulaklarda çınlayan bir ba’s ü ba’de’l-mevt nağmesine dönüşüyordu. Bir an oluyordu ki bu şefkat duygusu ve acıma hissine, insanî değerler açısından her zaman durumu ve duyguları çok gerilerde olan yoldakiler de katılıyordu. Bir arının ölümü karşısında yarım saat acıma ve ağlamasıyla re’fet ü şefkat hissini ortaya koyan birinin, iç içe problemlerin, insanlık dünyasında değişik deformasyon fasit daireleri oluşturması karşısında ah u vah etmemesi de düşünülemezdi. Bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak Kıtmîr de “Ben de acıyorum!” diyerek o kutsal senfoniye katılmak istedi; acınacaklara acıma destanları kesti ve düşe-kalka yürüyenlere tebâhları adına bir demet inilti sundu; sundu ve nurânî peygamberler güzergâhına rağmen ilhad bataklıklarında hedefsiz ve gaye-i hayalsiz yürüyenlere “Acıyorum!” dedi inledi.

“Bir kitabullah-ı azamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.” (Recâîzâde)

Acıyorum, bu kitabı arka planıyla mütalaa etmeyen/edemeyen anadan doğma âmâlara.. acıyorum, şu fâni dünyanın sûrî güzelliklerine ve aldatan ihtişam ve debdebesine kapılıp ahireti ve ebedî hayatı öteleyenlere.. acıyorum, gelip geçici saltanat ve debdebe karşısında ebedî hayata karşı kör ve sağır yaşayanlara.. acıyorum, gecekondudan çıkıp villadan villaya koşan aşağılık duygusunun azat kabul etmez bendelerine.. acıyorum, bilerek şu fâni ve zâil dünya hayatını Cennet ve Cemâlullah yerine koyan akılzede divânelere.. acıyorum, üç-beş günlük dünya için makam, mansıp, para ve lüks hayat fantezisiyle seviye düşüklüğüne maruz kalmış, peylenebilen mük’ab gafillere.. acıyorum, çiğnenen ırzımıza ve doğranan namusumuza rağmen gülüp eğlenen ölü ruhlara ve bedbahtlara.. acıyorum, iç içe yıkılışlar ve tamiri imkansız çözülüşler karşısında sesini çıkarmayan dilsiz şeytanlara.. acıyorum, yiyip-içip yan gelip yatan, mesh-i mânevî maruzu, hâlinden habersiz tali’sizlere.. acıyorum, “Ahsen-i takvîm”e mazhariyetin bizden neler istediğinden bîhaber insan bozmalarına.. acıyorum, “Hak, adalet!..” deyip Harun gibi ortaya çıkmış Karuncuklara.. acıyorum, yalanın rayiç, hıyanetin mültezem, hakkın Allah’a emanet olduğu bir dönemde insanî değerleri partal eşya haline getirenlere.. acıyorum, yalanı, tezviri, iftirayı “savaş taktiği” deyip dinî argümanlara dayandıran münafıklara.. acıyorum, kahrolası bir takdir, kirli bir madalya uğruna yüzsuyu dökerek itibarını ayaklar altına alan Süfyan’dan kalma Horasanlı taylasanlılara.. acıyorum, üç beş kuruşluk bir menfaat için, birilerine muhalif gibi görünen gerçek mü’minlerin öldürülebileceğine fetva veren satılmış nâdânlara…

Gönülden kopup gelen bir şefkat hissiyle kalb ve ruhun titreyişidir acıma duygusu. Min vechin bütün canlılarda, Rahman u Rahim, Hannân u Mennân... gibi ilahî isimlerin bir tecellîsi olarak bulunsa da farklı derinlikleriyle insanoğluna has bir utûfe-i ilahiyedir[1]. Bu mevhibe-i fevkalade ile insan, -bütün bütün insanlıktan uzaklaşmamışsa- bir kor gibi içini yakan, ruhta ve düşüncede acıya dönüşen bir tablo karşısında hemen inlemeye durur.. duyarlılığıyla doğru orantılı, salar sızlanmalara kendini ve âh u vâhlarla soluklanmaya başlar.

Başta insanoğlu, hususiyle de anne-baba olmak üzere bütün canlılarda bu tür bir şefkat hissi ve acıma duygusunun mevcudiyeti “lâzım-ı gayr-ı müfârık” olarak söz konusudur ki, canlı, bu duyguyu tetikleyen hemen her tablo karşısında onu savma adına ölesiye gayretlere girer.. kendi hayatını istihkar edercesine “Can feda!” der ölüme yürür.. bu acıma hissinin neye mal olacağını düşünmeden ateşleri göğüsler.. yaşama duygu ve düşüncesini bütün bütün gönlünden siler.. ve bütün hissiyatıyla, çeşidi ne olursa olsun o acıyı dindirme ve o yangını söndürme üzerinde yoğunlaşır. Öyle ki, bu iç sızısıyla yavrularını koruma adına tavuk kediye-köpeğe saldırır.. tavşan ölümü göze alarak, kurtla-sırtlanla yaka-paça olur.. sığırlar arslana-kaplana boynuz tehdidinde bulunur... Hele insan hele insan; o, bu engin his ve iç derinliğini yitirmemişse, acıma hissini tetikleyen benzer tablolar karşısında yanar-yakılır.. kendini ateşlere atar.. ve o derin acıma ruh haletiyle gözünü kırpmadan yürür ölümün üzerine.

Şefkat hissi ve acıma duygusu kalbî hayatın inkişafıyla mebsûten mütenasiptir[2]; âlî ruhlarda aşar o her çerçeveyi ve gider ulaşır akrabü’l-mukarrabîn ufkuna. Onlar, isyan ederler “Ateş düştüğü yeri yakar!” bencilce mülahazalarına; “Nereye düşerse düşsün, o alev beni kavurur, püryan eder!” der, ellerinde insanî şefkat tulumbaları, “Yangın var!” âvâzeleriyle koşarlar alevleri söndürmeye[3]...

Büyüklerde, onların da büyüklerinde bu his o kadar derin ve içtendir ki, kendilerini su-i âkıbet çağlayanlarına salmış olanları gördükçe ölür ölür dirilirler ve böyle bir şefkat feveranı ve heymânıyla görmez ve hissetmez olurlar kendilerini[4]; olurlar da “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” (Bediüzzaman) der dururlar. İnsanlığın ebedî saadeti adına Miraç’tan geriye dönüşü hatırlatan nağmelerle hislerini dillendirir ve yananların yerinde olmayı düşünürler. Onların şefkat ve acıma hisleri, melekleri imrendirecek mahiyette ve ötelerden gelecek re’fet tayflarına çağrı yörüngelidir[5].

Evet, onlar zılliyet planında peygamberâne bir azimle, ellerinde acıma ateşlerini söndürecek farklı renk ve desendeki reçetelerle, gece-gündüz demeden kapı kapı dolaşır; en içten şefkat nağmeli iniltilerle, “Ben geldim!” der; uğradıkları her kapının tokmağına “Uyanın!” âh u vâhıyla dokunur ve uyarmayı bir sabâ sesi ve soluğuna emanet ederek ayrılırlar; hem de birkaç kere daha dönmek üzere. Usanmazlar gelip gitmekten, hakaretler görüp saygısızlıklara maruz kalmaktan; zira yürüdükleri yol, insanları Cehennem’den uzaklaştıran, Cennet ve daha ötesine yakınlaştıran peygamberler yoludur ve onlar yürüdükleri bu yolun gereklerinin farkındadırlar.

Bu Mustafeyne’l-Ahyâr’ın deyip ettiklerinin ilham kaynağı, Efendiler Efendisi, verâların soluğu-sesi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın bu konudaki vicdan enginliğiydi. O, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı bir saatine mukabil gelmeyen Cennet debdebesini ve bir dakikasına mukabil gelmeyen “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ” ufkunu muvakkat bir vedaya emanet ederek, şu mihnet yurduna, başkalarını da esfel-i sâfilîne sürüklenmekten kurtarıp a’lâ-i illiyyîne yönlendirmek için dönüyordu[6]; kendine has o derin şefkat hissi ve Cehennem’e sürüklenenlere karşı acıma duygusuyla. Duyduklarını başkalarına da duyurmak, görüp ettiklerini herkese zevk ettirmek, gönül ve ruh deformasyonu yaşayan acınacak durumdaki tali’sizlere ziya ve nur armağan etmek için iniyordu aramıza...[7]

O, bu ölçüde bir îsâr ruhu sergilerken, bir taraftan yükseklerden yüksek karakterinin ve misyonunun gereğini yerine getiriyor; diğer taraftan da insanları küfrün karanlık akıbetinden kurtarma ve imanın vadettiklerine ulaştırma rampasını gösteriyordu. Aslında bu menendi bulunmayan Zirve İnsan, ilhad ve dalâlet çirkâbı[8] içinde bocalayıp duran ve insanlığını bütün bütün yitirmiş derbederleri gördükçe şefkat duygusu ve acıma hissiyle sürekli kıvranıp durmuş; kendine has o engin îsâr ruhuyla âh u vâh edip hemen herkesi o nurânî güzergâhına çağırmıştı. Bu sızlanış ve iniltiler mele-i a’lânın sakinlerini dahi rikkate getirmişti ki, Cenâb-ı Hak tarafından şu iltifat edalı tadillerle kendisine vazife çizgisini hatırlatma sadedinde “Şimdi onların Kur’an unvanlı bu söze inanmamalarından ötürü Sen neredeyse kendini yiyip bitireceksin.” (Kehf sûresi, 18/6) buyurularak, cayır cayır yanan sinesindeki ateşlere su serpiliyordu. Benzer tadil ve tavsiyelerin yanı sıra, Kur’an-ı Kerim’in tasrif çerçevesinde daha pek çok âyât-ı beyyinâtı, O’nun bu konudaki kamet-i bâlâsını vurgulama ve o güzergâhta yürüyenlere de bir temkin dersi mahiyetindeydi. O’nu anlamış, derslerini almış ve Cennet yolunda “pişdarlık” mülahazasıyla o semâvî sese ses katmışlardı. Evet, her konuda O’nu izleyen Hâle’ye müteveccih ruhlar da sürekli aynı re’fet ü şefkat tavrını sergilemiş, O’nun acıma nağmelerine nağmeler katarak sürekli sızlanmışlardı.

Onlardan sonra da ne bu iniltiler dinmiş ne de sinelerdeki acıma hissi sönmüştü.[9] Düşe kalka yürüyenlere, ötelere ait nağmelerle yeni yeni besteler sunuluyor, mutlu gelecek beşaretleri veriliyor; küfür, küfran ve dalâlet akıntılarına kapılmış, mukadder ateşlere doğru sürüklenenlere karşı da “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var!” çığlıklarıyla, herkes vukuu muhakkak böyle bir ateşi söndürmeye çağrılıyordu. Beşaretle ayrı bir acıma hissi seslendiriliyor, inzârla da Cehennem’e akışın önü alınmaya çalışılıyordu[10]. Allah’a, Peygamber’e inanmışlardı; düşünüp yaptıkları şeyleri de ister acıma hissi, ister şefkat duygusu, ister gönül safveti, gerçek insan olmanın gereği görüyor ve beklentisiz yerine getiriyorlardı. Mazmun ve mantuk Allah’tan, güfte meyelândaki tasarrufa bağlı enbiya-i izâmdan, hususiyle de Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’dan (aleyhissalâtü vesselâm), beste Hâle’dekiler ve Hâle yörüngesinde gözleri mâverâ-i tabiatı temaşa ile mahmur Mustafeyne’l-Ahyâr’dan.

Bu kutsal kor, arz u semayı semâa kaldıracak mahiyette içten idi ve tesiri de güçlüydü. İsrafil sûru gibi nağmeleri duyanlar, idrak ufku seviyelerine göre kıpırdanmaya duruyor; devam ve temadi ile an geliyor gönüllerince ona ses katıyorlardı. Zamanla o, tın tın kulaklarda çınlayan bir ba’s ü ba’de’l-mevt nağmesine dönüşüyordu. Bir an oluyordu ki bu şefkat duygusu ve acıma hissine, insanî değerler açısından her zaman durumu ve duyguları çok gerilerde olan yoldakiler de katılıyordu. Bir arının ölümü karşısında yarım saat acıma ve ağlamasıyla re’fet ü şefkat hissini ortaya koyan birinin, iç içe problemlerin, insanlık dünyasında değişik deformasyon fasit daireleri oluşturması karşısında ah u vah etmemesi de düşünülemezdi. Bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak Kıtmîr de “Ben de acıyorum!” diyerek o kutsal senfoniye katılmak istedi; acınacaklara acıma destanları kesti ve düşe-kalka yürüyenlere tebâhları adına bir demet inilti sundu; sundu ve nurânî peygamberler güzergâhına rağmen ilhad bataklıklarında hedefsiz ve gaye-i hayalsiz yürüyenlere “Acıyorum!” dedi inledi.

“Bir kitabullah-ı azamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.” (Recâîzâde)

Acıyorum, bu kitabı arka planıyla mütalaa etmeyen/edemeyen anadan doğma âmâlara.. acıyorum, şu fâni dünyanın sûrî güzelliklerine ve aldatan ihtişam ve debdebesine kapılıp ahireti ve ebedî hayatı öteleyenlere.. acıyorum, gelip geçici saltanat ve debdebe karşısında ebedî hayata karşı kör ve sağır yaşayanlara.. acıyorum, gecekondudan çıkıp villadan villaya koşan aşağılık duygusunun azat kabul etmez bendelerine.. acıyorum, bilerek şu fâni ve zâil dünya hayatını Cennet ve Cemâlullah yerine koyan akılzede divânelere.. acıyorum, üç-beş günlük dünya için makam, mansıp, para ve lüks hayat fantezisiyle seviye düşüklüğüne maruz kalmış, peylenebilen mük’ab gafillere.. acıyorum, çiğnenen ırzımıza ve doğranan namusumuza rağmen gülüp eğlenen ölü ruhlara ve bedbahtlara.. acıyorum, iç içe yıkılışlar ve tamiri imkansız çözülüşler karşısında sesini çıkarmayan dilsiz şeytanlara.. acıyorum, yiyip-içip yan gelip yatan, mesh-i mânevî maruzu, hâlinden habersiz tali’sizlere.. acıyorum, “Ahsen-i takvîm”e mazhariyetin bizden neler istediğinden bîhaber insan bozmalarına.. acıyorum, “Hak, adalet!..” deyip Harun gibi ortaya çıkmış Karuncuklara.. acıyorum, yalanın rayiç, hıyanetin mültezem, hakkın Allah’a emanet olduğu bir dönemde insanî değerleri partal eşya haline getirenlere.. acıyorum, yalanı, tezviri, iftirayı “savaş taktiği” deyip dinî argümanlara dayandıran münafıklara.. acıyorum, kahrolası bir takdir, kirli bir madalya uğruna yüzsuyu dökerek itibarını ayaklar altına alan Süfyan’dan kalma Horasanlı taylasanlılara.. acıyorum, üç beş kuruşluk bir menfaat için, birilerine muhalif gibi görünen gerçek mü’minlerin öldürülebileceğine fetva veren satılmış nâdânlara…

Küçük bir çıkar karşılığı rüşvete, gaspa “hediye” diyen kapkara ruhlara acıyorum.. “Varsın çalsınlar!” türünden zift beyanlarla çizgi kayması yaşayanlara acıyorum.. bir zamanlar takdirle göklere çıkardıklarını, üç-beş günlük bir dünyevî pâye elde etmek için yerin dibine batıran bukalemunlara acıyorum.. meşru, gayr-ı meşru elde ettiği imkân ve pâyeleri kaçıracağı endişesiyle yalana “doğru”, doğruya da “yalan” diyen hak-hakikat bilmez bednamlara acıyorum.. Haçlıların yapmadığı mezâlimi görmezlikten gelerek dünyaya tapan dünyaperestlere acıyorum.. kalemlerini başkalarını karalama istikametinde kullanan ve bu mesâvîye “harp stratejisi” diyen münafıklara acıyorum...

Olup biten bunca mezâlimi, hüsn-ü zan yanılgısı[11] olarak kitlelere anlatamadığımdan dolayı kendime de acıyorum.. hep mırıldanıp durduğum, “Gönül her zaman arar durur bir yâr-ı sadık, / Bazen de sâdık dedikleri çıkar münafık!” hakikatini kulak ardı edip herkesi yâr sandığımdan dolayı kendime acıyorum.. farkına varamayıp beş-on ehl-i nifâkın imanına kandığımdan ötürü içimde derin derin acı hissediyorum ve sızlanıyorum.. “Hüsn-ü zan, adem-i itimat” denmişti; bu disipline uyamayıp hüsn-ü zanna yenik düştüğümden dolayı içten içe hayıflanıyor ve sinemde acılar hissediyorum...

“Maziye ve mesâibe kader açısından bakmak lazım.” deyip teselli olmaya çalışıyorum ama olup bitenlere karşı Kur’ânî çizgide bir tavır alamadığımdan dolayı da içim sızlıyor ve kendimi acınacak durumda hissediyorum.. çok erken dönemde dalga dalga mezâlim ve mesâvi şerareleri düşünce atmosferime çarptığı halde, Hakk’ın sıyanet seralarına sika ufku itibarıyla sığınamadığımdan ötürü levm ediyorum kendimi ve acılarla kıvranıyorum.

Keşke birilerinin “Hak, adalet!..” dedikleri eyyamda ve mü’mine saygı türküleriyle dört bir yanı velveleye verdiklerinde olanlar ve olacaklarla hâdiselerin Kerbelâ’ya doğru kaydığı vaktinde sezilebilseydi; masumlar şehit olmayacaktı, “Âb-ı Revân” da kan çağlayanına dönmeyecekti!.. Ama olan oldu; mezâlim ve mesâvî gidip “gayretullah” ufkuna ulaştı. Gayrı bundan sonra bize, sekine-temkin, tevekkül-teslim, tefviz ve sika serasına sığınarak اَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ “Hayır Allah’ın takdir buyurduğundadır.” deyip, şirazeden çıkmışlar hakkında Cenâb-ı Hak’tan ekstra lütuflar bekleme kalıyor ki, bu da gerçek bir mü’min tavrının lazım-ı gayr-ı müfârıkı olsa gerek...

 

 

 

 

EKLER

EK-1

Hakiki şefkat

Soru: “Hakikî şefkat” sözüyle ne kastedilmektedir? Şefkatin en mükemmel şekilde gerçekleştirilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Şefkat, Cenâb-ı Hakk’ın birer sanatı olmaları itibarıyla herkese ve her şeye karşı alâka duyma; başkalarının dertlerine ortak olma, kederlerini paylaşma, yardımlarına koşma; karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi besleme; mazlumların, mağdurların maruz kaldıkları sıkıntıları göğüsleme ve bir anne içtenliğiyle onların üzerine titreme gibi manalara gelmektedir.

 

İlâhî Rahmetin Gölgesinde

Aslında, varlık derinden derine mütâlaa edilse, her yanda şefkatin tüllendiği görülecektir. Evet, her şeyin mebdei de müntehâsı da rahmettir, şefkattir. Yeryüzündeki bütün canlılar Allah’ın rahmet ve şefkatiyle varlıklarını devam ettirirler. “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’râf, 7/156) buyuran Hazret-i Rahmân, mahlukâtın özüne sevgi, merhamet ve şefkat nüveleri yerleştirmiştir. Varlığın bağrına atılan şefkat duygusunun kaynağı, Rahmân ve Rahîm isimleri başta olmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının tecellisi olan ilâhî rahmettir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in ifade buyurduğu üzere; Allah (azze ve celle) rahmetini yüz parçaya ayırmış; doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, birini dünyaya indirmiştir. İşte, bütün canlılar bu bir parça ilahî rahmetten istifade ederek hemcinslerine şefkat gösterirler. Öyle ki, bir hayvan bile, yavrusunu emzirirken onun incinmemesi, canının yanmaması ve rahatça beslenmesi için bacaklarını açar. Hatta, tavuğun sermayesi kendi hayatı iken, civcivini korumak için canını tehlikeye atarak köpeğin üzerine saldırır, gerekirse o uğurda başını kaptırır ama yavrusunu kurtarır.

Evet, hilkat hamuru muhabbet mayasıyla yoğrulmuştur. Kainatın her yanında ilahî rahmetin tecellileri parıldayıp durmaktadır. Nereye bir sondaj yapsanız, mutlaka orada bir şefkat kaynağının emarelerini görürsünüz; hangi kalbe girseniz, onun şefkatle attığına şahit olursunuz. Bütün eşyanın tabiatında şefkatten bir parça bulunması ve kalblerin şefkatle atması tabiîdir. Bunun aksi ise, bir mahiyet değişikliğinin neticesidir. Şayet, bazı kimselerde şefkat tezahürleri görünmüyorsa, bu onların bir tabiat bozukluğuna maruz kaldıklarının ve bir deformasyona uğradıklarının alâmetidir. Ancak rahmet-i ilahîyeden nasipsizlerdir ki, onlar kendi sû-i istimalleriyle gönüllerindeki şefkat pınarlarını kurutmuş, sevgi ve merhamet duygularını öldürmüş ve acımasız birer tiran kesilmişlerdir. Öyle ki, bu taş kalbliler, kendi evladına karşı dahi merhamet etmeyen canavarlar haline gelmişlerdir. Kandan hoşlanan, kanla beslenen bu insan bozmalarından bazıları bâtıl bir sistemi oturtmak için bazen kırk milyon cana kıyabilecek kadar vahşileşmişlerdir.

 

Hakikî Şefkat

Şefkat, genel manada, uzak-yakın çevremizde görüp duyduğumuz muhakkak acıları paylaşma, dertlere çare bulma ve muhtemel sıkıntıların önünü keserek bunların yerine sevinç ve neş’e ikâme etme demek olsa da; aslında, “hakikî şefkat”, insanların ebedî saadeti kazanmaları için kalbin tir tir titremesinin ve bunun neticesinde ortaya konan halisâne cehd ü gayretlerin unvanıdır. Evet, insanların geçici dünya hayatıyla alâkalı bazı sıkıntılarını giderme, burada huzur içinde yaşamalarını sağlama, onlara alâka duyma, sevgi ve muhabbet besleme, acıma ve yardım etme gibi hususlar şefkatin sadece bir yanını teşkil etmektedir. Şefkatin tam ve olgun hâli ise, ancak insanları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir mutluluğa kavuşturmak için gereken bütün himmet ve gayreti ortaya koymakla gerçekleşir.

Mesela, anne–babaların, çocuklarının bütün ihtiyaçlarını görmeleri, onlarla beraber ağlayıp onlarla beraber gülmeleri gönüllerindeki şefkatin semereleridir. Fakat, o şefkatin tamamiyeti bu geçici hayatta çocuklarının mutluluk, rahat ve huzur içinde olmalarını düşünüp onu gerçekleştirmek için çalıştıkları gibi, onların sonsuz saadet diyarına sağ sâlim varana kadar sırât-ı müstakîm üzere bulunmaları ve sonrasında da bitmeyen bir mutluluğa nâil olmaları istikametinde cehd ü gayret ortaya koymalarına bağlıdır. Masum çocuğunun âhiretini düşünmeyen, onu sadece fâni dünyanın muvakkat eğlenceleriyle oyalayan ve neticede yavrusunu ebedî bir azaba iten valideynin şefkatli kimseler oldukları söylenemez. Çocuğunu âhirete hazırlamayan bir anne ya da baba, onu ne kadar severse sevsin, onun dünyevî ihtiyaçlarını karşılamak için ne denli gayret gösterirse göstersin, yine de asıl vazifesini yapmamış ve kalbindeki şefkat hissini boşa harcamış, hatta kötüye kullanmış demektir.

Diğer taraftan, merhum M. Akif’in,

“Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle,

Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle.”

sözü hakikî şefkatin hulâsası gibidir. Evet, herkesin, hususiyle de mü’minlerin imdadına yetişmek müşfik olmanın gereğidir. Lâkin, iman nurundan mahrum kalan, ahiretin, haşrin ve sonsuz bir hayatın varlığına inanmayan ve böylece kendine bütün bütün yazık eden talihsizler ya da kalbini ve vicdanını kültür müslümanlığına hapsederek imanın neşvesini gönlünde duyamayan, sürekli dalıp çıktığı günahlarla kalbini her gün biraz daha karartan, dolayısıyla da hep “dışarıdakiler” gibi yaşayan kimseler merhamete daha çok muhtaçtırlar. Onlar, şayet yardımlarına koşulmazsa, her şeyi kaybetmekle karşı karşıyadırlar ve bu kayıpları da geçici değildir, ebedî bir hüsrana dâyelik etmektedir.

Aslında, hiç kimse, günahlar içinde yüzüp duruyor ve sefalet içinde yuvarlanıyorken mutlu olamaz. Vicdanı tamamen kararmış ve gönül dünyası bütünüyle tefessüh etmiş kimselerin dışında hiçbir insan, yaşadığı çirkef hayatın içinde kendi rızasıyla ve isteyerek durmaz. Heyhat ki, bir şekilde ayağı sürçmüş, bir çukura düşmüş, bir bataklığa takılıp kalmıştır ve kendi iradesi, gayreti, ümitsiz çırpınışları oradan çıkmasına kâfî gelmemektedir. İşte, mutsuzluk içinde, gönlü parça parça ve istikbali de karanlık bu insanlar için en önemli kurtuluş vesilesi, mü’minlerden uzanacak şefkat elleridir.

Kendisine şefkatle yaklaşılan bir insan, söylenenleri o anda kabullenmese bile, sonradan mutlaka düşünecek, işittiği hakikatlere karşı zamanla iyice yumuşayacak ve meselelerin aslını öğrenmeye karşı içinde bir iştiyak duyacaktır. Hele bir de kendisine el uzatanların karşılık beklemeyen, ücret istemeyen ve sadece Allah’ın rızasını gözeten insanlar olduklarını görünce kalb kapılarını bütünüyle açacaktır. Evet, şefkatle coşan gönüller hâlistir; onlar mukabele istemez ve asla beklentilere girmezler. Sâfi, garazsız ve beklentisiz olmalarından dolayı da, -Allah’ın izniyle- muhataplarına tesir ederler. Bu şefkat sayesindedir ki, hiç ümit edilmeyen insanlar, hiç beklenmedik bir zamanda hidayete açılmış, imanın sımsıcak atmosferine sığınmış ve sırât-ı müstakîme dâhil olmuşlardır/olmaktadırlar.

 

“Cehennemi Ben Doldurayım!..”

İman ve Kur’an hizmetinin en önemli esaslarından biri kabul edilen şefkat de işte bu engin şefkattir. O, kurtulma değil, kurtarma cehd ü gayretidir; yaşama değil, yaşatma azmidir; rahat bir hayat sürme değil, gerekirse ruhunu feda etme yiğitliğidir; hatta Cennet’e yürüme değil, oraya adam taşıma himmetidir.. ayağının birini Cehennem’e diğerini Cennet’e koyup ateşten insan çıkarma yürekliliğidir.. yananların imdadına yetişmek için icabında Cennet’te kalmaktan dahi vazgeçip alevlerin üzerine yürüme şefkatidir.

Hayır, bu sözlerimle mübalağa etmiyorum, hakikî müşfiklerin ufkunu seslendiriyorum. “Güneşi bir elime, ayı da diğerine koysalar, yine de ben bu davadan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah nurunu tamamlayacak, ya da bu yolda ölüp gideceğim!” diyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şefkatini tarif etmeye çalışıyorum. En çileli ve ızdıraplı günlerinde muhatap olduğu Cennet’te kalma teklifini bile dönüp ümmetinin elinden tutma niyetiyle geri çeviren Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e Cennet’i terkettirecek kadar derin şefkatten bahsediyorum. O peygamberâne ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun en Sâdık Yârân’ın “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın” çığlıklarıyla ortaya koyduğu merhameti, “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım” deyip iki büklüm olan Müşfik İnsanın gönlündeki beklentisiz muhabbeti, acıma hissini ve kurtarma sevdasını anlatmaya çalışıyorum.

Evet, hakikî şefkat, merhum Zübeyr Gündüzalp’in “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” sözüyle dile getirdiği teessürü duyacak ve herkesin hidayete ermesi için ızdırapla kıvrım kıvrım kıvranacak kadar merhamet ve acıma hisleriyle dolmaktır.. ve işte bu ölçüde bir şefkat iman hizmetine gönül verenler için çok önemlidir.

Ne var ki, herkes aynı kıvamda bir şefkat kahramanı olamayabilir; her dava eri o ufkun mümessili olabilecek ölçüde bir çizgi takip edemeyebilir. Herkesin tabiatında o şefkat çekirdeği vardır; ama o çekirdeğin neşv ü nemâ bulması için de uygun bir inkişaf alanı lazımdır. Peygamberâne bir şefkati hissedebilmek, biraz da bilmeye bağlıdır; ilme ve irfana vâbestedir. Şefkat Peygamberi’nin nazarıyla kainâta, insanlara ve ahirete bakmayınca, beşerin hidayete ermesi yolunda gerekirse Cennet’ten bile vazgeçmenin ne demek olduğunu anlayamazsınız. Hazreti Ebu Bekir’in iman ve irfanıyla meseleleri değerlendirmeyince insanlığın kurtuluşu için Cehennem’e tek başına atılmaya razı olmanın manasını kavrayamazsınız. Hazreti Üstad’ın vicdanında sonsuz saadet ve ebedî şekavet hakikatlerinin nasıl bir tesir bıraktığını, iman ve küfür arasındaki derin uçurumun ve bunların nelere gebe olduğunun onun ruhunda ne türlü fırtınalara sebebiyet verdiğini tahmin edemeyince milletin iman selametine bedel Cehennem’in alevlerine rıza göstermenin nasıl bir tercih olduğunu takdir edemezsiniz.

Nitekim, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) şöyle buyurmuştur: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bir bilseniz, gök nasıl bir gıcırdayışla gıcırdayıp inliyor!. Zaten öyle olması gerekir; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhiye adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız!” Hazreti Ebû Zerr bu hadîsi dinleyince, “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım” demekten kendisini alamamıştır.

 

Yakma Allahım!..

O ufkun insanı olmayan birinin hem onları anlaması mümkün değildir hem de o seviyeye ait sözleri tekrarlaması gerçek hissiyatının sesi-soluğu olmayan kuru bir taklitten ibarettir. İmansızlığın nasıl bir felaket olduğunu bilmeyen, inançsızları bekleyen akıbetin elemini vicdanında hissetmeyen sıradan bir insanın “Cehennemi ben doldurayım...” demesi ya da gözünde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu olduğunu söylemesi büyük bir iddia olur. İnsanların dalâleti karşısında her gün ölüp ölüp dirilenler ve Hak’tan kopuk yaşayan birini gördükleri zaman içi kavruluyormuşçasına yüreği “cızzz” edenlerdir ki, işte, insanların ahiret selameti için icap ederse Cehennem’de yanmaya gerçekten rıza gösterebilecekler o şefkat erleridir.

Erzurum’da Hacı Musa adında, kendisini hizmete adamış, Nurlar’ın keramet ve ikramlarına mazhar, çok hâlis bir insan vardı. Ondan, mevzumuzla alâkalı bir hâdise dinlemiştim. Hacı Musa Efendi’nin anlattığı hâdisedeki kahraman Fırıncı İshak Baba idi. Bildiğiniz gibi, tarih boyunca, fırıncılar ve demirciler arasından pek çok Hak dostu çıkmıştır. Hep ahiret sıkıntılarını hatırlatacak ağır işlerde çalışan ve Cehennem’in alevlerini akla getirecek şekilde ateşle çokça meşgul olan kimseler o işlerde adeta pişmiş ve olgunlaşmışlardır. İshak Baba da alevler karşısında çalışa çalışa ateşin ne demek olduğunu çok iyi duymuşlardan biriydi. Dersleri hiç kaçırmayan, Risaleler’i yürekten dinleyen, çok konuşmayı sevmeyen ve ancak ihtiyaç olduğunda bir-iki kelime etmekle yetinen bir gönül eriydi.

İshak Baba, Hacı Musa Efendi ile beraber hacca giderlerken otobüsleri bir yerde mola verir. Herkes bir şeyle meşgul olurken İshak Baba gözlerini kapatır ve murakabeye dalar. Neden sonra bir taraftan gözlerinden yaşlar boşanır, bir taraftan da dudakları kıpır kıpır hareket etmeye başlar. İşte, tam o an kırk kişilik otobüs zangır zangır titrermişçesine hareket eder ve bir metre kadar ileri geri gidip gelir. Herkes ne olduğunu merak edip heyecanla etrafa bakınmaya dururken, Hacı Musa Efendi’nin gözleri İshak Baba’ya takılır. Bakar ki, o Hak dostu çok farklı bir atmosferde, adeta kendinden geçmiş gibi. Bir aralık, ona sorar: “İshak Baba, ne oldu, ne düşünüyor ve neler söylüyordun?” der. Onun cevabı şöyle olur: “Ahireti, sorgu-suali, Cennet ve Cehennem’i düşünüyordum. Bir anda Cehennem gözlerimin önünde alev alev tülleniverdi. İnsanların çoğunun birer âsî olarak oraya gideceklerini düşündüm. Onlar adına o kadar çok üzüldüm ki, azabın dehşetini vicdanımda derinlemesine duyunca Rabbim’den niyaz ettim ve gayr-i ihtiyarî defalarca şunu söyledim, “Yakma Allahım, şu biçare kullarını yakma; sonra dilersen onlara bedel beni at nâra!”

 

Karasevdalılar ve Sarp Yokuşlar

Öyle ümit ediyorum ki, günümüzün karasevdalıları da, hakikî şefkatin birer temsilcisidirler. Onların gönül dünyalarında sürekli Hak mülâhazası köpürür durur; beyanlarında ise, derin bir Allah aşkı, varlık sevgisi ve insanlara karşı da engin bir şefkat nümâyândır. Hak rızası, onların kilitlendikleri biricik hedef; O’ndan ötürü insanları sevip herkese sîne açmaları da tabiatlarının gerçek rengidir. Onlar, paslanmış ve küflenmiş gibi görünen en katı kalbleri, en sert tabiatları bile sevginin sırlı anahtarlarıyla balmumu gibi yumuşatır, gönül kapılarını aralar ve muhataplarına muhabbet lisanından en tatlı nağmeleri dinletirler. Severler, sevilirler ve herkese şefkatle muamele ederler.

Zaten, öyle olmasaydı, rahatlarını terkedip, sevdiklerini ve ülkelerini arkada bırakıp dünyanın en ücra köşelerine şefkat seferleri düzenleyebilirler miydi? Senelerce sıla hasretine, anne-babadan, yâr-yârandan ayrılık hicranına dayanabilirler miydi? Geçen gün bir program münasebetiyle, kıymetli bir devlet adamımızın anlattığı hadisede olduğu gibi; şayet onlar şefkat hisleriyle yollara dökülmeselerdi, gittikleri yerde birkaç sene kaldıktan sonra “Ülkeni, anne-babanı özlemedin mi; ne zaman döneceksin?” diye soran birine “Efendim, biz dönmeye değil, burada hizmet edip burada ölmeye geldik!” diyebilirler miydi? Evet, bu adanmış ruhların daha yola çıkarken yaşatma mefkuresine kilitlendikleri her hallerinden belli. Hal ve tavırlarındaki eda birer şefkat kahramanı olduklarının emaresi. Hazreti Rahmân ü Rahîm’den diler ve dilenirim, beni bu hüsn-ü zannımda yalancı çıkarmasın ve o müşfik insanların gönüllerindeki aşk u alâkayı hakikî şefkat ufkuna ulaştırsın.

Aslında, insanlığın kin, nefret ve gayzla yatıp kalktığı, dünyanın bir savaş alanı ve kan gölü haline geldiği bir dönemde sevginin tercümanı olmak ve herkese şefkatle yaklaşmak zorlardan zor bir iştir. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, insanların önlerindeki sarp yokuşları, göğüs gerilmesi büyük bir kahramanlık isteyen zor işleri sayarken, bu hususa da dikkat çekmiştir. “Sarp yokuş, bilir misin nedir?” dedikten sonra, “Sarp yokuş, bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır; kıtlık zamanında yemek yedirmektir; yakınlığı olan bir yetimi, ya da yeri yatak (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır. Bir de sarp yokuş: Gönülden iman edip, birbirine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır.” (Beled, 90/12-18) buyurmuştur.

Evet, “merhamet” iman edenlerin ayırt edici bir vasfıdır. Onlar asla katı kalbli, acımasız ve zalim kimseler olamazlar. Mü’minler, bela ve musibetlere karşı sabırlı oldukları gibi, insanlara ve bütün varlığa karşı da şefkatlidirler. Dahası, onlar her fırsatta birbirlerine merhameti tavsiye eder, toplumun safları arasında “acıma, merhamet etme, sevme ve herkese şefkatle kol-kanat germe” duygularını yayarlar. Bunu yaparken de, sadece dünyevî bir sevgi ve alâkadan bahsetmez; her fırsatta nazarları âhiretin yamaçlarına çevirir ve şefkat hislerini insanlığın sonsuz mutluluğu kazanması istikametinde değerlendirirler. Hemen her münasebetle, “Arkadaş, kabir var, hesap var, Cehennem var! Şu insanların ateşe doğru koşarcasına gittiklerini gördüğün halde onlara nasıl acımazsın; nasıl olur da ellerinden tutmaya çalışmazsın?!” derler.

Bazen bir çocuğun vefat haberini duyduğumuzda gözlerimiz doluyor; onun anne-babasıyla beraber biz de ağlıyoruz. Haddizatında, onun ölüp gittiğini ama yok olmadığını, bu dâr-ı fânîden bâkî bir âleme taşındığını ve ötede rahmet-i ilahiye tarafından sarılıp sarmalanacağını biliyoruz. Onun hiç kaybı olmadığı gibi, henüz rüşde ermediğinden belki ahirette valideynine de şefaat edebileceğine inanıyoruz. Fakat, yine de ona yüreğimiz yanıyor, içimiz burkuluyor ve ardından ağlıyoruz. Ya bir insan nâmütenâhî bir saadetten mahrum kalacak ve ebedî şekâvete dûçar olup Cehennem’e gidecekse.. işte, bu ihtimal karşısında bir insanın yüreği “cızzz” etmiyorsa, o kalbin inanan bir insana ait olduğunu ve o yüreğin iman nurlarıyla aydınlandığını söylemek çok zordur.

Hâsılı, şefkatle mamur bir kalbin sahibi, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin gölgesinde hep incelerden ince davranır. Hakikî şefkati, insanların yüzlerini ahirete çevirip onların ebedî huzuru kazanmaları için çırpınma şeklinde anlar ve bütün hareketlerini bu anlayışa göre ayarlar. Gülerken de ağlarken de, severken de kızarken de hep muhataplarının yarınlarını, hayır yarınlarından da öte akıbetlerini, ahiretlerini düşünür. Sinesinde bu hissi taşıma bahtiyarlığına ermiş biri, sevgi ve merhamete muhtaç herkese şefkat elini uzatır; gücü yettiğince devrilenleri tutar kaldırır; açları doyurur, üşüyenleri ısıtır; yalnızların, gariplerin vahşetini giderir ve kimsesizlere kimse olur. Bütün bu âlicenaplıkları ortaya koyarken de bir teşekkür bile olsa kat’iyen herhangi bir karşılık beklemez; beklemez, zira şefkat, karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi beslemenin unvanıdır. (Diriliş Çağrısı, “İmdada Yetiş Engin Şefkatinle” başığı altında)

 

MERHAMET

Merhamet varlığın ilk mayasıdır. Onsuz, herşey bir bulamaç ve kaostur. Herşey merhametle var olmuş, merhametle varlığını sürdürmekte ve merhametle nizam içindedir.

Gökler ötesinden gelen merhamet mesajlarıyla yer, düzene kavuşmuş; semâ tesviye görmüştür. Makro âlemden mikro âleme kadar her şey, hayranlık uyaran bu âhenge ve çelik çavak işleyişe merhamet sayesinde ermiştir.

Bu hareket ve işleyişte her şeyin, ebedî var oluşta kazanacağı hâl ve alacağı durumun provası yapılmaktadır. Ve bütün varlıklar bu istikamette bir çırpınış içindedir. Her çırpınışta nizam ve intizam nümâyân, her sıçrayışta merhamet şûlefeşândır.

Titreyen havanın letâfetinde, rakseden suların kıvrılışında, burnumuzun dibine ve ayağımızın ucuna kadar gelen bu dâsitanî rahmeti görmemek mümkün mü?

Bulut, merhametten kanatlarıyla başımızın üstünde dolaşır durur. Yağmur, kemer kuşanmış süvarî gibi, onun dölyatağından kopup imdadımıza gelir. Yıldırımlar, şimşekler bin bir tarraka ile “Rahmet-i Sonsuz” adına bir gazelhân olur. Karalar ve denizler, ağaçlar ve otlar, yüz yüze ve diz dize, ayrı ayrı söz ve nağmeleriyle merhamet türküsü söyler durur.

Şu solucana bakın! Ayaklar  altında ve kendi hesabına alabildiğine merhamete muhtaç; ama o, bu hâliyle pek çok şeye merhamet etme yolunda, yorgunluk bilmeyen bir yolcudur. Şefkatli toprak ona bağrını açar. O da, bu sıcak kucağın her avuç toprağına yüzlerce döl bırakır. Ve, toprak ana bununla havalanır, bununla kabarır ve her yanıyla pişer ve olgunlaşır. Toprak solucana, solucan da toprağa rahmet; ya gübre olsun diye otu, kökü yakan nadanlara ne demeli? Zavallı insan! Hem toprağa hem de solucana merhametsizlik ettiğinin farkında bile değildir!

Bir de bin bir çiçeğe cilve çakan şu arıya ve kozasına gömülüp kendini hapseden ipekböceğine bakın! Merhamet orkestrasına uyma uğrunda, neleri göğüslüyor ve nelere katlanıyorlar. İnsana bal yedirmek ve ipek giydirmek için, bu koçyiğit fedâilerin çektikleri sancıyı görmemek elden gelir mi?

Ya, yavrusunu kurtarmak için başını köpeğe kaptıran tavuğun, nasıl bir şefkat kahramanı; açlığını yutup, bulduğu şeyleri yavrusuna yediren aç canavarın, nasıl ayrı bir babayiğit olduğunu hiç düşündünüz mü?

Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet va’deder. Bu itibarladır ki, kâinata bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar; tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritm içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değil. Ve sonra bütün şu parça parça acıma ve şefkat etmelerin arkasında, bu esrarlı koroya hükmeden, her şeyi çepeçevre sarmış geniş rahmetin sezilip hissedilmemesi..

Bütün bu olup bitenler karşısında insan, şuur ve iradesiyle; idrak ve düşüncesiyle “konsantre” olarak bu engin rahmeti kavrama ve soluklarıyla ona kendi nağmesini katma sorumluluğu altındadır. İçinde yaşadığı topluma, insanlığa, hattâ bütün canlılara, bir insanlık borcu olarak merhamet etme mükellefiyetindedir. O, bu yolda merhamet ettiği nisbetde yücelir; gadre, zulme, insafsızlığa düştüğü ölçüde de horlaşır, hakirleşir ve insanlığın yüzkarası olur.

Bir bâğiye, susuzluktan kıvranan zavallı bir köpeğe merhamet edip su içirdiği için, cennetlere yükseldiğini ve evindeki kediyi aç bırakıp, ölümüne sebebiyet veren bir başkası ise, yıkılıp Tamu’ya  gittiğini, en doğru sözlüden işitiyoruz.

Merhamet edin ki, merhamete mazhar olasınız! Yerde merhamet eden bir ele, gökler ötesi âlemlerden bin muştu gelir.

Bu sırrı kavrayan atalarımız, her yerde bin merhamet ocağı tüttürdüler. İnsanları da aşarak, hayvanları koruma ve himaye etme vakıfları te’sis ettiler. Bu, onlardaki derin merhamet anlayışının bir karakter, bir huy hâline gelmesinden başka bir şey  değildi.

Ayağı kırılmış bir kuş, kanadı sakatlanmış bir leylek, kim bilir hangi merhamet erini tâ ciğerinden vurdu ki; menziline varamamış garip kuşlar için, huzur evi yapar gibi, ona, hayvânî barınaklar yapma fikrini ilham etti.

Ah!  Keşke, onların, hayvanlara merhamet ettiği kadar, insanlarımıza merhametli olabilseydik… Heyhât! Kendimize merhamet etmediğimiz gibi, neslimizi de alabildiğine bir umursamazlık ve merhametsizlik hissiyle mahvettik. Evet, şu bin bir boğucu hâdisenin ve artık içinde durulmaz hâle gelen içtimâî atmosferin, gerçek müsebbipleri bizleriz.

Bir de, merhamet duygusunun ölçüsüz kullanılması ve su-i istimâl edilmesi vardır ki, o da, merhametsizlik kadar, belki daha fazla sevimsiz ve zararlıdır.

Yerinde kullanılan merhamet, bir âb-ı hayat, bir iksir ise, onun su-i istimâl edilmesi de, bir zehir, bir zakkumdur. Ve, asıl olan da, işte bu terkibi kavramaktır. Oksijen ve hidrojen, belli nisbetleriyle terkibe girince, en hayâtî bir unsuru meydana getirirler. Nisbet bozulduğu ve ayrı ayrı kaldıkları anda ise, yanıcı ve yakıcı hüviyetlerine dönerler. Bunun gibi, merhametin de, hem dozu, hem de kime karşı yapılacağı çok mühimdir. “Canavara karşı merhamet göstermek, iştahını açar, sonra döner dişinin kirasını ister.”  Azgına merhamet, onu iyice saldırgan yapar ve başkalarına tecavüze teşvik eder. Yılan gibi zehirlemekten lezzet alana merhamet edilmez. Ona merhamet, dünyanın idaresini kobralara bırakmak demektir…

Eli kanlı, yüzü kanlı; gönlü kanlı, gözü kanlı; hâsılı, hem deli hem de kanlıya merhamet, bütün mağdurlara, bütün mazlumlara karşı en korkunç bir merhametsizliktir. Böyle bir tutum ise kurda acıyıp da, kuzuların hukukunu kâle almama gibi bir şeye benzer ki; kurtları güldürse bile, bütün âsumânı âh u efgâna getirecektir. (Çağ ve nesil)

 

EK-2

Şefkat ve Müslümanların dertleriyle dertlenme :

 

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ يُوسُفَ، حَدَّثَنَا سُفْيَانُ، عَنْ هِشَامٍ، عَنْ عُرْوَةَ، عَنْ عَائِشَةَ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهَا قَالَتْ: جَاءَ أَعْرَابِيٌّ إِلَى [ص:8] النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ: تُقَبِّلُونَ الصِّبْيَانَ؟ فَمَا نُقَبِّلُهُمْ، فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «أَوَأَمْلِكُ لَكَ أَنْ نَزَعَ اللَّهُ مِنْ قَلْبِكَ الرَّحْمَةَ»

Efendimizi torunlarını öperken gören bir A’rabi, “Çocuklarınızı öpüyor musunuz?” diye sordu ve ekledi: “Biz onları öpmeyiz.”

Bunun üzerine Efendimiz buyurdular ki: “Allah kalbinizden rahmeti söküp aldı ise ben ne yapabilirim!”

الكتاب: الجامع المسند الصحيح المختصر من أمور رسول الله صلى الله عليه وسلم وسننه وأيامه = صحيح البخاري

المؤلف: محمد بن إسماعيل أبو عبدالله البخاري الجعفي

7473 - حَدَّثَنَا مُحَمَّدٌ، ثَنَا أَحْمَدُ، نَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَبِي جَعْفَرٍ الرَّازِيُّ، عَنْ أَبِيهِ، عَنِ الرَّبِيعِ بْنِ أَنَسٍ، عَنْ أَبِي الْعَالِيَةِ، عَنْ حُذَيْفَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ، وَمَنْ لَمْ يُصْبِحْ وَيُمْسِ نَاصِحًا لِلَّهِ وَلِرَسُولِهِ وَلِكِتَابِهِ ولإِمَامِهِ ولِعَامَّةِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ»

لَا يُرْوَى هَذَا الْحَدِيثُ عَنْ حُذَيْفَةَ إِلَّا بِهَذَا الْإِسْنَادِ، تَفَرَّدَ بِهِ: عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَبِي جَعْفَرٍ الرَّازِيُّ "

“Müslümanların işleriyle dertlenmeyen onlardan değildir. Sabahladığında sabahleyin, akşamladığında akşamleyin Allah’a samimi kulluk bağları ile bağlı olmayan, Peygamberine samimi ümmetlik duyguları ile bağlı olmayan, Kur’an’a samimi duygularla bağlı olmayan, müslümanların imamına ve müslüman topluma samimi duygularla bağlı olmayan onlardan değildir.”

 

الكتاب: المعجم الأوسط

المؤلف: سليمان بن أحمد بن أيوب بن مطير اللخمي الشامي، أبو القاسم الطبراني (المتوفى: 360هـ)

6011 - حَدَّثَنَا أَبُو نُعَيْمٍ، حَدَّثَنَا زَكَرِيَّاءُ، عَنْ عَامِرٍ، قَالَ: سَمِعْتُهُ يَقُولُ: سَمِعْتُ النُّعْمَانَ بْنَ بَشِيرٍ، يَقُولُ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «تَرَى المُؤْمِنِينَ فِي تَرَاحُمِهِمْ وَتَوَادِّهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ، كَمَثَلِ الجَسَدِ، إِذَا اشْتَكَى عُضْوًا تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ جَسَدِهِ بِالسَّهَرِ وَالحُمَّى»

Müminleri birbirlerini sevmekte, bir birine acımakta ve bir birlerine ihsanda bulunma hususunda bir cesedin uzuvları gibi görürsün. Cesedin bir uzvu hasta olursa diğer uzuvları da uykusuzluğa ve ateşli hastalığa düçar olur.

الكتاب: الجامع المسند الصحيح المختصر من أمور رسول الله صلى الله عليه وسلم وسننه وأيامه = صحيح البخاري

المؤلف: محمد بن إسماعيل أبو عبدالله البخاري الجعفي

149 - وعن أبي هريرة - رضي الله عنه - قال : قال رسول الله - صلى الله عليه وسلم - :

مثلي كمثل رجل استوقد نارا ، فلما أضاءت ما حولها ، جعل الفراش وهذه الدواب التي تقع في النار يقعن فيها ، وجعل يحجزهن ويغلبنه فيتقحمن فيها ، فأنا آخذ بحجزكم عن النار ، وأنتم تقحمون فيها . هذه رواية البخاري ، ولمسلم نحوها ، وقال في آخرها : قال : فذلك مثلي ومثلكم ، أنا آخذ بحجزكم عن النار : هلم عن النار ، هلم عن النار ! فتغلبوني . تقحمون فيها . متفق عليه

Benim ile sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.

 

EK-3

DUYDUKLARINI DUYURMA

Bir Uzun Seyahati Noktalarken, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4:

Bu yol ve yöntemlerledir ki, Hak yolcuları kalb ve ruh ufkunda “seyr ilallah” unvanıyla kendi uzaklıklarını aşarak O’nun yakınlığını duymaya koşar; “seyr fillâh” mülâhazasıyla kendilerini aradan çıkarır ve her şeyi O’na bağlı götürmeye çalışır; “seyr maallah” mazhariyetiyle O’nun maiyyetini kendi aşkınlığıyla zevk etmeye yönelir ve “seyr anillâh” zirvesinde de duyulanı duyurma, erilene erdirme, bilineni bildirme iştiyakıyla coşar; kesrete vahdet boyası çalar, o Ayanlardan Ayan’ı herkese beyan etmeye koşar ve oturur kalkar sürekli O’nu dillendirirler ki, bence hakikî insan olmadan gaye de bu olsa gerek...

Seyr u Sülûk, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2:

Dördüncü mertebe, “seyr anillâh” mertebesidir; bu seviyedeki “seyr”e “sefer-i râbi’” dendiği gibi “telvin ba’de’t-temkin” de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Tabir-i diğerle, vahdet ve izafî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölgesinde tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kurtarmaya, “Hazîratü’l-Kuds”e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuşturacağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşad etme; tâlipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yoldakilere rehberlikte bulunma; zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme; nura ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hak’tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce pâyeyi, bazı tasavvuf erbabı “bekâ billâh maallah” veya “fark ba’de’l-cem” şeklinde isimlendirmişlerdir.

Bu ufka erenler, vahdeti kesrette, kesreti de vahdette görür, tek yüzlü iki derinliği birden yaşar, kendi maiyyetiyle beraber, maiyyete taşıdıklarının haz ve hazz-ı ruhanîsiyle her lahza ayrı bir vuslata “bismillâh” der.. ne iltibas ne şatahat ne de naz; niyazla oturur kalkar ve sürekli temkin soluklar.. “ilallah”ta “fillâh” esintilerini duyar; “maallah”ta “minallah” veya “anillâh” gerçeğini müşâhede eder.. hem vâcid yaşar hem fâkid bulunur; hem mehcûr görünür hem vâsıl bulunur ve kurb-bu’du bir arada duyar.

Böyle bir hak yolcusu, yolcuların en kâmili, mürşidlerin en mütekâmili, tam bir terbiye üstadı ve irşad halifesidir. Kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir.. حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِه يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” fehvâsınca böyle bir vâsıl, zılliyet planında hem muhibtir hem de mahbub.. duygularındaki safvet, düşüncelerindeki derinlik, temsilindeki ciddiyet, hâl ve davranışlarındaki duruluk onu, hemen herkesin her hâlükârda başvuracağı öyle bir âb-ı hayat kaynağı, bir ümit meşalesi hâline getirmiştir ki her tâlib-i feyz-i Hudâ ona koşar, her âşık-ı nur-i Hudâ O’nun rehberliğine sığınır; sığınır zira:

                             “Menşe-i hüsn-ü ameldir hüsn-ü hâl,

                               Hüsn-ü hâlde oldu âsâr-ı kemâl.” (Anonim)

 

 

[1] Hakiki şefkat: “Hakikî şefkat”, insanların ebedî saadeti kazanmaları için kalbin tir tir titremesinin ve bunun neticesinde ortaya konan halisâne cehd ü gayretlerin unvanıdır. Evet, insanların geçici dünya hayatıyla alâkalı bazı sıkıntılarını giderme, burada huzur içinde yaşamalarını sağlama, onlara alâka duyma, sevgi ve muhabbet besleme, acıma ve yardım etme gibi hususlar şefkatin sadece bir yanını teşkil etmektedir. Şefkatin tam ve olgun hâli ise, ancak insanları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir mutluluğa kavuşturmak için gereken bütün himmet ve gayreti ortaya koymakla gerçekleşir.

[2] Şefkat ve acıma hissi her insanda potansiyel olarak bulunmaktadır fakat kalbi ve ruhi hayatın inkişafına bağlı olarak gelişir. Sadece insanlara değil bütün varlığa derin bir şefkat duyarak bakmayı getirir. Örnek olarak Bediüzzaman Hazretlerinin 24. Mektup 1. Makama ve 4. Şua 4. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiyesinde geçen şu paragrafa bakabiliriz: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip -şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye- elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Mânâma dikkat et ve iman dûrbîniyle bak!" Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud'un eseri ve san'atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef'alde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azab çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, herbiri o meyveler adedince firakları hissedecek. Şualar ( 69 )

[3] Hocaefendi bu mevzu ile alakalı olarak öteden beri şunları söylemektedir: Benciller derler ki, “Ateş düştüğü yeri yakar.” Bu söz, hodbîn ve egoist ruhların sözüdür. “Ateş çevresini de yakar” ifadesi ise bir parça diğergam ruhların sözü. “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar” sözüne gelince, bu, kâmil ruhların vicdanlarının sesidir. Gurbet Ufukları kitabında da aynı konuyu şöyle ifade etmektedir: “Ateş düştüğü yeri yakar” sözünden iğreniyorum. Eğer mü’minsem, niçin her yere düşen ateş beni de yakmıyor! Mustarip insan ne kadar da az!... Dünya yansa dertsizin bir tutam otu yanmıyor.

[4] Bu konudaki hadis-i şerifler için EK-2’e bakınız.

[5] Re’fet tayflarına çağrı: Mahbûb-u Âlem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin.”[5][6] ifadesiyle dile getirmektedir. Benzer âyet-i kerimelerde de, Cenâb-ı Allah, Resûl-i Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin.”[5][7], “Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.”[5][8] şeklinde hitap etmektedir.

Aslında, bu ilâhî hitaplar da Allah Resûlü’nün, ister ümmet-i davetin isterse de ümmet-i icabetin genel tavır ve durumları karşısındaki duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkur âyet-i kerimeleri de Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını tadil eden ve onu ikaz için inen birer ilâhî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet, beyanlarda tadil ve tenbih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir takdir ve iltifat da vardır.

Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekrem’ine âdeta “Habibim, şu ilâhî mesaja kulak verip ona dilbeste olmuyorlar ve inanıp onun rehberliğinde huzur-u daimiye yürümüyorlar diye öyle üzülüyor, öyle kederleniyorsun ki neredeyse bir mum gibi eriyip tükeneceksin. Senin bu yüce ve incelerden ince ruhun ileride öyle bir kaynak hâline gelecek ki, gönlünde azıcık haşyet duygusu barındıran herkes kalb kâsesini doldurmak için o kaynağa koşacak. Öyleyse, Sen tebliğ vazifeni yap, takdiri Allah’a bırak; kendine o kadar eziyet etme!” demektedir ki, bu hem çok ulvî bir iltifattır, hem bir ızdırap insanında olması gereken ruh enginliğini gösterme ve arkadan gelenlere hedef belirleme demektir, hem de Kur’ân’ın mesajının hüşyar gönüllerde mâkes bulacağının bir müjdesidir. (Kalb İbresi, “İkaz Görünümlü İlahi İltifatlar”) Mefkure İnsanı yazısında da bu mevzu şöyle ifade edilir: Gerçek hayat, bugünün ve yarının insanları düşünülerek planlanan ve onlar için yaşama gayesiyle mefkûrelendirilen hayattır. İşte baştan sona kadar hayatın her basamağına hakim olan böyle bir şuur, bir idrak, bir his, hakikî insan olma karakterinin tam resmi ve hadd-i tâmmıdır. Bu öyle bir resimdir ki, firasetle ona bakabilen herkes, bu fotoğrafın arkasında bütün bir varlıkla ne derin ve ne sıcak bir alâkanın bulunduğunu rahatlıkla görebilir. Bu resimde, insan, hem kendine hem de başkalarına kalb gözüyle bakar ve bakıp gördüklerini de vicdanın kadirşinaslığı ile değerlendirir. İşte insan böyle bir bakış zaviyesi sayesinde, kendi iç dünyasını daha iyi temâşâ ettiği gibi, aynı menşurla çevresini de daha yakından görüp tanıma imkânını yakalar ve herkesi, her şeyi daha mülâyim, daha yumuşak ve daha sıcak bulur. Ne var ki, böyle bir iç derinlik, hemen birdenbire elde edilemez. O, vicdanlarımızın derinliklerinde uzun bir mayalanma döneminden sonra ortaya çıkan bir merhamet tezahürü ve gönlün dilinden bir insanî çağrıdır. Bu çağrı, gönül adamının vicdanından fışkırır, her yana kendi boyasını çalar ve zamanla da her şeyi kendi diliyle konuşturmaya başlar. O doğrudan doğruya kalbden yükseldiği için de dıştaki şerarelerden ve şurada-burada havayı kirleten parazitlerden de asla müteessir olmaz. (Işığın Göründüğü Ufuk; “Mefkure İnsanı”)

Ruh Mimarı Rabbaniler’yazısında da aynı mevzu şöyle ifade edilir:

Bizim, içten ve dıştan gelecek ihsanlara, düşünce sistemlerine değil; bizim, topyekün milletimizde mesuliyet ve ızdırap şuuru uyarabilecek ruh ve düşünce hekimlerine ihtiyacımız var. Gelip-geçici saadet vaadi yerine ruhlarımızda derûnîlik meydana getirecek ve bizi bir hamlede, mebde ile müntehâyı birden görebileceğimiz seviyeye ulaştıracak ruh ve düşünce hekimlerine.

Evet, şu anda biz, icabında Cennet’e girmekten dahi vazgeçip ve şayet girmişse, dışarıya çıkma yollarını araştıracak kadar mesuliyet ve dava âşığı insanlar bekliyoruz. “Güneşi bir omzuma, ayı bir omzuma koysalar, ben bu işten vazgeçmem!”[5][3] diyen insanlar.. bu bir Peygamber ufkudur. Bu ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun bir dimağ, yerinde: “Gözümde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanma­ya razıyım!”[5][4] der iki büklüm olur.. veya ellerini açar, “Vücudumu o kadar büyüt ki Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın!”[5][5] çığlıklarıyla semavâtı lerzeye getirir.

Evet, bugün insanımızın, her şeyden daha çok, milletinin günahları için ağlayan, insanlığın affedilip bağışlanmasını, kendi bağışlanmasının önünde bekleyen.. ve A’râf’ta durup Cennetliklerin hazlarıyla yaşayan, Cennet’e girse dahi şahsî hazlarını duymaya vakit bulamayan derûnîlere ihtiyacı var...

[6] Muvakkat dünya hayatı itibarıyla tek bir insan hayatı bu ölçüde önem arz ediyorsa, âlemşümul bir “ba’s ü ba’de’l-mevt” himmet ve gayretinin âhiret terazilerini kıracak keyfiyette olduğunu söylemek mübalağa olmasa gerek. Evet, bir diriliş eri, dudağında hayat üfleme sûru, oturup-kalktığı her an “ahsen-i takvîm”e mazhariyetinin şuuruyla, kalbî ve ruhî hayat meflûçlarının hallerini bir hazan manzarası hissiyle duyar.. ve “Gayrı durmak bana haram!” diyerek can çekişenlerin imdadına yetişme adına, yoğun bakımdan yoğun bakıma koşarcasına, ney nağmeleriyle diriliş besteleri sunar kalbinin dilinden.

Büyütmez gözünde bu çatlayasıya koşuşu ve mahmuzlar iradesini gerçek insan olmanın gereği gaye-i hayal ufkuna doğru. Böyle biri “mefkûre” deyip çıktığı güzergahta yol-yöntem bilmeyenlere rehberlik yapar.. yürüme yorgunluğu yaşayanlara enerji üfler.. hedefsiz yığınlara pusula olur.. güneşe sırt dönüp gölgesine takılıp gidenlere hep o ziya kaynağına dönmelerini fısıldar.. devrilme zaafı gösterenlere destek ve dayanak olur.. değişik dâhiyelerle sürüm sürüm hale gelmiş olanlara kol-kanat açar.. dört bir yanda yankılanıp duran ağlamaları dindirmeye çalışır.. çekilen acı ve ızdıraplarla bîtâp düşmüş olanlarla dert paylaşımına gider.. gariplere yoldaş olma azm u ikdâmıyla türlü türlü gurbetlere katlanır.. zalimlerin hay-huyuyla mazlum iniltileri arasına girer.. tulumbası elinde, sürekli yangın söndürmeden yangın söndürmeye koşar.. vicdanının derinliklerinde duyarak sergilediği bu yaşatma hissini, îsâr ruhunu, hep ihlas-rıza yörüngeli götürme gayreti içinde olur ve her zaman bir ruhânîlik tavrı ortaya koymaya çalışır.

“Seyr anillah” mazmun ve ufkunu hatırlatan bu duygu, bu düşünce ile o sürekli metafizik gerilim içindedir ve sevinmenin yerine sevindirme nağmeleriyle inler durur.. gülme-eğlenme yerine gönüllerde huzur hâsıl etme arkasından koşar.. yaşamaya hep başkalarının ızdırap ve sevinci zaviyesinden bakar.. karanlıkta yol almaya çalışanların sağında solunda meşaleler oluşturur.. hedefe varmayı vardırmaya bağlı görür.. sağda-solda duyulan âh u zâr ve iniltilere karşı alakasızlığı dilsiz şeytanlık sayar ve canlı kalmasını canlara can olmaya bağlar, yürür peygamberler güzergâhında Hazreti Rehber-i Şehinşâh vesayetine. (Yaşatma Mefkuresi)

[7] Efendimizi miraçtan döndüren sır: Dördüncü mertebe, “seyr anillâh” mertebesidir; bu seviyedeki “seyr”e “sefer-i râbi’” dendiği gibi “telvin ba’de’t-temkin” de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Tabir-i diğerle, vahdet ve izafî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölgesinde tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kurtarmaya, “Hazîratü’l-Kuds”e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuşturacağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşad etme; tâlipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yoldakilere rehberlikte bulunma; zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme; nura ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hak’tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce pâyeyi, bazı tasavvuf erbabı “bekâ billâh maallah” veya “fark ba’de’l-cem” şeklinde isimlendirmişlerdir. (Detaylar için EK-3’ye bakınız)

[8] Çirkâb: Kirli su, çirkef.

[9] Şefkati dindirmemek için vazife şuuru ile okuyalım: Zannediyordum ki, gün yüzüne çıkan her tomurcuk bir çiçek olacak ve bu çiçeklerin bütünü de, yapraklarında gamze çakan jâlelerle sonsuzluğa kadar sürüp gidecek!.. Zannediyordum ki, yamaçlarımızı kanaviçe gibi saran goncalar hep diri kalacak, ovalarımızı alan başaklar hep hayat soluklayacak; selvilerimiz ince ince salınacak ve derelerimiz gürül gürül akacak!.. Zannediyordum ki, upuzun bir kıştan sonra sürgün eden filizler, büyük muzdariplerin diriltici solukları altında, ölümsüzlüğe erecek ve daima taze, daima canlı kalacak!..

Zannediyordum ki, aylar, güneşler ufkumda birbirini takip edip duracak ve yurdumun seması, hiç mi hiç hüsûf ve küsûf[9][1] görmeyecek!

Zannediyordum ki, yıllarca bahar bekleyen neslim, karlara cemre düştüğü bugünlerde, gidip yeniden ölüm uykusuna yatmayacak. Hızır’la buluştuktan sonra, âb-ı hayat içmeden geriye dönmeyecek!..

Zannediyordum ki, şimdiye kadar bin defa hipnoz edilen insanımız, bir daha aynı oyuna gelmeyecek ve aynı hokkabazların iradesine teslim olmayacak!..

Zannediyordum ki, dirilen her ferdimiz, bundan böyle genç ve zinde kalacak; bel ağrıları, baş dönmeleri onun semtine sokulamayacak. Burcu burcu diriliş kokacak onun yaşadığı iklim ve bucaklar. Unutulacak tabutlukların yolları ve çatır çatır çatlayacak teneşir tahtaları. Ve buhurdanlar misk ve kâfura hasret kalacak!..

Zannediyordum ki, her an ölüm tehditleri altında, havarî gibi yola çıkan bu hasbîler topluluğu Hz. Mesih’e çarmıh hazırlayanlara asla iltihak etmeyecek. Servetler, şöhretler, makamlar, mansıplar onlara yol ve yön değiştirtmeyecek. Pest şeyler gönüllerine girip bakışlarını bulandıramayacak. Onlar, hep aynı şeyleri düşünecek, aynı şeylerin türküsünü söyleyecek ve aynı hayatı en ritmik şekilde yaşamaya gayret gösterecekler!..

Zannediyordum ki, mazlumun âhını dindirmek, zalimin soluklarını kesmek ve ilhad ateşini söndürmek için, Yaradan’a ahd ü peymânda bulunan bu kudsîler, gizli-açık asla zalime yahşî çekmeyecek, şahsî rahat ve sûrî saadeti için geçmişini küçümsemeyecek ve mazisinden kopmayacak!..

Zannediyordum ki, ruh kökümüzle olan alâkamız, gün be gün pekişecek, yüce düşüncelerimizden hiçbiri ebediyetlere terk edilmeyecek; davranışlarımız asla değişmeyecek ve hayatımız, şâhikalardan kopup gelen dupduru ırmakların akıp akıp denizlere dökülmesi gibi, hep millî ruh ummanı içine dökülecek ve kendi kendini yenilemeye hazırlayacak. Ayrı ayrı akan çaylar birbirine yanaşacak; cetveller sonsuzluğa açılan yollarda bir araya gelecek ve alâim-i sema[9][2] gibi, bir sürü renk, omuz omuza bulutların ötesine doğru kavisler çizecek!..

Ve hele, sanıyordum ki, bu ses, söz ve renk cümbüşüne başkaları da koşup gelecek ve bizlerle bütünleşecek!

Zannediyordum ki, yaşama zevki, hayat kaygısı ve tenperverlik bu yüce topluluktan fersah fersah uzak kalacak ve asla onların atmosferine girme imkânını bulamayacak... Onlar, sonuna kadar süt gibi duru, su gibi berrak ve toprak gibi mütevazi kalacaklar. Kendilerinden öncekileri yiyip bitiren lüks, israf, debdebe ve ihtişam onların evlerinden içeri giremeyecek ve onlara hükmedemeyecek.

Zannediyordum ki, insanımız, gönül verdiği Zât’ın dostluğuyla yetinecek, O’nun hoşnutluğuna koşacak ve başkalarına şirin görünme hevesine kapılmayacak; “Allah bes-bâkî heves”[9][3] deyip yoluna revan olacak...

[10] Burada Efendizin şahsında bütün müminelere ders olarak tebşir ve inzar “beşiran ve nezira” ayetine telmihte bulunuyuyor:  يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ ﴿٤٥﴾ وَدَاعِياً اِلَى اللّٰهِ بِـاِذْنِه۪ وَسِرَاجاً مُن۪يراً ﴿٤٦﴾
Meal:Ey peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik. (45-46)

[11] Hüsnü zan adem-i itimat düsturunda hüsnü zan tarafının ağır basması, adem-i itimat meselesinin kısmen de olsa ihmal edilmiş olması manasına

Gönülden kopup gelen bir şefkat hissiyle kalb ve ruhun titreyişidir acıma duygusu. Min vechin bütün canlılarda, Rahman u Rahim, Hannân u Mennân... gibi ilahî isimlerin bir tecellîsi olarak bulunsa da farklı derinlikleriyle insanoğluna has bir utûfe-i ilahiyedir[1]. Bu mevhibe-i fevkalade ile insan, -bütün bütün insanlıktan uzaklaşmamışsa- bir kor gibi içini yakan, ruhta ve düşüncede acıya dönüşen bir tablo karşısında hemen inlemeye durur.. duyarlılığıyla doğru orantılı, salar sızlanmalara kendini ve âh u vâhlarla soluklanmaya başlar.

Başta insanoğlu, hususiyle de anne-baba olmak üzere bütün canlılarda bu tür bir şefkat hissi ve acıma duygusunun mevcudiyeti “lâzım-ı gayr-ı müfârık” olarak söz konusudur ki, canlı, bu duyguyu tetikleyen hemen her tablo karşısında onu savma adına ölesiye gayretlere girer.. kendi hayatını istihkar edercesine “Can feda!” der ölüme yürür.. bu acıma hissinin neye mal olacağını düşünmeden ateşleri göğüsler.. yaşama duygu ve düşüncesini bütün bütün gönlünden siler.. ve bütün hissiyatıyla, çeşidi ne olursa olsun o acıyı dindirme ve o yangını söndürme üzerinde yoğunlaşır. Öyle ki, bu iç sızısıyla yavrularını koruma adına tavuk kediye-köpeğe saldırır.. tavşan ölümü göze alarak, kurtla-sırtlanla yaka-paça olur.. sığırlar arslana-kaplana boynuz tehdidinde bulunur... Hele insan hele insan; o, bu engin his ve iç derinliğini yitirmemişse, acıma hissini tetikleyen benzer tablolar karşısında yanar-yakılır.. kendini ateşlere atar.. ve o derin acıma ruh haletiyle gözünü kırpmadan yürür ölümün üzerine.

Şefkat hissi ve acıma duygusu kalbî hayatın inkişafıyla mebsûten mütenasiptir[2]; âlî ruhlarda aşar o her çerçeveyi ve gider ulaşır akrabü’l-mukarrabîn ufkuna. Onlar, isyan ederler “Ateş düştüğü yeri yakar!” bencilce mülahazalarına; “Nereye düşerse düşsün, o alev beni kavurur, püryan eder!” der, ellerinde insanî şefkat tulumbaları, “Yangın var!” âvâzeleriyle koşarlar alevleri söndürmeye[3]...

Büyüklerde, onların da büyüklerinde bu his o kadar derin ve içtendir ki, kendilerini su-i âkıbet çağlayanlarına salmış olanları gördükçe ölür ölür dirilirler ve böyle bir şefkat feveranı ve heymânıyla görmez ve hissetmez olurlar kendilerini[4]; olurlar da “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” (Bediüzzaman) der dururlar. İnsanlığın ebedî saadeti adına Miraç’tan geriye dönüşü hatırlatan nağmelerle hislerini dillendirir ve yananların yerinde olmayı düşünürler. Onların şefkat ve acıma hisleri, melekleri imrendirecek mahiyette ve ötelerden gelecek re’fet tayflarına çağrı yörüngelidir[5].

Evet, onlar zılliyet planında peygamberâne bir azimle, ellerinde acıma ateşlerini söndürecek farklı renk ve desendeki reçetelerle, gece-gündüz demeden kapı kapı dolaşır; en içten şefkat nağmeli iniltilerle, “Ben geldim!” der; uğradıkları her kapının tokmağına “Uyanın!” âh u vâhıyla dokunur ve uyarmayı bir sabâ sesi ve soluğuna emanet ederek ayrılırlar; hem de birkaç kere daha dönmek üzere. Usanmazlar gelip gitmekten, hakaretler görüp saygısızlıklara maruz kalmaktan; zira yürüdükleri yol, insanları Cehennem’den uzaklaştıran, Cennet ve daha ötesine yakınlaştıran peygamberler yoludur ve onlar yürüdükleri bu yolun gereklerinin farkındadırlar.

Bu Mustafeyne’l-Ahyâr’ın deyip ettiklerinin ilham kaynağı, Efendiler Efendisi, verâların soluğu-sesi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın bu konudaki vicdan enginliğiydi. O, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı bir saatine mukabil gelmeyen Cennet debdebesini ve bir dakikasına mukabil gelmeyen “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ” ufkunu muvakkat bir vedaya emanet ederek, şu mihnet yurduna, başkalarını da esfel-i sâfilîne sürüklenmekten kurtarıp a’lâ-i illiyyîne yönlendirmek için dönüyordu[6]; kendine has o derin şefkat hissi ve Cehennem’e sürüklenenlere karşı acıma duygusuyla. Duyduklarını başkalarına da duyurmak, görüp ettiklerini herkese zevk ettirmek, gönül ve ruh deformasyonu yaşayan acınacak durumdaki tali’sizlere ziya ve nur armağan etmek için iniyordu aramıza...[7]

O, bu ölçüde bir îsâr ruhu sergilerken, bir taraftan yükseklerden yüksek karakterinin ve misyonunun gereğini yerine getiriyor; diğer taraftan da insanları küfrün karanlık akıbetinden kurtarma ve imanın vadettiklerine ulaştırma rampasını gösteriyordu. Aslında bu menendi bulunmayan Zirve İnsan, ilhad ve dalâlet çirkâbı[8] içinde bocalayıp duran ve insanlığını bütün bütün yitirmiş derbederleri gördükçe şefkat duygusu ve acıma hissiyle sürekli kıvranıp durmuş; kendine has o engin îsâr ruhuyla âh u vâh edip hemen herkesi o nurânî güzergâhına çağırmıştı. Bu sızlanış ve iniltiler mele-i a’lânın sakinlerini dahi rikkate getirmişti ki, Cenâb-ı Hak tarafından şu iltifat edalı tadillerle kendisine vazife çizgisini hatırlatma sadedinde “Şimdi onların Kur’an unvanlı bu söze inanmamalarından ötürü Sen neredeyse kendini yiyip bitireceksin.” (Kehf sûresi, 18/6) buyurularak, cayır cayır yanan sinesindeki ateşlere su serpiliyordu. Benzer tadil ve tavsiyelerin yanı sıra, Kur’an-ı Kerim’in tasrif çerçevesinde daha pek çok âyât-ı beyyinâtı, O’nun bu konudaki kamet-i bâlâsını vurgulama ve o güzergâhta yürüyenlere de bir temkin dersi mahiyetindeydi. O’nu anlamış, derslerini almış ve Cennet yolunda “pişdarlık” mülahazasıyla o semâvî sese ses katmışlardı. Evet, her konuda O’nu izleyen Hâle’ye müteveccih ruhlar da sürekli aynı re’fet ü şefkat tavrını sergilemiş, O’nun acıma nağmelerine nağmeler katarak sürekli sızlanmışlardı.

Onlardan sonra da ne bu iniltiler dinmiş ne de sinelerdeki acıma hissi sönmüştü.[9] Düşe kalka yürüyenlere, ötelere ait nağmelerle yeni yeni besteler sunuluyor, mutlu gelecek beşaretleri veriliyor; küfür, küfran ve dalâlet akıntılarına kapılmış, mukadder ateşlere doğru sürüklenenlere karşı da “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var!” çığlıklarıyla, herkes vukuu muhakkak böyle bir ateşi söndürmeye çağrılıyordu. Beşaretle ayrı bir acıma hissi seslendiriliyor, inzârla da Cehennem’e akışın önü alınmaya çalışılıyordu[10]. Allah’a, Peygamber’e inanmışlardı; düşünüp yaptıkları şeyleri de ister acıma hissi, ister şefkat duygusu, ister gönül safveti, gerçek insan olmanın gereği görüyor ve beklentisiz yerine getiriyorlardı. Mazmun ve mantuk Allah’tan, güfte meyelândaki tasarrufa bağlı enbiya-i izâmdan, hususiyle de Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’dan (aleyhissalâtü vesselâm), beste Hâle’dekiler ve Hâle yörüngesinde gözleri mâverâ-i tabiatı temaşa ile mahmur Mustafeyne’l-Ahyâr’dan.

Bu kutsal kor, arz u semayı semâa kaldıracak mahiyette içten idi ve tesiri de güçlüydü. İsrafil sûru gibi nağmeleri duyanlar, idrak ufku seviyelerine göre kıpırdanmaya duruyor; devam ve temadi ile an geliyor gönüllerince ona ses katıyorlardı. Zamanla o, tın tın kulaklarda çınlayan bir ba’s ü ba’de’l-mevt nağmesine dönüşüyordu. Bir an oluyordu ki bu şefkat duygusu ve acıma hissine, insanî değerler açısından her zaman durumu ve duyguları çok gerilerde olan yoldakiler de katılıyordu. Bir arının ölümü karşısında yarım saat acıma ve ağlamasıyla re’fet ü şefkat hissini ortaya koyan birinin, iç içe problemlerin, insanlık dünyasında değişik deformasyon fasit daireleri oluşturması karşısında ah u vah etmemesi de düşünülemezdi. Bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak Kıtmîr de “Ben de acıyorum!” diyerek o kutsal senfoniye katılmak istedi; acınacaklara acıma destanları kesti ve düşe-kalka yürüyenlere tebâhları adına bir demet inilti sundu; sundu ve nurânî peygamberler güzergâhına rağmen ilhad bataklıklarında hedefsiz ve gaye-i hayalsiz yürüyenlere “Acıyorum!” dedi inledi.

“Bir kitabullah-ı azamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.” (Recâîzâde)

Acıyorum, bu kitabı arka planıyla mütalaa etmeyen/edemeyen anadan doğma âmâlara.. acıyorum, şu fâni dünyanın sûrî güzelliklerine ve aldatan ihtişam ve debdebesine kapılıp ahireti ve ebedî hayatı öteleyenlere.. acıyorum, gelip geçici saltanat ve debdebe karşısında ebedî hayata karşı kör ve sağır yaşayanlara.. acıyorum, gecekondudan çıkıp villadan villaya koşan aşağılık duygusunun azat kabul etmez bendelerine.. acıyorum, bilerek şu fâni ve zâil dünya hayatını Cennet ve Cemâlullah yerine koyan akılzede divânelere.. acıyorum, üç-beş günlük dünya için makam, mansıp, para ve lüks hayat fantezisiyle seviye düşüklüğüne maruz kalmış, peylenebilen mük’ab gafillere.. acıyorum, çiğnenen ırzımıza ve doğranan namusumuza rağmen gülüp eğlenen ölü ruhlara ve bedbahtlara.. acıyorum, iç içe yıkılışlar ve tamiri imkansız çözülüşler karşısında sesini çıkarmayan dilsiz şeytanlara.. acıyorum, yiyip-içip yan gelip yatan, mesh-i mânevî maruzu, hâlinden habersiz tali’sizlere.. acıyorum, “Ahsen-i takvîm”e mazhariyetin bizden neler istediğinden bîhaber insan bozmalarına.. acıyorum, “Hak, adalet!..” deyip Harun gibi ortaya çıkmış Karuncuklara.. acıyorum, yalanın rayiç, hıyanetin mültezem, hakkın Allah’a emanet olduğu bir dönemde insanî değerleri partal eşya haline getirenlere.. acıyorum, yalanı, tezviri, iftirayı “savaş taktiği” deyip dinî argümanlara dayandıran münafıklara.. acıyorum, kahrolası bir takdir, kirli bir madalya uğruna yüzsuyu dökerek itibarını ayaklar altına alan Süfyan’dan kalma Horasanlı taylasanlılara.. acıyorum, üç beş kuruşluk bir menfaat için, birilerine muhalif gibi görünen gerçek mü’minlerin öldürülebileceğine fetva veren satılmış nâdânlara…

Küçük bir çıkar karşılığı rüşvete, gaspa “hediye” diyen kapkara ruhlara acıyorum.. “Varsın çalsınlar!” türünden zift beyanlarla çizgi kayması yaşayanlara acıyorum.. bir zamanlar takdirle göklere çıkardıklarını, üç-beş günlük bir dünyevî pâye elde etmek için yerin dibine batıran bukalemunlara acıyorum.. meşru, gayr-ı meşru elde ettiği imkân ve pâyeleri kaçıracağı endişesiyle yalana “doğru”, doğruya da “yalan” diyen hak-hakikat bilmez bednamlara acıyorum.. Haçlıların yapmadığı mezâlimi görmezlikten gelerek dünyaya tapan dünyaperestlere acıyorum.. kalemlerini başkalarını karalama istikametinde kullanan ve bu mesâvîye “harp stratejisi” diyen münafıklara acıyorum...

Olup biten bunca mezâlimi, hüsn-ü zan yanılgısı[11] olarak kitlelere anlatamadığımdan dolayı kendime de acıyorum.. hep mırıldanıp durduğum, “Gönül her zaman arar durur bir yâr-ı sadık, / Bazen de sâdık dedikleri çıkar münafık!” hakikatini kulak ardı edip herkesi yâr sandığımdan dolayı kendime acıyorum.. farkına varamayıp beş-on ehl-i nifâkın imanına kandığımdan ötürü içimde derin derin acı hissediyorum ve sızlanıyorum.. “Hüsn-ü zan, adem-i itimat” denmişti; bu disipline uyamayıp hüsn-ü zanna yenik düştüğümden dolayı içten içe hayıflanıyor ve sinemde acılar hissediyorum...

“Maziye ve mesâibe kader açısından bakmak lazım.” deyip teselli olmaya çalışıyorum ama olup bitenlere karşı Kur’ânî çizgide bir tavır alamadığımdan dolayı da içim sızlıyor ve kendimi acınacak durumda hissediyorum.. çok erken dönemde dalga dalga mezâlim ve mesâvi şerareleri düşünce atmosferime çarptığı halde, Hakk’ın sıyanet seralarına sika ufku itibarıyla sığınamadığımdan ötürü levm ediyorum kendimi ve acılarla kıvranıyorum.

Keşke birilerinin “Hak, adalet!..” dedikleri eyyamda ve mü’mine saygı türküleriyle dört bir yanı velveleye verdiklerinde olanlar ve olacaklarla hâdiselerin Kerbelâ’ya doğru kaydığı vaktinde sezilebilseydi; masumlar şehit olmayacaktı, “Âb-ı Revân” da kan çağlayanına dönmeyecekti!.. Ama olan oldu; mezâlim ve mesâvî gidip “gayretullah” ufkuna ulaştı. Gayrı bundan sonra bize, sekine-temkin, tevekkül-teslim, tefviz ve sika serasına sığınarak اَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ “Hayır Allah’ın takdir buyurduğundadır.” deyip, şirazeden çıkmışlar hakkında Cenâb-ı Hak’tan ekstra lütuflar bekleme kalıyor ki, bu da gerçek bir mü’min tavrının lazım-ı gayr-ı müfârıkı olsa gerek...

 

 

 

 

EKLER

EK-1

Hakiki şefkat

Soru: “Hakikî şefkat” sözüyle ne kastedilmektedir? Şefkatin en mükemmel şekilde gerçekleştirilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Şefkat, Cenâb-ı Hakk’ın birer sanatı olmaları itibarıyla herkese ve her şeye karşı alâka duyma; başkalarının dertlerine ortak olma, kederlerini paylaşma, yardımlarına koşma; karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi besleme; mazlumların, mağdurların maruz kaldıkları sıkıntıları göğüsleme ve bir anne içtenliğiyle onların üzerine titreme gibi manalara gelmektedir.

 

İlâhî Rahmetin Gölgesinde

Aslında, varlık derinden derine mütâlaa edilse, her yanda şefkatin tüllendiği görülecektir. Evet, her şeyin mebdei de müntehâsı da rahmettir, şefkattir. Yeryüzündeki bütün canlılar Allah’ın rahmet ve şefkatiyle varlıklarını devam ettirirler. “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’râf, 7/156) buyuran Hazret-i Rahmân, mahlukâtın özüne sevgi, merhamet ve şefkat nüveleri yerleştirmiştir. Varlığın bağrına atılan şefkat duygusunun kaynağı, Rahmân ve Rahîm isimleri başta olmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının tecellisi olan ilâhî rahmettir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in ifade buyurduğu üzere; Allah (azze ve celle) rahmetini yüz parçaya ayırmış; doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, birini dünyaya indirmiştir. İşte, bütün canlılar bu bir parça ilahî rahmetten istifade ederek hemcinslerine şefkat gösterirler. Öyle ki, bir hayvan bile, yavrusunu emzirirken onun incinmemesi, canının yanmaması ve rahatça beslenmesi için bacaklarını açar. Hatta, tavuğun sermayesi kendi hayatı iken, civcivini korumak için canını tehlikeye atarak köpeğin üzerine saldırır, gerekirse o uğurda başını kaptırır ama yavrusunu kurtarır.

Evet, hilkat hamuru muhabbet mayasıyla yoğrulmuştur. Kainatın her yanında ilahî rahmetin tecellileri parıldayıp durmaktadır. Nereye bir sondaj yapsanız, mutlaka orada bir şefkat kaynağının emarelerini görürsünüz; hangi kalbe girseniz, onun şefkatle attığına şahit olursunuz. Bütün eşyanın tabiatında şefkatten bir parça bulunması ve kalblerin şefkatle atması tabiîdir. Bunun aksi ise, bir mahiyet değişikliğinin neticesidir. Şayet, bazı kimselerde şefkat tezahürleri görünmüyorsa, bu onların bir tabiat bozukluğuna maruz kaldıklarının ve bir deformasyona uğradıklarının alâmetidir. Ancak rahmet-i ilahîyeden nasipsizlerdir ki, onlar kendi sû-i istimalleriyle gönüllerindeki şefkat pınarlarını kurutmuş, sevgi ve merhamet duygularını öldürmüş ve acımasız birer tiran kesilmişlerdir. Öyle ki, bu taş kalbliler, kendi evladına karşı dahi merhamet etmeyen canavarlar haline gelmişlerdir. Kandan hoşlanan, kanla beslenen bu insan bozmalarından bazıları bâtıl bir sistemi oturtmak için bazen kırk milyon cana kıyabilecek kadar vahşileşmişlerdir.

 

Hakikî Şefkat

Şefkat, genel manada, uzak-yakın çevremizde görüp duyduğumuz muhakkak acıları paylaşma, dertlere çare bulma ve muhtemel sıkıntıların önünü keserek bunların yerine sevinç ve neş’e ikâme etme demek olsa da; aslında, “hakikî şefkat”, insanların ebedî saadeti kazanmaları için kalbin tir tir titremesinin ve bunun neticesinde ortaya konan halisâne cehd ü gayretlerin unvanıdır. Evet, insanların geçici dünya hayatıyla alâkalı bazı sıkıntılarını giderme, burada huzur içinde yaşamalarını sağlama, onlara alâka duyma, sevgi ve muhabbet besleme, acıma ve yardım etme gibi hususlar şefkatin sadece bir yanını teşkil etmektedir. Şefkatin tam ve olgun hâli ise, ancak insanları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir mutluluğa kavuşturmak için gereken bütün himmet ve gayreti ortaya koymakla gerçekleşir.

Mesela, anne–babaların, çocuklarının bütün ihtiyaçlarını görmeleri, onlarla beraber ağlayıp onlarla beraber gülmeleri gönüllerindeki şefkatin semereleridir. Fakat, o şefkatin tamamiyeti bu geçici hayatta çocuklarının mutluluk, rahat ve huzur içinde olmalarını düşünüp onu gerçekleştirmek için çalıştıkları gibi, onların sonsuz saadet diyarına sağ sâlim varana kadar sırât-ı müstakîm üzere bulunmaları ve sonrasında da bitmeyen bir mutluluğa nâil olmaları istikametinde cehd ü gayret ortaya koymalarına bağlıdır. Masum çocuğunun âhiretini düşünmeyen, onu sadece fâni dünyanın muvakkat eğlenceleriyle oyalayan ve neticede yavrusunu ebedî bir azaba iten valideynin şefkatli kimseler oldukları söylenemez. Çocuğunu âhirete hazırlamayan bir anne ya da baba, onu ne kadar severse sevsin, onun dünyevî ihtiyaçlarını karşılamak için ne denli gayret gösterirse göstersin, yine de asıl vazifesini yapmamış ve kalbindeki şefkat hissini boşa harcamış, hatta kötüye kullanmış demektir.

Diğer taraftan, merhum M. Akif’in,

“Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle,

Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle.”

sözü hakikî şefkatin hulâsası gibidir. Evet, herkesin, hususiyle de mü’minlerin imdadına yetişmek müşfik olmanın gereğidir. Lâkin, iman nurundan mahrum kalan, ahiretin, haşrin ve sonsuz bir hayatın varlığına inanmayan ve böylece kendine bütün bütün yazık eden talihsizler ya da kalbini ve vicdanını kültür müslümanlığına hapsederek imanın neşvesini gönlünde duyamayan, sürekli dalıp çıktığı günahlarla kalbini her gün biraz daha karartan, dolayısıyla da hep “dışarıdakiler” gibi yaşayan kimseler merhamete daha çok muhtaçtırlar. Onlar, şayet yardımlarına koşulmazsa, her şeyi kaybetmekle karşı karşıyadırlar ve bu kayıpları da geçici değildir, ebedî bir hüsrana dâyelik etmektedir.

Aslında, hiç kimse, günahlar içinde yüzüp duruyor ve sefalet içinde yuvarlanıyorken mutlu olamaz. Vicdanı tamamen kararmış ve gönül dünyası bütünüyle tefessüh etmiş kimselerin dışında hiçbir insan, yaşadığı çirkef hayatın içinde kendi rızasıyla ve isteyerek durmaz. Heyhat ki, bir şekilde ayağı sürçmüş, bir çukura düşmüş, bir bataklığa takılıp kalmıştır ve kendi iradesi, gayreti, ümitsiz çırpınışları oradan çıkmasına kâfî gelmemektedir. İşte, mutsuzluk içinde, gönlü parça parça ve istikbali de karanlık bu insanlar için en önemli kurtuluş vesilesi, mü’minlerden uzanacak şefkat elleridir.

Kendisine şefkatle yaklaşılan bir insan, söylenenleri o anda kabullenmese bile, sonradan mutlaka düşünecek, işittiği hakikatlere karşı zamanla iyice yumuşayacak ve meselelerin aslını öğrenmeye karşı içinde bir iştiyak duyacaktır. Hele bir de kendisine el uzatanların karşılık beklemeyen, ücret istemeyen ve sadece Allah’ın rızasını gözeten insanlar olduklarını görünce kalb kapılarını bütünüyle açacaktır. Evet, şefkatle coşan gönüller hâlistir; onlar mukabele istemez ve asla beklentilere girmezler. Sâfi, garazsız ve beklentisiz olmalarından dolayı da, -Allah’ın izniyle- muhataplarına tesir ederler. Bu şefkat sayesindedir ki, hiç ümit edilmeyen insanlar, hiç beklenmedik bir zamanda hidayete açılmış, imanın sımsıcak atmosferine sığınmış ve sırât-ı müstakîme dâhil olmuşlardır/olmaktadırlar.

 

“Cehennemi Ben Doldurayım!..”

İman ve Kur’an hizmetinin en önemli esaslarından biri kabul edilen şefkat de işte bu engin şefkattir. O, kurtulma değil, kurtarma cehd ü gayretidir; yaşama değil, yaşatma azmidir; rahat bir hayat sürme değil, gerekirse ruhunu feda etme yiğitliğidir; hatta Cennet’e yürüme değil, oraya adam taşıma himmetidir.. ayağının birini Cehennem’e diğerini Cennet’e koyup ateşten insan çıkarma yürekliliğidir.. yananların imdadına yetişmek için icabında Cennet’te kalmaktan dahi vazgeçip alevlerin üzerine yürüme şefkatidir.

Hayır, bu sözlerimle mübalağa etmiyorum, hakikî müşfiklerin ufkunu seslendiriyorum. “Güneşi bir elime, ayı da diğerine koysalar, yine de ben bu davadan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah nurunu tamamlayacak, ya da bu yolda ölüp gideceğim!” diyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şefkatini tarif etmeye çalışıyorum. En çileli ve ızdıraplı günlerinde muhatap olduğu Cennet’te kalma teklifini bile dönüp ümmetinin elinden tutma niyetiyle geri çeviren Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e Cennet’i terkettirecek kadar derin şefkatten bahsediyorum. O peygamberâne ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun en Sâdık Yârân’ın “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın” çığlıklarıyla ortaya koyduğu merhameti, “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım” deyip iki büklüm olan Müşfik İnsanın gönlündeki beklentisiz muhabbeti, acıma hissini ve kurtarma sevdasını anlatmaya çalışıyorum.

Evet, hakikî şefkat, merhum Zübeyr Gündüzalp’in “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” sözüyle dile getirdiği teessürü duyacak ve herkesin hidayete ermesi için ızdırapla kıvrım kıvrım kıvranacak kadar merhamet ve acıma hisleriyle dolmaktır.. ve işte bu ölçüde bir şefkat iman hizmetine gönül verenler için çok önemlidir.

Ne var ki, herkes aynı kıvamda bir şefkat kahramanı olamayabilir; her dava eri o ufkun mümessili olabilecek ölçüde bir çizgi takip edemeyebilir. Herkesin tabiatında o şefkat çekirdeği vardır; ama o çekirdeğin neşv ü nemâ bulması için de uygun bir inkişaf alanı lazımdır. Peygamberâne bir şefkati hissedebilmek, biraz da bilmeye bağlıdır; ilme ve irfana vâbestedir. Şefkat Peygamberi’nin nazarıyla kainâta, insanlara ve ahirete bakmayınca, beşerin hidayete ermesi yolunda gerekirse Cennet’ten bile vazgeçmenin ne demek olduğunu anlayamazsınız. Hazreti Ebu Bekir’in iman ve irfanıyla meseleleri değerlendirmeyince insanlığın kurtuluşu için Cehennem’e tek başına atılmaya razı olmanın manasını kavrayamazsınız. Hazreti Üstad’ın vicdanında sonsuz saadet ve ebedî şekavet hakikatlerinin nasıl bir tesir bıraktığını, iman ve küfür arasındaki derin uçurumun ve bunların nelere gebe olduğunun onun ruhunda ne türlü fırtınalara sebebiyet verdiğini tahmin edemeyince milletin iman selametine bedel Cehennem’in alevlerine rıza göstermenin nasıl bir tercih olduğunu takdir edemezsiniz.

Nitekim, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) şöyle buyurmuştur: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bir bilseniz, gök nasıl bir gıcırdayışla gıcırdayıp inliyor!. Zaten öyle olması gerekir; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhiye adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız!” Hazreti Ebû Zerr bu hadîsi dinleyince, “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım” demekten kendisini alamamıştır.

 

Yakma Allahım!..

O ufkun insanı olmayan birinin hem onları anlaması mümkün değildir hem de o seviyeye ait sözleri tekrarlaması gerçek hissiyatının sesi-soluğu olmayan kuru bir taklitten ibarettir. İmansızlığın nasıl bir felaket olduğunu bilmeyen, inançsızları bekleyen akıbetin elemini vicdanında hissetmeyen sıradan bir insanın “Cehennemi ben doldurayım...” demesi ya da gözünde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu olduğunu söylemesi büyük bir iddia olur. İnsanların dalâleti karşısında her gün ölüp ölüp dirilenler ve Hak’tan kopuk yaşayan birini gördükleri zaman içi kavruluyormuşçasına yüreği “cızzz” edenlerdir ki, işte, insanların ahiret selameti için icap ederse Cehennem’de yanmaya gerçekten rıza gösterebilecekler o şefkat erleridir.

Erzurum’da Hacı Musa adında, kendisini hizmete adamış, Nurlar’ın keramet ve ikramlarına mazhar, çok hâlis bir insan vardı. Ondan, mevzumuzla alâkalı bir hâdise dinlemiştim. Hacı Musa Efendi’nin anlattığı hâdisedeki kahraman Fırıncı İshak Baba idi. Bildiğiniz gibi, tarih boyunca, fırıncılar ve demirciler arasından pek çok Hak dostu çıkmıştır. Hep ahiret sıkıntılarını hatırlatacak ağır işlerde çalışan ve Cehennem’in alevlerini akla getirecek şekilde ateşle çokça meşgul olan kimseler o işlerde adeta pişmiş ve olgunlaşmışlardır. İshak Baba da alevler karşısında çalışa çalışa ateşin ne demek olduğunu çok iyi duymuşlardan biriydi. Dersleri hiç kaçırmayan, Risaleler’i yürekten dinleyen, çok konuşmayı sevmeyen ve ancak ihtiyaç olduğunda bir-iki kelime etmekle yetinen bir gönül eriydi.

İshak Baba, Hacı Musa Efendi ile beraber hacca giderlerken otobüsleri bir yerde mola verir. Herkes bir şeyle meşgul olurken İshak Baba gözlerini kapatır ve murakabeye dalar. Neden sonra bir taraftan gözlerinden yaşlar boşanır, bir taraftan da dudakları kıpır kıpır hareket etmeye başlar. İşte, tam o an kırk kişilik otobüs zangır zangır titrermişçesine hareket eder ve bir metre kadar ileri geri gidip gelir. Herkes ne olduğunu merak edip heyecanla etrafa bakınmaya dururken, Hacı Musa Efendi’nin gözleri İshak Baba’ya takılır. Bakar ki, o Hak dostu çok farklı bir atmosferde, adeta kendinden geçmiş gibi. Bir aralık, ona sorar: “İshak Baba, ne oldu, ne düşünüyor ve neler söylüyordun?” der. Onun cevabı şöyle olur: “Ahireti, sorgu-suali, Cennet ve Cehennem’i düşünüyordum. Bir anda Cehennem gözlerimin önünde alev alev tülleniverdi. İnsanların çoğunun birer âsî olarak oraya gideceklerini düşündüm. Onlar adına o kadar çok üzüldüm ki, azabın dehşetini vicdanımda derinlemesine duyunca Rabbim’den niyaz ettim ve gayr-i ihtiyarî defalarca şunu söyledim, “Yakma Allahım, şu biçare kullarını yakma; sonra dilersen onlara bedel beni at nâra!”

 

Karasevdalılar ve Sarp Yokuşlar

Öyle ümit ediyorum ki, günümüzün karasevdalıları da, hakikî şefkatin birer temsilcisidirler. Onların gönül dünyalarında sürekli Hak mülâhazası köpürür durur; beyanlarında ise, derin bir Allah aşkı, varlık sevgisi ve insanlara karşı da engin bir şefkat nümâyândır. Hak rızası, onların kilitlendikleri biricik hedef; O’ndan ötürü insanları sevip herkese sîne açmaları da tabiatlarının gerçek rengidir. Onlar, paslanmış ve küflenmiş gibi görünen en katı kalbleri, en sert tabiatları bile sevginin sırlı anahtarlarıyla balmumu gibi yumuşatır, gönül kapılarını aralar ve muhataplarına muhabbet lisanından en tatlı nağmeleri dinletirler. Severler, sevilirler ve herkese şefkatle muamele ederler.

Zaten, öyle olmasaydı, rahatlarını terkedip, sevdiklerini ve ülkelerini arkada bırakıp dünyanın en ücra köşelerine şefkat seferleri düzenleyebilirler miydi? Senelerce sıla hasretine, anne-babadan, yâr-yârandan ayrılık hicranına dayanabilirler miydi? Geçen gün bir program münasebetiyle, kıymetli bir devlet adamımızın anlattığı hadisede olduğu gibi; şayet onlar şefkat hisleriyle yollara dökülmeselerdi, gittikleri yerde birkaç sene kaldıktan sonra “Ülkeni, anne-babanı özlemedin mi; ne zaman döneceksin?” diye soran birine “Efendim, biz dönmeye değil, burada hizmet edip burada ölmeye geldik!” diyebilirler miydi? Evet, bu adanmış ruhların daha yola çıkarken yaşatma mefkuresine kilitlendikleri her hallerinden belli. Hal ve tavırlarındaki eda birer şefkat kahramanı olduklarının emaresi. Hazreti Rahmân ü Rahîm’den diler ve dilenirim, beni bu hüsn-ü zannımda yalancı çıkarmasın ve o müşfik insanların gönüllerindeki aşk u alâkayı hakikî şefkat ufkuna ulaştırsın.

Aslında, insanlığın kin, nefret ve gayzla yatıp kalktığı, dünyanın bir savaş alanı ve kan gölü haline geldiği bir dönemde sevginin tercümanı olmak ve herkese şefkatle yaklaşmak zorlardan zor bir iştir. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, insanların önlerindeki sarp yokuşları, göğüs gerilmesi büyük bir kahramanlık isteyen zor işleri sayarken, bu hususa da dikkat çekmiştir. “Sarp yokuş, bilir misin nedir?” dedikten sonra, “Sarp yokuş, bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır; kıtlık zamanında yemek yedirmektir; yakınlığı olan bir yetimi, ya da yeri yatak (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır. Bir de sarp yokuş: Gönülden iman edip, birbirine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır.” (Beled, 90/12-18) buyurmuştur.

Evet, “merhamet” iman edenlerin ayırt edici bir vasfıdır. Onlar asla katı kalbli, acımasız ve zalim kimseler olamazlar. Mü’minler, bela ve musibetlere karşı sabırlı oldukları gibi, insanlara ve bütün varlığa karşı da şefkatlidirler. Dahası, onlar her fırsatta birbirlerine merhameti tavsiye eder, toplumun safları arasında “acıma, merhamet etme, sevme ve herkese şefkatle kol-kanat germe” duygularını yayarlar. Bunu yaparken de, sadece dünyevî bir sevgi ve alâkadan bahsetmez; her fırsatta nazarları âhiretin yamaçlarına çevirir ve şefkat hislerini insanlığın sonsuz mutluluğu kazanması istikametinde değerlendirirler. Hemen her münasebetle, “Arkadaş, kabir var, hesap var, Cehennem var! Şu insanların ateşe doğru koşarcasına gittiklerini gördüğün halde onlara nasıl acımazsın; nasıl olur da ellerinden tutmaya çalışmazsın?!” derler.

Bazen bir çocuğun vefat haberini duyduğumuzda gözlerimiz doluyor; onun anne-babasıyla beraber biz de ağlıyoruz. Haddizatında, onun ölüp gittiğini ama yok olmadığını, bu dâr-ı fânîden bâkî bir âleme taşındığını ve ötede rahmet-i ilahiye tarafından sarılıp sarmalanacağını biliyoruz. Onun hiç kaybı olmadığı gibi, henüz rüşde ermediğinden belki ahirette valideynine de şefaat edebileceğine inanıyoruz. Fakat, yine de ona yüreğimiz yanıyor, içimiz burkuluyor ve ardından ağlıyoruz. Ya bir insan nâmütenâhî bir saadetten mahrum kalacak ve ebedî şekâvete dûçar olup Cehennem’e gidecekse.. işte, bu ihtimal karşısında bir insanın yüreği “cızzz” etmiyorsa, o kalbin inanan bir insana ait olduğunu ve o yüreğin iman nurlarıyla aydınlandığını söylemek çok zordur.

Hâsılı, şefkatle mamur bir kalbin sahibi, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin gölgesinde hep incelerden ince davranır. Hakikî şefkati, insanların yüzlerini ahirete çevirip onların ebedî huzuru kazanmaları için çırpınma şeklinde anlar ve bütün hareketlerini bu anlayışa göre ayarlar. Gülerken de ağlarken de, severken de kızarken de hep muhataplarının yarınlarını, hayır yarınlarından da öte akıbetlerini, ahiretlerini düşünür. Sinesinde bu hissi taşıma bahtiyarlığına ermiş biri, sevgi ve merhamete muhtaç herkese şefkat elini uzatır; gücü yettiğince devrilenleri tutar kaldırır; açları doyurur, üşüyenleri ısıtır; yalnızların, gariplerin vahşetini giderir ve kimsesizlere kimse olur. Bütün bu âlicenaplıkları ortaya koyarken de bir teşekkür bile olsa kat’iyen herhangi bir karşılık beklemez; beklemez, zira şefkat, karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi beslemenin unvanıdır. (Diriliş Çağrısı, “İmdada Yetiş Engin Şefkatinle” başığı altında)

 

MERHAMET

Merhamet varlığın ilk mayasıdır. Onsuz, herşey bir bulamaç ve kaostur. Herşey merhametle var olmuş, merhametle varlığını sürdürmekte ve merhametle nizam içindedir.

Gökler ötesinden gelen merhamet mesajlarıyla yer, düzene kavuşmuş; semâ tesviye görmüştür. Makro âlemden mikro âleme kadar her şey, hayranlık uyaran bu âhenge ve çelik çavak işleyişe merhamet sayesinde ermiştir.

Bu hareket ve işleyişte her şeyin, ebedî var oluşta kazanacağı hâl ve alacağı durumun provası yapılmaktadır. Ve bütün varlıklar bu istikamette bir çırpınış içindedir. Her çırpınışta nizam ve intizam nümâyân, her sıçrayışta merhamet şûlefeşândır.

Titreyen havanın letâfetinde, rakseden suların kıvrılışında, burnumuzun dibine ve ayağımızın ucuna kadar gelen bu dâsitanî rahmeti görmemek mümkün mü?

Bulut, merhametten kanatlarıyla başımızın üstünde dolaşır durur. Yağmur, kemer kuşanmış süvarî gibi, onun dölyatağından kopup imdadımıza gelir. Yıldırımlar, şimşekler bin bir tarraka ile “Rahmet-i Sonsuz” adına bir gazelhân olur. Karalar ve denizler, ağaçlar ve otlar, yüz yüze ve diz dize, ayrı ayrı söz ve nağmeleriyle merhamet türküsü söyler durur.

Şu solucana bakın! Ayaklar  altında ve kendi hesabına alabildiğine merhamete muhtaç; ama o, bu hâliyle pek çok şeye merhamet etme yolunda, yorgunluk bilmeyen bir yolcudur. Şefkatli toprak ona bağrını açar. O da, bu sıcak kucağın her avuç toprağına yüzlerce döl bırakır. Ve, toprak ana bununla havalanır, bununla kabarır ve her yanıyla pişer ve olgunlaşır. Toprak solucana, solucan da toprağa rahmet; ya gübre olsun diye otu, kökü yakan nadanlara ne demeli? Zavallı insan! Hem toprağa hem de solucana merhametsizlik ettiğinin farkında bile değildir!

Bir de bin bir çiçeğe cilve çakan şu arıya ve kozasına gömülüp kendini hapseden ipekböceğine bakın! Merhamet orkestrasına uyma uğrunda, neleri göğüslüyor ve nelere katlanıyorlar. İnsana bal yedirmek ve ipek giydirmek için, bu koçyiğit fedâilerin çektikleri sancıyı görmemek elden gelir mi?

Ya, yavrusunu kurtarmak için başını köpeğe kaptıran tavuğun, nasıl bir şefkat kahramanı; açlığını yutup, bulduğu şeyleri yavrusuna yediren aç canavarın, nasıl ayrı bir babayiğit olduğunu hiç düşündünüz mü?

Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet va’deder. Bu itibarladır ki, kâinata bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar; tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritm içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değil. Ve sonra bütün şu parça parça acıma ve şefkat etmelerin arkasında, bu esrarlı koroya hükmeden, her şeyi çepeçevre sarmış geniş rahmetin sezilip hissedilmemesi..

Bütün bu olup bitenler karşısında insan, şuur ve iradesiyle; idrak ve düşüncesiyle “konsantre” olarak bu engin rahmeti kavrama ve soluklarıyla ona kendi nağmesini katma sorumluluğu altındadır. İçinde yaşadığı topluma, insanlığa, hattâ bütün canlılara, bir insanlık borcu olarak merhamet etme mükellefiyetindedir. O, bu yolda merhamet ettiği nisbetde yücelir; gadre, zulme, insafsızlığa düştüğü ölçüde de horlaşır, hakirleşir ve insanlığın yüzkarası olur.

Bir bâğiye, susuzluktan kıvranan zavallı bir köpeğe merhamet edip su içirdiği için, cennetlere yükseldiğini ve evindeki kediyi aç bırakıp, ölümüne sebebiyet veren bir başkası ise, yıkılıp Tamu’ya  gittiğini, en doğru sözlüden işitiyoruz.

Merhamet edin ki, merhamete mazhar olasınız! Yerde merhamet eden bir ele, gökler ötesi âlemlerden bin muştu gelir.

Bu sırrı kavrayan atalarımız, her yerde bin merhamet ocağı tüttürdüler. İnsanları da aşarak, hayvanları koruma ve himaye etme vakıfları te’sis ettiler. Bu, onlardaki derin merhamet anlayışının bir karakter, bir huy hâline gelmesinden başka bir şey  değildi.

Ayağı kırılmış bir kuş, kanadı sakatlanmış bir leylek, kim bilir hangi merhamet erini tâ ciğerinden vurdu ki; menziline varamamış garip kuşlar için, huzur evi yapar gibi, ona, hayvânî barınaklar yapma fikrini ilham etti.

Ah!  Keşke, onların, hayvanlara merhamet ettiği kadar, insanlarımıza merhametli olabilseydik… Heyhât! Kendimize merhamet etmediğimiz gibi, neslimizi de alabildiğine bir umursamazlık ve merhametsizlik hissiyle mahvettik. Evet, şu bin bir boğucu hâdisenin ve artık içinde durulmaz hâle gelen içtimâî atmosferin, gerçek müsebbipleri bizleriz.

Bir de, merhamet duygusunun ölçüsüz kullanılması ve su-i istimâl edilmesi vardır ki, o da, merhametsizlik kadar, belki daha fazla sevimsiz ve zararlıdır.

Yerinde kullanılan merhamet, bir âb-ı hayat, bir iksir ise, onun su-i istimâl edilmesi de, bir zehir, bir zakkumdur. Ve, asıl olan da, işte bu terkibi kavramaktır. Oksijen ve hidrojen, belli nisbetleriyle terkibe girince, en hayâtî bir unsuru meydana getirirler. Nisbet bozulduğu ve ayrı ayrı kaldıkları anda ise, yanıcı ve yakıcı hüviyetlerine dönerler. Bunun gibi, merhametin de, hem dozu, hem de kime karşı yapılacağı çok mühimdir. “Canavara karşı merhamet göstermek, iştahını açar, sonra döner dişinin kirasını ister.”  Azgına merhamet, onu iyice saldırgan yapar ve başkalarına tecavüze teşvik eder. Yılan gibi zehirlemekten lezzet alana merhamet edilmez. Ona merhamet, dünyanın idaresini kobralara bırakmak demektir…

Eli kanlı, yüzü kanlı; gönlü kanlı, gözü kanlı; hâsılı, hem deli hem de kanlıya merhamet, bütün mağdurlara, bütün mazlumlara karşı en korkunç bir merhametsizliktir. Böyle bir tutum ise kurda acıyıp da, kuzuların hukukunu kâle almama gibi bir şeye benzer ki; kurtları güldürse bile, bütün âsumânı âh u efgâna getirecektir. (Çağ ve nesil)

 

EK-2

Şefkat ve Müslümanların dertleriyle dertlenme :

 

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ يُوسُفَ، حَدَّثَنَا سُفْيَانُ، عَنْ هِشَامٍ، عَنْ عُرْوَةَ، عَنْ عَائِشَةَ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهَا قَالَتْ: جَاءَ أَعْرَابِيٌّ إِلَى [ص:8] النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ: تُقَبِّلُونَ الصِّبْيَانَ؟ فَمَا نُقَبِّلُهُمْ، فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «أَوَأَمْلِكُ لَكَ أَنْ نَزَعَ اللَّهُ مِنْ قَلْبِكَ الرَّحْمَةَ»

Efendimizi torunlarını öperken gören bir A’rabi, “Çocuklarınızı öpüyor musunuz?” diye sordu ve ekledi: “Biz onları öpmeyiz.”

Bunun üzerine Efendimiz buyurdular ki: “Allah kalbinizden rahmeti söküp aldı ise ben ne yapabilirim!”

الكتاب: الجامع المسند الصحيح المختصر من أمور رسول الله صلى الله عليه وسلم وسننه وأيامه = صحيح البخاري

المؤلف: محمد بن إسماعيل أبو عبدالله البخاري الجعفي

7473 - حَدَّثَنَا مُحَمَّدٌ، ثَنَا أَحْمَدُ، نَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَبِي جَعْفَرٍ الرَّازِيُّ، عَنْ أَبِيهِ، عَنِ الرَّبِيعِ بْنِ أَنَسٍ، عَنْ أَبِي الْعَالِيَةِ، عَنْ حُذَيْفَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ، وَمَنْ لَمْ يُصْبِحْ وَيُمْسِ نَاصِحًا لِلَّهِ وَلِرَسُولِهِ وَلِكِتَابِهِ ولإِمَامِهِ ولِعَامَّةِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ»

لَا يُرْوَى هَذَا الْحَدِيثُ عَنْ حُذَيْفَةَ إِلَّا بِهَذَا الْإِسْنَادِ، تَفَرَّدَ بِهِ: عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَبِي جَعْفَرٍ الرَّازِيُّ "

“Müslümanların işleriyle dertlenmeyen onlardan değildir. Sabahladığında sabahleyin, akşamladığında akşamleyin Allah’a samimi kulluk bağları ile bağlı olmayan, Peygamberine samimi ümmetlik duyguları ile bağlı olmayan, Kur’an’a samimi duygularla bağlı olmayan, müslümanların imamına ve müslüman topluma samimi duygularla bağlı olmayan onlardan değildir.”

 

الكتاب: المعجم الأوسط

المؤلف: سليمان بن أحمد بن أيوب بن مطير اللخمي الشامي، أبو القاسم الطبراني (المتوفى: 360هـ)

6011 - حَدَّثَنَا أَبُو نُعَيْمٍ، حَدَّثَنَا زَكَرِيَّاءُ، عَنْ عَامِرٍ، قَالَ: سَمِعْتُهُ يَقُولُ: سَمِعْتُ النُّعْمَانَ بْنَ بَشِيرٍ، يَقُولُ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «تَرَى المُؤْمِنِينَ فِي تَرَاحُمِهِمْ وَتَوَادِّهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ، كَمَثَلِ الجَسَدِ، إِذَا اشْتَكَى عُضْوًا تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ جَسَدِهِ بِالسَّهَرِ وَالحُمَّى»

Müminleri birbirlerini sevmekte, bir birine acımakta ve bir birlerine ihsanda bulunma hususunda bir cesedin uzuvları gibi görürsün. Cesedin bir uzvu hasta olursa diğer uzuvları da uykusuzluğa ve ateşli hastalığa düçar olur.

الكتاب: الجامع المسند الصحيح المختصر من أمور رسول الله صلى الله عليه وسلم وسننه وأيامه = صحيح البخاري

المؤلف: محمد بن إسماعيل أبو عبدالله البخاري الجعفي

149 - وعن أبي هريرة - رضي الله عنه - قال : قال رسول الله - صلى الله عليه وسلم - :

مثلي كمثل رجل استوقد نارا ، فلما أضاءت ما حولها ، جعل الفراش وهذه الدواب التي تقع في النار يقعن فيها ، وجعل يحجزهن ويغلبنه فيتقحمن فيها ، فأنا آخذ بحجزكم عن النار ، وأنتم تقحمون فيها . هذه رواية البخاري ، ولمسلم نحوها ، وقال في آخرها : قال : فذلك مثلي ومثلكم ، أنا آخذ بحجزكم عن النار : هلم عن النار ، هلم عن النار ! فتغلبوني . تقحمون فيها . متفق عليه

Benim ile sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.

 

EK-3

DUYDUKLARINI DUYURMA

Bir Uzun Seyahati Noktalarken, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4:

Bu yol ve yöntemlerledir ki, Hak yolcuları kalb ve ruh ufkunda “seyr ilallah” unvanıyla kendi uzaklıklarını aşarak O’nun yakınlığını duymaya koşar; “seyr fillâh” mülâhazasıyla kendilerini aradan çıkarır ve her şeyi O’na bağlı götürmeye çalışır; “seyr maallah” mazhariyetiyle O’nun maiyyetini kendi aşkınlığıyla zevk etmeye yönelir ve “seyr anillâh” zirvesinde de duyulanı duyurma, erilene erdirme, bilineni bildirme iştiyakıyla coşar; kesrete vahdet boyası çalar, o Ayanlardan Ayan’ı herkese beyan etmeye koşar ve oturur kalkar sürekli O’nu dillendirirler ki, bence hakikî insan olmadan gaye de bu olsa gerek...

Seyr u Sülûk, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2:

Dördüncü mertebe, “seyr anillâh” mertebesidir; bu seviyedeki “seyr”e “sefer-i râbi’” dendiği gibi “telvin ba’de’t-temkin” de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Tabir-i diğerle, vahdet ve izafî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölgesinde tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kurtarmaya, “Hazîratü’l-Kuds”e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuşturacağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşad etme; tâlipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yoldakilere rehberlikte bulunma; zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme; nura ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hak’tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce pâyeyi, bazı tasavvuf erbabı “bekâ billâh maallah” veya “fark ba’de’l-cem” şeklinde isimlendirmişlerdir.

Bu ufka erenler, vahdeti kesrette, kesreti de vahdette görür, tek yüzlü iki derinliği birden yaşar, kendi maiyyetiyle beraber, maiyyete taşıdıklarının haz ve hazz-ı ruhanîsiyle her lahza ayrı bir vuslata “bismillâh” der.. ne iltibas ne şatahat ne de naz; niyazla oturur kalkar ve sürekli temkin soluklar.. “ilallah”ta “fillâh” esintilerini duyar; “maallah”ta “minallah” veya “anillâh” gerçeğini müşâhede eder.. hem vâcid yaşar hem fâkid bulunur; hem mehcûr görünür hem vâsıl bulunur ve kurb-bu’du bir arada duyar.

Böyle bir hak yolcusu, yolcuların en kâmili, mürşidlerin en mütekâmili, tam bir terbiye üstadı ve irşad halifesidir. Kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir.. حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِه يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” fehvâsınca böyle bir vâsıl, zılliyet planında hem muhibtir hem de mahbub.. duygularındaki safvet, düşüncelerindeki derinlik, temsilindeki ciddiyet, hâl ve davranışlarındaki duruluk onu, hemen herkesin her hâlükârda başvuracağı öyle bir âb-ı hayat kaynağı, bir ümit meşalesi hâline getirmiştir ki her tâlib-i feyz-i Hudâ ona koşar, her âşık-ı nur-i Hudâ O’nun rehberliğine sığınır; sığınır zira:

                             “Menşe-i hüsn-ü ameldir hüsn-ü hâl,

                               Hüsn-ü hâlde oldu âsâr-ı kemâl.” (Anonim)

 

 

[1] Hakiki şefkat: “Hakikî şefkat”, insanların ebedî saadeti kazanmaları için kalbin tir tir titremesinin ve bunun neticesinde ortaya konan halisâne cehd ü gayretlerin unvanıdır. Evet, insanların geçici dünya hayatıyla alâkalı bazı sıkıntılarını giderme, burada huzur içinde yaşamalarını sağlama, onlara alâka duyma, sevgi ve muhabbet besleme, acıma ve yardım etme gibi hususlar şefkatin sadece bir yanını teşkil etmektedir. Şefkatin tam ve olgun hâli ise, ancak insanları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir mutluluğa kavuşturmak için gereken bütün himmet ve gayreti ortaya koymakla gerçekleşir.

[2] Şefkat ve acıma hissi her insanda potansiyel olarak bulunmaktadır fakat kalbi ve ruhi hayatın inkişafına bağlı olarak gelişir. Sadece insanlara değil bütün varlığa derin bir şefkat duyarak bakmayı getirir. Örnek olarak Bediüzzaman Hazretlerinin 24. Mektup 1. Makama ve 4. Şua 4. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiyesinde geçen şu paragrafa bakabiliriz: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip -şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye- elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Mânâma dikkat et ve iman dûrbîniyle bak!" Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud'un eseri ve san'atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef'alde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azab çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, herbiri o meyveler adedince firakları hissedecek. Şualar ( 69 )

[3] Hocaefendi bu mevzu ile alakalı olarak öteden beri şunları söylemektedir: Benciller derler ki, “Ateş düştüğü yeri yakar.” Bu söz, hodbîn ve egoist ruhların sözüdür. “Ateş çevresini de yakar” ifadesi ise bir parça diğergam ruhların sözü. “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar” sözüne gelince, bu, kâmil ruhların vicdanlarının sesidir. Gurbet Ufukları kitabında da aynı konuyu şöyle ifade etmektedir: “Ateş düştüğü yeri yakar” sözünden iğreniyorum. Eğer mü’minsem, niçin her yere düşen ateş beni de yakmıyor! Mustarip insan ne kadar da az!... Dünya yansa dertsizin bir tutam otu yanmıyor.

[4] Bu konudaki hadis-i şerifler için EK-2’e bakınız.

[5] Re’fet tayflarına çağrı: Mahbûb-u Âlem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin.”[5][6] ifadesiyle dile getirmektedir. Benzer âyet-i kerimelerde de, Cenâb-ı Allah, Resûl-i Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin.”[5][7], “Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.”[5][8] şeklinde hitap etmektedir.

Aslında, bu ilâhî hitaplar da Allah Resûlü’nün, ister ümmet-i davetin isterse de ümmet-i icabetin genel tavır ve durumları karşısındaki duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkur âyet-i kerimeleri de Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını tadil eden ve onu ikaz için inen birer ilâhî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet, beyanlarda tadil ve tenbih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir takdir ve iltifat da vardır.

Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekrem’ine âdeta “Habibim, şu ilâhî mesaja kulak verip ona dilbeste olmuyorlar ve inanıp onun rehberliğinde huzur-u daimiye yürümüyorlar diye öyle üzülüyor, öyle kederleniyorsun ki neredeyse bir mum gibi eriyip tükeneceksin. Senin bu yüce ve incelerden ince ruhun ileride öyle bir kaynak hâline gelecek ki, gönlünde azıcık haşyet duygusu barındıran herkes kalb kâsesini doldurmak için o kaynağa koşacak. Öyleyse, Sen tebliğ vazifeni yap, takdiri Allah’a bırak; kendine o kadar eziyet etme!” demektedir ki, bu hem çok ulvî bir iltifattır, hem bir ızdırap insanında olması gereken ruh enginliğini gösterme ve arkadan gelenlere hedef belirleme demektir, hem de Kur’ân’ın mesajının hüşyar gönüllerde mâkes bulacağının bir müjdesidir. (Kalb İbresi, “İkaz Görünümlü İlahi İltifatlar”) Mefkure İnsanı yazısında da bu mevzu şöyle ifade edilir: Gerçek hayat, bugünün ve yarının insanları düşünülerek planlanan ve onlar için yaşama gayesiyle mefkûrelendirilen hayattır. İşte baştan sona kadar hayatın her basamağına hakim olan böyle bir şuur, bir idrak, bir his, hakikî insan olma karakterinin tam resmi ve hadd-i tâmmıdır. Bu öyle bir resimdir ki, firasetle ona bakabilen herkes, bu fotoğrafın arkasında bütün bir varlıkla ne derin ve ne sıcak bir alâkanın bulunduğunu rahatlıkla görebilir. Bu resimde, insan, hem kendine hem de başkalarına kalb gözüyle bakar ve bakıp gördüklerini de vicdanın kadirşinaslığı ile değerlendirir. İşte insan böyle bir bakış zaviyesi sayesinde, kendi iç dünyasını daha iyi temâşâ ettiği gibi, aynı menşurla çevresini de daha yakından görüp tanıma imkânını yakalar ve herkesi, her şeyi daha mülâyim, daha yumuşak ve daha sıcak bulur. Ne var ki, böyle bir iç derinlik, hemen birdenbire elde edilemez. O, vicdanlarımızın derinliklerinde uzun bir mayalanma döneminden sonra ortaya çıkan bir merhamet tezahürü ve gönlün dilinden bir insanî çağrıdır. Bu çağrı, gönül adamının vicdanından fışkırır, her yana kendi boyasını çalar ve zamanla da her şeyi kendi diliyle konuşturmaya başlar. O doğrudan doğruya kalbden yükseldiği için de dıştaki şerarelerden ve şurada-burada havayı kirleten parazitlerden de asla müteessir olmaz. (Işığın Göründüğü Ufuk; “Mefkure İnsanı”)

Ruh Mimarı Rabbaniler’yazısında da aynı mevzu şöyle ifade edilir:

Bizim, içten ve dıştan gelecek ihsanlara, düşünce sistemlerine değil; bizim, topyekün milletimizde mesuliyet ve ızdırap şuuru uyarabilecek ruh ve düşünce hekimlerine ihtiyacımız var. Gelip-geçici saadet vaadi yerine ruhlarımızda derûnîlik meydana getirecek ve bizi bir hamlede, mebde ile müntehâyı birden görebileceğimiz seviyeye ulaştıracak ruh ve düşünce hekimlerine.

Evet, şu anda biz, icabında Cennet’e girmekten dahi vazgeçip ve şayet girmişse, dışarıya çıkma yollarını araştıracak kadar mesuliyet ve dava âşığı insanlar bekliyoruz. “Güneşi bir omzuma, ayı bir omzuma koysalar, ben bu işten vazgeçmem!”[5][3] diyen insanlar.. bu bir Peygamber ufkudur. Bu ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun bir dimağ, yerinde: “Gözümde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanma­ya razıyım!”[5][4] der iki büklüm olur.. veya ellerini açar, “Vücudumu o kadar büyüt ki Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın!”[5][5] çığlıklarıyla semavâtı lerzeye getirir.

Evet, bugün insanımızın, her şeyden daha çok, milletinin günahları için ağlayan, insanlığın affedilip bağışlanmasını, kendi bağışlanmasının önünde bekleyen.. ve A’râf’ta durup Cennetliklerin hazlarıyla yaşayan, Cennet’e girse dahi şahsî hazlarını duymaya vakit bulamayan derûnîlere ihtiyacı var...

[6] Muvakkat dünya hayatı itibarıyla tek bir insan hayatı bu ölçüde önem arz ediyorsa, âlemşümul bir “ba’s ü ba’de’l-mevt” himmet ve gayretinin âhiret terazilerini kıracak keyfiyette olduğunu söylemek mübalağa olmasa gerek. Evet, bir diriliş eri, dudağında hayat üfleme sûru, oturup-kalktığı her an “ahsen-i takvîm”e mazhariyetinin şuuruyla, kalbî ve ruhî hayat meflûçlarının hallerini bir hazan manzarası hissiyle duyar.. ve “Gayrı durmak bana haram!” diyerek can çekişenlerin imdadına yetişme adına, yoğun bakımdan yoğun bakıma koşarcasına, ney nağmeleriyle diriliş besteleri sunar kalbinin dilinden.

Büyütmez gözünde bu çatlayasıya koşuşu ve mahmuzlar iradesini gerçek insan olmanın gereği gaye-i hayal ufkuna doğru. Böyle biri “mefkûre” deyip çıktığı güzergahta yol-yöntem bilmeyenlere rehberlik yapar.. yürüme yorgunluğu yaşayanlara enerji üfler.. hedefsiz yığınlara pusula olur.. güneşe sırt dönüp gölgesine takılıp gidenlere hep o ziya kaynağına dönmelerini fısıldar.. devrilme zaafı gösterenlere destek ve dayanak olur.. değişik dâhiyelerle sürüm sürüm hale gelmiş olanlara kol-kanat açar.. dört bir yanda yankılanıp duran ağlamaları dindirmeye çalışır.. çekilen acı ve ızdıraplarla bîtâp düşmüş olanlarla dert paylaşımına gider.. gariplere yoldaş olma azm u ikdâmıyla türlü türlü gurbetlere katlanır.. zalimlerin hay-huyuyla mazlum iniltileri arasına girer.. tulumbası elinde, sürekli yangın söndürmeden yangın söndürmeye koşar.. vicdanının derinliklerinde duyarak sergilediği bu yaşatma hissini, îsâr ruhunu, hep ihlas-rıza yörüngeli götürme gayreti içinde olur ve her zaman bir ruhânîlik tavrı ortaya koymaya çalışır.

“Seyr anillah” mazmun ve ufkunu hatırlatan bu duygu, bu düşünce ile o sürekli metafizik gerilim içindedir ve sevinmenin yerine sevindirme nağmeleriyle inler durur.. gülme-eğlenme yerine gönüllerde huzur hâsıl etme arkasından koşar.. yaşamaya hep başkalarının ızdırap ve sevinci zaviyesinden bakar.. karanlıkta yol almaya çalışanların sağında solunda meşaleler oluşturur.. hedefe varmayı vardırmaya bağlı görür.. sağda-solda duyulan âh u zâr ve iniltilere karşı alakasızlığı dilsiz şeytanlık sayar ve canlı kalmasını canlara can olmaya bağlar, yürür peygamberler güzergâhında Hazreti Rehber-i Şehinşâh vesayetine. (Yaşatma Mefkuresi)

[7] Efendimizi miraçtan döndüren sır: Dördüncü mertebe, “seyr anillâh” mertebesidir; bu seviyedeki “seyr”e “sefer-i râbi’” dendiği gibi “telvin ba’de’t-temkin” de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Tabir-i diğerle, vahdet ve izafî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölgesinde tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kurtarmaya, “Hazîratü’l-Kuds”e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuşturacağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşad etme; tâlipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yoldakilere rehberlikte bulunma; zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme; nura ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hak’tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce pâyeyi, bazı tasavvuf erbabı “bekâ billâh maallah” veya “fark ba’de’l-cem” şeklinde isimlendirmişlerdir. (Detaylar için EK-3’ye bakınız)

[8] Çirkâb: Kirli su, çirkef.

[9] Şefkati dindirmemek için vazife şuuru ile okuyalım: Zannediyordum ki, gün yüzüne çıkan her tomurcuk bir çiçek olacak ve bu çiçeklerin bütünü de, yapraklarında gamze çakan jâlelerle sonsuzluğa kadar sürüp gidecek!.. Zannediyordum ki, yamaçlarımızı kanaviçe gibi saran goncalar hep diri kalacak, ovalarımızı alan başaklar hep hayat soluklayacak; selvilerimiz ince ince salınacak ve derelerimiz gürül gürül akacak!.. Zannediyordum ki, upuzun bir kıştan sonra sürgün eden filizler, büyük muzdariplerin diriltici solukları altında, ölümsüzlüğe erecek ve daima taze, daima canlı kalacak!..

Zannediyordum ki, aylar, güneşler ufkumda birbirini takip edip duracak ve yurdumun seması, hiç mi hiç hüsûf ve küsûf[9][1] görmeyecek!

Zannediyordum ki, yıllarca bahar bekleyen neslim, karlara cemre düştüğü bugünlerde, gidip yeniden ölüm uykusuna yatmayacak. Hızır’la buluştuktan sonra, âb-ı hayat içmeden geriye dönmeyecek!..

Zannediyordum ki, şimdiye kadar bin defa hipnoz edilen insanımız, bir daha aynı oyuna gelmeyecek ve aynı hokkabazların iradesine teslim olmayacak!..

Zannediyordum ki, dirilen her ferdimiz, bundan böyle genç ve zinde kalacak; bel ağrıları, baş dönmeleri onun semtine sokulamayacak. Burcu burcu diriliş kokacak onun yaşadığı iklim ve bucaklar. Unutulacak tabutlukların yolları ve çatır çatır çatlayacak teneşir tahtaları. Ve buhurdanlar misk ve kâfura hasret kalacak!..

Zannediyordum ki, her an ölüm tehditleri altında, havarî gibi yola çıkan bu hasbîler topluluğu Hz. Mesih’e çarmıh hazırlayanlara asla iltihak etmeyecek. Servetler, şöhretler, makamlar, mansıplar onlara yol ve yön değiştirtmeyecek. Pest şeyler gönüllerine girip bakışlarını bulandıramayacak. Onlar, hep aynı şeyleri düşünecek, aynı şeylerin türküsünü söyleyecek ve aynı hayatı en ritmik şekilde yaşamaya gayret gösterecekler!..

Zannediyordum ki, mazlumun âhını dindirmek, zalimin soluklarını kesmek ve ilhad ateşini söndürmek için, Yaradan’a ahd ü peymânda bulunan bu kudsîler, gizli-açık asla zalime yahşî çekmeyecek, şahsî rahat ve sûrî saadeti için geçmişini küçümsemeyecek ve mazisinden kopmayacak!..

Zannediyordum ki, ruh kökümüzle olan alâkamız, gün be gün pekişecek, yüce düşüncelerimizden hiçbiri ebediyetlere terk edilmeyecek; davranışlarımız asla değişmeyecek ve hayatımız, şâhikalardan kopup gelen dupduru ırmakların akıp akıp denizlere dökülmesi gibi, hep millî ruh ummanı içine dökülecek ve kendi kendini yenilemeye hazırlayacak. Ayrı ayrı akan çaylar birbirine yanaşacak; cetveller sonsuzluğa açılan yollarda bir araya gelecek ve alâim-i sema[9][2] gibi, bir sürü renk, omuz omuza bulutların ötesine doğru kavisler çizecek!..

Ve hele, sanıyordum ki, bu ses, söz ve renk cümbüşüne başkaları da koşup gelecek ve bizlerle bütünleşecek!

Zannediyordum ki, yaşama zevki, hayat kaygısı ve tenperverlik bu yüce topluluktan fersah fersah uzak kalacak ve asla onların atmosferine girme imkânını bulamayacak... Onlar, sonuna kadar süt gibi duru, su gibi berrak ve toprak gibi mütevazi kalacaklar. Kendilerinden öncekileri yiyip bitiren lüks, israf, debdebe ve ihtişam onların evlerinden içeri giremeyecek ve onlara hükmedemeyecek.

Zannediyordum ki, insanımız, gönül verdiği Zât’ın dostluğuyla yetinecek, O’nun hoşnutluğuna koşacak ve başkalarına şirin görünme hevesine kapılmayacak; “Allah bes-bâkî heves”[9][3] deyip yoluna revan olacak...

[10] Burada Efendizin şahsında bütün müminelere ders olarak tebşir ve inzar “beşiran ve nezira” ayetine telmihte bulunuyuyor:  يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ ﴿٤٥﴾ وَدَاعِياً اِلَى اللّٰهِ بِـاِذْنِه۪ وَسِرَاجاً مُن۪يراً ﴿٤٦﴾
Meal:Ey peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik. (45-46)

[11] Hüsnü zan adem-i itimat düsturunda hüsnü zan tarafının ağır basması, adem-i itimat meselesinin kısmen de olsa ihmal edilmiş olması manasına

Gönülden kopup gelen bir şefkat hissiyle kalb ve ruhun titreyişidir acıma duygusu. Min vechin bütün canlılarda, Rahman u Rahim, Hannân u Mennân... gibi ilahî isimlerin bir tecellîsi olarak bulunsa da farklı derinlikleriyle insanoğluna has bir utûfe-i ilahiyedir[1]. Bu mevhibe-i fevkalade ile insan, -bütün bütün insanlıktan uzaklaşmamışsa- bir kor gibi içini yakan, ruhta ve düşüncede acıya dönüşen bir tablo karşısında hemen inlemeye durur.. duyarlılığıyla doğru orantılı, salar sızlanmalara kendini ve âh u vâhlarla soluklanmaya başlar.

Başta insanoğlu, hususiyle de anne-baba olmak üzere bütün canlılarda bu tür bir şefkat hissi ve acıma duygusunun mevcudiyeti “lâzım-ı gayr-ı müfârık” olarak söz konusudur ki, canlı, bu duyguyu tetikleyen hemen her tablo karşısında onu savma adına ölesiye gayretlere girer.. kendi hayatını istihkar edercesine “Can feda!” der ölüme yürür.. bu acıma hissinin neye mal olacağını düşünmeden ateşleri göğüsler.. yaşama duygu ve düşüncesini bütün bütün gönlünden siler.. ve bütün hissiyatıyla, çeşidi ne olursa olsun o acıyı dindirme ve o yangını söndürme üzerinde yoğunlaşır. Öyle ki, bu iç sızısıyla yavrularını koruma adına tavuk kediye-köpeğe saldırır.. tavşan ölümü göze alarak, kurtla-sırtlanla yaka-paça olur.. sığırlar arslana-kaplana boynuz tehdidinde bulunur... Hele insan hele insan; o, bu engin his ve iç derinliğini yitirmemişse, acıma hissini tetikleyen benzer tablolar karşısında yanar-yakılır.. kendini ateşlere atar.. ve o derin acıma ruh haletiyle gözünü kırpmadan yürür ölümün üzerine.

Şefkat hissi ve acıma duygusu kalbî hayatın inkişafıyla mebsûten mütenasiptir[2]; âlî ruhlarda aşar o her çerçeveyi ve gider ulaşır akrabü’l-mukarrabîn ufkuna. Onlar, isyan ederler “Ateş düştüğü yeri yakar!” bencilce mülahazalarına; “Nereye düşerse düşsün, o alev beni kavurur, püryan eder!” der, ellerinde insanî şefkat tulumbaları, “Yangın var!” âvâzeleriyle koşarlar alevleri söndürmeye[3]...

Büyüklerde, onların da büyüklerinde bu his o kadar derin ve içtendir ki, kendilerini su-i âkıbet çağlayanlarına salmış olanları gördükçe ölür ölür dirilirler ve böyle bir şefkat feveranı ve heymânıyla görmez ve hissetmez olurlar kendilerini[4]; olurlar da “Milletimin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” (Bediüzzaman) der dururlar. İnsanlığın ebedî saadeti adına Miraç’tan geriye dönüşü hatırlatan nağmelerle hislerini dillendirir ve yananların yerinde olmayı düşünürler. Onların şefkat ve acıma hisleri, melekleri imrendirecek mahiyette ve ötelerden gelecek re’fet tayflarına çağrı yörüngelidir[5].

Evet, onlar zılliyet planında peygamberâne bir azimle, ellerinde acıma ateşlerini söndürecek farklı renk ve desendeki reçetelerle, gece-gündüz demeden kapı kapı dolaşır; en içten şefkat nağmeli iniltilerle, “Ben geldim!” der; uğradıkları her kapının tokmağına “Uyanın!” âh u vâhıyla dokunur ve uyarmayı bir sabâ sesi ve soluğuna emanet ederek ayrılırlar; hem de birkaç kere daha dönmek üzere. Usanmazlar gelip gitmekten, hakaretler görüp saygısızlıklara maruz kalmaktan; zira yürüdükleri yol, insanları Cehennem’den uzaklaştıran, Cennet ve daha ötesine yakınlaştıran peygamberler yoludur ve onlar yürüdükleri bu yolun gereklerinin farkındadırlar.

Bu Mustafeyne’l-Ahyâr’ın deyip ettiklerinin ilham kaynağı, Efendiler Efendisi, verâların soluğu-sesi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın bu konudaki vicdan enginliğiydi. O, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı bir saatine mukabil gelmeyen Cennet debdebesini ve bir dakikasına mukabil gelmeyen “Kâb-ı Kavseyni ev Ednâ” ufkunu muvakkat bir vedaya emanet ederek, şu mihnet yurduna, başkalarını da esfel-i sâfilîne sürüklenmekten kurtarıp a’lâ-i illiyyîne yönlendirmek için dönüyordu[6]; kendine has o derin şefkat hissi ve Cehennem’e sürüklenenlere karşı acıma duygusuyla. Duyduklarını başkalarına da duyurmak, görüp ettiklerini herkese zevk ettirmek, gönül ve ruh deformasyonu yaşayan acınacak durumdaki tali’sizlere ziya ve nur armağan etmek için iniyordu aramıza...[7]

O, bu ölçüde bir îsâr ruhu sergilerken, bir taraftan yükseklerden yüksek karakterinin ve misyonunun gereğini yerine getiriyor; diğer taraftan da insanları küfrün karanlık akıbetinden kurtarma ve imanın vadettiklerine ulaştırma rampasını gösteriyordu. Aslında bu menendi bulunmayan Zirve İnsan, ilhad ve dalâlet çirkâbı[8] içinde bocalayıp duran ve insanlığını bütün bütün yitirmiş derbederleri gördükçe şefkat duygusu ve acıma hissiyle sürekli kıvranıp durmuş; kendine has o engin îsâr ruhuyla âh u vâh edip hemen herkesi o nurânî güzergâhına çağırmıştı. Bu sızlanış ve iniltiler mele-i a’lânın sakinlerini dahi rikkate getirmişti ki, Cenâb-ı Hak tarafından şu iltifat edalı tadillerle kendisine vazife çizgisini hatırlatma sadedinde “Şimdi onların Kur’an unvanlı bu söze inanmamalarından ötürü Sen neredeyse kendini yiyip bitireceksin.” (Kehf sûresi, 18/6) buyurularak, cayır cayır yanan sinesindeki ateşlere su serpiliyordu. Benzer tadil ve tavsiyelerin yanı sıra, Kur’an-ı Kerim’in tasrif çerçevesinde daha pek çok âyât-ı beyyinâtı, O’nun bu konudaki kamet-i bâlâsını vurgulama ve o güzergâhta yürüyenlere de bir temkin dersi mahiyetindeydi. O’nu anlamış, derslerini almış ve Cennet yolunda “pişdarlık” mülahazasıyla o semâvî sese ses katmışlardı. Evet, her konuda O’nu izleyen Hâle’ye müteveccih ruhlar da sürekli aynı re’fet ü şefkat tavrını sergilemiş, O’nun acıma nağmelerine nağmeler katarak sürekli sızlanmışlardı.

Onlardan sonra da ne bu iniltiler dinmiş ne de sinelerdeki acıma hissi sönmüştü.[9] Düşe kalka yürüyenlere, ötelere ait nağmelerle yeni yeni besteler sunuluyor, mutlu gelecek beşaretleri veriliyor; küfür, küfran ve dalâlet akıntılarına kapılmış, mukadder ateşlere doğru sürüklenenlere karşı da “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var!” çığlıklarıyla, herkes vukuu muhakkak böyle bir ateşi söndürmeye çağrılıyordu. Beşaretle ayrı bir acıma hissi seslendiriliyor, inzârla da Cehennem’e akışın önü alınmaya çalışılıyordu[10]. Allah’a, Peygamber’e inanmışlardı; düşünüp yaptıkları şeyleri de ister acıma hissi, ister şefkat duygusu, ister gönül safveti, gerçek insan olmanın gereği görüyor ve beklentisiz yerine getiriyorlardı. Mazmun ve mantuk Allah’tan, güfte meyelândaki tasarrufa bağlı enbiya-i izâmdan, hususiyle de Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-enâm’dan (aleyhissalâtü vesselâm), beste Hâle’dekiler ve Hâle yörüngesinde gözleri mâverâ-i tabiatı temaşa ile mahmur Mustafeyne’l-Ahyâr’dan.

Bu kutsal kor, arz u semayı semâa kaldıracak mahiyette içten idi ve tesiri de güçlüydü. İsrafil sûru gibi nağmeleri duyanlar, idrak ufku seviyelerine göre kıpırdanmaya duruyor; devam ve temadi ile an geliyor gönüllerince ona ses katıyorlardı. Zamanla o, tın tın kulaklarda çınlayan bir ba’s ü ba’de’l-mevt nağmesine dönüşüyordu. Bir an oluyordu ki bu şefkat duygusu ve acıma hissine, insanî değerler açısından her zaman durumu ve duyguları çok gerilerde olan yoldakiler de katılıyordu. Bir arının ölümü karşısında yarım saat acıma ve ağlamasıyla re’fet ü şefkat hissini ortaya koyan birinin, iç içe problemlerin, insanlık dünyasında değişik deformasyon fasit daireleri oluşturması karşısında ah u vah etmemesi de düşünülemezdi. Bu mülahazaları nazar-ı itibara alarak Kıtmîr de “Ben de acıyorum!” diyerek o kutsal senfoniye katılmak istedi; acınacaklara acıma destanları kesti ve düşe-kalka yürüyenlere tebâhları adına bir demet inilti sundu; sundu ve nurânî peygamberler güzergâhına rağmen ilhad bataklıklarında hedefsiz ve gaye-i hayalsiz yürüyenlere “Acıyorum!” dedi inledi.

“Bir kitabullah-ı azamdır serâser kâinat,

Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.” (Recâîzâde)

Acıyorum, bu kitabı arka planıyla mütalaa etmeyen/edemeyen anadan doğma âmâlara.. acıyorum, şu fâni dünyanın sûrî güzelliklerine ve aldatan ihtişam ve debdebesine kapılıp ahireti ve ebedî hayatı öteleyenlere.. acıyorum, gelip geçici saltanat ve debdebe karşısında ebedî hayata karşı kör ve sağır yaşayanlara.. acıyorum, gecekondudan çıkıp villadan villaya koşan aşağılık duygusunun azat kabul etmez bendelerine.. acıyorum, bilerek şu fâni ve zâil dünya hayatını Cennet ve Cemâlullah yerine koyan akılzede divânelere.. acıyorum, üç-beş günlük dünya için makam, mansıp, para ve lüks hayat fantezisiyle seviye düşüklüğüne maruz kalmış, peylenebilen mük’ab gafillere.. acıyorum, çiğnenen ırzımıza ve doğranan namusumuza rağmen gülüp eğlenen ölü ruhlara ve bedbahtlara.. acıyorum, iç içe yıkılışlar ve tamiri imkansız çözülüşler karşısında sesini çıkarmayan dilsiz şeytanlara.. acıyorum, yiyip-içip yan gelip yatan, mesh-i mânevî maruzu, hâlinden habersiz tali’sizlere.. acıyorum, “Ahsen-i takvîm”e mazhariyetin bizden neler istediğinden bîhaber insan bozmalarına.. acıyorum, “Hak, adalet!..” deyip Harun gibi ortaya çıkmış Karuncuklara.. acıyorum, yalanın rayiç, hıyanetin mültezem, hakkın Allah’a emanet olduğu bir dönemde insanî değerleri partal eşya haline getirenlere.. acıyorum, yalanı, tezviri, iftirayı “savaş taktiği” deyip dinî argümanlara dayandıran münafıklara.. acıyorum, kahrolası bir takdir, kirli bir madalya uğruna yüzsuyu dökerek itibarını ayaklar altına alan Süfyan’dan kalma Horasanlı taylasanlılara.. acıyorum, üç beş kuruşluk bir menfaat için, birilerine muhalif gibi görünen gerçek mü’minlerin öldürülebileceğine fetva veren satılmış nâdânlara…

Küçük bir çıkar karşılığı rüşvete, gaspa “hediye” diyen kapkara ruhlara acıyorum.. “Varsın çalsınlar!” türünden zift beyanlarla çizgi kayması yaşayanlara acıyorum.. bir zamanlar takdirle göklere çıkardıklarını, üç-beş günlük bir dünyevî pâye elde etmek için yerin dibine batıran bukalemunlara acıyorum.. meşru, gayr-ı meşru elde ettiği imkân ve pâyeleri kaçıracağı endişesiyle yalana “doğru”, doğruya da “yalan” diyen hak-hakikat bilmez bednamlara acıyorum.. Haçlıların yapmadığı mezâlimi görmezlikten gelerek dünyaya tapan dünyaperestlere acıyorum.. kalemlerini başkalarını karalama istikametinde kullanan ve bu mesâvîye “harp stratejisi” diyen münafıklara acıyorum...

Olup biten bunca mezâlimi, hüsn-ü zan yanılgısı[11] olarak kitlelere anlatamadığımdan dolayı kendime de acıyorum.. hep mırıldanıp durduğum, “Gönül her zaman arar durur bir yâr-ı sadık, / Bazen de sâdık dedikleri çıkar münafık!” hakikatini kulak ardı edip herkesi yâr sandığımdan dolayı kendime acıyorum.. farkına varamayıp beş-on ehl-i nifâkın imanına kandığımdan ötürü içimde derin derin acı hissediyorum ve sızlanıyorum.. “Hüsn-ü zan, adem-i itimat” denmişti; bu disipline uyamayıp hüsn-ü zanna yenik düştüğümden dolayı içten içe hayıflanıyor ve sinemde acılar hissediyorum...

“Maziye ve mesâibe kader açısından bakmak lazım.” deyip teselli olmaya çalışıyorum ama olup bitenlere karşı Kur’ânî çizgide bir tavır alamadığımdan dolayı da içim sızlıyor ve kendimi acınacak durumda hissediyorum.. çok erken dönemde dalga dalga mezâlim ve mesâvi şerareleri düşünce atmosferime çarptığı halde, Hakk’ın sıyanet seralarına sika ufku itibarıyla sığınamadığımdan ötürü levm ediyorum kendimi ve acılarla kıvranıyorum.

Keşke birilerinin “Hak, adalet!..” dedikleri eyyamda ve mü’mine saygı türküleriyle dört bir yanı velveleye verdiklerinde olanlar ve olacaklarla hâdiselerin Kerbelâ’ya doğru kaydığı vaktinde sezilebilseydi; masumlar şehit olmayacaktı, “Âb-ı Revân” da kan çağlayanına dönmeyecekti!.. Ama olan oldu; mezâlim ve mesâvî gidip “gayretullah” ufkuna ulaştı. Gayrı bundan sonra bize, sekine-temkin, tevekkül-teslim, tefviz ve sika serasına sığınarak اَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ “Hayır Allah’ın takdir buyurduğundadır.” deyip, şirazeden çıkmışlar hakkında Cenâb-ı Hak’tan ekstra lütuflar bekleme kalıyor ki, bu da gerçek bir mü’min tavrının lazım-ı gayr-ı müfârıkı olsa gerek...

 

 

 

 

EKLER

EK-1

Hakiki şefkat

Soru: “Hakikî şefkat” sözüyle ne kastedilmektedir? Şefkatin en mükemmel şekilde gerçekleştirilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Şefkat, Cenâb-ı Hakk’ın birer sanatı olmaları itibarıyla herkese ve her şeye karşı alâka duyma; başkalarının dertlerine ortak olma, kederlerini paylaşma, yardımlarına koşma; karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi besleme; mazlumların, mağdurların maruz kaldıkları sıkıntıları göğüsleme ve bir anne içtenliğiyle onların üzerine titreme gibi manalara gelmektedir.

 

İlâhî Rahmetin Gölgesinde

Aslında, varlık derinden derine mütâlaa edilse, her yanda şefkatin tüllendiği görülecektir. Evet, her şeyin mebdei de müntehâsı da rahmettir, şefkattir. Yeryüzündeki bütün canlılar Allah’ın rahmet ve şefkatiyle varlıklarını devam ettirirler. “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’râf, 7/156) buyuran Hazret-i Rahmân, mahlukâtın özüne sevgi, merhamet ve şefkat nüveleri yerleştirmiştir. Varlığın bağrına atılan şefkat duygusunun kaynağı, Rahmân ve Rahîm isimleri başta olmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının tecellisi olan ilâhî rahmettir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in ifade buyurduğu üzere; Allah (azze ve celle) rahmetini yüz parçaya ayırmış; doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, birini dünyaya indirmiştir. İşte, bütün canlılar bu bir parça ilahî rahmetten istifade ederek hemcinslerine şefkat gösterirler. Öyle ki, bir hayvan bile, yavrusunu emzirirken onun incinmemesi, canının yanmaması ve rahatça beslenmesi için bacaklarını açar. Hatta, tavuğun sermayesi kendi hayatı iken, civcivini korumak için canını tehlikeye atarak köpeğin üzerine saldırır, gerekirse o uğurda başını kaptırır ama yavrusunu kurtarır.

Evet, hilkat hamuru muhabbet mayasıyla yoğrulmuştur. Kainatın her yanında ilahî rahmetin tecellileri parıldayıp durmaktadır. Nereye bir sondaj yapsanız, mutlaka orada bir şefkat kaynağının emarelerini görürsünüz; hangi kalbe girseniz, onun şefkatle attığına şahit olursunuz. Bütün eşyanın tabiatında şefkatten bir parça bulunması ve kalblerin şefkatle atması tabiîdir. Bunun aksi ise, bir mahiyet değişikliğinin neticesidir. Şayet, bazı kimselerde şefkat tezahürleri görünmüyorsa, bu onların bir tabiat bozukluğuna maruz kaldıklarının ve bir deformasyona uğradıklarının alâmetidir. Ancak rahmet-i ilahîyeden nasipsizlerdir ki, onlar kendi sû-i istimalleriyle gönüllerindeki şefkat pınarlarını kurutmuş, sevgi ve merhamet duygularını öldürmüş ve acımasız birer tiran kesilmişlerdir. Öyle ki, bu taş kalbliler, kendi evladına karşı dahi merhamet etmeyen canavarlar haline gelmişlerdir. Kandan hoşlanan, kanla beslenen bu insan bozmalarından bazıları bâtıl bir sistemi oturtmak için bazen kırk milyon cana kıyabilecek kadar vahşileşmişlerdir.

 

Hakikî Şefkat

Şefkat, genel manada, uzak-yakın çevremizde görüp duyduğumuz muhakkak acıları paylaşma, dertlere çare bulma ve muhtemel sıkıntıların önünü keserek bunların yerine sevinç ve neş’e ikâme etme demek olsa da; aslında, “hakikî şefkat”, insanların ebedî saadeti kazanmaları için kalbin tir tir titremesinin ve bunun neticesinde ortaya konan halisâne cehd ü gayretlerin unvanıdır. Evet, insanların geçici dünya hayatıyla alâkalı bazı sıkıntılarını giderme, burada huzur içinde yaşamalarını sağlama, onlara alâka duyma, sevgi ve muhabbet besleme, acıma ve yardım etme gibi hususlar şefkatin sadece bir yanını teşkil etmektedir. Şefkatin tam ve olgun hâli ise, ancak insanları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir mutluluğa kavuşturmak için gereken bütün himmet ve gayreti ortaya koymakla gerçekleşir.

Mesela, anne–babaların, çocuklarının bütün ihtiyaçlarını görmeleri, onlarla beraber ağlayıp onlarla beraber gülmeleri gönüllerindeki şefkatin semereleridir. Fakat, o şefkatin tamamiyeti bu geçici hayatta çocuklarının mutluluk, rahat ve huzur içinde olmalarını düşünüp onu gerçekleştirmek için çalıştıkları gibi, onların sonsuz saadet diyarına sağ sâlim varana kadar sırât-ı müstakîm üzere bulunmaları ve sonrasında da bitmeyen bir mutluluğa nâil olmaları istikametinde cehd ü gayret ortaya koymalarına bağlıdır. Masum çocuğunun âhiretini düşünmeyen, onu sadece fâni dünyanın muvakkat eğlenceleriyle oyalayan ve neticede yavrusunu ebedî bir azaba iten valideynin şefkatli kimseler oldukları söylenemez. Çocuğunu âhirete hazırlamayan bir anne ya da baba, onu ne kadar severse sevsin, onun dünyevî ihtiyaçlarını karşılamak için ne denli gayret gösterirse göstersin, yine de asıl vazifesini yapmamış ve kalbindeki şefkat hissini boşa harcamış, hatta kötüye kullanmış demektir.

Diğer taraftan, merhum M. Akif’in,

“Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle,

Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle.”

sözü hakikî şefkatin hulâsası gibidir. Evet, herkesin, hususiyle de mü’minlerin imdadına yetişmek müşfik olmanın gereğidir. Lâkin, iman nurundan mahrum kalan, ahiretin, haşrin ve sonsuz bir hayatın varlığına inanmayan ve böylece kendine bütün bütün yazık eden talihsizler ya da kalbini ve vicdanını kültür müslümanlığına hapsederek imanın neşvesini gönlünde duyamayan, sürekli dalıp çıktığı günahlarla kalbini her gün biraz daha karartan, dolayısıyla da hep “dışarıdakiler” gibi yaşayan kimseler merhamete daha çok muhtaçtırlar. Onlar, şayet yardımlarına koşulmazsa, her şeyi kaybetmekle karşı karşıyadırlar ve bu kayıpları da geçici değildir, ebedî bir hüsrana dâyelik etmektedir.

Aslında, hiç kimse, günahlar içinde yüzüp duruyor ve sefalet içinde yuvarlanıyorken mutlu olamaz. Vicdanı tamamen kararmış ve gönül dünyası bütünüyle tefessüh etmiş kimselerin dışında hiçbir insan, yaşadığı çirkef hayatın içinde kendi rızasıyla ve isteyerek durmaz. Heyhat ki, bir şekilde ayağı sürçmüş, bir çukura düşmüş, bir bataklığa takılıp kalmıştır ve kendi iradesi, gayreti, ümitsiz çırpınışları oradan çıkmasına kâfî gelmemektedir. İşte, mutsuzluk içinde, gönlü parça parça ve istikbali de karanlık bu insanlar için en önemli kurtuluş vesilesi, mü’minlerden uzanacak şefkat elleridir.

Kendisine şefkatle yaklaşılan bir insan, söylenenleri o anda kabullenmese bile, sonradan mutlaka düşünecek, işittiği hakikatlere karşı zamanla iyice yumuşayacak ve meselelerin aslını öğrenmeye karşı içinde bir iştiyak duyacaktır. Hele bir de kendisine el uzatanların karşılık beklemeyen, ücret istemeyen ve sadece Allah’ın rızasını gözeten insanlar olduklarını görünce kalb kapılarını bütünüyle açacaktır. Evet, şefkatle coşan gönüller hâlistir; onlar mukabele istemez ve asla beklentilere girmezler. Sâfi, garazsız ve beklentisiz olmalarından dolayı da, -Allah’ın izniyle- muhataplarına tesir ederler. Bu şefkat sayesindedir ki, hiç ümit edilmeyen insanlar, hiç beklenmedik bir zamanda hidayete açılmış, imanın sımsıcak atmosferine sığınmış ve sırât-ı müstakîme dâhil olmuşlardır/olmaktadırlar.

 

“Cehennemi Ben Doldurayım!..”

İman ve Kur’an hizmetinin en önemli esaslarından biri kabul edilen şefkat de işte bu engin şefkattir. O, kurtulma değil, kurtarma cehd ü gayretidir; yaşama değil, yaşatma azmidir; rahat bir hayat sürme değil, gerekirse ruhunu feda etme yiğitliğidir; hatta Cennet’e yürüme değil, oraya adam taşıma himmetidir.. ayağının birini Cehennem’e diğerini Cennet’e koyup ateşten insan çıkarma yürekliliğidir.. yananların imdadına yetişmek için icabında Cennet’te kalmaktan dahi vazgeçip alevlerin üzerine yürüme şefkatidir.

Hayır, bu sözlerimle mübalağa etmiyorum, hakikî müşfiklerin ufkunu seslendiriyorum. “Güneşi bir elime, ayı da diğerine koysalar, yine de ben bu davadan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah nurunu tamamlayacak, ya da bu yolda ölüp gideceğim!” diyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şefkatini tarif etmeye çalışıyorum. En çileli ve ızdıraplı günlerinde muhatap olduğu Cennet’te kalma teklifini bile dönüp ümmetinin elinden tutma niyetiyle geri çeviren Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e Cennet’i terkettirecek kadar derin şefkatten bahsediyorum. O peygamberâne ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun en Sâdık Yârân’ın “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın” çığlıklarıyla ortaya koyduğu merhameti, “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım” deyip iki büklüm olan Müşfik İnsanın gönlündeki beklentisiz muhabbeti, acıma hissini ve kurtarma sevdasını anlatmaya çalışıyorum.

Evet, hakikî şefkat, merhum Zübeyr Gündüzalp’in “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” sözüyle dile getirdiği teessürü duyacak ve herkesin hidayete ermesi için ızdırapla kıvrım kıvrım kıvranacak kadar merhamet ve acıma hisleriyle dolmaktır.. ve işte bu ölçüde bir şefkat iman hizmetine gönül verenler için çok önemlidir.

Ne var ki, herkes aynı kıvamda bir şefkat kahramanı olamayabilir; her dava eri o ufkun mümessili olabilecek ölçüde bir çizgi takip edemeyebilir. Herkesin tabiatında o şefkat çekirdeği vardır; ama o çekirdeğin neşv ü nemâ bulması için de uygun bir inkişaf alanı lazımdır. Peygamberâne bir şefkati hissedebilmek, biraz da bilmeye bağlıdır; ilme ve irfana vâbestedir. Şefkat Peygamberi’nin nazarıyla kainâta, insanlara ve ahirete bakmayınca, beşerin hidayete ermesi yolunda gerekirse Cennet’ten bile vazgeçmenin ne demek olduğunu anlayamazsınız. Hazreti Ebu Bekir’in iman ve irfanıyla meseleleri değerlendirmeyince insanlığın kurtuluşu için Cehennem’e tek başına atılmaya razı olmanın manasını kavrayamazsınız. Hazreti Üstad’ın vicdanında sonsuz saadet ve ebedî şekavet hakikatlerinin nasıl bir tesir bıraktığını, iman ve küfür arasındaki derin uçurumun ve bunların nelere gebe olduğunun onun ruhunda ne türlü fırtınalara sebebiyet verdiğini tahmin edemeyince milletin iman selametine bedel Cehennem’in alevlerine rıza göstermenin nasıl bir tercih olduğunu takdir edemezsiniz.

Nitekim, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) şöyle buyurmuştur: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bir bilseniz, gök nasıl bir gıcırdayışla gıcırdayıp inliyor!. Zaten öyle olması gerekir; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhiye adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız!” Hazreti Ebû Zerr bu hadîsi dinleyince, “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım” demekten kendisini alamamıştır.

 

Yakma Allahım!..

O ufkun insanı olmayan birinin hem onları anlaması mümkün değildir hem de o seviyeye ait sözleri tekrarlaması gerçek hissiyatının sesi-soluğu olmayan kuru bir taklitten ibarettir. İmansızlığın nasıl bir felaket olduğunu bilmeyen, inançsızları bekleyen akıbetin elemini vicdanında hissetmeyen sıradan bir insanın “Cehennemi ben doldurayım...” demesi ya da gözünde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu olduğunu söylemesi büyük bir iddia olur. İnsanların dalâleti karşısında her gün ölüp ölüp dirilenler ve Hak’tan kopuk yaşayan birini gördükleri zaman içi kavruluyormuşçasına yüreği “cızzz” edenlerdir ki, işte, insanların ahiret selameti için icap ederse Cehennem’de yanmaya gerçekten rıza gösterebilecekler o şefkat erleridir.

Erzurum’da Hacı Musa adında, kendisini hizmete adamış, Nurlar’ın keramet ve ikramlarına mazhar, çok hâlis bir insan vardı. Ondan, mevzumuzla alâkalı bir hâdise dinlemiştim. Hacı Musa Efendi’nin anlattığı hâdisedeki kahraman Fırıncı İshak Baba idi. Bildiğiniz gibi, tarih boyunca, fırıncılar ve demirciler arasından pek çok Hak dostu çıkmıştır. Hep ahiret sıkıntılarını hatırlatacak ağır işlerde çalışan ve Cehennem’in alevlerini akla getirecek şekilde ateşle çokça meşgul olan kimseler o işlerde adeta pişmiş ve olgunlaşmışlardır. İshak Baba da alevler karşısında çalışa çalışa ateşin ne demek olduğunu çok iyi duymuşlardan biriydi. Dersleri hiç kaçırmayan, Risaleler’i yürekten dinleyen, çok konuşmayı sevmeyen ve ancak ihtiyaç olduğunda bir-iki kelime etmekle yetinen bir gönül eriydi.

İshak Baba, Hacı Musa Efendi ile beraber hacca giderlerken otobüsleri bir yerde mola verir. Herkes bir şeyle meşgul olurken İshak Baba gözlerini kapatır ve murakabeye dalar. Neden sonra bir taraftan gözlerinden yaşlar boşanır, bir taraftan da dudakları kıpır kıpır hareket etmeye başlar. İşte, tam o an kırk kişilik otobüs zangır zangır titrermişçesine hareket eder ve bir metre kadar ileri geri gidip gelir. Herkes ne olduğunu merak edip heyecanla etrafa bakınmaya dururken, Hacı Musa Efendi’nin gözleri İshak Baba’ya takılır. Bakar ki, o Hak dostu çok farklı bir atmosferde, adeta kendinden geçmiş gibi. Bir aralık, ona sorar: “İshak Baba, ne oldu, ne düşünüyor ve neler söylüyordun?” der. Onun cevabı şöyle olur: “Ahireti, sorgu-suali, Cennet ve Cehennem’i düşünüyordum. Bir anda Cehennem gözlerimin önünde alev alev tülleniverdi. İnsanların çoğunun birer âsî olarak oraya gideceklerini düşündüm. Onlar adına o kadar çok üzüldüm ki, azabın dehşetini vicdanımda derinlemesine duyunca Rabbim’den niyaz ettim ve gayr-i ihtiyarî defalarca şunu söyledim, “Yakma Allahım, şu biçare kullarını yakma; sonra dilersen onlara bedel beni at nâra!”

 

Karasevdalılar ve Sarp Yokuşlar

Öyle ümit ediyorum ki, günümüzün karasevdalıları da, hakikî şefkatin birer temsilcisidirler. Onların gönül dünyalarında sürekli Hak mülâhazası köpürür durur; beyanlarında ise, derin bir Allah aşkı, varlık sevgisi ve insanlara karşı da engin bir şefkat nümâyândır. Hak rızası, onların kilitlendikleri biricik hedef; O’ndan ötürü insanları sevip herkese sîne açmaları da tabiatlarının gerçek rengidir. Onlar, paslanmış ve küflenmiş gibi görünen en katı kalbleri, en sert tabiatları bile sevginin sırlı anahtarlarıyla balmumu gibi yumuşatır, gönül kapılarını aralar ve muhataplarına muhabbet lisanından en tatlı nağmeleri dinletirler. Severler, sevilirler ve herkese şefkatle muamele ederler.

Zaten, öyle olmasaydı, rahatlarını terkedip, sevdiklerini ve ülkelerini arkada bırakıp dünyanın en ücra köşelerine şefkat seferleri düzenleyebilirler miydi? Senelerce sıla hasretine, anne-babadan, yâr-yârandan ayrılık hicranına dayanabilirler miydi? Geçen gün bir program münasebetiyle, kıymetli bir devlet adamımızın anlattığı hadisede olduğu gibi; şayet onlar şefkat hisleriyle yollara dökülmeselerdi, gittikleri yerde birkaç sene kaldıktan sonra “Ülkeni, anne-babanı özlemedin mi; ne zaman döneceksin?” diye soran birine “Efendim, biz dönmeye değil, burada hizmet edip burada ölmeye geldik!” diyebilirler miydi? Evet, bu adanmış ruhların daha yola çıkarken yaşatma mefkuresine kilitlendikleri her hallerinden belli. Hal ve tavırlarındaki eda birer şefkat kahramanı olduklarının emaresi. Hazreti Rahmân ü Rahîm’den diler ve dilenirim, beni bu hüsn-ü zannımda yalancı çıkarmasın ve o müşfik insanların gönüllerindeki aşk u alâkayı hakikî şefkat ufkuna ulaştırsın.

Aslında, insanlığın kin, nefret ve gayzla yatıp kalktığı, dünyanın bir savaş alanı ve kan gölü haline geldiği bir dönemde sevginin tercümanı olmak ve herkese şefkatle yaklaşmak zorlardan zor bir iştir. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, insanların önlerindeki sarp yokuşları, göğüs gerilmesi büyük bir kahramanlık isteyen zor işleri sayarken, bu hususa da dikkat çekmiştir. “Sarp yokuş, bilir misin nedir?” dedikten sonra, “Sarp yokuş, bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır; kıtlık zamanında yemek yedirmektir; yakınlığı olan bir yetimi, ya da yeri yatak (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır. Bir de sarp yokuş: Gönülden iman edip, birbirine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır.” (Beled, 90/12-18) buyurmuştur.

Evet, “merhamet” iman edenlerin ayırt edici bir vasfıdır. Onlar asla katı kalbli, acımasız ve zalim kimseler olamazlar. Mü’minler, bela ve musibetlere karşı sabırlı oldukları gibi, insanlara ve bütün varlığa karşı da şefkatlidirler. Dahası, onlar her fırsatta birbirlerine merhameti tavsiye eder, toplumun safları arasında “acıma, merhamet etme, sevme ve herkese şefkatle kol-kanat germe” duygularını yayarlar. Bunu yaparken de, sadece dünyevî bir sevgi ve alâkadan bahsetmez; her fırsatta nazarları âhiretin yamaçlarına çevirir ve şefkat hislerini insanlığın sonsuz mutluluğu kazanması istikametinde değerlendirirler. Hemen her münasebetle, “Arkadaş, kabir var, hesap var, Cehennem var! Şu insanların ateşe doğru koşarcasına gittiklerini gördüğün halde onlara nasıl acımazsın; nasıl olur da ellerinden tutmaya çalışmazsın?!” derler.

Bazen bir çocuğun vefat haberini duyduğumuzda gözlerimiz doluyor; onun anne-babasıyla beraber biz de ağlıyoruz. Haddizatında, onun ölüp gittiğini ama yok olmadığını, bu dâr-ı fânîden bâkî bir âleme taşındığını ve ötede rahmet-i ilahiye tarafından sarılıp sarmalanacağını biliyoruz. Onun hiç kaybı olmadığı gibi, henüz rüşde ermediğinden belki ahirette valideynine de şefaat edebileceğine inanıyoruz. Fakat, yine de ona yüreğimiz yanıyor, içimiz burkuluyor ve ardından ağlıyoruz. Ya bir insan nâmütenâhî bir saadetten mahrum kalacak ve ebedî şekâvete dûçar olup Cehennem’e gidecekse.. işte, bu ihtimal karşısında bir insanın yüreği “cızzz” etmiyorsa, o kalbin inanan bir insana ait olduğunu ve o yüreğin iman nurlarıyla aydınlandığını söylemek çok zordur.

Hâsılı, şefkatle mamur bir kalbin sahibi, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin gölgesinde hep incelerden ince davranır. Hakikî şefkati, insanların yüzlerini ahirete çevirip onların ebedî huzuru kazanmaları için çırpınma şeklinde anlar ve bütün hareketlerini bu anlayışa göre ayarlar. Gülerken de ağlarken de, severken de kızarken de hep muhataplarının yarınlarını, hayır yarınlarından da öte akıbetlerini, ahiretlerini düşünür. Sinesinde bu hissi taşıma bahtiyarlığına ermiş biri, sevgi ve merhamete muhtaç herkese şefkat elini uzatır; gücü yettiğince devrilenleri tutar kaldırır; açları doyurur, üşüyenleri ısıtır; yalnızların, gariplerin vahşetini giderir ve kimsesizlere kimse olur. Bütün bu âlicenaplıkları ortaya koyarken de bir teşekkür bile olsa kat’iyen herhangi bir karşılık beklemez; beklemez, zira şefkat, karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi beslemenin unvanıdır. (Diriliş Çağrısı, “İmdada Yetiş Engin Şefkatinle” başığı altında)

 

MERHAMET

Merhamet varlığın ilk mayasıdır. Onsuz, herşey bir bulamaç ve kaostur. Herşey merhametle var olmuş, merhametle varlığını sürdürmekte ve merhametle nizam içindedir.

Gökler ötesinden gelen merhamet mesajlarıyla yer, düzene kavuşmuş; semâ tesviye görmüştür. Makro âlemden mikro âleme kadar her şey, hayranlık uyaran bu âhenge ve çelik çavak işleyişe merhamet sayesinde ermiştir.

Bu hareket ve işleyişte her şeyin, ebedî var oluşta kazanacağı hâl ve alacağı durumun provası yapılmaktadır. Ve bütün varlıklar bu istikamette bir çırpınış içindedir. Her çırpınışta nizam ve intizam nümâyân, her sıçrayışta merhamet şûlefeşândır.

Titreyen havanın letâfetinde, rakseden suların kıvrılışında, burnumuzun dibine ve ayağımızın ucuna kadar gelen bu dâsitanî rahmeti görmemek mümkün mü?

Bulut, merhametten kanatlarıyla başımızın üstünde dolaşır durur. Yağmur, kemer kuşanmış süvarî gibi, onun dölyatağından kopup imdadımıza gelir. Yıldırımlar, şimşekler bin bir tarraka ile “Rahmet-i Sonsuz” adına bir gazelhân olur. Karalar ve denizler, ağaçlar ve otlar, yüz yüze ve diz dize, ayrı ayrı söz ve nağmeleriyle merhamet türküsü söyler durur.

Şu solucana bakın! Ayaklar  altında ve kendi hesabına alabildiğine merhamete muhtaç; ama o, bu hâliyle pek çok şeye merhamet etme yolunda, yorgunluk bilmeyen bir yolcudur. Şefkatli toprak ona bağrını açar. O da, bu sıcak kucağın her avuç toprağına yüzlerce döl bırakır. Ve, toprak ana bununla havalanır, bununla kabarır ve her yanıyla pişer ve olgunlaşır. Toprak solucana, solucan da toprağa rahmet; ya gübre olsun diye otu, kökü yakan nadanlara ne demeli? Zavallı insan! Hem toprağa hem de solucana merhametsizlik ettiğinin farkında bile değildir!

Bir de bin bir çiçeğe cilve çakan şu arıya ve kozasına gömülüp kendini hapseden ipekböceğine bakın! Merhamet orkestrasına uyma uğrunda, neleri göğüslüyor ve nelere katlanıyorlar. İnsana bal yedirmek ve ipek giydirmek için, bu koçyiğit fedâilerin çektikleri sancıyı görmemek elden gelir mi?

Ya, yavrusunu kurtarmak için başını köpeğe kaptıran tavuğun, nasıl bir şefkat kahramanı; açlığını yutup, bulduğu şeyleri yavrusuna yediren aç canavarın, nasıl ayrı bir babayiğit olduğunu hiç düşündünüz mü?

Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet va’deder. Bu itibarladır ki, kâinata bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar; tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritm içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değil. Ve sonra bütün şu parça parça acıma ve şefkat etmelerin arkasında, bu esrarlı koroya hükmeden, her şeyi çepeçevre sarmış geniş rahmetin sezilip hissedilmemesi..

Bütün bu olup bitenler karşısında insan, şuur ve iradesiyle; idrak ve düşüncesiyle “konsantre” olarak bu engin rahmeti kavrama ve soluklarıyla ona kendi nağmesini katma sorumluluğu altındadır. İçinde yaşadığı topluma, insanlığa, hattâ bütün canlılara, bir insanlık borcu olarak merhamet etme mükellefiyetindedir. O, bu yolda merhamet ettiği nisbetde yücelir; gadre, zulme, insafsızlığa düştüğü ölçüde de horlaşır, hakirleşir ve insanlığın yüzkarası olur.

Bir bâğiye, susuzluktan kıvranan zavallı bir köpeğe merhamet edip su içirdiği için, cennetlere yükseldiğini ve evindeki kediyi aç bırakıp, ölümüne sebebiyet veren bir başkası ise, yıkılıp Tamu’ya  gittiğini, en doğru sözlüden işitiyoruz.

Merhamet edin ki, merhamete mazhar olasınız! Yerde merhamet eden bir ele, gökler ötesi âlemlerden bin muştu gelir.

Bu sırrı kavrayan atalarımız, her yerde bin merhamet ocağı tüttürdüler. İnsanları da aşarak, hayvanları koruma ve himaye etme vakıfları te’sis ettiler. Bu, onlardaki derin merhamet anlayışının bir karakter, bir huy hâline gelmesinden başka bir şey  değildi.

Ayağı kırılmış bir kuş, kanadı sakatlanmış bir leylek, kim bilir hangi merhamet erini tâ ciğerinden vurdu ki; menziline varamamış garip kuşlar için, huzur evi yapar gibi, ona, hayvânî barınaklar yapma fikrini ilham etti.

Ah!  Keşke, onların, hayvanlara merhamet ettiği kadar, insanlarımıza merhametli olabilseydik… Heyhât! Kendimize merhamet etmediğimiz gibi, neslimizi de alabildiğine bir umursamazlık ve merhametsizlik hissiyle mahvettik. Evet, şu bin bir boğucu hâdisenin ve artık içinde durulmaz hâle gelen içtimâî atmosferin, gerçek müsebbipleri bizleriz.

Bir de, merhamet duygusunun ölçüsüz kullanılması ve su-i istimâl edilmesi vardır ki, o da, merhametsizlik kadar, belki daha fazla sevimsiz ve zararlıdır.

Yerinde kullanılan merhamet, bir âb-ı hayat, bir iksir ise, onun su-i istimâl edilmesi de, bir zehir, bir zakkumdur. Ve, asıl olan da, işte bu terkibi kavramaktır. Oksijen ve hidrojen, belli nisbetleriyle terkibe girince, en hayâtî bir unsuru meydana getirirler. Nisbet bozulduğu ve ayrı ayrı kaldıkları anda ise, yanıcı ve yakıcı hüviyetlerine dönerler. Bunun gibi, merhametin de, hem dozu, hem de kime karşı yapılacağı çok mühimdir. “Canavara karşı merhamet göstermek, iştahını açar, sonra döner dişinin kirasını ister.”  Azgına merhamet, onu iyice saldırgan yapar ve başkalarına tecavüze teşvik eder. Yılan gibi zehirlemekten lezzet alana merhamet edilmez. Ona merhamet, dünyanın idaresini kobralara bırakmak demektir…

Eli kanlı, yüzü kanlı; gönlü kanlı, gözü kanlı; hâsılı, hem deli hem de kanlıya merhamet, bütün mağdurlara, bütün mazlumlara karşı en korkunç bir merhametsizliktir. Böyle bir tutum ise kurda acıyıp da, kuzuların hukukunu kâle almama gibi bir şeye benzer ki; kurtları güldürse bile, bütün âsumânı âh u efgâna getirecektir. (Çağ ve nesil)

 

EK-2

Şefkat ve Müslümanların dertleriyle dertlenme :

 

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ يُوسُفَ، حَدَّثَنَا سُفْيَانُ، عَنْ هِشَامٍ، عَنْ عُرْوَةَ، عَنْ عَائِشَةَ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهَا قَالَتْ: جَاءَ أَعْرَابِيٌّ إِلَى [ص:8] النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ: تُقَبِّلُونَ الصِّبْيَانَ؟ فَمَا نُقَبِّلُهُمْ، فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «أَوَأَمْلِكُ لَكَ أَنْ نَزَعَ اللَّهُ مِنْ قَلْبِكَ الرَّحْمَةَ»

Efendimizi torunlarını öperken gören bir A’rabi, “Çocuklarınızı öpüyor musunuz?” diye sordu ve ekledi: “Biz onları öpmeyiz.”

Bunun üzerine Efendimiz buyurdular ki: “Allah kalbinizden rahmeti söküp aldı ise ben ne yapabilirim!”

الكتاب: الجامع المسند الصحيح المختصر من أمور رسول الله صلى الله عليه وسلم وسننه وأيامه = صحيح البخاري

المؤلف: محمد بن إسماعيل أبو عبدالله البخاري الجعفي

7473 - حَدَّثَنَا مُحَمَّدٌ، ثَنَا أَحْمَدُ، نَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَبِي جَعْفَرٍ الرَّازِيُّ، عَنْ أَبِيهِ، عَنِ الرَّبِيعِ بْنِ أَنَسٍ، عَنْ أَبِي الْعَالِيَةِ، عَنْ حُذَيْفَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ، وَمَنْ لَمْ يُصْبِحْ وَيُمْسِ نَاصِحًا لِلَّهِ وَلِرَسُولِهِ وَلِكِتَابِهِ ولإِمَامِهِ ولِعَامَّةِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ»

لَا يُرْوَى هَذَا الْحَدِيثُ عَنْ حُذَيْفَةَ إِلَّا بِهَذَا الْإِسْنَادِ، تَفَرَّدَ بِهِ: عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَبِي جَعْفَرٍ الرَّازِيُّ "

“Müslümanların işleriyle dertlenmeyen onlardan değildir. Sabahladığında sabahleyin, akşamladığında akşamleyin Allah’a samimi kulluk bağları ile bağlı olmayan, Peygamberine samimi ümmetlik duyguları ile bağlı olmayan, Kur’an’a samimi duygularla bağlı olmayan, müslümanların imamına ve müslüman topluma samimi duygularla bağlı olmayan onlardan değildir.”

 

الكتاب: المعجم الأوسط

المؤلف: سليمان بن أحمد بن أيوب بن مطير اللخمي الشامي، أبو القاسم الطبراني (المتوفى: 360هـ)

6011 - حَدَّثَنَا أَبُو نُعَيْمٍ، حَدَّثَنَا زَكَرِيَّاءُ، عَنْ عَامِرٍ، قَالَ: سَمِعْتُهُ يَقُولُ: سَمِعْتُ النُّعْمَانَ بْنَ بَشِيرٍ، يَقُولُ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «تَرَى المُؤْمِنِينَ فِي تَرَاحُمِهِمْ وَتَوَادِّهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ، كَمَثَلِ الجَسَدِ، إِذَا اشْتَكَى عُضْوًا تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ جَسَدِهِ بِالسَّهَرِ وَالحُمَّى»

Müminleri birbirlerini sevmekte, bir birine acımakta ve bir birlerine ihsanda bulunma hususunda bir cesedin uzuvları gibi görürsün. Cesedin bir uzvu hasta olursa diğer uzuvları da uykusuzluğa ve ateşli hastalığa düçar olur.

الكتاب: الجامع المسند الصحيح المختصر من أمور رسول الله صلى الله عليه وسلم وسننه وأيامه = صحيح البخاري

المؤلف: محمد بن إسماعيل أبو عبدالله البخاري الجعفي

149 - وعن أبي هريرة - رضي الله عنه - قال : قال رسول الله - صلى الله عليه وسلم - :

مثلي كمثل رجل استوقد نارا ، فلما أضاءت ما حولها ، جعل الفراش وهذه الدواب التي تقع في النار يقعن فيها ، وجعل يحجزهن ويغلبنه فيتقحمن فيها ، فأنا آخذ بحجزكم عن النار ، وأنتم تقحمون فيها . هذه رواية البخاري ، ولمسلم نحوها ، وقال في آخرها : قال : فذلك مثلي ومثلكم ، أنا آخذ بحجزكم عن النار : هلم عن النار ، هلم عن النار ! فتغلبوني . تقحمون فيها . متفق عليه

Benim ile sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.

 

EK-3

DUYDUKLARINI DUYURMA

Bir Uzun Seyahati Noktalarken, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4:

Bu yol ve yöntemlerledir ki, Hak yolcuları kalb ve ruh ufkunda “seyr ilallah” unvanıyla kendi uzaklıklarını aşarak O’nun yakınlığını duymaya koşar; “seyr fillâh” mülâhazasıyla kendilerini aradan çıkarır ve her şeyi O’na bağlı götürmeye çalışır; “seyr maallah” mazhariyetiyle O’nun maiyyetini kendi aşkınlığıyla zevk etmeye yönelir ve “seyr anillâh” zirvesinde de duyulanı duyurma, erilene erdirme, bilineni bildirme iştiyakıyla coşar; kesrete vahdet boyası çalar, o Ayanlardan Ayan’ı herkese beyan etmeye koşar ve oturur kalkar sürekli O’nu dillendirirler ki, bence hakikî insan olmadan gaye de bu olsa gerek...

Seyr u Sülûk, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2:

Dördüncü mertebe, “seyr anillâh” mertebesidir; bu seviyedeki “seyr”e “sefer-i râbi’” dendiği gibi “telvin ba’de’t-temkin” de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Tabir-i diğerle, vahdet ve izafî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölgesinde tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kurtarmaya, “Hazîratü’l-Kuds”e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuşturacağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşad etme; tâlipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yoldakilere rehberlikte bulunma; zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme; nura ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hak’tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce pâyeyi, bazı tasavvuf erbabı “bekâ billâh maallah” veya “fark ba’de’l-cem” şeklinde isimlendirmişlerdir.

Bu ufka erenler, vahdeti kesrette, kesreti de vahdette görür, tek yüzlü iki derinliği birden yaşar, kendi maiyyetiyle beraber, maiyyete taşıdıklarının haz ve hazz-ı ruhanîsiyle her lahza ayrı bir vuslata “bismillâh” der.. ne iltibas ne şatahat ne de naz; niyazla oturur kalkar ve sürekli temkin soluklar.. “ilallah”ta “fillâh” esintilerini duyar; “maallah”ta “minallah” veya “anillâh” gerçeğini müşâhede eder.. hem vâcid yaşar hem fâkid bulunur; hem mehcûr görünür hem vâsıl bulunur ve kurb-bu’du bir arada duyar.

Böyle bir hak yolcusu, yolcuların en kâmili, mürşidlerin en mütekâmili, tam bir terbiye üstadı ve irşad halifesidir. Kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir.. حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِه يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” fehvâsınca böyle bir vâsıl, zılliyet planında hem muhibtir hem de mahbub.. duygularındaki safvet, düşüncelerindeki derinlik, temsilindeki ciddiyet, hâl ve davranışlarındaki duruluk onu, hemen herkesin her hâlükârda başvuracağı öyle bir âb-ı hayat kaynağı, bir ümit meşalesi hâline getirmiştir ki her tâlib-i feyz-i Hudâ ona koşar, her âşık-ı nur-i Hudâ O’nun rehberliğine sığınır; sığınır zira:

                             “Menşe-i hüsn-ü ameldir hüsn-ü hâl,

                               Hüsn-ü hâlde oldu âsâr-ı kemâl.” (Anonim)

 

 

[1] Hakiki şefkat: “Hakikî şefkat”, insanların ebedî saadeti kazanmaları için kalbin tir tir titremesinin ve bunun neticesinde ortaya konan halisâne cehd ü gayretlerin unvanıdır. Evet, insanların geçici dünya hayatıyla alâkalı bazı sıkıntılarını giderme, burada huzur içinde yaşamalarını sağlama, onlara alâka duyma, sevgi ve muhabbet besleme, acıma ve yardım etme gibi hususlar şefkatin sadece bir yanını teşkil etmektedir. Şefkatin tam ve olgun hâli ise, ancak insanları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir mutluluğa kavuşturmak için gereken bütün himmet ve gayreti ortaya koymakla gerçekleşir.

[2] Şefkat ve acıma hissi her insanda potansiyel olarak bulunmaktadır fakat kalbi ve ruhi hayatın inkişafına bağlı olarak gelişir. Sadece insanlara değil bütün varlığa derin bir şefkat duyarak bakmayı getirir. Örnek olarak Bediüzzaman Hazretlerinin 24. Mektup 1. Makama ve 4. Şua 4. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiyesinde geçen şu paragrafa bakabiliriz: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip -şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye- elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Mânâma dikkat et ve iman dûrbîniyle bak!" Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud'un eseri ve san'atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef'alde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azab çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, herbiri o meyveler adedince firakları hissedecek. Şualar ( 69 )

[3] Hocaefendi bu mevzu ile alakalı olarak öteden beri şunları söylemektedir: Benciller derler ki, “Ateş düştüğü yeri yakar.” Bu söz, hodbîn ve egoist ruhların sözüdür. “Ateş çevresini de yakar” ifadesi ise bir parça diğergam ruhların sözü. “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar” sözüne gelince, bu, kâmil ruhların vicdanlarının sesidir. Gurbet Ufukları kitabında da aynı konuyu şöyle ifade etmektedir: “Ateş düştüğü yeri yakar” sözünden iğreniyorum. Eğer mü’minsem, niçin her yere düşen ateş beni de yakmıyor! Mustarip insan ne kadar da az!... Dünya yansa dertsizin bir tutam otu yanmıyor.

[4] Bu konudaki hadis-i şerifler için EK-2’e bakınız.

[5] Re’fet tayflarına çağrı: Mahbûb-u Âlem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin.”[5][6] ifadesiyle dile getirmektedir. Benzer âyet-i kerimelerde de, Cenâb-ı Allah, Resûl-i Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin.”[5][7], “Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.”[5][8] şeklinde hitap etmektedir.

Aslında, bu ilâhî hitaplar da Allah Resûlü’nün, ister ümmet-i davetin isterse de ümmet-i icabetin genel tavır ve durumları karşısındaki duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkur âyet-i kerimeleri de Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını tadil eden ve onu ikaz için inen birer ilâhî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet, beyanlarda tadil ve tenbih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir takdir ve iltifat da vardır.

Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekrem’ine âdeta “Habibim, şu ilâhî mesaja kulak verip ona dilbeste olmuyorlar ve inanıp onun rehberliğinde huzur-u daimiye yürümüyorlar diye öyle üzülüyor, öyle kederleniyorsun ki neredeyse bir mum gibi eriyip tükeneceksin. Senin bu yüce ve incelerden ince ruhun ileride öyle bir kaynak hâline gelecek ki, gönlünde azıcık haşyet duygusu barındıran herkes kalb kâsesini doldurmak için o kaynağa koşacak. Öyleyse, Sen tebliğ vazifeni yap, takdiri Allah’a bırak; kendine o kadar eziyet etme!” demektedir ki, bu hem çok ulvî bir iltifattır, hem bir ızdırap insanında olması gereken ruh enginliğini gösterme ve arkadan gelenlere hedef belirleme demektir, hem de Kur’ân’ın mesajının hüşyar gönüllerde mâkes bulacağının bir müjdesidir. (Kalb İbresi, “İkaz Görünümlü İlahi İltifatlar”) Mefkure İnsanı yazısında da bu mevzu şöyle ifade edilir: Gerçek hayat, bugünün ve yarının insanları düşünülerek planlanan ve onlar için yaşama gayesiyle mefkûrelendirilen hayattır. İşte baştan sona kadar hayatın her basamağına hakim olan böyle bir şuur, bir idrak, bir his, hakikî insan olma karakterinin tam resmi ve hadd-i tâmmıdır. Bu öyle bir resimdir ki, firasetle ona bakabilen herkes, bu fotoğrafın arkasında bütün bir varlıkla ne derin ve ne sıcak bir alâkanın bulunduğunu rahatlıkla görebilir. Bu resimde, insan, hem kendine hem de başkalarına kalb gözüyle bakar ve bakıp gördüklerini de vicdanın kadirşinaslığı ile değerlendirir. İşte insan böyle bir bakış zaviyesi sayesinde, kendi iç dünyasını daha iyi temâşâ ettiği gibi, aynı menşurla çevresini de daha yakından görüp tanıma imkânını yakalar ve herkesi, her şeyi daha mülâyim, daha yumuşak ve daha sıcak bulur. Ne var ki, böyle bir iç derinlik, hemen birdenbire elde edilemez. O, vicdanlarımızın derinliklerinde uzun bir mayalanma döneminden sonra ortaya çıkan bir merhamet tezahürü ve gönlün dilinden bir insanî çağrıdır. Bu çağrı, gönül adamının vicdanından fışkırır, her yana kendi boyasını çalar ve zamanla da her şeyi kendi diliyle konuşturmaya başlar. O doğrudan doğruya kalbden yükseldiği için de dıştaki şerarelerden ve şurada-burada havayı kirleten parazitlerden de asla müteessir olmaz. (Işığın Göründüğü Ufuk; “Mefkure İnsanı”)

Ruh Mimarı Rabbaniler’yazısında da aynı mevzu şöyle ifade edilir:

Bizim, içten ve dıştan gelecek ihsanlara, düşünce sistemlerine değil; bizim, topyekün milletimizde mesuliyet ve ızdırap şuuru uyarabilecek ruh ve düşünce hekimlerine ihtiyacımız var. Gelip-geçici saadet vaadi yerine ruhlarımızda derûnîlik meydana getirecek ve bizi bir hamlede, mebde ile müntehâyı birden görebileceğimiz seviyeye ulaştıracak ruh ve düşünce hekimlerine.

Evet, şu anda biz, icabında Cennet’e girmekten dahi vazgeçip ve şayet girmişse, dışarıya çıkma yollarını araştıracak kadar mesuliyet ve dava âşığı insanlar bekliyoruz. “Güneşi bir omzuma, ayı bir omzuma koysalar, ben bu işten vazgeçmem!”[5][3] diyen insanlar.. bu bir Peygamber ufkudur. Bu ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun bir dimağ, yerinde: “Gözümde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanma­ya razıyım!”[5][4] der iki büklüm olur.. veya ellerini açar, “Vücudumu o kadar büyüt ki Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın!”[5][5] çığlıklarıyla semavâtı lerzeye getirir.

Evet, bugün insanımızın, her şeyden daha çok, milletinin günahları için ağlayan, insanlığın affedilip bağışlanmasını, kendi bağışlanmasının önünde bekleyen.. ve A’râf’ta durup Cennetliklerin hazlarıyla yaşayan, Cennet’e girse dahi şahsî hazlarını duymaya vakit bulamayan derûnîlere ihtiyacı var...

[6] Muvakkat dünya hayatı itibarıyla tek bir insan hayatı bu ölçüde önem arz ediyorsa, âlemşümul bir “ba’s ü ba’de’l-mevt” himmet ve gayretinin âhiret terazilerini kıracak keyfiyette olduğunu söylemek mübalağa olmasa gerek. Evet, bir diriliş eri, dudağında hayat üfleme sûru, oturup-kalktığı her an “ahsen-i takvîm”e mazhariyetinin şuuruyla, kalbî ve ruhî hayat meflûçlarının hallerini bir hazan manzarası hissiyle duyar.. ve “Gayrı durmak bana haram!” diyerek can çekişenlerin imdadına yetişme adına, yoğun bakımdan yoğun bakıma koşarcasına, ney nağmeleriyle diriliş besteleri sunar kalbinin dilinden.

Büyütmez gözünde bu çatlayasıya koşuşu ve mahmuzlar iradesini gerçek insan olmanın gereği gaye-i hayal ufkuna doğru. Böyle biri “mefkûre” deyip çıktığı güzergahta yol-yöntem bilmeyenlere rehberlik yapar.. yürüme yorgunluğu yaşayanlara enerji üfler.. hedefsiz yığınlara pusula olur.. güneşe sırt dönüp gölgesine takılıp gidenlere hep o ziya kaynağına dönmelerini fısıldar.. devrilme zaafı gösterenlere destek ve dayanak olur.. değişik dâhiyelerle sürüm sürüm hale gelmiş olanlara kol-kanat açar.. dört bir yanda yankılanıp duran ağlamaları dindirmeye çalışır.. çekilen acı ve ızdıraplarla bîtâp düşmüş olanlarla dert paylaşımına gider.. gariplere yoldaş olma azm u ikdâmıyla türlü türlü gurbetlere katlanır.. zalimlerin hay-huyuyla mazlum iniltileri arasına girer.. tulumbası elinde, sürekli yangın söndürmeden yangın söndürmeye koşar.. vicdanının derinliklerinde duyarak sergilediği bu yaşatma hissini, îsâr ruhunu, hep ihlas-rıza yörüngeli götürme gayreti içinde olur ve her zaman bir ruhânîlik tavrı ortaya koymaya çalışır.

“Seyr anillah” mazmun ve ufkunu hatırlatan bu duygu, bu düşünce ile o sürekli metafizik gerilim içindedir ve sevinmenin yerine sevindirme nağmeleriyle inler durur.. gülme-eğlenme yerine gönüllerde huzur hâsıl etme arkasından koşar.. yaşamaya hep başkalarının ızdırap ve sevinci zaviyesinden bakar.. karanlıkta yol almaya çalışanların sağında solunda meşaleler oluşturur.. hedefe varmayı vardırmaya bağlı görür.. sağda-solda duyulan âh u zâr ve iniltilere karşı alakasızlığı dilsiz şeytanlık sayar ve canlı kalmasını canlara can olmaya bağlar, yürür peygamberler güzergâhında Hazreti Rehber-i Şehinşâh vesayetine. (Yaşatma Mefkuresi)

[7] Efendimizi miraçtan döndüren sır: Dördüncü mertebe, “seyr anillâh” mertebesidir; bu seviyedeki “seyr”e “sefer-i râbi’” dendiği gibi “telvin ba’de’t-temkin” de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Tabir-i diğerle, vahdet ve izafî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölgesinde tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kurtarmaya, “Hazîratü’l-Kuds”e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuşturacağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşad etme; tâlipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yoldakilere rehberlikte bulunma; zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme; nura ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hak’tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce pâyeyi, bazı tasavvuf erbabı “bekâ billâh maallah” veya “fark ba’de’l-cem” şeklinde isimlendirmişlerdir. (Detaylar için EK-3’ye bakınız)

[8] Çirkâb: Kirli su, çirkef.

[9] Şefkati dindirmemek için vazife şuuru ile okuyalım: Zannediyordum ki, gün yüzüne çıkan her tomurcuk bir çiçek olacak ve bu çiçeklerin bütünü de, yapraklarında gamze çakan jâlelerle sonsuzluğa kadar sürüp gidecek!.. Zannediyordum ki, yamaçlarımızı kanaviçe gibi saran goncalar hep diri kalacak, ovalarımızı alan başaklar hep hayat soluklayacak; selvilerimiz ince ince salınacak ve derelerimiz gürül gürül akacak!.. Zannediyordum ki, upuzun bir kıştan sonra sürgün eden filizler, büyük muzdariplerin diriltici solukları altında, ölümsüzlüğe erecek ve daima taze, daima canlı kalacak!..

Zannediyordum ki, aylar, güneşler ufkumda birbirini takip edip duracak ve yurdumun seması, hiç mi hiç hüsûf ve küsûf[9][1] görmeyecek!

Zannediyordum ki, yıllarca bahar bekleyen neslim, karlara cemre düştüğü bugünlerde, gidip yeniden ölüm uykusuna yatmayacak. Hızır’la buluştuktan sonra, âb-ı hayat içmeden geriye dönmeyecek!..

Zannediyordum ki, şimdiye kadar bin defa hipnoz edilen insanımız, bir daha aynı oyuna gelmeyecek ve aynı hokkabazların iradesine teslim olmayacak!..

Zannediyordum ki, dirilen her ferdimiz, bundan böyle genç ve zinde kalacak; bel ağrıları, baş dönmeleri onun semtine sokulamayacak. Burcu burcu diriliş kokacak onun yaşadığı iklim ve bucaklar. Unutulacak tabutlukların yolları ve çatır çatır çatlayacak teneşir tahtaları. Ve buhurdanlar misk ve kâfura hasret kalacak!..

Zannediyordum ki, her an ölüm tehditleri altında, havarî gibi yola çıkan bu hasbîler topluluğu Hz. Mesih’e çarmıh hazırlayanlara asla iltihak etmeyecek. Servetler, şöhretler, makamlar, mansıplar onlara yol ve yön değiştirtmeyecek. Pest şeyler gönüllerine girip bakışlarını bulandıramayacak. Onlar, hep aynı şeyleri düşünecek, aynı şeylerin türküsünü söyleyecek ve aynı hayatı en ritmik şekilde yaşamaya gayret gösterecekler!..

Zannediyordum ki, mazlumun âhını dindirmek, zalimin soluklarını kesmek ve ilhad ateşini söndürmek için, Yaradan’a ahd ü peymânda bulunan bu kudsîler, gizli-açık asla zalime yahşî çekmeyecek, şahsî rahat ve sûrî saadeti için geçmişini küçümsemeyecek ve mazisinden kopmayacak!..

Zannediyordum ki, ruh kökümüzle olan alâkamız, gün be gün pekişecek, yüce düşüncelerimizden hiçbiri ebediyetlere terk edilmeyecek; davranışlarımız asla değişmeyecek ve hayatımız, şâhikalardan kopup gelen dupduru ırmakların akıp akıp denizlere dökülmesi gibi, hep millî ruh ummanı içine dökülecek ve kendi kendini yenilemeye hazırlayacak. Ayrı ayrı akan çaylar birbirine yanaşacak; cetveller sonsuzluğa açılan yollarda bir araya gelecek ve alâim-i sema[9][2] gibi, bir sürü renk, omuz omuza bulutların ötesine doğru kavisler çizecek!..

Ve hele, sanıyordum ki, bu ses, söz ve renk cümbüşüne başkaları da koşup gelecek ve bizlerle bütünleşecek!

Zannediyordum ki, yaşama zevki, hayat kaygısı ve tenperverlik bu yüce topluluktan fersah fersah uzak kalacak ve asla onların atmosferine girme imkânını bulamayacak... Onlar, sonuna kadar süt gibi duru, su gibi berrak ve toprak gibi mütevazi kalacaklar. Kendilerinden öncekileri yiyip bitiren lüks, israf, debdebe ve ihtişam onların evlerinden içeri giremeyecek ve onlara hükmedemeyecek.

Zannediyordum ki, insanımız, gönül verdiği Zât’ın dostluğuyla yetinecek, O’nun hoşnutluğuna koşacak ve başkalarına şirin görünme hevesine kapılmayacak; “Allah bes-bâkî heves”[9][3] deyip yoluna revan olacak...

[10] Burada Efendizin şahsında bütün müminelere ders olarak tebşir ve inzar “beşiran ve nezira” ayetine telmihte bulunuyuyor:  يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ ﴿٤٥﴾ وَدَاعِياً اِلَى اللّٰهِ بِـاِذْنِه۪ وَسِرَاجاً مُن۪يراً ﴿٤٦﴾
Meal:Ey peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik. (45-46)

[11] Hüsnü zan adem-i itimat düsturunda hüsnü zan tarafının ağır basması, adem-i itimat meselesinin kısmen de olsa ihmal edilmiş olması manasına

meşru, gayr-ı meşru elde ettiği imkân ve pâyeleri kaçıracağı endişesiyle yalana “doğru”, doğruya da “yalan” diyen hak-hakikat bilmez bednamlara acıyorum.. Haçlıların yapmadığı mezâlimi görmezlikten gelerek dünyaya tapan dünyaperestlere acıyorum.. kalemlerini başkalarını karalama istikametinde kullanan ve bu mesâvîye “harp stratejisi” diyen münafıklara acıyorum...

Olup biten bunca mezâlimi, hüsn-ü zan yanılgısı[11] olarak kitlelere anlatamadığımdan dolayı kendime de acıyorum.. hep mırıldanıp durduğum, “Gönül her zaman arar durur bir yâr-ı sadık, / Bazen de sâdık dedikleri çıkar münafık!” hakikatini kulak ardı edip herkesi yâr sandığımdan dolayı kendime acıyorum.. farkına varamayıp beş-on ehl-i nifâkın imanına kandığımdan ötürü içimde derin derin acı hissediyorum ve sızlanıyorum.. “Hüsn-ü zan, adem-i itimat” denmişti; bu disipline uyamayıp hüsn-ü zanna yenik düştüğümden dolayı içten içe hayıflanıyor ve sinemde acılar hissediyorum...

“Maziye ve mesâibe kader açısından bakmak lazım.” deyip teselli olmaya çalışıyorum ama olup bitenlere karşı Kur’ânî çizgide bir tavır alamadığımdan dolayı da içim sızlıyor ve kendimi acınacak durumda hissediyorum.. çok erken dönemde dalga dalga mezâlim ve mesâvi şerareleri düşünce atmosferime çarptığı halde, Hakk’ın sıyanet seralarına sika ufku itibarıyla sığınamadığımdan ötürü levm ediyorum kendimi ve acılarla kıvranıyorum.

Keşke birilerinin “Hak, adalet!..” dedikleri eyyamda ve mü’mine saygı türküleriyle dört bir yanı velveleye verdiklerinde olanlar ve olacaklarla hâdiselerin Kerbelâ’ya doğru kaydığı vaktinde sezilebilseydi; masumlar şehit olmayacaktı, “Âb-ı Revân” da kan çağlayanına dönmeyecekti!.. Ama olan oldu; mezâlim ve mesâvî gidip “gayretullah” ufkuna ulaştı. Gayrı bundan sonra bize, sekine-temkin, tevekkül-teslim, tefviz ve sika serasına sığınarak اَلْخَيْرُ فِيمَا قَدَّرَهُ اللهُ “Hayır Allah’ın takdir buyurduğundadır.” deyip, şirazeden çıkmışlar hakkında Cenâb-ı Hak’tan ekstra lütuflar bekleme kalıyor ki, bu da gerçek bir mü’min tavrının lazım-ı gayr-ı müfârıkı olsa gerek...

 

EKLER

EK-1

Hakiki şefkat

Soru: “Hakikî şefkat” sözüyle ne kastedilmektedir? Şefkatin en mükemmel şekilde gerçekleştirilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Şefkat, Cenâb-ı Hakk’ın birer sanatı olmaları itibarıyla herkese ve her şeye karşı alâka duyma; başkalarının dertlerine ortak olma, kederlerini paylaşma, yardımlarına koşma; karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi besleme; mazlumların, mağdurların maruz kaldıkları sıkıntıları göğüsleme ve bir anne içtenliğiyle onların üzerine titreme gibi manalara gelmektedir.

 

İlâhî Rahmetin Gölgesinde

Aslında, varlık derinden derine mütâlaa edilse, her yanda şefkatin tüllendiği görülecektir. Evet, her şeyin mebdei de müntehâsı da rahmettir, şefkattir. Yeryüzündeki bütün canlılar Allah’ın rahmet ve şefkatiyle varlıklarını devam ettirirler. “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır” (A’râf, 7/156) buyuran Hazret-i Rahmân, mahlukâtın özüne sevgi, merhamet ve şefkat nüveleri yerleştirmiştir. Varlığın bağrına atılan şefkat duygusunun kaynağı, Rahmân ve Rahîm isimleri başta olmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın Esmâ-i Hüsnâ’sının tecellisi olan ilâhî rahmettir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in ifade buyurduğu üzere; Allah (azze ve celle) rahmetini yüz parçaya ayırmış; doksan dokuzunu kendi nezdinde tutmuş, birini dünyaya indirmiştir. İşte, bütün canlılar bu bir parça ilahî rahmetten istifade ederek hemcinslerine şefkat gösterirler. Öyle ki, bir hayvan bile, yavrusunu emzirirken onun incinmemesi, canının yanmaması ve rahatça beslenmesi için bacaklarını açar. Hatta, tavuğun sermayesi kendi hayatı iken, civcivini korumak için canını tehlikeye atarak köpeğin üzerine saldırır, gerekirse o uğurda başını kaptırır ama yavrusunu kurtarır.

Evet, hilkat hamuru muhabbet mayasıyla yoğrulmuştur. Kainatın her yanında ilahî rahmetin tecellileri parıldayıp durmaktadır. Nereye bir sondaj yapsanız, mutlaka orada bir şefkat kaynağının emarelerini görürsünüz; hangi kalbe girseniz, onun şefkatle attığına şahit olursunuz. Bütün eşyanın tabiatında şefkatten bir parça bulunması ve kalblerin şefkatle atması tabiîdir. Bunun aksi ise, bir mahiyet değişikliğinin neticesidir. Şayet, bazı kimselerde şefkat tezahürleri görünmüyorsa, bu onların bir tabiat bozukluğuna maruz kaldıklarının ve bir deformasyona uğradıklarının alâmetidir. Ancak rahmet-i ilahîyeden nasipsizlerdir ki, onlar kendi sû-i istimalleriyle gönüllerindeki şefkat pınarlarını kurutmuş, sevgi ve merhamet duygularını öldürmüş ve acımasız birer tiran kesilmişlerdir. Öyle ki, bu taş kalbliler, kendi evladına karşı dahi merhamet etmeyen canavarlar haline gelmişlerdir. Kandan hoşlanan, kanla beslenen bu insan bozmalarından bazıları bâtıl bir sistemi oturtmak için bazen kırk milyon cana kıyabilecek kadar vahşileşmişlerdir.

 

Hakikî Şefkat

Şefkat, genel manada, uzak-yakın çevremizde görüp duyduğumuz muhakkak acıları paylaşma, dertlere çare bulma ve muhtemel sıkıntıların önünü keserek bunların yerine sevinç ve neş’e ikâme etme demek olsa da; aslında, “hakikî şefkat”, insanların ebedî saadeti kazanmaları için kalbin tir tir titremesinin ve bunun neticesinde ortaya konan halisâne cehd ü gayretlerin unvanıdır. Evet, insanların geçici dünya hayatıyla alâkalı bazı sıkıntılarını giderme, burada huzur içinde yaşamalarını sağlama, onlara alâka duyma, sevgi ve muhabbet besleme, acıma ve yardım etme gibi hususlar şefkatin sadece bir yanını teşkil etmektedir. Şefkatin tam ve olgun hâli ise, ancak insanları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir mutluluğa kavuşturmak için gereken bütün himmet ve gayreti ortaya koymakla gerçekleşir.

Mesela, anne–babaların, çocuklarının bütün ihtiyaçlarını görmeleri, onlarla beraber ağlayıp onlarla beraber gülmeleri gönüllerindeki şefkatin semereleridir. Fakat, o şefkatin tamamiyeti bu geçici hayatta çocuklarının mutluluk, rahat ve huzur içinde olmalarını düşünüp onu gerçekleştirmek için çalıştıkları gibi, onların sonsuz saadet diyarına sağ sâlim varana kadar sırât-ı müstakîm üzere bulunmaları ve sonrasında da bitmeyen bir mutluluğa nâil olmaları istikametinde cehd ü gayret ortaya koymalarına bağlıdır. Masum çocuğunun âhiretini düşünmeyen, onu sadece fâni dünyanın muvakkat eğlenceleriyle oyalayan ve neticede yavrusunu ebedî bir azaba iten valideynin şefkatli kimseler oldukları söylenemez. Çocuğunu âhirete hazırlamayan bir anne ya da baba, onu ne kadar severse sevsin, onun dünyevî ihtiyaçlarını karşılamak için ne denli gayret gösterirse göstersin, yine de asıl vazifesini yapmamış ve kalbindeki şefkat hissini boşa harcamış, hatta kötüye kullanmış demektir.

Diğer taraftan, merhum M. Akif’in,

“Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle,

Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle.”

sözü hakikî şefkatin hulâsası gibidir. Evet, herkesin, hususiyle de mü’minlerin imdadına yetişmek müşfik olmanın gereğidir. Lâkin, iman nurundan mahrum kalan, ahiretin, haşrin ve sonsuz bir hayatın varlığına inanmayan ve böylece kendine bütün bütün yazık eden talihsizler ya da kalbini ve vicdanını kültür müslümanlığına hapsederek imanın neşvesini gönlünde duyamayan, sürekli dalıp çıktığı günahlarla kalbini her gün biraz daha karartan, dolayısıyla da hep “dışarıdakiler” gibi yaşayan kimseler merhamete daha çok muhtaçtırlar. Onlar, şayet yardımlarına koşulmazsa, her şeyi kaybetmekle karşı karşıyadırlar ve bu kayıpları da geçici değildir, ebedî bir hüsrana dâyelik etmektedir.

Aslında, hiç kimse, günahlar içinde yüzüp duruyor ve sefalet içinde yuvarlanıyorken mutlu olamaz. Vicdanı tamamen kararmış ve gönül dünyası bütünüyle tefessüh etmiş kimselerin dışında hiçbir insan, yaşadığı çirkef hayatın içinde kendi rızasıyla ve isteyerek durmaz. Heyhat ki, bir şekilde ayağı sürçmüş, bir çukura düşmüş, bir bataklığa takılıp kalmıştır ve kendi iradesi, gayreti, ümitsiz çırpınışları oradan çıkmasına kâfî gelmemektedir. İşte, mutsuzluk içinde, gönlü parça parça ve istikbali de karanlık bu insanlar için en önemli kurtuluş vesilesi, mü’minlerden uzanacak şefkat elleridir.

Kendisine şefkatle yaklaşılan bir insan, söylenenleri o anda kabullenmese bile, sonradan mutlaka düşünecek, işittiği hakikatlere karşı zamanla iyice yumuşayacak ve meselelerin aslını öğrenmeye karşı içinde bir iştiyak duyacaktır. Hele bir de kendisine el uzatanların karşılık beklemeyen, ücret istemeyen ve sadece Allah’ın rızasını gözeten insanlar olduklarını görünce kalb kapılarını bütünüyle açacaktır. Evet, şefkatle coşan gönüller hâlistir; onlar mukabele istemez ve asla beklentilere girmezler. Sâfi, garazsız ve beklentisiz olmalarından dolayı da, -Allah’ın izniyle- muhataplarına tesir ederler. Bu şefkat sayesindedir ki, hiç ümit edilmeyen insanlar, hiç beklenmedik bir zamanda hidayete açılmış, imanın sımsıcak atmosferine sığınmış ve sırât-ı müstakîme dâhil olmuşlardır/olmaktadırlar.

 

“Cehennemi Ben Doldurayım!..”

İman ve Kur’an hizmetinin en önemli esaslarından biri kabul edilen şefkat de işte bu engin şefkattir. O, kurtulma değil, kurtarma cehd ü gayretidir; yaşama değil, yaşatma azmidir; rahat bir hayat sürme değil, gerekirse ruhunu feda etme yiğitliğidir; hatta Cennet’e yürüme değil, oraya adam taşıma himmetidir.. ayağının birini Cehennem’e diğerini Cennet’e koyup ateşten insan çıkarma yürekliliğidir.. yananların imdadına yetişmek için icabında Cennet’te kalmaktan dahi vazgeçip alevlerin üzerine yürüme şefkatidir.

Hayır, bu sözlerimle mübalağa etmiyorum, hakikî müşfiklerin ufkunu seslendiriyorum. “Güneşi bir elime, ayı da diğerine koysalar, yine de ben bu davadan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah nurunu tamamlayacak, ya da bu yolda ölüp gideceğim!” diyen İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şefkatini tarif etmeye çalışıyorum. En çileli ve ızdıraplı günlerinde muhatap olduğu Cennet’te kalma teklifini bile dönüp ümmetinin elinden tutma niyetiyle geri çeviren Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’e Cennet’i terkettirecek kadar derin şefkatten bahsediyorum. O peygamberâne ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun en Sâdık Yârân’ın “Vücudumu o kadar büyüt ki, Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın” çığlıklarıyla ortaya koyduğu merhameti, “Gözümde ne Cennet sevdası, ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım” deyip iki büklüm olan Müşfik İnsanın gönlündeki beklentisiz muhabbeti, acıma hissini ve kurtarma sevdasını anlatmaya çalışıyorum.

Evet, hakikî şefkat, merhum Zübeyr Gündüzalp’in “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir” sözüyle dile getirdiği teessürü duyacak ve herkesin hidayete ermesi için ızdırapla kıvrım kıvrım kıvranacak kadar merhamet ve acıma hisleriyle dolmaktır.. ve işte bu ölçüde bir şefkat iman hizmetine gönül verenler için çok önemlidir.

Ne var ki, herkes aynı kıvamda bir şefkat kahramanı olamayabilir; her dava eri o ufkun mümessili olabilecek ölçüde bir çizgi takip edemeyebilir. Herkesin tabiatında o şefkat çekirdeği vardır; ama o çekirdeğin neşv ü nemâ bulması için de uygun bir inkişaf alanı lazımdır. Peygamberâne bir şefkati hissedebilmek, biraz da bilmeye bağlıdır; ilme ve irfana vâbestedir. Şefkat Peygamberi’nin nazarıyla kainâta, insanlara ve ahirete bakmayınca, beşerin hidayete ermesi yolunda gerekirse Cennet’ten bile vazgeçmenin ne demek olduğunu anlayamazsınız. Hazreti Ebu Bekir’in iman ve irfanıyla meseleleri değerlendirmeyince insanlığın kurtuluşu için Cehennem’e tek başına atılmaya razı olmanın manasını kavrayamazsınız. Hazreti Üstad’ın vicdanında sonsuz saadet ve ebedî şekavet hakikatlerinin nasıl bir tesir bıraktığını, iman ve küfür arasındaki derin uçurumun ve bunların nelere gebe olduğunun onun ruhunda ne türlü fırtınalara sebebiyet verdiğini tahmin edemeyince milletin iman selametine bedel Cehennem’in alevlerine rıza göstermenin nasıl bir tercih olduğunu takdir edemezsiniz.

Nitekim, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) şöyle buyurmuştur: “Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; bir bilseniz, gök nasıl bir gıcırdayışla gıcırdayıp inliyor!. Zaten öyle olması gerekir; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhiye adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah’a yalvarırdınız!” Hazreti Ebû Zerr bu hadîsi dinleyince, “Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım” demekten kendisini alamamıştır.

 

Yakma Allahım!..

O ufkun insanı olmayan birinin hem onları anlaması mümkün değildir hem de o seviyeye ait sözleri tekrarlaması gerçek hissiyatının sesi-soluğu olmayan kuru bir taklitten ibarettir. İmansızlığın nasıl bir felaket olduğunu bilmeyen, inançsızları bekleyen akıbetin elemini vicdanında hissetmeyen sıradan bir insanın “Cehennemi ben doldurayım...” demesi ya da gözünde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu olduğunu söylemesi büyük bir iddia olur. İnsanların dalâleti karşısında her gün ölüp ölüp dirilenler ve Hak’tan kopuk yaşayan birini gördükleri zaman içi kavruluyormuşçasına yüreği “cızzz” edenlerdir ki, işte, insanların ahiret selameti için icap ederse Cehennem’de yanmaya gerçekten rıza gösterebilecekler o şefkat erleridir.

Erzurum’da Hacı Musa adında, kendisini hizmete adamış, Nurlar’ın keramet ve ikramlarına mazhar, çok hâlis bir insan vardı. Ondan, mevzumuzla alâkalı bir hâdise dinlemiştim. Hacı Musa Efendi’nin anlattığı hâdisedeki kahraman Fırıncı İshak Baba idi. Bildiğiniz gibi, tarih boyunca, fırıncılar ve demirciler arasından pek çok Hak dostu çıkmıştır. Hep ahiret sıkıntılarını hatırlatacak ağır işlerde çalışan ve Cehennem’in alevlerini akla getirecek şekilde ateşle çokça meşgul olan kimseler o işlerde adeta pişmiş ve olgunlaşmışlardır. İshak Baba da alevler karşısında çalışa çalışa ateşin ne demek olduğunu çok iyi duymuşlardan biriydi. Dersleri hiç kaçırmayan, Risaleler’i yürekten dinleyen, çok konuşmayı sevmeyen ve ancak ihtiyaç olduğunda bir-iki kelime etmekle yetinen bir gönül eriydi.

İshak Baba, Hacı Musa Efendi ile beraber hacca giderlerken otobüsleri bir yerde mola verir. Herkes bir şeyle meşgul olurken İshak Baba gözlerini kapatır ve murakabeye dalar. Neden sonra bir taraftan gözlerinden yaşlar boşanır, bir taraftan da dudakları kıpır kıpır hareket etmeye başlar. İşte, tam o an kırk kişilik otobüs zangır zangır titrermişçesine hareket eder ve bir metre kadar ileri geri gidip gelir. Herkes ne olduğunu merak edip heyecanla etrafa bakınmaya dururken, Hacı Musa Efendi’nin gözleri İshak Baba’ya takılır. Bakar ki, o Hak dostu çok farklı bir atmosferde, adeta kendinden geçmiş gibi. Bir aralık, ona sorar: “İshak Baba, ne oldu, ne düşünüyor ve neler söylüyordun?” der. Onun cevabı şöyle olur: “Ahireti, sorgu-suali, Cennet ve Cehennem’i düşünüyordum. Bir anda Cehennem gözlerimin önünde alev alev tülleniverdi. İnsanların çoğunun birer âsî olarak oraya gideceklerini düşündüm. Onlar adına o kadar çok üzüldüm ki, azabın dehşetini vicdanımda derinlemesine duyunca Rabbim’den niyaz ettim ve gayr-i ihtiyarî defalarca şunu söyledim, “Yakma Allahım, şu biçare kullarını yakma; sonra dilersen onlara bedel beni at nâra!”

 

Karasevdalılar ve Sarp Yokuşlar

Öyle ümit ediyorum ki, günümüzün karasevdalıları da, hakikî şefkatin birer temsilcisidirler. Onların gönül dünyalarında sürekli Hak mülâhazası köpürür durur; beyanlarında ise, derin bir Allah aşkı, varlık sevgisi ve insanlara karşı da engin bir şefkat nümâyândır. Hak rızası, onların kilitlendikleri biricik hedef; O’ndan ötürü insanları sevip herkese sîne açmaları da tabiatlarının gerçek rengidir. Onlar, paslanmış ve küflenmiş gibi görünen en katı kalbleri, en sert tabiatları bile sevginin sırlı anahtarlarıyla balmumu gibi yumuşatır, gönül kapılarını aralar ve muhataplarına muhabbet lisanından en tatlı nağmeleri dinletirler. Severler, sevilirler ve herkese şefkatle muamele ederler.

Zaten, öyle olmasaydı, rahatlarını terkedip, sevdiklerini ve ülkelerini arkada bırakıp dünyanın en ücra köşelerine şefkat seferleri düzenleyebilirler miydi? Senelerce sıla hasretine, anne-babadan, yâr-yârandan ayrılık hicranına dayanabilirler miydi? Geçen gün bir program münasebetiyle, kıymetli bir devlet adamımızın anlattığı hadisede olduğu gibi; şayet onlar şefkat hisleriyle yollara dökülmeselerdi, gittikleri yerde birkaç sene kaldıktan sonra “Ülkeni, anne-babanı özlemedin mi; ne zaman döneceksin?” diye soran birine “Efendim, biz dönmeye değil, burada hizmet edip burada ölmeye geldik!” diyebilirler miydi? Evet, bu adanmış ruhların daha yola çıkarken yaşatma mefkuresine kilitlendikleri her hallerinden belli. Hal ve tavırlarındaki eda birer şefkat kahramanı olduklarının emaresi. Hazreti Rahmân ü Rahîm’den diler ve dilenirim, beni bu hüsn-ü zannımda yalancı çıkarmasın ve o müşfik insanların gönüllerindeki aşk u alâkayı hakikî şefkat ufkuna ulaştırsın.

Aslında, insanlığın kin, nefret ve gayzla yatıp kalktığı, dünyanın bir savaş alanı ve kan gölü haline geldiği bir dönemde sevginin tercümanı olmak ve herkese şefkatle yaklaşmak zorlardan zor bir iştir. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, insanların önlerindeki sarp yokuşları, göğüs gerilmesi büyük bir kahramanlık isteyen zor işleri sayarken, bu hususa da dikkat çekmiştir. “Sarp yokuş, bilir misin nedir?” dedikten sonra, “Sarp yokuş, bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır; kıtlık zamanında yemek yedirmektir; yakınlığı olan bir yetimi, ya da yeri yatak (göğü yorgan yapan, barınacak hiçbir yeri olmayan) fakiri doyurmaktır. Bir de sarp yokuş: Gönülden iman edip, birbirine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır.” (Beled, 90/12-18) buyurmuştur.

Evet, “merhamet” iman edenlerin ayırt edici bir vasfıdır. Onlar asla katı kalbli, acımasız ve zalim kimseler olamazlar. Mü’minler, bela ve musibetlere karşı sabırlı oldukları gibi, insanlara ve bütün varlığa karşı da şefkatlidirler. Dahası, onlar her fırsatta birbirlerine merhameti tavsiye eder, toplumun safları arasında “acıma, merhamet etme, sevme ve herkese şefkatle kol-kanat germe” duygularını yayarlar. Bunu yaparken de, sadece dünyevî bir sevgi ve alâkadan bahsetmez; her fırsatta nazarları âhiretin yamaçlarına çevirir ve şefkat hislerini insanlığın sonsuz mutluluğu kazanması istikametinde değerlendirirler. Hemen her münasebetle, “Arkadaş, kabir var, hesap var, Cehennem var! Şu insanların ateşe doğru koşarcasına gittiklerini gördüğün halde onlara nasıl acımazsın; nasıl olur da ellerinden tutmaya çalışmazsın?!” derler.

Bazen bir çocuğun vefat haberini duyduğumuzda gözlerimiz doluyor; onun anne-babasıyla beraber biz de ağlıyoruz. Haddizatında, onun ölüp gittiğini ama yok olmadığını, bu dâr-ı fânîden bâkî bir âleme taşındığını ve ötede rahmet-i ilahiye tarafından sarılıp sarmalanacağını biliyoruz. Onun hiç kaybı olmadığı gibi, henüz rüşde ermediğinden belki ahirette valideynine de şefaat edebileceğine inanıyoruz. Fakat, yine de ona yüreğimiz yanıyor, içimiz burkuluyor ve ardından ağlıyoruz. Ya bir insan nâmütenâhî bir saadetten mahrum kalacak ve ebedî şekâvete dûçar olup Cehennem’e gidecekse.. işte, bu ihtimal karşısında bir insanın yüreği “cızzz” etmiyorsa, o kalbin inanan bir insana ait olduğunu ve o yüreğin iman nurlarıyla aydınlandığını söylemek çok zordur.

Hâsılı, şefkatle mamur bir kalbin sahibi, Cenâb-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin gölgesinde hep incelerden ince davranır. Hakikî şefkati, insanların yüzlerini ahirete çevirip onların ebedî huzuru kazanmaları için çırpınma şeklinde anlar ve bütün hareketlerini bu anlayışa göre ayarlar. Gülerken de ağlarken de, severken de kızarken de hep muhataplarının yarınlarını, hayır yarınlarından da öte akıbetlerini, ahiretlerini düşünür. Sinesinde bu hissi taşıma bahtiyarlığına ermiş biri, sevgi ve merhamete muhtaç herkese şefkat elini uzatır; gücü yettiğince devrilenleri tutar kaldırır; açları doyurur, üşüyenleri ısıtır; yalnızların, gariplerin vahşetini giderir ve kimsesizlere kimse olur. Bütün bu âlicenaplıkları ortaya koyarken de bir teşekkür bile olsa kat’iyen herhangi bir karşılık beklemez; beklemez, zira şefkat, karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi beslemenin unvanıdır. (Diriliş Çağrısı, “İmdada Yetiş Engin Şefkatinle” başığı altında)

 

MERHAMET

Merhamet varlığın ilk mayasıdır. Onsuz, herşey bir bulamaç ve kaostur. Herşey merhametle var olmuş, merhametle varlığını sürdürmekte ve merhametle nizam içindedir.

Gökler ötesinden gelen merhamet mesajlarıyla yer, düzene kavuşmuş; semâ tesviye görmüştür. Makro âlemden mikro âleme kadar her şey, hayranlık uyaran bu âhenge ve çelik çavak işleyişe merhamet sayesinde ermiştir.

Bu hareket ve işleyişte her şeyin, ebedî var oluşta kazanacağı hâl ve alacağı durumun provası yapılmaktadır. Ve bütün varlıklar bu istikamette bir çırpınış içindedir. Her çırpınışta nizam ve intizam nümâyân, her sıçrayışta merhamet şûlefeşândır.

Titreyen havanın letâfetinde, rakseden suların kıvrılışında, burnumuzun dibine ve ayağımızın ucuna kadar gelen bu dâsitanî rahmeti görmemek mümkün mü?

Bulut, merhametten kanatlarıyla başımızın üstünde dolaşır durur. Yağmur, kemer kuşanmış süvarî gibi, onun dölyatağından kopup imdadımıza gelir. Yıldırımlar, şimşekler bin bir tarraka ile “Rahmet-i Sonsuz” adına bir gazelhân olur. Karalar ve denizler, ağaçlar ve otlar, yüz yüze ve diz dize, ayrı ayrı söz ve nağmeleriyle merhamet türküsü söyler durur.

Şu solucana bakın! Ayaklar  altında ve kendi hesabına alabildiğine merhamete muhtaç; ama o, bu hâliyle pek çok şeye merhamet etme yolunda, yorgunluk bilmeyen bir yolcudur. Şefkatli toprak ona bağrını açar. O da, bu sıcak kucağın her avuç toprağına yüzlerce döl bırakır. Ve, toprak ana bununla havalanır, bununla kabarır ve her yanıyla pişer ve olgunlaşır. Toprak solucana, solucan da toprağa rahmet; ya gübre olsun diye otu, kökü yakan nadanlara ne demeli? Zavallı insan! Hem toprağa hem de solucana merhametsizlik ettiğinin farkında bile değildir!

Bir de bin bir çiçeğe cilve çakan şu arıya ve kozasına gömülüp kendini hapseden ipekböceğine bakın! Merhamet orkestrasına uyma uğrunda, neleri göğüslüyor ve nelere katlanıyorlar. İnsana bal yedirmek ve ipek giydirmek için, bu koçyiğit fedâilerin çektikleri sancıyı görmemek elden gelir mi?

Ya, yavrusunu kurtarmak için başını köpeğe kaptıran tavuğun, nasıl bir şefkat kahramanı; açlığını yutup, bulduğu şeyleri yavrusuna yediren aç canavarın, nasıl ayrı bir babayiğit olduğunu hiç düşündünüz mü?

Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet va’deder. Bu itibarladır ki, kâinata bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar; tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritm içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değil. Ve sonra bütün şu parça parça acıma ve şefkat etmelerin arkasında, bu esrarlı koroya hükmeden, her şeyi çepeçevre sarmış geniş rahmetin sezilip hissedilmemesi..

Bütün bu olup bitenler karşısında insan, şuur ve iradesiyle; idrak ve düşüncesiyle “konsantre” olarak bu engin rahmeti kavrama ve soluklarıyla ona kendi nağmesini katma sorumluluğu altındadır. İçinde yaşadığı topluma, insanlığa, hattâ bütün canlılara, bir insanlık borcu olarak merhamet etme mükellefiyetindedir. O, bu yolda merhamet ettiği nisbetde yücelir; gadre, zulme, insafsızlığa düştüğü ölçüde de horlaşır, hakirleşir ve insanlığın yüzkarası olur.

Bir bâğiye, susuzluktan kıvranan zavallı bir köpeğe merhamet edip su içirdiği için, cennetlere yükseldiğini ve evindeki kediyi aç bırakıp, ölümüne sebebiyet veren bir başkası ise, yıkılıp Tamu’ya  gittiğini, en doğru sözlüden işitiyoruz.

Merhamet edin ki, merhamete mazhar olasınız! Yerde merhamet eden bir ele, gökler ötesi âlemlerden bin muştu gelir.

Bu sırrı kavrayan atalarımız, her yerde bin merhamet ocağı tüttürdüler. İnsanları da aşarak, hayvanları koruma ve himaye etme vakıfları te’sis ettiler. Bu, onlardaki derin merhamet anlayışının bir karakter, bir huy hâline gelmesinden başka bir şey  değildi.

Ayağı kırılmış bir kuş, kanadı sakatlanmış bir leylek, kim bilir hangi merhamet erini tâ ciğerinden vurdu ki; menziline varamamış garip kuşlar için, huzur evi yapar gibi, ona, hayvânî barınaklar yapma fikrini ilham etti.

Ah!  Keşke, onların, hayvanlara merhamet ettiği kadar, insanlarımıza merhametli olabilseydik… Heyhât! Kendimize merhamet etmediğimiz gibi, neslimizi de alabildiğine bir umursamazlık ve merhametsizlik hissiyle mahvettik. Evet, şu bin bir boğucu hâdisenin ve artık içinde durulmaz hâle gelen içtimâî atmosferin, gerçek müsebbipleri bizleriz.

Bir de, merhamet duygusunun ölçüsüz kullanılması ve su-i istimâl edilmesi vardır ki, o da, merhametsizlik kadar, belki daha fazla sevimsiz ve zararlıdır.

Yerinde kullanılan merhamet, bir âb-ı hayat, bir iksir ise, onun su-i istimâl edilmesi de, bir zehir, bir zakkumdur. Ve, asıl olan da, işte bu terkibi kavramaktır. Oksijen ve hidrojen, belli nisbetleriyle terkibe girince, en hayâtî bir unsuru meydana getirirler. Nisbet bozulduğu ve ayrı ayrı kaldıkları anda ise, yanıcı ve yakıcı hüviyetlerine dönerler. Bunun gibi, merhametin de, hem dozu, hem de kime karşı yapılacağı çok mühimdir. “Canavara karşı merhamet göstermek, iştahını açar, sonra döner dişinin kirasını ister.”  Azgına merhamet, onu iyice saldırgan yapar ve başkalarına tecavüze teşvik eder. Yılan gibi zehirlemekten lezzet alana merhamet edilmez. Ona merhamet, dünyanın idaresini kobralara bırakmak demektir…

Eli kanlı, yüzü kanlı; gönlü kanlı, gözü kanlı; hâsılı, hem deli hem de kanlıya merhamet, bütün mağdurlara, bütün mazlumlara karşı en korkunç bir merhametsizliktir. Böyle bir tutum ise kurda acıyıp da, kuzuların hukukunu kâle almama gibi bir şeye benzer ki; kurtları güldürse bile, bütün âsumânı âh u efgâna getirecektir. (Çağ ve nesil)

 

EK-2

Şefkat ve Müslümanların dertleriyle dertlenme :

 

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ يُوسُفَ، حَدَّثَنَا سُفْيَانُ، عَنْ هِشَامٍ، عَنْ عُرْوَةَ، عَنْ عَائِشَةَ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهَا قَالَتْ: جَاءَ أَعْرَابِيٌّ إِلَى [ص:8] النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ: تُقَبِّلُونَ الصِّبْيَانَ؟ فَمَا نُقَبِّلُهُمْ، فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «أَوَأَمْلِكُ لَكَ أَنْ نَزَعَ اللَّهُ مِنْ قَلْبِكَ الرَّحْمَةَ»

Efendimizi torunlarını öperken gören bir A’rabi, “Çocuklarınızı öpüyor musunuz?” diye sordu ve ekledi: “Biz onları öpmeyiz.”

Bunun üzerine Efendimiz buyurdular ki: “Allah kalbinizden rahmeti söküp aldı ise ben ne yapabilirim!”

الكتاب: الجامع المسند الصحيح المختصر من أمور رسول الله صلى الله عليه وسلم وسننه وأيامه = صحيح البخاري

المؤلف: محمد بن إسماعيل أبو عبدالله البخاري الجعفي

7473 - حَدَّثَنَا مُحَمَّدٌ، ثَنَا أَحْمَدُ، نَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَبِي جَعْفَرٍ الرَّازِيُّ، عَنْ أَبِيهِ، عَنِ الرَّبِيعِ بْنِ أَنَسٍ، عَنْ أَبِي الْعَالِيَةِ، عَنْ حُذَيْفَةَ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «مَنْ لَمْ يَهْتَمَّ بِأَمْرِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ، وَمَنْ لَمْ يُصْبِحْ وَيُمْسِ نَاصِحًا لِلَّهِ وَلِرَسُولِهِ وَلِكِتَابِهِ ولإِمَامِهِ ولِعَامَّةِ الْمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنْهُمْ»

لَا يُرْوَى هَذَا الْحَدِيثُ عَنْ حُذَيْفَةَ إِلَّا بِهَذَا الْإِسْنَادِ، تَفَرَّدَ بِهِ: عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أَبِي جَعْفَرٍ الرَّازِيُّ "

“Müslümanların işleriyle dertlenmeyen onlardan değildir. Sabahladığında sabahleyin, akşamladığında akşamleyin Allah’a samimi kulluk bağları ile bağlı olmayan, Peygamberine samimi ümmetlik duyguları ile bağlı olmayan, Kur’an’a samimi duygularla bağlı olmayan, müslümanların imamına ve müslüman topluma samimi duygularla bağlı olmayan onlardan değildir.”

 

الكتاب: المعجم الأوسط

المؤلف: سليمان بن أحمد بن أيوب بن مطير اللخمي الشامي، أبو القاسم الطبراني (المتوفى: 360هـ)

6011 - حَدَّثَنَا أَبُو نُعَيْمٍ، حَدَّثَنَا زَكَرِيَّاءُ، عَنْ عَامِرٍ، قَالَ: سَمِعْتُهُ يَقُولُ: سَمِعْتُ النُّعْمَانَ بْنَ بَشِيرٍ، يَقُولُ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «تَرَى المُؤْمِنِينَ فِي تَرَاحُمِهِمْ وَتَوَادِّهِمْ وَتَعَاطُفِهِمْ، كَمَثَلِ الجَسَدِ، إِذَا اشْتَكَى عُضْوًا تَدَاعَى لَهُ سَائِرُ جَسَدِهِ بِالسَّهَرِ وَالحُمَّى»

Müminleri birbirlerini sevmekte, bir birine acımakta ve bir birlerine ihsanda bulunma hususunda bir cesedin uzuvları gibi görürsün. Cesedin bir uzvu hasta olursa diğer uzuvları da uykusuzluğa ve ateşli hastalığa düçar olur.

الكتاب: الجامع المسند الصحيح المختصر من أمور رسول الله صلى الله عليه وسلم وسننه وأيامه = صحيح البخاري

المؤلف: محمد بن إسماعيل أبو عبدالله البخاري الجعفي

149 - وعن أبي هريرة - رضي الله عنه - قال : قال رسول الله - صلى الله عليه وسلم - :

مثلي كمثل رجل استوقد نارا ، فلما أضاءت ما حولها ، جعل الفراش وهذه الدواب التي تقع في النار يقعن فيها ، وجعل يحجزهن ويغلبنه فيتقحمن فيها ، فأنا آخذ بحجزكم عن النار ، وأنتم تقحمون فيها . هذه رواية البخاري ، ولمسلم نحوها ، وقال في آخرها : قال : فذلك مثلي ومثلكم ، أنا آخذ بحجزكم عن النار : هلم عن النار ، هلم عن النار ! فتغلبوني . تقحمون فيها . متفق عليه

Benim ile sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.

 

EK-3

DUYDUKLARINI DUYURMA

Bir Uzun Seyahati Noktalarken, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4:

Bu yol ve yöntemlerledir ki, Hak yolcuları kalb ve ruh ufkunda “seyr ilallah” unvanıyla kendi uzaklıklarını aşarak O’nun yakınlığını duymaya koşar; “seyr fillâh” mülâhazasıyla kendilerini aradan çıkarır ve her şeyi O’na bağlı götürmeye çalışır; “seyr maallah” mazhariyetiyle O’nun maiyyetini kendi aşkınlığıyla zevk etmeye yönelir ve “seyr anillâh” zirvesinde de duyulanı duyurma, erilene erdirme, bilineni bildirme iştiyakıyla coşar; kesrete vahdet boyası çalar, o Ayanlardan Ayan’ı herkese beyan etmeye koşar ve oturur kalkar sürekli O’nu dillendirirler ki, bence hakikî insan olmadan gaye de bu olsa gerek...

Seyr u Sülûk, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2:

Dördüncü mertebe, “seyr anillâh” mertebesidir; bu seviyedeki “seyr”e “sefer-i râbi’” dendiği gibi “telvin ba’de’t-temkin” de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Tabir-i diğerle, vahdet ve izafî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölgesinde tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kurtarmaya, “Hazîratü’l-Kuds”e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuşturacağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşad etme; tâlipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yoldakilere rehberlikte bulunma; zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme; nura ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hak’tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce pâyeyi, bazı tasavvuf erbabı “bekâ billâh maallah” veya “fark ba’de’l-cem” şeklinde isimlendirmişlerdir.

Bu ufka erenler, vahdeti kesrette, kesreti de vahdette görür, tek yüzlü iki derinliği birden yaşar, kendi maiyyetiyle beraber, maiyyete taşıdıklarının haz ve hazz-ı ruhanîsiyle her lahza ayrı bir vuslata “bismillâh” der.. ne iltibas ne şatahat ne de naz; niyazla oturur kalkar ve sürekli temkin soluklar.. “ilallah”ta “fillâh” esintilerini duyar; “maallah”ta “minallah” veya “anillâh” gerçeğini müşâhede eder.. hem vâcid yaşar hem fâkid bulunur; hem mehcûr görünür hem vâsıl bulunur ve kurb-bu’du bir arada duyar.

Böyle bir hak yolcusu, yolcuların en kâmili, mürşidlerin en mütekâmili, tam bir terbiye üstadı ve irşad halifesidir. Kendisine teveccüh edenlerin sinelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir.. حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِه يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.” fehvâsınca böyle bir vâsıl, zılliyet planında hem muhibtir hem de mahbub.. duygularındaki safvet, düşüncelerindeki derinlik, temsilindeki ciddiyet, hâl ve davranışlarındaki duruluk onu, hemen herkesin her hâlükârda başvuracağı öyle bir âb-ı hayat kaynağı, bir ümit meşalesi hâline getirmiştir ki her tâlib-i feyz-i Hudâ ona koşar, her âşık-ı nur-i Hudâ O’nun rehberliğine sığınır; sığınır zira:

                             “Menşe-i hüsn-ü ameldir hüsn-ü hâl,

                               Hüsn-ü hâlde oldu âsâr-ı kemâl.” (Anonim)

 

 

[1] Hakiki şefkat: “Hakikî şefkat”, insanların ebedî saadeti kazanmaları için kalbin tir tir titremesinin ve bunun neticesinde ortaya konan halisâne cehd ü gayretlerin unvanıdır. Evet, insanların geçici dünya hayatıyla alâkalı bazı sıkıntılarını giderme, burada huzur içinde yaşamalarını sağlama, onlara alâka duyma, sevgi ve muhabbet besleme, acıma ve yardım etme gibi hususlar şefkatin sadece bir yanını teşkil etmektedir. Şefkatin tam ve olgun hâli ise, ancak insanları ebedî azaptan kurtarıp sonsuz bir mutluluğa kavuşturmak için gereken bütün himmet ve gayreti ortaya koymakla gerçekleşir.

[2] Şefkat ve acıma hissi her insanda potansiyel olarak bulunmaktadır fakat kalbi ve ruhi hayatın inkişafına bağlı olarak gelişir. Sadece insanlara değil bütün varlığa derin bir şefkat duyarak bakmayı getirir. Örnek olarak Bediüzzaman Hazretlerinin 24. Mektup 1. Makama ve 4. Şua 4. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiyesinde geçen şu paragrafa bakabiliriz: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip -şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye- elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: "Mânâma dikkat et ve iman dûrbîniyle bak!" Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud'un eseri ve san'atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef'alde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azab çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, herbiri o meyveler adedince firakları hissedecek. Şualar ( 69 )

[3] Hocaefendi bu mevzu ile alakalı olarak öteden beri şunları söylemektedir: Benciller derler ki, “Ateş düştüğü yeri yakar.” Bu söz, hodbîn ve egoist ruhların sözüdür. “Ateş çevresini de yakar” ifadesi ise bir parça diğergam ruhların sözü. “Ateş nereye düşerse düşsün beni de yakar” sözüne gelince, bu, kâmil ruhların vicdanlarının sesidir. Gurbet Ufukları kitabında da aynı konuyu şöyle ifade etmektedir: “Ateş düştüğü yeri yakar” sözünden iğreniyorum. Eğer mü’minsem, niçin her yere düşen ateş beni de yakmıyor! Mustarip insan ne kadar da az!... Dünya yansa dertsizin bir tutam otu yanmıyor.

[4] Bu konudaki hadis-i şerifler için EK-2’e bakınız.

[5] Re’fet tayflarına çağrı: Mahbûb-u Âlem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanları ebedî hüsrandan kurtarma davasına o kadar gönülden bağlanmıştı ki, Kur’ân-ı Kerim, O’nun bu konudaki ızdıraplarını, “Neredeyse sen, onlar bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye üzüntünden kendini helâk edeceksin.”[5][6] ifadesiyle dile getirmektedir. Benzer âyet-i kerimelerde de, Cenâb-ı Allah, Resûl-i Ekrem’ine “Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse üzüntüden kendini yiyip tüketeceksin.”[5][7], “Kur’ân’ı sana, meşakkat çekip, bedbaht olasın diye indirmedik.”[5][8] şeklinde hitap etmektedir.

Aslında, bu ilâhî hitaplar da Allah Resûlü’nün, ister ümmet-i davetin isterse de ümmet-i icabetin genel tavır ve durumları karşısındaki duyarlılığını, insanlığın kurtuluşu hakkındaki hassasiyetini, O’ndaki ölesiye yaşatma arzusunu ve kurtarma cehdini nazara vermektedir. Bu itibarla, mezkur âyet-i kerimeleri de Peygamber Efendimiz’in heyecanlarını tadil eden ve onu ikaz için inen birer ilâhî kelam şeklinde anlamak eksik, hatta yanlış olur. Evet, beyanlarda tadil ve tenbih söz konusu olduğu kadar, ciddi bir takdir ve iltifat da vardır.

Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekrem’ine âdeta “Habibim, şu ilâhî mesaja kulak verip ona dilbeste olmuyorlar ve inanıp onun rehberliğinde huzur-u daimiye yürümüyorlar diye öyle üzülüyor, öyle kederleniyorsun ki neredeyse bir mum gibi eriyip tükeneceksin. Senin bu yüce ve incelerden ince ruhun ileride öyle bir kaynak hâline gelecek ki, gönlünde azıcık haşyet duygusu barındıran herkes kalb kâsesini doldurmak için o kaynağa koşacak. Öyleyse, Sen tebliğ vazifeni yap, takdiri Allah’a bırak; kendine o kadar eziyet etme!” demektedir ki, bu hem çok ulvî bir iltifattır, hem bir ızdırap insanında olması gereken ruh enginliğini gösterme ve arkadan gelenlere hedef belirleme demektir, hem de Kur’ân’ın mesajının hüşyar gönüllerde mâkes bulacağının bir müjdesidir. (Kalb İbresi, “İkaz Görünümlü İlahi İltifatlar”) Mefkure İnsanı yazısında da bu mevzu şöyle ifade edilir: Gerçek hayat, bugünün ve yarının insanları düşünülerek planlanan ve onlar için yaşama gayesiyle mefkûrelendirilen hayattır. İşte baştan sona kadar hayatın her basamağına hakim olan böyle bir şuur, bir idrak, bir his, hakikî insan olma karakterinin tam resmi ve hadd-i tâmmıdır. Bu öyle bir resimdir ki, firasetle ona bakabilen herkes, bu fotoğrafın arkasında bütün bir varlıkla ne derin ve ne sıcak bir alâkanın bulunduğunu rahatlıkla görebilir. Bu resimde, insan, hem kendine hem de başkalarına kalb gözüyle bakar ve bakıp gördüklerini de vicdanın kadirşinaslığı ile değerlendirir. İşte insan böyle bir bakış zaviyesi sayesinde, kendi iç dünyasını daha iyi temâşâ ettiği gibi, aynı menşurla çevresini de daha yakından görüp tanıma imkânını yakalar ve herkesi, her şeyi daha mülâyim, daha yumuşak ve daha sıcak bulur. Ne var ki, böyle bir iç derinlik, hemen birdenbire elde edilemez. O, vicdanlarımızın derinliklerinde uzun bir mayalanma döneminden sonra ortaya çıkan bir merhamet tezahürü ve gönlün dilinden bir insanî çağrıdır. Bu çağrı, gönül adamının vicdanından fışkırır, her yana kendi boyasını çalar ve zamanla da her şeyi kendi diliyle konuşturmaya başlar. O doğrudan doğruya kalbden yükseldiği için de dıştaki şerarelerden ve şurada-burada havayı kirleten parazitlerden de asla müteessir olmaz. (Işığın Göründüğü Ufuk; “Mefkure İnsanı”)

Ruh Mimarı Rabbaniler’yazısında da aynı mevzu şöyle ifade edilir:

Bizim, içten ve dıştan gelecek ihsanlara, düşünce sistemlerine değil; bizim, topyekün milletimizde mesuliyet ve ızdırap şuuru uyarabilecek ruh ve düşünce hekimlerine ihtiyacımız var. Gelip-geçici saadet vaadi yerine ruhlarımızda derûnîlik meydana getirecek ve bizi bir hamlede, mebde ile müntehâyı birden görebileceğimiz seviyeye ulaştıracak ruh ve düşünce hekimlerine.

Evet, şu anda biz, icabında Cennet’e girmekten dahi vazgeçip ve şayet girmişse, dışarıya çıkma yollarını araştıracak kadar mesuliyet ve dava âşığı insanlar bekliyoruz. “Güneşi bir omzuma, ayı bir omzuma koysalar, ben bu işten vazgeçmem!”[5][3] diyen insanlar.. bu bir Peygamber ufkudur. Bu ufuktan akıp gelen ışıklarla coşkun bir dimağ, yerinde: “Gözümde ne Cennet sevdası ne de Cehennem korkusu var; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanma­ya razıyım!”[5][4] der iki büklüm olur.. veya ellerini açar, “Vücudumu o kadar büyüt ki Cehennem’i ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın!”[5][5] çığlıklarıyla semavâtı lerzeye getirir.

Evet, bugün insanımızın, her şeyden daha çok, milletinin günahları için ağlayan, insanlığın affedilip bağışlanmasını, kendi bağışlanmasının önünde bekleyen.. ve A’râf’ta durup Cennetliklerin hazlarıyla yaşayan, Cennet’e girse dahi şahsî hazlarını duymaya vakit bulamayan derûnîlere ihtiyacı var...

[6] Muvakkat dünya hayatı itibarıyla tek bir insan hayatı bu ölçüde önem arz ediyorsa, âlemşümul bir “ba’s ü ba’de’l-mevt” himmet ve gayretinin âhiret terazilerini kıracak keyfiyette olduğunu söylemek mübalağa olmasa gerek. Evet, bir diriliş eri, dudağında hayat üfleme sûru, oturup-kalktığı her an “ahsen-i takvîm”e mazhariyetinin şuuruyla, kalbî ve ruhî hayat meflûçlarının hallerini bir hazan manzarası hissiyle duyar.. ve “Gayrı durmak bana haram!” diyerek can çekişenlerin imdadına yetişme adına, yoğun bakımdan yoğun bakıma koşarcasına, ney nağmeleriyle diriliş besteleri sunar kalbinin dilinden.

Büyütmez gözünde bu çatlayasıya koşuşu ve mahmuzlar iradesini gerçek insan olmanın gereği gaye-i hayal ufkuna doğru. Böyle biri “mefkûre” deyip çıktığı güzergahta yol-yöntem bilmeyenlere rehberlik yapar.. yürüme yorgunluğu yaşayanlara enerji üfler.. hedefsiz yığınlara pusula olur.. güneşe sırt dönüp gölgesine takılıp gidenlere hep o ziya kaynağına dönmelerini fısıldar.. devrilme zaafı gösterenlere destek ve dayanak olur.. değişik dâhiyelerle sürüm sürüm hale gelmiş olanlara kol-kanat açar.. dört bir yanda yankılanıp duran ağlamaları dindirmeye çalışır.. çekilen acı ve ızdıraplarla bîtâp düşmüş olanlarla dert paylaşımına gider.. gariplere yoldaş olma azm u ikdâmıyla türlü türlü gurbetlere katlanır.. zalimlerin hay-huyuyla mazlum iniltileri arasına girer.. tulumbası elinde, sürekli yangın söndürmeden yangın söndürmeye koşar.. vicdanının derinliklerinde duyarak sergilediği bu yaşatma hissini, îsâr ruhunu, hep ihlas-rıza yörüngeli götürme gayreti içinde olur ve her zaman bir ruhânîlik tavrı ortaya koymaya çalışır.

“Seyr anillah” mazmun ve ufkunu hatırlatan bu duygu, bu düşünce ile o sürekli metafizik gerilim içindedir ve sevinmenin yerine sevindirme nağmeleriyle inler durur.. gülme-eğlenme yerine gönüllerde huzur hâsıl etme arkasından koşar.. yaşamaya hep başkalarının ızdırap ve sevinci zaviyesinden bakar.. karanlıkta yol almaya çalışanların sağında solunda meşaleler oluşturur.. hedefe varmayı vardırmaya bağlı görür.. sağda-solda duyulan âh u zâr ve iniltilere karşı alakasızlığı dilsiz şeytanlık sayar ve canlı kalmasını canlara can olmaya bağlar, yürür peygamberler güzergâhında Hazreti Rehber-i Şehinşâh vesayetine. (Yaşatma Mefkuresi)

[7] Efendimizi miraçtan döndüren sır: Dördüncü mertebe, “seyr anillâh” mertebesidir; bu seviyedeki “seyr”e “sefer-i râbi’” dendiği gibi “telvin ba’de’t-temkin” de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Tabir-i diğerle, vahdet ve izafî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölgesinde tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kurtarmaya, “Hazîratü’l-Kuds”e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuşturacağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşad etme; tâlipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yoldakilere rehberlikte bulunma; zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme; nura ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hak’tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce pâyeyi, bazı tasavvuf erbabı “bekâ billâh maallah” veya “fark ba’de’l-cem” şeklinde isimlendirmişlerdir. (Detaylar için EK-3’ye bakınız)

[8] Çirkâb: Kirli su, çirkef.

[9] Şefkati dindirmemek için vazife şuuru ile okuyalım: Zannediyordum ki, gün yüzüne çıkan her tomurcuk bir çiçek olacak ve bu çiçeklerin bütünü de, yapraklarında gamze çakan jâlelerle sonsuzluğa kadar sürüp gidecek!.. Zannediyordum ki, yamaçlarımızı kanaviçe gibi saran goncalar hep diri kalacak, ovalarımızı alan başaklar hep hayat soluklayacak; selvilerimiz ince ince salınacak ve derelerimiz gürül gürül akacak!.. Zannediyordum ki, upuzun bir kıştan sonra sürgün eden filizler, büyük muzdariplerin diriltici solukları altında, ölümsüzlüğe erecek ve daima taze, daima canlı kalacak!..

Zannediyordum ki, aylar, güneşler ufkumda birbirini takip edip duracak ve yurdumun seması, hiç mi hiç hüsûf ve küsûf[9][1] görmeyecek!

Zannediyordum ki, yıllarca bahar bekleyen neslim, karlara cemre düştüğü bugünlerde, gidip yeniden ölüm uykusuna yatmayacak. Hızır’la buluştuktan sonra, âb-ı hayat içmeden geriye dönmeyecek!..

Zannediyordum ki, şimdiye kadar bin defa hipnoz edilen insanımız, bir daha aynı oyuna gelmeyecek ve aynı hokkabazların iradesine teslim olmayacak!..

Zannediyordum ki, dirilen her ferdimiz, bundan böyle genç ve zinde kalacak; bel ağrıları, baş dönmeleri onun semtine sokulamayacak. Burcu burcu diriliş kokacak onun yaşadığı iklim ve bucaklar. Unutulacak tabutlukların yolları ve çatır çatır çatlayacak teneşir tahtaları. Ve buhurdanlar misk ve kâfura hasret kalacak!..

Zannediyordum ki, her an ölüm tehditleri altında, havarî gibi yola çıkan bu hasbîler topluluğu Hz. Mesih’e çarmıh hazırlayanlara asla iltihak etmeyecek. Servetler, şöhretler, makamlar, mansıplar onlara yol ve yön değiştirtmeyecek. Pest şeyler gönüllerine girip bakışlarını bulandıramayacak. Onlar, hep aynı şeyleri düşünecek, aynı şeylerin türküsünü söyleyecek ve aynı hayatı en ritmik şekilde yaşamaya gayret gösterecekler!..

Zannediyordum ki, mazlumun âhını dindirmek, zalimin soluklarını kesmek ve ilhad ateşini söndürmek için, Yaradan’a ahd ü peymânda bulunan bu kudsîler, gizli-açık asla zalime yahşî çekmeyecek, şahsî rahat ve sûrî saadeti için geçmişini küçümsemeyecek ve mazisinden kopmayacak!..

Zannediyordum ki, ruh kökümüzle olan alâkamız, gün be gün pekişecek, yüce düşüncelerimizden hiçbiri ebediyetlere terk edilmeyecek; davranışlarımız asla değişmeyecek ve hayatımız, şâhikalardan kopup gelen dupduru ırmakların akıp akıp denizlere dökülmesi gibi, hep millî ruh ummanı içine dökülecek ve kendi kendini yenilemeye hazırlayacak. Ayrı ayrı akan çaylar birbirine yanaşacak; cetveller sonsuzluğa açılan yollarda bir araya gelecek ve alâim-i sema[9][2] gibi, bir sürü renk, omuz omuza bulutların ötesine doğru kavisler çizecek!..

Ve hele, sanıyordum ki, bu ses, söz ve renk cümbüşüne başkaları da koşup gelecek ve bizlerle bütünleşecek!

Zannediyordum ki, yaşama zevki, hayat kaygısı ve tenperverlik bu yüce topluluktan fersah fersah uzak kalacak ve asla onların atmosferine girme imkânını bulamayacak... Onlar, sonuna kadar süt gibi duru, su gibi berrak ve toprak gibi mütevazi kalacaklar. Kendilerinden öncekileri yiyip bitiren lüks, israf, debdebe ve ihtişam onların evlerinden içeri giremeyecek ve onlara hükmedemeyecek.

Zannediyordum ki, insanımız, gönül verdiği Zât’ın dostluğuyla yetinecek, O’nun hoşnutluğuna koşacak ve başkalarına şirin görünme hevesine kapılmayacak; “Allah bes-bâkî heves”[9][3] deyip yoluna revan olacak...

[10] Burada Efendizin şahsında bütün müminelere ders olarak tebşir ve inzar “beşiran ve nezira” ayetine telmihte bulunuyuyor:  يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِداً وَمُبَشِّراً وَنَذ۪يراًۙ ﴿٤٥﴾ وَدَاعِياً اِلَى اللّٰهِ بِـاِذْنِه۪ وَسِرَاجاً مُن۪يراً ﴿٤٦﴾
Meal:Ey peygamber! Seni tanık, müjdeci, uyarıcı, izniyle Allah’a çağırıcı ve etrafını aydınlatan bir ışık olarak gönderdik. (45-46)

[11] Hüsnü zan adem-i itimat düsturunda hüsnü zan tarafının ağır basması, adem-i itimat meselesinin kısmen de olsa ihmal edilmiş olması manasına

Author: Wise Institute - min read. - Post Date: 03/31/2019